60. Bölüm

60. BÖLÜM

Yazarimsibirileri
yazarimsibirileri

Merhabaaaa 😍😍

Herkese bol bol sevgiler vee keyifli okumalar 🥰

Cesur önümden yürüyordu. Kulüpten çıkıyorduk. Girişteki gösterişli aslan heykelinin etrafından dolandığımda göğsümde ağır bir his vardı. Buna rağmen Cesur'a yetişmek için adımlarımı hızlandırdım. Kapıdan çıkmadan önce kısa bir anlığına durup omzunun üzerinden bana baktı ve tutmam için elini uzattı.

Gözlerinde ona güvenmemi isteyen bir bakış vardı.

Ona zaten güveniyordum. Tereddüt etmeden elini tuttum ama o bakışın garipliği aklımın gerisinde takılı kaldı. Avucumu sıkıca kavrayarak beni kapıdan çıkarttığında bizi karşı kaldırımda bekleyen aracı gördüm. Arka kapısı açıktı. Etraf öyle kalabalıktı ki kimseye çarpmamak için çaba göstererek yürümeye çalıştım. Çok fazla insan vardı. Hepsi de bana bakıyordu. İstemsizce adımlarım sekteye uğradı. Yavaşladım ama Cesur acele etmemi istercesine beni çekiştirdi. Bu sırada istemeden yanımdan geçen bir adamın omzuna çarptım. Ona özür dilercesine baktım ama adamın gözlerinde büyük bir öfke vardı. Bana bakarak gerisin geri birkaç adım attı. Sonra da başka birinin önünü açmak istercesine yana doğru yöneldi. Ardından onun arkasında kalan kadın da yana doğru kayarak yoldan çekildi ve ben birkaç adım ötedeki yaşlı kadını görebildim.

Adımlarım birden kesildi.

Çünkü gördüğüm kadın anneannemden başkası değildi.

Cesur elimi daha sıkı tuttu. Benim tutuşum artık epey cansızdı. Dehşetle aralanmış gözlerle anneanneme bakarken onun kınayan bakışları üzerimde geziniyordu. Konuştuğunda ilk sözü, “Her şeyi mahvettin,” oldu. İliklerime kadar soğuğu hissettim.

Ona doğru ürkek bir adım attım ama daha fazlasına cesaret edemedim. Sulanan gözlerime söz geçiremezken, “Anneanne,” dedim heyecan, özlem ve kafa karışıklığıyla.

Sesi kulaklarıma daha güçlü, daha sert şekilde ulaştı. “Her şeyi mahvettin.”

Büyük bir çaresizlikle, “Ne yaptım?” dedim.

“Gizli kalman gerekiyordu,” diye azarladı. Ayak bileklerinin bir karış üzerine kadar uzanan dar kesim eteği ve ona uyumlu ceketinin içerisinde onu son gördüğüm zamanki kadar ciddiydi. Saçlarını sıkı bir topuzla ensesinin üzerinde toplamıştı. Hiçbir makyajın bulunmadığı yüzü gergin ve kızgındı. Bana hiç gülümsememişti. Onu uzun zamandır görmemiştim ve özlem bir köşede içimi kemirirken onun bana sunduğu en belirgin duygu öfkeydi.

Etrafımızdaki insanlar yolumuzdan çekilmişti. Anneannem birkaç adım uzağımda kalmaya devam ediyordu ve bense ayaklarıma beton dökülmüş gibi ona doğru hareket etmekten acizdim. Bedenimi tepeden tırnağa incelerken Cesur’la ayrılmamış olan elime baktığında çehresindeki öfke bir kademe daha arttı. Onu son görüşümün üzerinden yıllar geçmişti ama hiç değişmemiş şekilde karşımda duruyordu ve aramızda kocaman uçurumlar varmış gibi hissetmekten kendimi alamıyordum.

“Gizli kalman gerekiyordu, Deniz,” diye tekrarladı. “Sana bunu ezberlettiğimi sanıyordum. Yaşayabilmen için Nehir olmalıydın.”

Kalbim çırpındı. “Anneanne-”

“Ona Deniz olduğunu nasıl söylersin?” diye beni azarlamaya devam etti. Mezara gitmesi gereken bir sırrı ayyuka çıkartmışım gibi davranıyordu ve işin gerçeği haklıydı. Hele de Nehir olabilmem için en çok çabalayan kendisiyken benim bunu bir çırpıda bozmam sanırım öfkesinin esas nedeniydi.

Kalbim pişmanlıkla ezilirken, “Ona güveniyorum,” dedim çabucak. Cesur’un elini daha güçlü kavradım. “Onunla güvendeyim.”

Bana kafasını çok hafifçe iki yana sallayarak baktı. “Artık güvende değilsin kızım.”

“N-ne demek bu?”

“Artık güvende değilsin,” diye tekrarladı. Omurgamdan aşağıya inen soğuklukla birlikte olduğum yerde taş kesilirken sokaktaki araç seslerinin birden çoğaldığını duymaya başladım. Anneannem kalabalığa karışarak kaybolup gitti. Peşinden gidemedim, çığlık atmak istedim atamadım.

Araç sesleri, ani frenler, kornalar havada uçuştu.

Kafamı çevirip yola doğru baktığımda siyah bir aracın önümüzde durduğunu gördüm. Arka kapısı hızla açıldı. İçerisinden bir adam indi. Ruhumu delen gözleri doğruca beni buldu. Tıpkı benimkiler gibi mavi gözler, tıpkı benimkiler gibi sarı saçlar...

Nefesim kesildi.

O... Arda’ydı.

Abimdi.

Ve silahını doğruca bana çevirmişti.

Tereddüt etmeden parmağı tetiğe dokundu. Yapmaz sandım, yapmayacağını umdum ama mavi gözlerinde hırs ve nefret vardı. Hayal kırıklığı tüm hücrelerime yayıldı. Bana bu kadar kolay kıyabilir miydi?

Tetiği çekti.

Göğsüme aldığım darbeyle zaman benim için durdu. Hareketsiz kaldım. Nefes almayı bile bıraktım. Sanki hiçbir şey yapmazsam acıyı hissedemeyecekmişim gibi... Göğsümde, tam kalbimin orada kıyamet kopuyordu. Dayanılmazdı. Abimin bana nefretle bakan mavi gözlerine hayal kırıklığı, can acısıyla karşılık verirken bedenim dizlerinin üzerine yığıldı. Vücudumda tek bir kurşun yarası vardı ama her yanım acıyordu. Sanki binlerce kesikle tuzlu suya batırılmıştım. Sanki damarlarımda kan yerine asit dolanıyordu.

Yaralı bedenim yere devrildi. Sırtüstü kaldırıma uzandığımda parlak gökyüzünü gördüm. Abimin gözleri kadar mavi ve onun barındırdığı acımasızlık kadar kahrediciydi. Sonra görüşümü siyah noktalar sarmaya başladı. Can çekişen bedenimin dudakları aralandı. Bir yudum havayı ciğerlerime çekebilmek için çırpındım. Göğsüm acıyordu. Ciğerlerim yanıyordu. Karaya vurmuş bir balığın son çırpınışları gibi ağzımı defalarca kez açtım ama başaramadım.

Karanlık beni içine çekti.

Birinin beni sertçe sarsmasıyla gözlerim açıldı. Cesur omuzlarımı tutup beni bir kez daha sarstıktan sonra, “Nefes al, Deniz!” diye bağırdı. “Nefes al, fırtına, nefes al!”

Çaresiz yakarışı bana hayati fonksiyonunu durduran ciğerlerimi hatırlattı. Oradaki yanma hissi hâlâ aynı derecede kıvrandırıcıydı. Görüşü netleşen gözlerim karşısında yatak odamızın tavanını bulduğunda, mavi gökyüzünü görememek beni ateşe düşmüşüm gibi irkiltti. Kâbustu. Odadaydım. Yataktaydım. Cesur yanımdaydı. Kâbustu. Şakaklarımdan kayan ter damlası çene çizgimden süzülüp boynuma doğru yol alırken Cesur’un bir kez daha, “Nefes al!” diye bağırdığını duydum. Kâbustu. Abim burada değildi.

Abim... beni vurmamıştı.

Bedenim güneşin altına atılmış buz parçası gibi çözülmeye başladı. Derin, gerçekten derin bir soluk aldım. Ciğerlerim sanki hayata yeni gözlerini açmış bir bebeğin ciğerleriymiş gibi yandı, sızısı çok belirgindi.

Cesur da benimle birlikte ancak nefes alabildi. Terli alnını terli alnıma bastırıp bir süre sadece gürültülü nefes alışverişimi dinledi. Sanki birden öyle yorulmuştu ki kolunu oynatacak gücü kaybetmiş gibiydi.

“Neydi bu Deniz?” dedi nefes nefese.

Boğazım acıyordu. Yanaklarımdaki yaşları ancak fark edebilmiştim. Bedenim hâlâ katıydı ve ellerim çarşafı sıkmaya devam ediyordu. Kendime rahatlama komutu versem de nafileydi. Yeniden hareket edebilmem için biraz zamana ihtiyacım olduğunu anlamak zor değildi.

“C-cesur...” diye hıçkırdım.

“Geçti,” derken saçlarımı okşadı. Alnı hâlâ alnımdaydı. “Geçti. Nefes alıyorsun. Geçti. Nefes almaya devam et. Geçti.”

Beceriksizce kafamı sallamaya çalışarak dediğini yaptım. Nefes al, ver, al, ver, al, ver. Geceliğimin içerisinde terden ıpıslaktım ama göğsümde farklı bir ağırlık vardı. Yoğun, yakıcı, acıtan. Çarşafı tutmayı nihâyet bırakabildim.

Cesur yavaşça benden ayrıldı. Geri çekilip yanımda oturdu ve emin olma isteğiyle gözlerini bedenimde hızlıca gezdirdi. Durak noktası göğsüm olduğunda birisi beni dürtmüş gibi aç şekilde içime havayı doldurup göğsümün mümkün olan son raddeye kadar şişmesini sağladım. Bakışlarına karanlık bir sis yumağı yayılmıştı ama bunun arzudan kaynaklı olmadığını biliyordum. Geceliğimle ya da göğüs dekoltemle ilgilenmiyordu. İçime çektiğim solukları sayıyordu. Sanki yeniden durmamı bekler gibi tetikteydi. O an kendisini ne kadar çok kastığını ancak fark edebildim. Omuzları gergin, boynundaki damarlar belirgindi.

Kafamı güçsüzce yastığa geri bırakırken dudaklarımın arasından acıyla karışık bir inilti süzüldü. Odanın tavanına baktım ve boğazımı sıkan ağlama isteğini geri itmeye çalıştım. Kızıl gece lambası açıktı. Ayrıca benim tarafımda bulunan abajur da açıktı. Saatin kaç olduğunu düşünmeye çalışarak kafamı dağıtmayı denedim. Çok yorgun hissediyordum. Bu yüzden sabah olmasına sanırım hâlâ vardı. Penceresiz odada yaşamanın en kötü yanı günü ve geceyi birbirinden ayırt etmek için saate bakmak zorunda kalmaktı.

Derin bir soluk daha aldım. Kâbustu.

Cesur irdelemedi. Yanımdaki boşluğa yerleşip sırtını yatağın başlığına yaslarken yorgunluğunu görebiliyordum. Hâlâ kıyafetleri üzerindeydi. Yoksa hiç uyumamış mıydı? Onu daha dikkatli incelemek istedim ama bunu yapamadan bana doğru uzandı ve beni geniş göğsüne çekti. Neredeyse üzerine çıkacağım kadar yakınında tuttu. Hâlâ aynı siyah gömleğin sardığı göğsüne yanağımı dayayıp sert soluklarını ve hızlı kalp atışını dinledim. Gördüğüm kâbus beni nasıl etkilemişse bunu dışarıya yansıtmış olmalıydım. Soğuk bir ürperti tenimden kayıp gittiğinde göğsüne daha çok yapıştım.

Aramıza sinmiş olan yakıcı sessizlik katlanılmazdı. Konuşmuyordu, çünkü hâlâ nefes alışverişime odaklıydı. Bunu ben soluk aldıktan sonra ancak soluk almasından anlayabiliyordum. Onu bu denli endişelendirmiş olmak canımı sıktı. Kâbuslar yine başıma bela olmaya başlamıştı ve fazla gerçekçi hissettirmeleriyle baş edemiyordum.

Derin bir soluk daha alıp, “Onu gördüm,” diye fısıldadım. Sesim her an gözyaşlarını serbest bırakacakmışım gibi kırık çıkmıştı. “Abimi gördüm, Cesur.”

Dişlerini sıktığını hissettim. Yorumda bulunmadı.

“B-bana silahını doğrulttu. Hiç... hiç tereddüt etmeden. Bir an için bile. Beni... vurdu.”

Teni gerildi. Sanki duydukları hiç asabını bozmamış gibi, “Nefes al,” diye emretti. “Neredeyse üç dakika boyunca nefes almadın. Üç sxktiğimin dakikası boyunca.”

Gürültülü bir şekilde ciğerlerimi havayla doldurdum. Benim için taşıdığı endişe buzdan bir tabakanın kuşattığı kalbimin yeniden ısınmasına neden oluyordu.

“Cesur-”

“Sırf bu yüzden onu öldüreceğim,” dedi sıkılı dişlerinin arasından. “İpi boğazına dolayıp bir yudum nefes için onu yalvartacağım, Deniz.”

“Lütfen-”

“Şu anda sakın onu bana savunma,” diye beni net şekilde uyardı.

“Kızma,” diye fısıldadım. “Sadece biraz şefkate ihtiyacım var. Öfkeye değil. Akşamdan beri... hep öfkeliydin. Sana söyleyerek yanlış yapmış olduğumu düşünmeme neden oluyorsun.”

Beni daha sahiplenici şekilde sarıp sarmaladı ama hareketlerinin altında yatan kızgınlık ve şok hâlâ oradaydı. Oktay’ın kızı olduğumu söylediğim andan beridir aramızda bir şeyler değişmişti sanki. Belki de ben olaya fazla dramatik bakıyordum. Ancak bir gariplik olduğu su götürmezdi. Cesur tek kelime etmemişti ama aynı zamanda bana tonlarca ipucu vermişti. Gerçeği söylediğim andan beridir soğuk hissediyordum. İncecik kıyafetlerle kuzey kutbunda durmak gibiydi.

“Bana saçma sapan sözler dayatıp elimi kolumu bağladığın için çıldırmak üzereyim. Şimdi de kalkıp pişman olduğunu mu söylemeye çalışıyorsun?”

“Neden bu kadar çok fazla tepki veriyorsun ki?” dedim içim içimi yerken. Bedenim yeniden kaskatı kesildi. “Ailelerimiz arasında büyük problemler var, değil mi? Oktay’ın kızı olmam seni rahatsız mı ediyor?”

“Oktay’ın kızı değilsin,” diye homurdandı.

Şaşırmadım. Elbette hikâyeyi biliyordu. Annemin, aslında amcam olacak kişi tarafından tecavüze uğradığını, benim aslında Necdet’in kızı olduğumu... hepsini biliyordu. Ansızın beni ele geçiren kaçma dürtüsüne yenilerek güvenli alanım ilan ettiğim göğsünden ayrılmaya çalıştığımda kaldırdığım başımı tutup yeniden göğsüne bastırdı.

“Benden uzaklaşma fırtına. Şu anda gidip şarjörümü üzerlerine boşaltmamak için yerimde zor duruyorum.”

Bunu duyduğumda yeniden ona sıkıca sarıldım. Hareketime gülmekle daha çok çıldırmak arasında gidip geldi. Hoşnutsuz homurtuları odayı doldurduktan sonra, “Ailelerimiz arasında epey problemler var,” dedi. “Oktay başından beri annemin peşindeydi.”

Sertçe yutkundum. Bundan bana önceden bahsetmişti. “Biliyorum.”

Yüzünü göremiyor olsam da tek kaşının havalandığını hayal etmek zor değildi. “Başka neler biliyorsun?”

“Benim annemin, senin annen yüzünden hor görülüp sürekli dövüldüğünü, annen yüzünden hiç sevilmediğini, istenilmediğini, tüm bunlardan dolayı delirdiğini... biliyorum.”

Fısıltım havaya karıştığında Cesur da artık kaskatıydı. “Annemin bunda kabahati yok,” dedi o da kısık sesle.

“Biliyorum.”

Aramızda garip bir sessizlik oluştu.

“Onu suçluyor musun fırtına?”

“Suçlamıyorum. Hikâyeye baktığımda suçladığım en büyük kişi Oktay. Annemi mahveden oydu. Biliyor musun, onun birini sevebileceğine asla inanmazdım. Annene aşık olduğunu öğrendiğimde... kalbim çok acıdı. Demek ki sevebiliyormuş dedim. Bize vereceği hiç sevgisi yokmuş, bunu fark ettim.”

“Onunki biraz da hırstı. Babamla yarışmak, onu alaşağı etmekten hoşlanırdı. Kendine o kadar güveniyordu ki annemi kapacağından emindi ama annem babamdan hiç vazgeçmedi. Bu da Oktay’ı hırslandırdıkça hırslandırdı. Onu elde edebilmek için kirli oynamaya başladı. Yine de başaramadı.”

Farkındalıkla irkildim. “Ya başardıysa?” dediğimde Cesur da duraksadı. “Ya annenin babandan kaçmasına neden olan Oktay’sa? Olabilir mi?”

“Bana onları hemen gidip öldürmem için daha çok neden vermeye mi çalışıyorsun Deniz?” diye sinirle homurdandığında sanki kalkmak istese onu tutabilecekmişim gibi bedenine daha sıkı sarıldım.

“Sakın beni bırakma,” diye sızlandım. “Bir daha asla uyuyamam. Bu kez kızlar gecesi yapmak bile beni kurtaramaz.”

“Sakın bir daha nefesimi kesme,” dedi bunun üzerine. “Üç sxktiğimin dakikası boyunca kaç kez öldüğümden haberin yok.”

Tüylerim diken diken oldu. “Ölümden bahsetme artık.”

“Biri beni kafesin tellerine savurup dursaydı daha az yorgun hissederdim, Deniz. Mahvettin beni.”

Yok olmak istedim. “Özür dilerim. Elimde olan bir şey değil. Kâbus işte.”

“Sxktiğimin kâbusları,” diye söylendi. “Önceden uykularında sadece ara sıra irkilirdin. Şimdiyse gördüklerini yaşıyorsun resmen.”

“Çocukken de böyleydi,” dedim mahcup şekilde. Elimde olmayan bir şey için suçlu hissetmek doğru değildi biliyordum ama endişesini ta kalbimde yaşadığım için kendime kızmadan edemiyordum.

“Ne kadar sürdü?”

Yanağımın içini kemirerek neredeyse duyulmayacak bir sesle cevap verdim. “Yıllarca.”

Küfretti. “Bunun için doktora gideceğiz.”

“Sadece... sadece beni ortaya çıkartma,” dedim tek nefeste. “Beni bulmasınlar lütfen, Cesur. Uyumadan önce bunları düşünüyordum. Bak işte beni nasıl tetiklediğini gördün. Bir de onlarla yüz yüze gelirsem... düşüncesi bile korkunç.”

Cesur'un göğsünden kızgın bir homurtu yükseldi. Arabada ona Oktay Seymen’in kızı olduğumu söylediğimdeki donakalması hâlâ gözlerimin önündeydi. Bir süre öylece durmuştu. Sonra da bana kulübe dönmemi söylemişti. Bu kadardı ama ben onun kafasının içerisinde patlayan volkanların gürültüsünü duymuştum. Tepkisini maskelemiş, bana belli etmemek için tüm marifetlerini kullanmıştı. Başka biri olsaydı sorun olmadığını düşünürdü ama ben, sorun olduğunu biliyordum. Sorun olduğundan emindim. Bu da beni korkutuyordu. Yeniden ve yeniden aynı şeylerin üzerinden geçmem gerekiyormuş gibi hissediyordum, çünkü Cesur’u yerinde tutmamın tek yolu buymuş gibi geliyordu.

“Düğüne gelselerdi onları tanır mıydın?” dedi uzun bir suskunluğun üzerine.

Onları düğünümde görmenin düşüncesi bile kanın damarlarımdan çekilmesine neden oldu. Yeniden kafamı kaldırmak için hareketlendim, neyse ki bu kez bana engel olmadı. Dehşetin kol gezdiği gözlerimi yorgun çehresine mıhlarken, “Gelecekler mi?” diye sordum.

Parmağının ucuyla yavaşça burnuma vurup, “Nefes al,” diye emretti. “Düşmanlarının düğününe gelmeyi tercih edeceklerini sanmıyorum. Rahatla fırtına. Sadece cevap ver. Gelseler anlar mıydın?”

“B-babamı... Oktay’ı tanırım,” dedim hızlı hızlı. Bunu zaten tahmin ettiğini belli edercesine yavaşça kafasıyla onayladı ve devam etmem için beni cesaretlendirdi. Ancak bunu dile getirmek bile benim için zordu.

“Diğerlerini... bilmiyorum. Görürsem belki anlayabilirim. Belki...”

“Abini?” diye üsteledi. Diğerleri derken onu da kattığım açıktı ama bu şekilde kaçmama izin vermeyeceğini gözlerinde görebiliyordum.

Öfkelenmekten kendimi alamazken, “Bilmiyorum,” diye homurdandım.

“Tanımazdın,” dedi kendinden emin şekilde. Sonra dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı. Gözlerindeki karanlık bakış parladı.

Onu onaylamadım ama verdiği sessiz tepkiler beni epey germeye yetmişti. Ansızın içime düşen başka bir kurt beni kemirmeye başladı. “Onunla zaten karşılaştım mı?” diye sordum.

Küt, küt, küt.

Kalbim kaburgalarımı yumrukluyordu.

Cesur cevap vermedi.

Küt, küt, küt.

“Onu tanımayacağıma güvenerek düğüne mi davet edeceksin?”

Küt, küt, küt.

Cevap yok.

“Cesur-”

“Onlara dair hiçbir şeyi istemediğini söyledin, fırtına,” diye bana acımasızca hatırlattı. Hâlâ aynı karanlık bakış gözlerinin gerisindeydi ve çok rahatsız ediciydi.

“Evet ama-”

“Güvendesin. Sadece bunu düşün,” dedi itirazlarımı anında keserek. “Tehlikeye gireceğini anladığım anda müdahale edeceğim. O zamana kadar sessizlik olacak. Tıpkı benden istediğin gibi. Şimdi,” diyerek elini enseme koyup kafamı yeniden göğsüne yasladı. “Uyuyalım.”

Gülecek gibi oldum. “Uyuyalım mı? Bu mu?”

“Evet. Bu.”

Huysuzca, “Uyumak istemiyorum,” dedim.

“Uyumanı istiyorum,” diye bastırdı.

“Cesur...”

“Hmm?”

“Uykum yok.”

Yılgın bir tavırla iç çekti. “Yorgunum, fırtına. Kollarımın arasında Deniz Seymen’i tuttuğumu bilmek kafamın patlayacakmış gibi hissettirmesine neden oluyor. Biraz dinlenmeye ve en çok da düşünmemeye ihtiyacım var. Ama sen uyuyana kadar uyumayacağım. Bu yüzden benim için uyu.”

Ne diyebilirdim ki, beni nereden vuracağını çok iyi biliyordu.

Peri uzun ve deliksiz uykunun ardından göz kapaklarını kırpıştırarak tamamen uyanmadan önce kendisine zaman tanıdı. Sıcak hissediyordu. Sıcak ve sarmalanmıştı. Gerinme dürtüsüyle bedenini esnetmeye hazırlanıyordu ki saçlarına çarpan ılık nefesin farkına vararak donakaldı. Uyuyan tüm hücreleri anında uyandı ve sabah mahmurluğunu saniyeler içerisinde üzerinden attı.

Özgür yanında yatıyordu.

Hayır, sadece yanında değildi. Kelimenin tam anlamıyla birbirlerine karışmış durumdalardı. Adamın bir bacağı kadının bacaklarının arasındaydı ve bu yeterli değilmiş gibi Peri de bacağını Özgür’ün üzerine atmıştı. Fark ettiği anda geri çekme dürtüsüne yenilerek bacağını oynattı ama adamın huysuzca kıpırdanmasıyla birlikte hemen durdu. Yüzü Özgür’ün boynuna sokulmuş vaziyetteydi. Birbirlerine sarmaş dolaş sarılmışlardı.

Gerçek bir karı-koca gibi...

Omurgasından aşağıya bir soğukluğun yayıldığını hissetti ve içinde bir nokta sızlamaya başladı. Gerçek olmadığını biliyordu. Sarılışı, sahiplenircesine kollarının arasında tutması, hayatının en derin ve en huzurlu uykusundaymış gibi rahatça uyuyor olması... gerçek değildi. Adam için herhangi kadından biri olduğunu biliyordu. Yerinde başkası olsaydı da Özgür ona aynı böyle sarılırdı. Bir şeylere sarılarak uyumayı sevdiğini zaten söylemişti.

Bu yüzden Peri içine yerleşmek için an kollayan tüm sıcak hisleri kovdu. Özel bir anmış gibi hissetmedi. Sanki her gün bir adamın kollarında güne böyle başlıyormuş gibi hissetmeye çalıştı. Sıradanmış gibi. Ancak bunu da başaramadı. Çünkü birlikte uyuduğu tek adam Özgür’dü.

Kafasını çok hafifçe, onu uyandırmaktan korkarak oynatıp yüzünü görebileceği şekilde geriye itti. Uyurken ne kadar da sakindi. O sürekli kızıp söylenen adam değildi. Çatık kaşları tamamen gevşekti. Karışmış saçları alnına dökülüyordu. Kirpikleri bir erkeğin sahip olabileceğinden uzundu. Kısa sakalları ona yakışıyordu. Kendisine iyi bakan ve taşıdığı yüzün değerini bilen bir adamdı. Normal şartlarda tanışmış olsalardı onun büyülü etkisine çok kolay kapılabilirdi. Adam bir kadını nasıl avucuna alacağını iyi biliyordu. Bu konuda ustaydı.

İç çekme dürtüsünü bastırdı. Öyle sıcak hissediyordu ki terlemeye başlamak üzereydi. Bunun nedeni sadece adamın ona sarılması değildi. Bedenine sıkı sıkıya örtülmüş örtünün de payı vardı. Kafasını dikkatlice eğip üzerini kontrol etti. Üstten sadece kolları dışardaydı. Örtü göğsünün etrafına güzelce sarılmıştı. Aşağıdaysa durum biraz kötüydü, çünkü bacaklarının pozisyonu yüzünden örtü kısmen açılmıştı. Çıplak bacağı adamın üzerinde, pencereden yansıyan gün ışığının tam altında resmen parıldıyordu.

Özgür tamamen giyinikti. Kendisiyse yatak örtüsü ve iç çamaşırıyla duruyordu. Bunun sebebi dün gece olanlardı. Peri yaşadığı sıcak basmasının yerini soğuk hislere bırakmasını tattı. Bu adam tarafından kalbinin kaç kez daha kırılacağını hiç bilmiyordu. Acıtıyordu. Emin olduğu şey adamın ağzından çıkan her kelimenin kalbini dehşet şekilde acıtmasıydı. Kırılması kolay biri olduğu için mi böyleydi? Aslında kendince savunması vardı. Akrabalarının zehirli laflarına karşı duymazdan gelmeyi, önemsememeyi ya da üzerinde düşünmemeyi öğrenmişti. Ne söylerse söylesinler kulaklarını kapadığı için sözleri canını acıtmazdı. Ancak geliştirdiği duvarları Özgür’ün önüne koyamıyordu. Adam küçümseyen bir bakışıyla ya da şu anda yaşıyor olmasının bile kendisi sayesinde olduğunu hatırlatan sözleriyle onu anında alaşağı edebiliyordu.

Peri onun karşısında olduğundan daha güçsüz ve savunmasızdı. Üstelik hikâyeye baktığında olanlar yüzünden hâlâ kendisini suçladığı için durum daha kötüydü. Adamın karşısında iyice savunmasız kalıyordu. Ne diyebilirdi ki? Özgür ona ne verirse, payına onu kabul etmek düşüyordu. Bir daha kendi haklarından bahsetmeyecekti. Belli ki adamın nazarında hiçbir hakka sahip değildi, dün gece bunu anlamıştı.

Usulca ıslanan gözlerinden yaş akmasına izin vermemek için elinden geleni yaptı. Adam neden gitmemişti ki? Gitmediği gibi neden yanında yatıyordu? Peri ondan nefret etseydi asla onunla aynı yatağa girmezdi ama adam bunu umursamıyordu. Belki de dün gece yarım bıraktığı eylemi tamamlamanın peşindeydi. Kalbinin ritmi hızlandı. Kanına korku ve panik karıştı. Bedeninin öylesine biriymiş gibi bu adam tarafından kullanılmasına tahammül edebileceğini sanmıyordu. Ancak eğer o bunu isterse karşısında yine soyunmaktan başka bir seçeneği olmadığını da biliyordu. En azından tamamen kötü davranarak ilk günden beri tecavüz etmiyordu, değil mi? Bunun arkasına sığınması bile durumunun ne kadar acınası olduğunu belli eden cinstendi.

Özgür hafifçe kıpırdandı. Genç kadın onun uyanacağını anladığı anda damarlarına yayılan korkunun verdiği felç edici hisle hareketsiz kaldı. Gözlerini hızla yumup uyuyormuş gibi görünebilmek için elinden geleni yaptı. Ona yakalanmaktan çekiniyordu. Dün geceden sonra onunla baş başa kalmaktan da çekiniyordu.

Birkaç kıpırdanış ve uykulu mırıltıdan sonra adamın gözleri açıldı. Peri aralarındaki havaya sinen ağırlığın katman katman çoğaldığını hissederken sertçe yutkunmamak için kendisini kasıyordu. Ansızın yanağında, tam da gamzesinin üzerinde ufak bir dokunuş hissetti. Adam parmağının ucunu teninde usulca gezdirdi. Çukurun etrafında bir çember çizdi. Gülmediği anlarda bile belirgin olduğunu biliyordu. Çoğu zaman gamzelerini kusur olarak görmüştü, çünkü çok fazla belirginlerdi ve yüzünde dikkat çeken ilk şeyler onlardı.

Özgür’ün parmakları geldiği gibi birden gitti. Peri daha bunu üzerinden atamamışken bu kez bacağına konan elle irkilmekten son anda kendini alabildi. Adam avucunu açabildiği kadar açarak elini baldırına yaslamıştı. Gürültülü, hafif kızgın bir nefes verdiğini duydu. Belki de yakınlıkları onu rahatsız etmişti. Adam bunu doğrular gibi avucunu teninde kaydırarak dizinin altına kadar götürdü ve üzerindeki bacağını tutup yatağa bıraktı. Kendi bacağını da geri çekti. Sonra da yataktan kalkıp odanın içerisindeki banyoya geçti. Çok geçmeden duştan gelen su sesi duyulmaya başlandı.

Peri ciğerlerine sonunda istedikleri ölçüde büyük nefesler gönderirken hızla gözlerini açtı. Adam kaçar gibi gitmişti. Belli ki burada uyumayı planlamamıştı, uyuyakalmıştı. Yakınlıkları onu rahatsız etmişti, emindi. Bunun içini rahatlatması gerekirken kötü hisler tarafından ele geçirilmesi pek uzun sürmedi. Neden hayatındaki erkekler onu iğrenç buluyordu? Neden ona dokunmak bile mide bulandırıcıymış gibi davranıyorlardı?

Bu kez yanaklarından birkaç damlanın dökülmesine engel olmadı. Çabucak yataktan çıkıp soluğu giysi dolabının önünde aldı. Askıların arasından rastgele bir elbise seçti. İç çamaşırlarını aldı ve koşarak odadan çıkıp aynı kattaki misafir banyosuna Gaye’ye yakalanmamaya dikkat ederek girdi. Tuvalet ihtiyacını giderdikten sonra soğuk suyla yüzünü uzun uzun yıkadı. Ardından da iç çamaşırlarını giydi. Misafir banyosuna kadar beraberinde getirdiği örtü ayaklarının dibindeydi. Elbiseyi giymeden önce onu toplayıp kirli sepetine tıktı ve sonra da yanında getirdiği elbiseyle bir müddet bakıştı.

Onca kıyafet arasından neden en açıklarından biri olmak zorundaydı ki? Nasıl bir şey olduğuna bakmamıştı ama siyah olduğu için basit bir parça olacağını düşünmüştü. Bu büyük bir hataydı. Üzerine giydiğinde bundan daha çok emin olmuştu. Derin, gerçekten derin V yakası göğüslerini epey ortaya çıkartmıştı. Vatkalı, kolsuz ve tamamen drapeliydi. İyi yanı sırtında dekoltesinin olmamasıydı. Kötü yanlarından bir diğeriyse boyunun diz kapaklarına bile ulaşamıyor olmasıydı. Dardı. Tüm vücut hatlarını ortaya seriyordu.

Peri saçlarını kafasının tepesinde at kuyruğu yaparken görüntüsünü düşünmemeye çalışıyordu. Sonra bunu kafasına fazla taktığını fark ederek durdu. Bu evde gördüğü tek yüz Gaye’ydi ve nasıl giyindiğiyle pek ilgilenir gibi görünmüyordu. Özgür’ün de umurunda olmadığını anlamıştı. Neden bu kadar dert ediyordu ki? Çekici bir vücudu yoktu. Etrafında onu çekici bulup başına bela olacak kimse de yoktu. Bu yüzden endişelenmeyi kesti. Saçlarını güzelce topladıktan sonra nihayet banyodan çıkabildi. Kendi odasının kapısı hâlâ kapalıydı. Ona kaçamak bir bakış atıp hızlı adımlarla alt kata inmek için hareketlendi. Burnuna güzel kokular geliyordu. Belli ki aşçı mutfaktaki yerini almıştı.

Dün gün boyu tek bir lokma bile yemediği için midesi aldığı kokulara karşılık guruldayarak ve ağrıyarak karşılık verdi. Bir an önce beslenmeliydi, ellerinin hafifçe titrediğini bile hissedebiliyordu. Alt kata inip doğruca mutfağa geçti. İçerideki hummalı çalışma bir an için normal hissetmesine neden oldu. Aşçıları olan kadın, Aysun ocağın başındaydı ve omleti hazırlamakla meşguldü. Gaye ise salondaki masaya götürmek için hazırlanan kahvaltılıkları büyükçe bir tepsiye yerleştiriyordu.

Ufak bir tebessümle dudaklarını kıvırıp, “Günaydın,” diye şakıdı. İki kadın da kafasını kaldırıp ona baktı. Normalden daha uzun baktıklarında Peri rahatsızca kıpırdandı. “Bir... bir sorun mu var?”

“Günaydın. Bir yere mi gidecektin?” dedi Gaye yavaşça.

“Hayır, buradayım.”

Anladığını belli edercesine kısaca kafasını sallayıp sandalyeyi gösterdi. “Hadi geç lütfen. Senin için masayı hazırlayana kadar bizimle otur.”

Peri masaya doğru iki adım atıp oturmak yerine hazırlanmış olan tepsiye uzandı. Gaye’nin karşı çıkmasına izin vermeden, “Bunu ben hallederim. Siz geri kalanıyla ilgilenin, tamam mı?” diyerek tepsiyi kaptığı gibi mutfaktan ayrıldı. Salondaki büyük masaya ulaştığında tepsiyi bırakıp içerisindekileri yerleştirmeye başladı. Sadece tek servis açılmıştı. Normal günlerde yemeklerini Gaye’yle birlikte yiyordu. Aşçı ise onlarla birlikte yemiyordu. Geldiği gibi günün tüm yemeklerini yapıp evden ayrıldığından dolayı onu pek uzun görebildiği bile söylenemezdi.

Bugün ise normalden daha geç kalktığı için kahvaltısını yalnız başına yapacaktı. Acaba Özgür kahvaltıya kalır mıydı? Ona da servis açmalı mıydı? Güçlü bir yanı onun kahvaltıya kalmayacağından ve rüzgâr gibi esip gideceğinden emindi. Başkalarının yanında önemsiz biriymiş gibi muamele görmekten çekindiği için onun gidişine Gaye’nin ya da aşçının tanık olmaması için şimdiden dua etmeye başladı.

Tepsideki her şeyi yerleştirdikten sonra açlığa daha fazla dayanamayarak sıra sıra dizilmiş olan sigara böreklerinden birine uzandı ve iki ısırıkla onu ağzına tıktı. Bir gözü mutfak kapısındaydı. Ayaküstü atıştırırken yakalanmayı asla istemezdi. Ancak kendisini durduramıyordu, çünkü saatlerdir açtı. Bu yüzden henüz ağzına tıkıştırdığı lokmaları bile tamamen yutmadan yeni bir börek daha kaptı.

Kapı çaldı.

Onun misafiri olmazdı ki. Evi kollayan adamlardan biri olacağından şüphe duymadan hızlı adımlarla kapıya doğru yöneldi. Hâlâ ağzındaki böreği yutmaya çalışırken delikten bakma zahmetine bile girmeden kapıyı açtı.

Karşısında yabancı bir adam duruyordu.

Epey uzun boylu ve epey... yakışıklıydı.

“Ciao,” dedi adam geniş, çekici gülümsemesiyle. Peri lokmasını yutarken az kalsın boğuluyordu. Deli gibi öksürmeye başladığında adam hızla atılarak yanına geldi ve onu tuttu. Bu sırada rahat davranabilmek adına elindeki laptop çantasını bir kenara bırakmıştı.

“İyi misin? Hey,” dedi ağır aksanıyla. “Gel, sana su bulalım.”

Peri, adamın kendisini içeriye yönlendirmesine anın şaşkınlığıyla izin verdi. Ancak Gaye’nin, “Peri, ne oluyor? İyi misin?” diyen telaşlı sesini duyunca çabucak kendini toparladı.

“İyiyim. İyiyim, lütfen telaş yapma.”

“Questo,” dedi adam hızla. Ancak Gaye’nin anlamayan bakışlarını fark ettiğinde çabucak düzeltti. “Su. Su getirin lütfen.”

Gaye kafasını sallayarak mutfağa geri döndü. Peri de kendisini adamdan bir adım uzaklaştırdı. O, öğretmeni olmalıydı, aksanından belliydi. Adamı kaçamak bakışlarla incelemekten kendisini alamadı. Kusursuz bir yüzü vardı. Sakalsız, pürüzsüzdü. Sadece derin ela gözlerine bakmak bile dalıp gitmek için yeterliydi. Kumral saçlarını epey havalı şekilde biçimlendirmişti. Grinin en açık tonundaki spor takım elbisesinin içerisinde bir dergi kataloğundan fırlamış gibi duruyordu. Takımın altına giydiği beyaz tişört belirgin kasları dolayısıyla oldukça gergin duruyordu. Eva’nın ateşli öğretmen derken neyi kastettiğini şimdi daha iyi anlayabiliyordu. Adama baktığında bir öğretmen figürü değil daha çok ajansa uğrayan model izlenimi alıyordu.

“Ciao,” dedi adam yeniden. Genişçe gülümsedi. “Merhaba. Şimdi daha iyi misin?”

Peri yanaklarının kızardığını hissetti. Su böreğinin diğeri hâlâ elinde duruyordu. Kısaca kafasını sallarken, “İyiyim, teşekkürler,” diye mırıldandı.

“Buna sevindim.” Elini kadına doğru uzattı. “Luca Di Carlo. Birlikte güzel vakitler geçirmemizi umarım.”

Genç kadın adamın elini tutmak için uzanacağı sırada hâlâ parmaklarının arasında duran sigara böreğini hatırlayarak utandı. Parmakları yağlanmıştı ve tokalaşmaya pek uygun görünmüyordu. Yanakları bir katman daha kızarırken, “Üzgünüm-” diye başlamıştı ki adam çevik bir hareketle sağ elini indirip bu kez sol elini uzattı. Yüzünde kocaman, sıcak bir gülümseme asılıydı.

Peri istemsizce gülümseyerek sol elini adama doğru kaldırdı. “Peri,” dedi kısık sesle.

Luca duyduğu isim ona garip gelmiş gibi tekrarladı, ancak aksanı yüzünden kulağa biraz farklı geldi. “Peri.”

“Fairy,” dedi anlamını daha iyi kavrayacağını umarak. Adamın İngilizce bildiğini farz etti. Kendisi de pek bilgili değildi ama en azından bunu söyleyebilecek kadar bir şeyler biliyordu.

Luca’nın gözleri ışıldadı. “Gerçekten de peri gibi bir kadın.”

Peri utanmış şekilde gülümsediği esnada merdivenlerden gelen ayak seslerini duyunca yavaşça o tarafa döndü. Özgür üzerini tamamen değişmiş ve hazırlanmış şekilde merdivenlerden hızlı hızlı inerken onları gördüğünde birden adımları tehlikeli şekilde yavaşladı, çehresinin her karesine kapkara bir ifade sindi. Genç kadın bunu fark eder etmez elini adamın elinden çekerek boğazını temizledi.

Özgür’ün tavrında hiçbir yumuşama olmadı. Sanki Luca’ya okkalı bir yumruk geçirecekmiş gibi ona doğru yaklaşırken kadının nazarında epey korkutucu görünüyordu. Peri havaya sinen gerginlikle elbisesinin eteğini çaktırmadan aşağıya doğru çekiştirmeye çalıştı. Ancak hareketinin Özgür’ün gözünden kaçmadığını fark edemeyecek kadar telaşlıydı.

Adam yanlarına indiğinde onları tanıştırmak adına, “İtalyanca öğretmenim,” dedi çabucak. “Luca.” Tam bir aptaldı. Özgür’ün onu zaten tanıyor olabileceğini düşünmemişti. Özgür gibi adamlar herkesi tanırdı. Ancak şu anda gözlerinde tanıdıklık emaresine benzeyen hiçbir şey bulunmuyordu. Buna tutunarak aptal gibi davrandığını göz ardı etmeye çalıştı. Ardından da başladığı şeyi bitirmek adına Özgür’ü öğretmenine tanıtmak için ağzını araladı ama bir an için durdu. Onu ne sıfatla tanıştıracaktı? Aralarındaki evlilikten ve karı koca laflarından haz etmediğini biliyordu. Bu yüzden, “Özgür,” dedi Luca’ya onu göstererek. “Bir... bir arkadaşım.”

Özgür dişlerini öyle çok sıktı ki yanağındaki kas seğirmeye başladı. Ölümcül bakışlarını sapladığı kadına sadece bakarak onun sertçe yutkunmasını sağlarken, “Kocasıyım,” dedi kabaca. Bunu dediği için daha çok öfkelenmiş gibi ellerini sıktı.

Luca aynı parlak gülümseyişini sundu. “Memnun oldum. Birlikte çalışmaktan zevk alacağımıza eminim.”

Bu sırada Gaye elinde koca bir bardak suyla geri geldiğinde ve Özgür’ü orada gördüğünde şaşkınlıkla, “Özgür Bey... geleceğinizden haberim yoktu,” dedi.

Özgür öfkeden boynuna kadar kızardı. “Akşam geldim ya Gaye, akşam!”

Kadının gözleri irileşti ve bundan haberdar olmadığı için hissettiği eksikliği yüzüne yansıtmamaya çalıştı. “Ah, sizi duymamışım, üzgünüm. Masaya bir servis daha açmamı ister misiniz? Kahvaltıya kalmak isteyeceğinizi-”

Özgür aslında gidecekti. Ta ki kapıdaki süper modeli görünceye kadar. “Kalacağım,” diye homurdandı.

“Öyleyse hemen servis açıyorum.”

Gaye suyu vermeyi unutarak geldiği gibi ortadan kaybolduğunda Luca, “Bugün ilk gün olduğu için biraz erken gelmenin iyi olacağını düşünmüştüm. Sanırım bu yanlış oldu. Yarın tam saatinde geleceğimden emin olabilirsiniz,” diye açıklamaya çalıştı. Ancak kelimeleri yarım yamalaktı.

Özgür adamın sesini bile duymaya tahammülü yokmuş gibi, “Non importa. Entra,” diye adeta emrederek onu içeriye davet etti. Kibarlık adına taşıdığı hiçbir emare yoktu. Luca üzerinde bile durmayarak bıraktığı çantayı alıp, tüm nezaketiyle dış kapıyı da kapattıktan sonra salona doğru yürüdü.

Peri saf bir şaşkınlıkla, “Sen İtalyanca biliyor muydun?” diye sordu.

Özgür kadının üzerine doğru sert bir adım atarken, “Arkadaşın, öyle mi?” dedi öfkeden kelimeleri eze eze. Onu kolundan tuttuğu gibi kendisine doğru çekti. “Arkadaşın!”

Peri afalladı. Gerginlikle gözlerini kırpıştırdı. “Evet... Kocam olmadığını sen söylemiştin-”

“Arkadaşın da değilim,” diye köpürdü.

“Tamam... seni nasıl tanıştırmamı istiyorsan söyle de bir dahakine öyle yaparım. Olur mu?”

Özgür cevap vermediğinde ve Gaye yeni tabaklarla mutfaktan çıkıp onları o şekilde gördüğünde Peri rahatsızca kıpırdanıp kolunu çekmeye çalıştı.

“Bırakır mısın? Beni kukla gibi sağa sola savurduğunu herkes görmek zorunda değil.”

“PERİ!”

Kadın yüzünü buruşturmaktan kendisini alamadı. “Ne yaptım ki?” dedi gördüğü tepkinin kaynağını arayan tavrıyla. “Akşam için mi? Özür dilerim. Bayılmak elimde olan bir şey değildi-”

“Ona bir daha gülümsemeyeceksin,” dedi Özgür sertçe. Kadının ne dediğini bile dinlememişti. “Ne ona ne de bir başkasına, duydun mu?”

Peri’nin çehresi biraz daha soldu. Hayatı ve o hayatı nasıl yaşayacağı zaten adamın elindeydi. Nerede kalacağına, nerede yaşayacağına, nereye gidip gidemeyeceğine o karar veriyordu. Ama gülümsemesine karışmak da neyin nesiydi? Bu çok fazla değil miydi? Hüzün kalbine çökerken kısaca kafasını salladı.

“Tamam. Gülümsemem.”

“Dokunmayacaksın da!”

“Dokunmam.”

Özgür’e bu kadar yakın olup da erişememek, aralarında düzgünce konuşmayacak kadar uçurumların olması içini acıtıyordu. Bazen düşmandan beter davranıyordu. İç sesi düzelti; çoğu zaman... Bazense kurtarıcısı rolüne bürünüyordu. Onu anlamak çok zordu ve kadın artık aralarındaki gelgitli durumu idare edemediğini hissediyordu.

Özgür sıkılı dişlerinin arasından, “Sakın ağlamaya başlama,” diyerek onu uyardı. “Seni ağlarken görmek istemiyorum.”

Peri çaresizliğinden dolayı boğazının acıdığını hissetti. Islak gözlerini kaldırıp adamın patlamak üzereymiş gibi duran ifadesine odaklandı. “Ağlamamı istemiyorsun, gülmemi de istemiyorsun. Ben bir robot değilim. Umurunda olmasa bile ben de bir insanım,” dedi biraz isyan edercesine. “Eğer... eğer nefesimin kesilmesini arzuluyorsan kolumu değil boğazımı sık. Ve bunu sözlerinle değil ellerinle yap.”

Özgür ateşe değmiş gibi onu birden bıraktı. Kadının uzanıp kolunu ovuşturmasını izlerken içinden küfretti. Ona dokunan elinin içi yanıyormuş gibi yumruğunu sıktığı sırada kadın yeniden konuştu.

“Benden neden bu kadar nefret ediyorsun ki?”

Sorun da buydu. Ondan nefret etmiyordu. Edemiyordu.

“T-tamam birçok nedenin var ama...” dedi daha sonra üzerinde düşününce. Bir kez daha gözlerini kaçırdı. “Lütfen olanları yeniden yüzüme vurma. Tamam, haklısın. Diyecek başka bir şeyim yok.” Bekledi ama Özgür umduğu gibi yaşananları yeniden yüzüne vurmaya kalkmayınca ancak rahat bir soluk alabildi. Gözyaşlarını biraz daha geriye itebilecek gücü kendisinde bulurken, “Öğretmen hakkında... benim elimde olan bir şey yok. Ne derseniz ona uyuyorum. Neden öğretmenin kadın olmasını istemedin ki? Benim suçum ne?” dedi.

Özgür sakin kalabilmek için tüm iradesini kullanmak zorundaydı. Peri’nin başka bir adama gülümsemesi sorundu. Adamın dalgın dalgın Peri’nin gamzelerine bakması büyük bir sorundu. Başka bir adama dokunması tahammül edebileceğinden daha büyük bir sorundu.

Bunlar sadece kendisine ait olabilirdi.

“Sxkeceğim öğretmenini de dilini de yurtdışını gitmesini de...” Eliyle yüzünü sıvazlayıp sinirlerini bastırmaya çalıştı. Ancak imkânsız gibi bir şeydi. Hele de salonda oturan adamı düşündükçe daha çok tepesi atıyordu.

Gaye’nin boğazını temizlemesi duyuldu. “Her şey hazır. Sizi bekliyoruz,” dedi ve yine gitti.

Peri salona doğru hareket etmeden önce Özgür’ün izin vermesini bekledi. Ağlama dürtüsü işte yeniden kendisini göstermişti. Son zamanlarda bu adamın yanında en çok baş edemediği durum ağlama istekleriydi.

“Kahvaltıya geçebilir miyiz lütfen?” dedi güçlükle. Bunun için adamın onayına ihtiyaç duymaktan nefret etmişti. “Biraz beslenmeye ihtiyacım var. Eğer... izin verirsen.”

Özgür birçok şey söylemek ister gibi dursa da hiçbir şey söylemedi. Sadece çenesinin ucuyla kadına gidebileceğini belirtti ve o hızlı adımlarla önünden yürürken elbisesinin kısalığına içinden tonlarca küfür savurdu.

O, böyle biri değildi. Kadınların kıyafetlerine dikkat etmezdi. Kime gülümsediklerine ya da dokunduklarına takılmazdı. Ağlayacak gibi durduklarında içi sızlamazdı. Korkarak baktıklarında umursamazdı.

Peri sadece hayatını değil, onu da değiştirmişti.

Ve bu onu çıldırtmaya başlamıştı.

Eva bürodaki bilardo masasının etrafından dolanıp köşede duran ıstakayı alarak geri döndü. Akın ve yanındaki genç elemanlardan olan Ogün’ün harıl harıl bilgisayar ekranına gömülmüş olmalarından sıkılmıştı. Henüz gece başlamadığından dolayı da kulüp kısmına geçmek istemiyordu. Bu yüzden kendine oyalanmak için bilardoyu seçmişti. Aslında nasıl oynandığını bile bilmiyordu. Başından beri bu bilardo masasının büroya uygun olmadığını, gereksiz yer kapladığını söyleyip duruyordu ama lafını kimseye dinletememişti. Akın ve Özgür maç yapmaya bayılırlardı. Bazen Cesur da onlara katılırdı. Öyle anlarda izlemek zevkli oluyordu ama vakit geçirdikleri günlerin sayısı öyle azdı ki bu yüzden Eva için gereksiz yer israfıydı.

“Yeni kameraları da buraya ekliyorum abi. Görüntüler diğerleri gibi ekrandan akıp geçecek.”

“Aferin koçum.”

“Şu senin telefonda ses pürüzlü geliyor diyordun. Ver bir mikrofonuna bakayım.”

Akın çalışma masasının rahat koltuğuna iyice yayıldığı sırada, “O mu? Onu değiştim ben çoktan,” dedi önemsiz bir detaymış gibi. “Ama arabamın bakımı yapılmalı. Hatırlatırsın çocuklara.”

Ogün sırıttı. “Onu da at gitsin abi. Sana yeni araba mı yok?”

“Atardım da kıymeti var oğlum.”

Eva kinayeli bir ses çıkartmaktan kendisini alamadı. Çoğu erkeğe doğarken kodlanan özellik Akın’da da vardı; arabasına düşkünlük. Onunla göz göze geldiğinde adama baştan çıkarıcı gülümsemelerinden birini sundu. Sıkılmıştı ve Akın’la oynamak onu anında hareketlendiren en etkili yöntemdi. Topuklu ayakkabılarını zemine iç gıdıklayıcı şekilde vurarak bilardo masasının etrafında dönüp kendisi için en uygun yeri belirledi. Elbette arkasını Akın’ın bulunduğu tarafa bilerek dönmemişti. Dudağını ısırarak yavaşça öne doğru eğildi ve ıstakayı ortadaki toplardan birine vurmak için hazırlandı. Kısa, dar bir elbise giyiyordu. Eğildiğinde yukarıya çekildiğinin farkındaydı. Buna rağmen düzeltmek için hiçbir harekette bulunmadı.

Ogün’ün görmeyeceği bir açıda olduğundan emindi. Adam ekranlara gömülmüş vaziyetteydi ve işiyle ilgileniyordu. Aksi hâlde elbette böyle bir kışkırtmaya kalkışmazdı, çünkü günün sonunda yüzü gözü dağılacak kişinin Ogün olacağının farkındaydı.

Akın yeniden konuştuğunda sesindeki karanlık tını bariz şekilde okunuyordu. “Tuna iti nerde koçum?”

“Haberim yok abi. Çıkmıştı en son.”

“Git bak bakalım dönmüş mü. Lazım bana.”

“Ama kamera ayarları-”

“Sonra halledersin,” dedi hafif sert şekilde.

Eva, Ogün’ün yanında getirdiği malzemeleri toparlamasını dinlerken yeniden dudağını ısırdı. Doğrularak masanın etrafından döndü ve bu kez Akın’ı doğrudan görebileceği şekilde durdu. Ogün birkaç dakika içerisinde ortalıktan kaybolduğunda sanki dünyadan habersizmiş gibi ıstakasının ucuna tebeşir sürüyordu. Akın ise koltuğun kenarına dayağı elinin parmaklarını dudağının üzerinde ağır ağır gezdirirken yoğun, ateş kadar yakan bakışlarını doğruca ona dikmişti.

Eva tatlı tatlı gülümseyerek, “Oynamak ister misin?” diye davet etti.

Adamın gözlerinde tehlikeli bir ışık yandı. “Oynayacağım.”

Genç kadın bu lafın altının kesinlikle dolu olduğunu çok iyi biliyordu. Bu yüzden sertçe yutkunmaktan kendisini alamadı. Birden tüm vücudunu ateş basmıştı. Akın’ın hâlâ aynı şekilde koltuğunda kalmasına kısa bir bakış atarak sağa sola dağılmış olan toplardan birini gözüne kestirip ona doğru ıstakayı hizaladı.

“Oturmaya devam ederek oynayamazsın.”

Akın karşılık vermedi. Eva istemsizce onu kontrol ettiğinde yana doğru kıvrılmış dudaklarını görünce içine doluşan heyecan yüzünden bir an için ne yapacağını bilemedi. Ancak o, bunu belli etmeyecek kadar kendisini kontrol edebiliyordu. Yeniden masanın etrafından dolaşıp yine Akın’ı arkasında bıraktı. Bu kez çok daha davetkâr şekilde öne doğru eğildi ve adamdan sert bir iç çekiş duyana kadar da bunu sürdürdü.

“Sonra oturamıyorum diye bana sızlanıyorsun, Eva.”

Genç kadın tüm heyecanının içerisine limon sıkılmış gibi yüzünü buruşturdu. “Tam bir hayvan olduğunu hatırlatacağın daha iyi bir an olamazdı, ciddiyim,” diye homurdanıp ıstakayı gelişigüzel bilardo masasının üzerine bırakıp Akın’a doğru somurtarak döndü. Adam gülüyordu. Utanmadan gülüyordu.

“Koca ayı!”

“Gel buraya,” dedi koltuğu geriye itip iki yana açtığı bacaklarından birinin üzerine vurduğu sırada.

Eva kollarını göğsünün üzerinde bağladı. “Gelmeyeceğim.”

“Eğer ben gelirsem,” dedi Akın yavaşça. Hâlâ yüzünde gülme emareleri asılı dursa da o tehlikeli tını işte yine kendisini belli etmişti. “...kendin gelmediğin için pişman olursun yavrum.”

Eva teni elektrik kaçağına değmiş gibi olduğu yerde irkilip hızla adama doğru hareketlendi. Pislik herif memnun sırıtışını saklama zahmetine bile girmiyordu. Ağzının içerisinde bir şeyler söylene söylene yanına gittiğinde bacaklarının arasına girip sağ baldırına oturdu. Fazladan bir gram kilosu dahi yoktu. Olsa bile adam yeterince güçlüydü. Bu yüzden onu rahatsız edebileceğini aklının ucundan bile geçirmeden iyice yerine yerleşti.

Akın kadının önüne gelen saçlarını elinin tersiyle omzunun arkasına iterken, “Bir daha söyle bakayım,” dedi hafif gözlerini kıstığı sırada.

“Neyi söyleyeyim?”

“Ayıyla ilgili olan şeyi.”

Genç kadın işveyle adamın gömleğinin yakasına uzandı ve açık düğmelerinin el verdiği rahatlıkla onu düzeltiyormuş gibi yaptı. “Koca ayıyı mı?” dedi sanki güzel bir iltifatmış gibi tavır takınmayı ihmal etmeyerek.

Akın gülüşünü bastırmakta ustaydı. “Kocanla nasıl konuşacağını bile bilmiyor musun?”

“Hak ettiği şekilde konuşuyorum ya işte,” derken omuz silkti.

“Eva,” dedi sabır dilenmekle gülmek arasında bir yerde olduğunu belli ederek. “Bir daha duyarsam görürsün ayıyı.”

“Bu kadar gergin olma,” derken gömleğiyle oynamayı bırakıp ince parmaklarını adamın boynuna sardı ve masaj yapar gibi gezdirdi. “Kime sorsan sana yakışan bir iltifat olduğunu onaylar bence.”

Adamın gözlerinde bir alev yanmaya başladı. Eva kıkırtılarını serbest bırakıp tatlı kahkahasıyla odayı doldururken Akın, “Şimdi yandın,” der demez ona saldırmaya hazırlanıyordu ki bulundukları büronun kapısı iki kez tıklatıldı ve davet beklenmeden de açıldı.

Eva adamın kucağından hızla fırladı. Gülüşü anında kaybolurken kendisini toparlayabilmek için birkaç kez öksürmek zorunda kaldı. İsteyeceği son şey sarmaş dolaş şekilde birilerine yakalanmaktı.

“Rahatsız ettiğim için üzgünüm,” dedi kat görevlilerinden olan orta yaşlarının sonundaki kadın mahcupça. Kucağındaki kediyi iyice önce çıkarttı. Boynunda bebek pembesi bir tasma vardı ve minik yeleğe benzer kıyafet giydirilmişti. O da pembenin bir başka tonuydu. “Odanda çok ağlıyordu. Öyle bırakmaya içim el vermedi. Alıp sana getirmek istedim.”

Eva bebeğini görmüş bir anne gibi hızla kediye doğru atılırken, “Ah, benim tatlı Absent’im,” diye sayıkladı. “Sen yalnızlıktan mı sıkıldın? Anneni mi özledin? O küçük patilerini öperim. Gel buraya.”

Akın homurdandı. Eva ise sanki onu ilk kez görüyormuş gibi büyük bir heyecanla kediyi kadından alıp teşekkür etti. Ardından da kadın kapıyı kapatıp giderken iki eliyle tuttuğu kediyi defalarca kez öperek Akın’ın yanına geri döndü.

“Benim güzel bebeğim. Nasılsın? Seni odada yalnız bıraktığım için üzgünüm tatlım ama annenin ilgilenmesi gereken bir kulüp var. Biraz daha büyüdüğünde etrafta özgürce dolaşmana izin vereceğim ama bir süre daha odamda takılacaksın. Üzgünüm bebeğim.”

“Onunla böyle konuşmaya devam edersen onu camdan aşağıya atacağım,” dedi Akın tüm huysuzluğuyla.

Eva adamın bacağındaki yerine geri otururken, “Tatlı Absent’imle lütfen güzel konuş,” diyerek onu uyardı. Kedi de desteklercesine miyavladı. “Gördün mü? O da bundan rahatsız.”

“Pire torbası.”

“Tüm gerekli aşılarını yaptırmaya başladım. Sensin pire torbası.”

“Eva!”

Hafifçe gözlerini kıstı. “Bir kediyi kıskanıyor olamazsın, değil mi?”

“O bir erkek!”

“Ah, gerçekten mi?” Kediye doğru dönüp onu inceledi ama yine hiçbir şey anlamadı. “Sen erkek misin? Benim tatlı Absent’im büyüyünce yakışıklı bir erkek mi olacak? Tasman için endişelenme tamam mı? Yarın senin için mavi ve tonlarından bir sürü tasma alırım. Ve mavi kıyafetler de. Tanrım, pembe tasmayı taktığımda bu yüzden mi üzülmüş gibi bakmıştın? Ah, benim tatlı kelebeğim.”

Akın bu manzarayı izlemeye tahammülü yokmuş gibi kediyi ensesinden yakalayıp yüz yüze gelecekleri şekilde tuttu. “Bana bak pire torbası. Bu kadın benim. Sağda solda miyavlayarak onu benden alamazsın. Yemin ederim seni camdan aşağıya atarım. Dört ayağının üstüne mi düşersin yoksa ters mi dönersin umurumda olmaz.”

Eva dehşetle kediyi ondan geri alıp göğsüne bastırdı. “Seni hayvan! Ona nasıl böyle kaba davranabilirsin? Ne kadar korktuğuna bir bak!”

Kedi Eva’nın göğüs dekoltesine sinmişti ve Akın’a yandan, onu iyice delirtecek şekilde bakıyordu.

“O kadar korktu ki göğüslerinin arasında duruyor! Atarım lan seni!”

Kedi Akın’a dişlerini göstererek hırladı.

“Bana kafa mı tutuyorsun seni küçük tüy yumağı!”

Kedi ebadına bakmaksızın saldırgan sesler çıkartmayı da ihmal etmedi.

“Bu kedi gidecek Eva!”

Eva çabucak Akın’ın kucağından kalkıp ondan birkaç adım uzaklaştı. Kediyi okşayarak sakinleştirmeye çalışırken, “Tanrım! O sadece yavru bir kedi, Akın. Onunla düşmanınmış gibi konuşamazsın,” dedi isyan edercesine.

“Düşmanım tabii! Erkek lan! Şimdiden seni sahiplenmiş sxktiğimin tüy yumağı!”

Genç kadın kedisinin bu küfrü duymaması için eliyle kulaklarını kapattı. Bu sırada gözleri dehşetle irileşmişti. “Kocam kedimi kıskanıyor!”

“EVA!”

“Ne? Resmen onu kıskanıyorsun.”

“Kıskanıyorum lan! Ne gerek vardı ona? Daha dün geldi bugün koynunda duruyor. Ben oraya girebilmek için yıllarca bekledim! Buna rağmen iki günlük kediyi sevdiğin gibi beni sevmiyorsun!”

Genç kadın bir an için ne diyeceğini bilemedi. Bir an sonraysa kahkahasını serbest bıraktı. Akın’ın homurtuları eşliğinde kendinden geçercesine güldükten sonra yeniden adama doğru yaklaşırken kediyi masanın üzerine indirdi. Ardından da kocaman sırıtarak Akın’a doğru atılıp kollarını boynuna doladı.

“Seni sevmediğimi mi düşünüyorsun benim koca ayım?”

Adamın gözleri hafifçe kısıldı. “Aptal bir kediyi gördüğün anda öpücük yağmuruna boğdun.”

“Öyle mi yaptım?”

“Bana ait dudaklarla onu öpemezsin.”

Gülüşünü bastırmaya çalıştı. “Benden öpücük istiyorsan bunu söylemen yeterli, biliyorsun değil mi?” Sonra yavaşça iç çekti. “Ya da beni tutup öpebilirsin de. Buna hayır diyeceğimi sanmıyorum. Hatta daha çok hoşuma gider-”

Eva ensesini kavrayan parmakları ve sonra da dudaklarına yapışan dudakları hissetti. Daha ilk saniyesinde inlemekten kendisini alamadı. Bu adamın hoyratlığını seviyordu. Onun sert sevgisine âşıktı. Kanının deli akmasına, sağının solunun belli olmamasına, ayarsızlığına ya da ölçüsüzlüğüne... hepsine ayrı ayrı abayı yakmıştı. Hayat akışında tamamen kurallara uyan biriydi ve Akın onun için kuralları bozan aykırı kişiydi. Bu yüzden sadece onunlayken kendisini tamamen özgür hissedebiliyordu. Kuralsızlıktan ve sınırsızlıktan onunlayken hoşlanıyordu.

Kedi izlediği görüntüden rahatsız olmuş gibi miyavladı.

Eva kıkırdadı. Akın ise kediye ölümcül bir bakış atarken, “Karımı öperken bir daha araya girersen seni kapının önüne atarım,” diye homurdandı. Absent, Akın’a sanki ondan hoşlanmadığını belli eder gibi yan yan baktıktan sonra arkasını dönerek kuyruğunu salladı.

“Gülme, Eva!”

“Ne? Çok komiksin. Kediyle kavga ediyorsun resmen. Huysuz. Bu kadar huysuzluğunun arasında beni nasıl sevebildin bazen aklım almıyor.”

“Bende akıl bırakmış olsaydın bu tongaya düşer miydim yavrum?”

“Benim özellikle yaptığım bir şey yok.”

Akın kadının kalçasını kavrayıp onu sırtını germesine neden olacak kadar sıktı. “Eminim yoktur,” dedi az önce bilardo masasındaki gösterisine atıfta bulunarak.

Eva içine sert bir soluk çekip, “Hâlâ biraz hassasım. Dikkatli davranır mısın?” derken dudağını ısırmaktan kendisini alamadı.

“Üzerlerinde yeniden ellerimin izini ister gibi onları gözüme gözüme soktun, Eva. Ben kadınının isteklerine önem veren bir adamım.” Yüzündeki tüm eğlenen ifadesi silinip yerini zalim bir talepkarlığa bıraktı. “Bilardo masasına geç ve eğil.”

Genç kadın heyecandan titreyen dizleri yüzünden biraz dengesizce ayağa kalktı. Ancak henüz ilk adımını bile atamamıştı ki büronun kapısı yeniden tıklatıldı. Akın küfretti.

“Han kapısına döndü amxna koyduğumun kapısı.”

Bu kez gelen Nedim’di. Odanın içerisinde şöyle bir göz gezdirip aradığı kişiyi bulamadığını belli ederek, “Abi, Özgür nerede?” diye sordu. “Ne zaman gelir haberin var mı?”

“Eve gitmişti akşam. Döner gece başlamadan. Ne oldu?”

Eva dudaklarına yerleşen sinsi kıvrımı belli etmemek için kedisine doğru yöneldi. Absent’i yeniden kollarının arasına çekerek yumuşak tüylerini yüzüne bastırıp onu birkaç kez öptü. Elbette Akın’ın homurtuları onlara eşlik ediyordu.

“Yeni parti içkiler geldi. Bensiz yerleştirmeyin sonra aradığımı bulamıyorum diye uyardı bizi.”

Akın, “Pxç kurusu,” diye söylendi. “Öyle demişse damlar birazdan merak etme.”

“Abi sen yine de bir arasan? Ben aradım ulaşamadım. Ona göre işimize bakacağız.”

“Tamam koçum arıyorum şimdi.”

Nedim giderken Eva kalçasını masanın kenarına dayayıp dünya umurunda değilmiş edasıyla kedisini sevmeye devam etti. Bu sırada göz ucuyla Özgür’ü arayan kocasını izliyordu. Arayıp da ulaşamadığında ettiği küfürleri dinlerken güldüğünü saklamak için yeniden kediyi öpmeye koyuldu.

“Eva! Öpüp durma kızım şunu mikrop kapacaksın!”

Genç kadın omuz silkip kediye bir öpücük daha kondurdu. “Sen benimle ilgilenmiyorsun? Ne yapayım?”

“İlgileneceğim ama önce kardeşime ulaşıp belasını dürmem lazım. Nerede bu? Dün de bir anda kaybolup gitmişti.”

“Şimdi kimi arıyorsun?”

“Tuna’yı.”

“Tuna’nın haberinin olacağını sanmıyorum. Son günlerde o ve Cesur abi biraz... meşguller.”

Akın bunu sorgulasa bile Tuna telefonu açtığında fazla üzerine düşmedi. “Neredesin Tuna? Özgür yanında mı?”

“Değil birader. Bir sorun mu var?”

“Sorun varsa bilmesi gereken sen değil misin lan? Dün çıkıp gitti dönmedi daha. Sen hiç konuştun mu?”

“Konuşmadım. Adam karısının yanına gitti. Bir rahat ver de keyfine baksın. Oğlunu paylaşamayan kaynanalar gibisin lan.”

Akın atılan lafa aldırmadı. Odağı bambaşka bir noktaydı. “Köşke gitmemiş miydi? Peri’nin yanına mı gitti lan o?”

“Evet kardeşim, aynen öyle. Rahat ver insanlara hasret gidersinler-”

“Sxktir git.”

“Gittim haydi selametle.”

Tuna telefonu kapattı. Bunu yaparken suratında kocaman bir sırıtış olduğundan Akın emindi. “Peri’nin evinde ne işi var ki?” diye söylene söylene yeniden Özgür’ü aradığı sırada Eva artık dayanamayarak müdahale etti. Uzanıp telefonu aldı ve aramayı sonlandırdı. Kocasının sorgulayan ifadesine karşılık da “Rahatla, o iyi. Birazdan burada olacak,” dedi kendinden emin şekilde. Parmağıyla ekrana vurup saati gösterdi.

“Peri’nin dil dersleri saat dört gibi bitiyor. Eminim öğretmeni çıktığı gibi Özgür de evden ayrılmıştır. Şu anda tam trafik saati ve...” Kafasında ufak bir hesaplama yaptı. “Tam olarak on beş dakika sonra şu kapıdan içeriye girecek. Arkana yaslan ve bekle.”

“Ne diyorsun kızım sen?”

Genişçe sırıttı. “Özgür’ün ne zaman geleceğini.”

“Özgür’ün ne zaman geleceğini nasıl biliyorsun? Onunla mı konuştun? Hangi ara?”

“Onunla konuşmadım ama onu tanıyorum ve birkaç tahminim vardı. Haklı çıkacağımı göreceksin.”

“Dediklerinden hiçbir şey anlamıyorum, Eva,” derken memnuniyetsiz şekilde yüzünü buruşturdu. “Ne on beş dakikası? Özgür neden o eve gitti? Ne zaman döneceğini nerden biliyorsun? Benimle düz, dolambaçsız konuş.”

Gen kadın ofladı. “Seninle asla dedikodu yapılmıyor ve hiçbir incelikten anlamıyorsun. Tanrım! Bu kadar düz bir adama nasıl olur da âşık olabilirim?”

Akın sırıttı. “Bana âşık olduğunu mu söyledin sen az önce?”

“Düz bir adam da dedim ama bak, o kadar düzsün ki detaylar çoğu zaman umurunda olmuyor.”

“Eva!”

“Ah, pekâlâ, pekâla... Sana aşığım evet ve bu şu anki konumuz değil.” Kediyi kollarının arasında kıstırıp kısaca ellerini çırptı. “Sana baştan anlatacağım. Peri için dehşet yakışıklı iki öğretmen ayarladım. Hatta İngilizce öğretmeni yan iş olarak modellik bile yapıyor. Bence İtalyanca öğretmeni de bunu denemeli, neyse bu başka bir konu.” Tatlı tatlı gülümsedi. “Özgür’ün öğretmenlerden haberdar olacağını biliyordum ama ilk günden orada olması işleri hızlandırdı diyebiliriz. Onları gördü ve delirdi. Peri’yi onlarla yalnız bırakmamak için yanında kaldı. Şu anda öğretmenler evden ayrıldı ve Özgür de buraya geliyor. İşte hikâye bu.”

Akın anlamış gibi görünmüyordu. “Peki bu saçma hikâyenin neresi sana bu kadar zevk veriyor da yerinde duramıyorsun ve sırıtıp duruyorsun?”

“Ah, tam bir hayal kırıklığısın. Anlamış olman gerekiyordu! Özgür, Peri’yi kıskandı!”

Akın duyduğu şeyle birlikte önce durdu ve sonraysa kahkahayı bastı. Karısına dünyanın en saf kadınıymış gibi gözlerini kısarak bakarken, “Yine hangi hayaller âlemindesin yavrum?” diye takılmayı da ihmal etmedi.

“Gülme. Göreceksin. Birazdan buraya gelecek ve onu göreceksin. Tamam mı? O zaman anlayacaksın.”

“Çık şu pembe düşlerden Eva. Peri ve Özgür diye bir şey olmayacak. Boşuna heveslenme. O kızı da buna alet etmeye kalkma, hayallerini kırarsın.”

Genç kadın kollarını göğsünün üzerinde dikkatlice birleştirip bu konu üzerinde sabahlara kadar tartışmaya hazırmış gibi omuzlarını gerdi. Kedi hâlâ kolları ve göğsünün arasındaydı. Ayrıca keyfi yerindeymiş gibi duruyordu.

“Birincisi Peri’nin hiçbir şeyden haberi yok. Eğer yerinde ben olsaydım Özgür’ün ilgisini çoktan anlardım ve gerekli şekilde onu kışkırtırdım ama Peri bunu fark edemeyecek kadar saf. Eminim ki eline geçen bu fırsatı bile doğru şekilde kullanamamıştır. Ah, keşke yanında olsaydım. Neyse... ikincisiyse kardeşini hiç görmüyor musun sen? Bir de ikiz olacaksınız. İkiz olayı diye bir şeyler duymuştum. Sanırım sizin aranızdaki hissetme duygusu bozuk.”

Kadın konuştukça adam komik bir hikâye dinliyormuş gibi tepki veriyordu. “Özgür’ün ilgisi mi dedin sen?” Kahkaha attı. “Yavrum gerçekten... saçmalıyorsun artık.”

“İyi. Sana laf anlatılmaz. Bekle de Özgür gelsin. Görünce anlarsın. Umarım anlamayı başarırsın.”

“Bana dünyanın görüp görebileceği en sağlam odunmuşum gibi davranıyorsun ama gerçek şu ki ben hayata pembe gözlüklerle bakmıyorum,” dedi Akın kendinden emin şekilde arkasına yaslanırken. “Yakışıklı öğretmenlermiş, Özgür bu yüzden yanında kalmış, yok ilgisi varmış, yok kıskanmışmış. Erkek kafası kızım. Nefret ettiğimiz kadının yanına bile başka bir iti yaklaştırmayız; olay bu. Bir de karısı sonuçta. Ne yapsaydı, heriflerle yalnız bırakıp dönse miydi? Buradan kendine hikâye çıkartmaya çalışma. Çık şu kafadan. Özgür o kızı istemez. Hiçbir kızı istemez. Ondan kurtulacağı günü iple çekiyor.”

“Öyle mi bay odun, kalas, kütük!” dedi hırsını alamamış gibi sıralayarak. “Son zamanlarda Özgür kadınlardan resmen kaçıyor. Kimsenin yanına yaklaşmasına izin vermiyor. Eskisi gibi önüne gelenle flört edip geceyi biriyle tamamlamak için odasının yolunu tutmuyor. Peri buradan gittiğinden beri suratı asık etrafta dolaşıyor. Odasına gitmiyor, Akın. Onu ilk kez burada uyurken bulduğumda şaşırmıştım ama birkaç kez daha denk geldim. Odasında uyumaktan kaçınıyor. Ah, dur, bu kadar da değil. Ne zaman yan yana gelseler sürekli Peri’ye bakıyor, gözlerini ondan alamıyor. Sen o an yanında değildin ama Deniz ona Peri’nin masanın üstüne çıkıp dans ettiğinin görüntülerini attığında Tuna yanındaydı ve bana resmen delirdiğini söyledi. Hepinizden önce fırlayıp çıkmış. Doğru mu? Doğru. Bugün de ben biraz damarına bastım. Bilerek o öğretmenleri seçtim, vereceği tepkiyi görmek için. Eğer bugün orada olmasaydı bile durumdan haberi olacaktı. Niye biliyor musun? Çünkü senin ikiz kardeşin o evi koruyan adamlara uçan kuştan bile haberinin olması gerektiği talimatını vermiş. Bunu da geçtim, Gaye’yi kişisel kamerası gibi kullanıyor. Peri’nin ne yaptığına dair her saniye kadından bilgi alıyor. Şimdi biraz da olsa anladın mı?”

Eva bu uzun konuşmanın sonunda ancak gürültüyle bir soluk verip rahatladığını hissetti. Her ne kadar kocası hâlâ durumu kabullenmiş gibi durmasa da anlattığı için hafiflemiş hissediyordu ve bir kere başladığında durmak zor olur hesabı sürekli aklına yeni şeyler geliyordu.

“Ayrıca şu anki duruma baktığımda Özgür’ün Peri’nin gitmesine izin vermeyeceğinden eminim. Göreceksin. Onu yurtdışına göndermeyecek. Nasıl yapar hiç bilmiyorum ama bir bahane bulacağına inancım tam.”

“Kafana bir şey takılmayadursun, Eva. Çünkü takıldığında onu büyütüp büyütüp şekillendiriyorsun. Yaz dizisi senaristleri gibisin yavrum, fazlası var eksiği yok,” derken kafasını iki yana sallayarak keyifsizce güldü. “Özgür, Peri’nin gitmesine izin vermeyecek, öyle mi?” Yeniden kafasını iki yana salladı. “Özgür o gün geldiğinde ancak rahatlayacak. Şu anda kapana kısılmış, sıkıştırılmış ve özgürlüğü elinden alınmış gibi hissediyor. Aslında o nefes alamıyor, Eva. Kız buradan gittiğinde silkelenip eski hâline döneceğini göreceksin. Ancak o zaman kendine gelecek.”

Eva itiraz etmek için ağzını araladı ama sonra bundan vazgeçti. Akın’a bir şeyi kabullendirmektense gidip tuvalet temizlemeyi yeğlerdi, çünkü adam kalın kafalının tekiydi ve kendi doğruları dışındakileri kabullenmekte problem yaşıyordu. Bu yüzden, “Benimle iddiaya girmeye ne dersin?” diye tatlı tatlı sordu.

Akın parmaklarıyla koltuğun koçağında ritim tutarken, “Nasıl bir iddia olacak?” dedi ilgisini çekmiş gibi tek kaşını kaldırarak.

“Özgür, Peri’yi göndermeyecek diyorum ben.”

“Gönderecek,” dedi netçe. Üzerinde bile düşünmedi.

“Tamam. Eğer göndermezse ben kazanırım. Gönderirse de sen.” Sonra durup daha makul hâle getirmek istercesine ekledi. “Kazanan karşılığında istediği bir şeyi alır.”

Adam yavaşça güldü. “Zaten her şeye sahibim,” dediğinde tavrı eziciydi. “Aklında ilgimi çekecek bir şey var mı?”

Eva dudağını ısırdı. “Eğer ben kazanırsam... seni bağlayacağım ve dilediğim şekilde kullanacağım. Bir geceni tamamen bana göre yaşayacaksın.”

“Her gecemi sana göre yaşıyorum zaten,” derken oturduğu koltuğu itip kadına doğru yaklaştı ve onu kıstırdı. Aralarındaki hava yine ağırlaşmaya başlamıştı.

“Öyle değil... ben... kazandığımda ne demek istediğimi anlayacaksın. Eminim çıldıracağın bir gece olacak.”

“Ben şimdi de çıldırıyorum senin için.”

“Akın...”

“Söyle yavrum.”

“Özgür gelecek-”

“Kimse gelmeyecek. Bırak o kediyi de seni biraz seveyim.”

“Onun bir adı var,” dedi genç kadın heyecanlanmış şekilde. Gözleri elbisesinin sınırında gezen eli fark ettiğinde inledi. “Ah, tanrım!”

“Adına başlayacağım şimdi!”

Kedi, Akın’ın yaklaşmasından hoşlanmamış gibi yine saldırgan sesler çıkartarak tüylerini kabarttı. Eva, “Onu korkutuyorsun,” diye yakındı. “Bir kez kucağına alsan sen de seveceksin-”

“Asla!”

“Lütfen-”

“Seni kucağıma almayı tercih ederim. At onu yere,” diyerek kadının bacağındaki elini biraz daha yukarıya taşıdı. Ancak odanın kapısı tam da bu sırada birden açıldığında gözleri karardı. Ağzına geleni söylemeye başladı.

“Hay sxkeyim o kapıyı da onun yayını da onu açanı da! Yeter ulan bir rahat vermediniz amxna koyduğumun yerinde! Ne oldu? Şimdi ne var? Ne derdin varsa söyle de sxktirip git Özgür sen de!” Sonra birden durdu. Gelenin Özgür olduğundan emin olmak için daha dikkatli baktı. Evet, doğru görüyordu. Gelen Özgür’dü ve kelimenin tam anlamıyla burnundan soluyordu.

“Eva!” diye kükredi içeriye doğru ilk adımını atar atmaz. “Senin amacın ne kızım?”

Genç kadın masadan inip yüzünü adama doğru dönmüştü. Sert tepkisine karşılık yine dünyadan bihabermiş gibi gözlerini kırpıştırırken, “Neyden bahsettiğini anlamıyorum? Sorun ne?” diye sordu. Akın bile ona inanmak üzereydi. Sersem sersem karısına bakıyordu.

“Sorun ne mi? Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Peri’ye gönderdiğin öğretmenler neyin nesiydi öyle?”

“Ne vardı ki? Onları özellikle seçmiştim. Her konuda kusursuz olmalarına dikkat etmiştim. Yoksa bir kabahatleri mi oldu?”

Özgür dişlerini öyle çok sıkıyordu ki neredeyse kırılacaklardı. “Eva!”

“Karıma bağırıp durma lan,” dedi Akın ters ters. “Nedir mevzu açıkça söyle de bilelim.”

Özgür kardeşini görmezden geldi. Hedefinde sadece Eva vardı ve aslında neyi demek istediğini kadının anladığını biliyordu. Eva zeki bir kadındı. Işıl ışıl bakan zümrüt yeşili gözleri ona dair birçok şeyi ele veriyordu. İşaret parmağını havada savurup, “Eğer o herifler yarın da o kapıya gidecek olursa cesetlerini ailelerine teslim etmek zorunda kalırsın,” diye uyardı. “Umarım beni net olarak anlamışsındır, Eva.”

Sonra Özgür geldiği gibi geçip gitti ve Eva sanki bir saniye önce günler boyunca arayıp bulduğu öğretmenlerin canı ipin ucunda değilmiş gibi geniş, kocaman gülümsemesiyle Akın’a döndü. Bakışları ben ne demiştim diye parlıyordu.

Akın küfretti.

“Cesur?”

“Fırtına.”

Kadından bir iç çekiş duyuldu. “Benimle evlenecek misin?” diye sordu daha sonra.

Cesur neredeyse gülecekti. “Evet.”

Hâlâ evet, öyle mi?”

“Hâlâ ve daima.”

“Öyleyse neden yanımda değilsin?” dedi biraz isyan edercesine. “Son günlerde çok fazla işin var. Neden böyle?”

“En fazla iki saate yanında olacağım.”

“Sabahtan beri yoksun, Cesur.”

“İki saat daha,” dedi makul bir istekmiş gibi.

“Hâlâ benim peşindesin, değil mi? Araştırıyorsun-”

Uzatmayı istemeyen ve tartışmayı kabul etmeyen bir tonla müdahale etti. “Gelince konuşalım, fırtına.”

Hattın ucunda biraz sessizlik oluştu.

“Pekâlâ. Çabuk dön. Seni bekleyeceğim ve sensiz uyumayacağım. Bu yüzden... çabuk dönmeye çalış.”

Cesur kapanan telefonu cebine attıktan sonra karşısındaki Tuna’ya dik bir bakış gönderdi. Yüzündeki ifade Deniz’le konuştuğu kısacık andakinden çok daha farklılaşıp sertleşirken kafasını çevirip sağ tarafındaki genç adama baktı. Onu boynundan tutarak arkasındaki duvara yaslamıştı ve attığı sert yumruktan sonra kaşı patladığı için şakağından akan kan çizgileri çehresinde kızıl izler oluşturmuş durumdaydı.

“Ne diyordun?” diye sordu telefonu çalmadan önce nerede kaldıklarını hatırlamıyormuş gibi. Halbuki oğlanın ağzından çıkan her laf kafasındaydı.

“Senin kim olduğunu şimdi anladım. Buradan alacağın hiçbir şey yok,” dedi genç, adı Buğra’ydı ve toyluğundan doğan dik başlılığı asi doğasını besliyordu. Konuştukça dişlerine yayılan kan ya da aldığı yumruklar pek umurundaymış gibi görünmüyordu. “Geldiğin yere geri dön. Senin ve ailenin bizimle hiçbir işi kalmadı. Uzak durun bizden.”

Cesur, genç oğlanı öne doğru çekip sonra çok daha büyük bir hızla ardındaki duvara çarptı. Ağzından kaçan iniltiden hoşlanmış gibi dudağının kenarını kıvırdığı sırada, “Sizden alacağım şeyler arasına canının da olmasını istemiyorsan bana babanın hangi delikte olduğunu söyle,” dedi.

Buğra’nın yeşil gözleri öfkeyle parladı. “Defol buradan! Eğer babama ilişmeye kalkarsan yemin ederim seni kendim öldürürüm.”

“Nabzın parmaklarımın arasında atıyorken boyundan büyük laflar ediyorsun,” dedi Cesur, Buğra’nın boynunu sıkarak. Onu aklını başına getirmek istercesine tereddüt etmeden nefessiz bıraktı. Ancak tam da bu sırada önünde durdukları evin bitişiğindeki ahırın arkasındaki araziden yaklaşan at sesleri duyuldu ve çok geçmeden de aradığı adam nihâyet ortaya çıktı.

Baran Değirmenci bindiği Arap atının üzerinde yaşından çok daha genç ve dinç duruyordu. Kahverenginin en can alıcı tonundaki tüylere sahip atını tehditkâr tavrıyla Cesur’un üzerine yönlendirip etrafında dönmeye başladı. Hayvanı dizginlerine asılarak zapt ediyor, ancak sanki ona her an özgürlüğünü verip kapısındaki adamları ezip geçmesine izin verecekmiş gibi de açık kapı bırakıyordu.

“Bırak oğlumu,” diye buyurduğunda sesi güçlü, gözü karaydı.

Tuna sadece kendisinin duyacağı bir tonla, “Zamanının efsanesiydi,” diye mırıldandı. Belli ki adamın atlarla ilgilenmekten fazlasını yapmayan hâlini yadırgamıştı.

Cesur atının üzerinde kalarak kendisine sert bakışlarını diken adama tamamen dönmeden önce Buğra’nın boğazını sıkan parmaklarını gevşetti ve genç oğlanın yere düşüp öksürük krizlerine girmesine aldırmadan sanki davetsiz ve olay çıkartarak gelmemiş gibi rahat tavrıyla elini cebine tıktı.

Baran şaha kalkan atını yatıştırdıktan sonra karşısındaki iki adamın yüzlerinde bakışlarını gezdirdi. Lüks bir araba ve sadece iki adam. Daha fazlasını umar gibiydi. “Eve geç Buğra,” dedi kabaca.

“Ama baba-”

“Dediğimi yap. Hemen.”

Genç oğlan dişlerini ve yumruklarını sıkarak bahçe kapısından geçip eve girdi. Cesur pencerenin oynaşan perdesine kısa bir bakış attığında oradan gizlice kendisine bakan kız çocuğunu ve onu uzaklaştıran kadını fark etti. Yüzündeki sert ifade ve yeni yeni çöken karanlığın altında bir düşmanmış gibi orada dikiliyor olması etrafına korku salıyordu. Bunun farkındaydı ve pek umurunda da değildi.

“Neden buradasın?”

Karanlık bakışlarından bir parıltı geçip gitti. “İlk sorunun kimsin olması gerekmiyor muydu?”

“Babana bu kadar benzerken seni tanımayacağımı mı sandın?”

Baran Değirmenci, zamanında babasının, yani Sarp Çağlayan’ın en canciğer dostlarından biriydi.

Cesur onu sadece birkaç kez görmüştü, ancak eski hâli hâlâ aklındaydı. Adam epey yaşlanmıştı. Hâlâ omuzları dik, duruşu sağlam görünse de ağarmış saçları ve beyazların çoğaldığı sakalları yaşını ele veriyordu. Kareli gömleği, çamurlu botları ve kendisini adadığı atlarıyla sıradan, sakin, yerel halktan biriymiş gibi görünüyordu. Ancak o, zamanında babasının baş tetikçisi, ilk adamı ve aynı zamanda sırdaşıydı. Aralarında her ne olduysa geri çekilip her şeyi bırakmıştı. Silivri’nin en ücra köşelerinden birinde, bu çiftlikte, ailesiyle birlikte mütevazi bir hayat sürmeyi; bolluk ve güç içerisinde yaşamaya tercih etmişti.

Baran tanışma faslını geçtiğini belli edercesine yineledi. “Neden buradasın?” Otoriter sesi, yaşadığı hayatın yumuşaklığına tezat epey güçlüydü.

Cesur atını ustalıkla kontrol altında tutan adama bir müddet sadece baktıktan sonra, “Neden burada olduğumu biliyorsun,” dedi. Zira adam duruşuyla bile bu karşılaşmayı günün birinde beklediğini belli ediyordu.

“Hikâyeyi bir de senden dinlemek istiyorum.”

Adam, “Hangi hikâyeyi?” diye sordu ama bu sadece ufak bir yoklamaydı.

Cesur çok hafifçe dudağının kenarını kıvırdı. Hareketi gülmekten uzaktı. “Yirmi yıl öncesine ait olan hikâyeyi,” dedi yavaşça. Sonra durumu biraz daha açtı.

“Babamın Deniz Seymen’i öldürdüğüne dair olan o hikâyeyi.”

Özgür'e söylemek istediklerinizi alalımm? 🤭

 

Akın her zamanki Akın. Onu bir şeylere inandırmak büyük mesele. 😅

 

Cesur... bu adam bizim için bile farklı bir boyut. 😍

 

Sizce neler olacak? 🧐

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 04.08.2025 15:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...