
Merhabaaaa saat 00.33 acaba aktif olan var mıdır ki 🫠
♧
Sonraki gün Peri için her şey yolundaydı. Tek değişiklik dil öğretmenlerinin ikisinin de orta yaşlarının sonunda, eğitim hayatının zirvesinde olan kadınlarla değiştirilmiş olmasıydı. Allah biliyordu ki erkek öğretmenleri gittiği için mutluydu. İlk günü Özgür'ün her an birinden birine saldıracakmış gibi durması yüzünden hiçbir şey anlamadan bitirmişti. Bugün her şey daha yolunda ilerliyordu.
Sabah İtalyanca öğretmeni Alda'yla tanışmış ve hayatındaki en ciddi ders saatlerini geçirirken oflamamak için kendisini zor tutmuştu. İtalya’nın onun için doğru ülke olmadığını düşünmek üzereydi, çünkü zorlanıyordu ve öğretmeni de ketumdu. Öğleden sonra gelen İngilizce öğretmeni Elena da en az Alda kadar ketum, disiplinli olsa da en azından onu bir nebze daha anlayabiliyordu.
Siyah çerçeveli gözlüklerinin ardından soğukça bakan gözlerini ayaklı yazı tahtasına çevirerek elindeki kalemle bir şeyler yazmaya devam eden Elena’yı dalgın dalgın izliyordu. Sürekli duvardaki saati kontrol etmekten kendisini alamıyordu. Sıkılmış, yorulmuş ve bitkin düşmüştü. Beyni karıncalanıyormuş gibi hissediyordu. Daha şimdiden Türkçe kelimeler duymayı özlemişti. İki öğretmeni de onunla kendi dillerinde konuşuyordu ve bu yüzden gün boyu kendisini sudan çıkmış balık gibi hissetmişti.
Saati son kez kontrol ettiğinde dersin bitmek üzere olduğunu fark ederek tuttuğu soluğunu bıraktı. Nitekim Elena da elindeki kalemi bırakıp yarın hangi konular hakkında çalışacaklarına dair bir şeyler söyledi ve tekrar etmesi gerektiğini belirtti. Genç kadın gözlerini devirmek istese de elbette bunu yapmadı. Elena’yı kafasıyla onaylayıp, tıpkı sınıfın en çalışkan öğrencisiymiş gibi not aldı.
Elena eşyalarını toparladıktan sonra topuklu ayakkabılarını yere vura vura çalışma odasından çıkmak için yürürken Peri sessiz adımlarla onu takip ediyordu. Kadın diz hizasındaki arkası yırtmaçlı eteği ve kırık beyaz rengindeki gömleğiyle hem ciddi hem de yaşına göre ilgi çekiciydi. Kendisiyse siyah eşofman takımıyla fazla sıradan duruyordu. Dünkü elbise faciasından sonra bilerek böyle giyinmeyi tercih etmişti, çünkü sabah karşısında Alda’yı İtalyanca öğretmeni olarak bulana kadar öğretmenlerinin değiştirildiğinden haberi bile olmamıştı.
Çalışma odasından çıktıklarında evin içerisinde fazladan sesler duyunca kaşları hızla havalandı. Tam da bu sırada Gaye salondan çıkarak yanına geldi. “Annen ve misafirleri içeride seni bekliyor,” dedi hafif gergin bir tavırla. “Cep telefonunu peş peşe aradıkları için önemli olduğunu düşünerek cevap verdim. Yakınlarda olduklarını ve uğramak istediklerini söylediklerinde davet etmekte sakınca görmedim. Özgür bey annenin gelmesinde sorun olmayacağını belirtmişti.”
Peri hiçbir detay umurunda değilmiş gibi heyecanla gözleri ışıldadı. “Annem mi? Gerçekten mi?”
“Evet, sanırım yarım saat olmuştur.”
“Ah... bana neden geldiği anda haber vermedin?” derken hızlı adımlarla salona doğru yöneldi.
“Dersini bölmek istemedim. Onlar da bekleyebileceklerini söylemişlerdi-”
Peri daha fazlasını dinlemeden doğruca salona girdi. Üç kafa anında ona doğru döndüğünde olduğu yerde taş kesildi. Sadece annesi değil, yengesi ve halası da buradaydı. Halasını uzun zamandır görmemişti. Gerçekten uzun zaman olmuştu ve onunla göz göze geldiği kısacık anda bile onu hiç özlemediğinden emin olmuştu.
Annesi onu gördüğü gibi oturduğu yerden ayağa fırlayıp kucak açtığında tereddüt etmeden hareketlenip ona sarıldı. Ancak elbette bu pek uzun sürmedi. Halası oradaki varlığını hatırlatmakta gecikmedi.
“Büyüğünü küçüğünü de gözetmez olmuş bu kız. Nerde edep nerde haya?”
Peri elektrik akımına tutulmuş gibi annesinden ayrılarak oturduğu yerden kalkma tenezzülünde bile bulunmayan halasının eline uzandı. Kadın sürme çektiği gözlerini memnuniyetsizce kısarken elinin öpülmesine gönülsüzce izin verdi.
“Kızımızı ziyarete gelelim dedik ama kızımız bizi karşılamaya bile çıkmadı. Bu evde misafirlerine böyle hizmet etmeyi mi öğretiyorlar sana? Halide’yi önceden tanırım, gelenek nedir pek bilmez bilirim. Ama misafirini de hizmetçisine karşılatmayacak kadar aklı başındadır.”
“Özür dilerim hala, geleceğinden haberim olsaydı-”
“Kadın dediğin her zaman her şeye hazır olacak.”
Peri kendisini açıklama çabasına son verip omuzlarını düşürdü. “Haklısın hala,” diye mırıldanarak bu kez yengesine yönelip onun elini öptü. Bazen ne yaparsa yapsın onların gözünde doğruyu bulabileceğini düşünmüyordu.
“Gel kızım, otur,” dedi annesi sanki ne kadar yorgun olduğunu hissedermiş gibi. Bu sırada salon kapısının önünden Elena ve Gaye geçiyordu.
“Ne dersiymiş bu?” diye sordu yengesi Fitnat. Omuzlarından dökülen siyah şalı düzeltirken kollarındaki sıra sıra altınların şıngırtısı odayı doldurdu.
Peri nasıl açıklayacağını düşünerek bir süre kıvrandı. En makulü onlara yalan söylemekti ama konuya bir yerden girip, durumu yedirmeleri için de doğruyu söylemesi gerektiğinin farkındaydı. Bu yüzden alacağı tepkiye kendisini hazırlar gibi göğsüne dolu dolu bir nefes çekip, “Yabancı dil öğreniyorum,” dedi bir çırpıda.
Yengesi dünya üzerindeki en büyük çılgınlığı duymuş gibi hayretle kaşlarını kaldırdı. “Yabancı dil nedir kız? Ne diye öğreniyormuşsun onu?”
Yanağının içini kemirmeye başladı. Kurtarıcısı olmasını umarcasına yanında oturan annesine baksa da annesi epey sessizdi. Zaten halası ailenin en büyüğüydü. Yengesi de ondan sonra geliyordu. Yaş statüsünden dolayı annesi hiçbir zaman onlara karşı sesini çıkartmazdı.
“Yakında İtalya’ya gideceğim.”
Yengesi gürültülü şekilde şaşkınlığını belli eden sesler çıkarttı. Halasıysa, “Hele bak ne diyor? Ne işin var kızım senin oralarda?” diyerek kaşlarını çattı.
Peri tırnaklarının kenarlarını yolmaya başladığının bile farkında değildi. Ayağını stresle sallamamak için kendisini zor tutuyordu. Kuşkusuz eğer bunu yaparsa annesinden kınayan bakışlar alacağını bildiği içindi. Sertçe yutkunup, “B-bir süre... bir süre yurtdışında yaşayacağım. Eğitim için,” dedi titrek bir sesle. Sonra durup boğazını temizledi ve kendisine sakin olmayı emretti. “Eşim,” diye başladı ama bu kelime diline acı bir tat yaydı. “Eşim eğitimim için beni yurtdışına gönderecek. Okula gideceğim-”
“Ne okulu?” dedi halası oturduğu yerde dikleşirken. İşte şimdi yaşlılık çizgilerinin kuşattığı suratında kızgın bir ifade asılıydı. “Sen ne diyorsun? Okul okuyacak hâlin mi varmış senin?”
“Evlenmiş kadının okullarda işi nedir?” diye destekledi yengesi de.
Annesine baktı ama o da onaylamadığını açıkça belli ediyordu. Eh, Peri için şaşırtıcı bir durum değildi. Ne yazık ki ömrünü bu aşırı sığ düşüncelerin içerisinde sıkışıp kalarak geçirmişti.
Bu sırada Gaye kapıda göründü. “Kahveleriniz nasıl olsun istersiniz?”
Halası Zerrin, “Kahve içecek hâl mi kaldı bizde?” dedi anında parlayarak. Gaye’nin irkildiğini gördüğünde ona özür dileyerek baktı. Şimdi onun misafirlerden bahsederken neden gergin olduğunu anlayabiliyordu. Belli ki halasının sert diliyle tanışmıştı.
“Lütfen, sen biraz dinlen,” dedi kadını bu aile dramasından uzak tutmak istercesine. Neyse ki Gaye üstelemedi. Neredeyse kaçar gibi mutfağa geçti. Ona hak veriyordu ve eğer bir şansı olsaydı kendisi de buradan kaçarak uzaklaşırdı.
Yengesi konunun kapanmasına izin vermedi. “Sana diyoruz Nigar Hanım! Ne okulu bu hâlinle?”
Babaannesine ait olan ilk ismine vurgu yapıldığına göre epey sinirleri gerilmiş olmalıydı. Yine de geri adım atmamak için kendisini zorlayıp, “Her zaman hayalimdi. Doktora yapacağım ve eğitim görevlisi olarak okulda kalacağım,” dedi olmayan hayali konusunda ısrarcı davranarak. Zaten kendisine ait bir istek değildi ve ailesinin sert tepkisi iyice özgüvenini baltalamaya başlamıştı.
“Bak bak hâlâ okuyacağım diyor utanmadan! Bunu amcan duymasın bacaklarını kırar senin.”
Halasının tehdidine karşılık irkildi. Eksiden gözünü korkutan bir tehditti ama şimdi içinde korku yeşermediğini fark etti. Onun yerine sinirlenmişti. “Kocam beni destekliyor,” dedi göğsünü gere gere. Özgür’ün desteklemekle uzaktan yakından alakası yoktu. Adamın tek derdi ondan kurtulmaktı ama tabii ki bunu bilmiyorlardı.
“Kocan seni başından salmaya bakıyor,” dedi yengesi sanki hissetmiş gibi. Halası homurdandı. “Ne var abla? Herkes onun ne kadar uçkuruna düşkün olduğunu söylüyor, sen de duydun zaten, duymadın mı? Damadımız evine bağlı bir adam değil maalesef. Kızımızın da onu evine bağlamaya hiç niyeti yok. Şu hâline bak. Ne giyinmesini bilir ne de hizmet etmesini. Bir de okul diye tutturmuş adamı hepten başıboş bırakacak.”
“Kızım kurban olayım vazgeç bu sevdadan. Olmaz yavrum, ne okulu? Ne derler arkamızdan sonra? Hem senin tek istediğin o koca müzik aletiyle oynamak değil miydi? Okul da nereden çıktı şimdi? Zaten okudun yeterince.”
Peri, annesine hüzünlü bir bakış attı. Hiçbir zaman onu arkasında görememiş olmak bazı anlarda içini çok acıtıyordu. Ancak yine de asıl hayalinin piyano çalmak olduğuna dikkat etmesi bir noktada içini ısıtmıştı. Çünkü ne zaman bahsetse gereksiz görüp önemsememişti. Şimdi de önemsemediğini biliyordu aslında ama unutmamış olmasından bile mutlu olacak kadar bu tarz ilgi kırıntılara muhtaçtı.
“Ne derler arkamızdanmış,” dedi halası hiddetle. “Zaten denen denmiş yeteri kadar!”
Kınayan, yerden yere vuran tavrı yüzünden Peri utançla başını eğdi. Olaylardan sonra halasıyla ilk yüzleşmesiydi ve yumuşak geçmeyeceğini bilecek kadar onu tanıyordu.
“Ailemizi yine herkese rezil etmenin mi peşindesin? Kendine gel derhâl. Evlendin barklandın. Evine, ailene göre davranacaksın. Çocukluk heveslerini bırak artık. Evli kadın eviyle, kocasıyla ilgilenir. Okulla, başka yerlere gitmekle değil. Hiç mi akıllanmayacaksın sen? Yüzümüze sürdüğün kara yetmedi mi?”
Hiçbir şey söyleyemedi. Annesi ortamı yatıştırmak istercesine, “Abla, akıllandı tabii ki. Öyle şey mi olur hiç-” demişti ki halası yeniden hiddetlendi.
“Akıllanmış hâli bu mu? Sen bu kızı nasıl yetiştirdin Züleyha? Bu ne utanmazlık, hayasızlık? Bu aileye sağa sola gidip sürtmesi için mi kabul edildi sanıyorsun? Kocası onu destekliyormuş! Kocanın aklını kendine almazsan gitmeni destekler tabii! Kadınlık yapmayı bile öğrenemedin mi sen hâlâ? Anlatmadın mı ona neyi nasıl yapacağını Züleyha? Kızın ailemizi hep böyle utandıracak mı?”
Annesi yerin dibine girmeyi dilercesine olduğu yerde sindiğinde Peri boğazının sızladığını hissetti. Gözlerinin gerisinde biriken yaşlar akmak için an kolluyordu ama onlara izin vermemek adına kendisini olabildiğince kasıyordu. Hayır, onların karşısında ağlamayacaktı. Bu kez değil.
“Zaten adamın gözü dışarıda, sen de ona çanak tutuyorsun. Buraya yemeğe geldiğimiz akşam masada bile zor oturuyor gibiydi,” dedi yengesi hoşnutsuzluğunu saklamadan. “Onu avucuna almaya bak. Giyin süslen, kocanı hoş tut. Hiç mi elbisen eteğin yok? Adamın yanında da böyle mi duruyorsun yoksa? Erkek çocuğu gibi!” Gürültülü bir soluk koyuverdi. “Kızım, aç gözünü! Adam gül yüzüne üç gün bakar. Seninki belli üç gün bile sabredemez gözü dışarıya kayar. Akıllı ol hemen bir çocuk yap. Bırak okul sevdasını. Hiç yeri mi şimdi okulun?”
Halası son kararı vermekte söz sahibiymiş gibi, “Bir daha okul lafını duymayacağım, kır dizini otur evinde,” dedi azarlarcasına. “Ders çalışmak için öğretmenler tutacağına çocuk yap onunla meşgul ol. Sizin evliliğinizin daim olmasının tek yolu bu. Anladın mı beni?”
Güçlükle, “Anladım hala,” dedi.
Yaşlı kadın bunu duymaktan memnun şekilde arkasına yaslansa da yeniden konuştuğunda sesindeki sert ton hâlâ oradaydı. “Akşam oldu neredeyse. Nerde kaldı kocan?”
“İşleri bitmedi henüz,” diye yalan söyledi. İşin aslı şu anda ne yaptığını bile bilmiyordu.
Yengesi laf sokmadan edemedi. “Ne işleri? Sahip oldukları o kerhanede başka kadınların peşinde koşma işleri mi?”
Parmakları giydiği eşofmanın kumaşını kavrarken kafasını sol tarafına çevirip kendisine kötü kötü bakan ve ettiği lafların ayarsızlığına asla aldırmayan yengesine gözlerini dikti. İlk kez ona açıkça meydan okurcasına bakarken, “Kocamın bu şöhreti artık eskide kaldı yenge,” dedi uyarırcasına. “Kocamı seviyorum ve o da beni seviyor,” derken karnına kramplar saplanmaya, heyecandan yanakları yanmaya başladı.
Bir an için bunun gerçek olduğunu hayal etti ve göğsünün içinde bir şey gümbürdedi. Birini sevmek ve onun tarafından sevilmenin hayali bile dilini damağını kurutacak cinstendi.
“Artık gözü benden başkasını görmüyor,” diye yalanına devam etti. Söylediği her lafta yengesinin moraran ifadesi ona daha çok cesaret veriyordu. “Hayatında sadece ben varım ve giydiğim kıyafetler pek umurunda da değil. Çünkü beni çıplak görmeyi daha çok tercih ediyor.”
“Edepsiz! Bak utanmadan bana ne diyor! Püü, edepsiz seni!”
Peri kolundaki sızıyla birlikte yerinde sıçradığında annesinden aldığı sert çimdik yüzünden etine derin bir sızlama yayıldı. Dahası annesi ona öyle fena bakıyordu ki kendisini yatakta yakalanmış gibi hissetmekten alamadı. Yanaklarına hücum eden sıcaklık yüzünden teninin alev aldığını hissederken anında bastıran utanç onu tümüyle ele geçirdi.
“Körle yatan şaşı kalkarmış derler,” dedi halası kafasını ağır ağır iki yana salladığı sırada. “Senin terbiye edilmeye ihtiyacın var. Kocana söyle hafta sonu seni bizim eve bıraksın. Eğriyi doğruyu öğretirim ben sana.”
Peri karşılık verecekmiş gibi oldu ama annesi yeniden kolunu çimdiklediğinde dişlerini sıkarak sessizliğini korudu. Bildiği bir şey varsa bir daha o eve geri dönmeyeceğiydi ve sırf bu yüzden bile Özgür’e defalarca kez teşekkür edebilirdi.
“Yok, abla, yok. Doğru söylüyorsun. Aldığı adam ne ki bunu yola getirsin?” dedi yengesi kızgınca. Belli ki duyduğu lafa fena bozulmuştu. “Ah, yaktı ailemizin başını bu kız. Yaktı, kavurdu bizi.”
Peri bu kez kendisini tutamadı. “Ben bir şey yapmadım.” Annesi yeniden çimdiklemek istediğinde elini tutup teninden uzaklaştırdı. “Yapmadım, anne. Oğlun yaptı, eski damadın yaptı. Ben hiçbir şey yapmadım!”
Yengesi köpürdü. “Bu adamın koynuna da abin mi soktu seni edepsiz utanmaz! Bir de karşılık mı veriyorsun? Dua et ki seni kabul etti, aldı nikâhına. Yoksa görürdün dünyanın kaç bucak olduğunu!”
“Bunlar nasıl laflar Nigar? Bunlar nasıl sözler?” dedi halası öfkeyle. “Evlendin diye bize baş kaldırır mı oldun sen?”
Genç kadın bu konuşmadan asla haklı çıkmayacağını bilerek kendisine sakin olmayı, duymazdan gelmeyi emretti. Onlar hiç konuşmuyormuş gibi yapabilirdi. Daha önce de yaptığı tam olarak buydu. “Özür dilerim hala,” dedi güçlükle. Kelimeler ağzında çamur tadı bıraktı. “Özür dilerim yenge.”
“Sizin kabahatiniz yok. Sizi yetiştirenler kabahatli. Zamanında çok dedim babana kızını dövmeyen dizini döver diye. Bak, haklı çıktım. Garibim öldü gitti senin yediğin haltlar yüzünden. Ah, yazık kardeşime, yazık ki ne yazık!”
Peri halasını yine duymamış gibi yaptı. Dilinin ucuna gelen kelimeleri yuttu. Onlara yeterince cevap vermediği hâlde üstüne gelmeye devam ediyorlardı. Cevap vermeye başlarsa asla susmayacaklarını biliyordu. Zaten yorgundu ve daha fazla edep adap adı altında baskılanmaya tahammülü yoktu. Bu sorgulama ziyaretinin bir an önce bitmesini dilerken salonun kapısında beliren adamı görünce her şeyi unuttu.
Özgür buradaydı.
Birisi etine iğne batırmış gibi hızla ayağa fırlayıp adama doğru gitti. İlk niyeti onu buradan uzaklaştırmaktı çünkü yengesi artık ayarsız yorumlarını kendisine saklayacak olsa bile halasının buna dikkat etmeyeceğinden emindi. Bu yüzden bir şekilde bahane bulup onu dışarı çıkartmalıydı.
“Özgür...” diye özür dilercesine mırıldandığında onun sorun çıkartmaması için içinden dua etmeye başladı. Onca kocamı seviyorum lafından sonra Özgür’ün onlara ya da kendisine ters davranacak olması durumu iyice kötüleştirirdi.
“Ne zaman geldin? Duymamışım... şey... aç mısın? Gel, önce bir şeyler ye,” diye saçmalayarak adamın arkasında kalan üç kadına daha fazla yaklaşmasını istemezmiş gibi önünde durdu. Ancak Özgür düz ifadesini bozmadan, kıstığı gözlerini ailesinin üzerinde şöyle bir gezdirdi. Memnun değildi. Hem de hiç memnun görünmüyordu. Peri battıkça battığını hissederken ansızın beline dolanan kolla birlikte neye uğradığını şaşırdı. Asılan yüzüne şok dolu bir ifade yer edinirken, “Özgür,” dedi afallamış şekilde. Ellerini adamın göğsüne yerleştirdi ve biraz mesafe oluşturmaya çalıştı, ancak Özgür’ün buna izin vermeye niyeti yok gibiydi. Belini daha sıkı kavrayarak bedenini kolayca kendisine çekti, resmen yapıştırdı.
Sonra, “Hayatım,” dedi o yoğun, iç gıdıklayıcı ve diz bağlarının çözülmesine sebep olan tonla.
Peri aklındaki her şeyin silinip gittiğini hissetti. Hayır, her şey silinmemiş olmalıydı; çünkü adam, sergilediği koca tavrı yeterli değilmiş gibi eğilip yanağına, dudağının çok yakınına bir öpücük bıraktığında işte o zaman her şey silinmişti. Bu çok farklıydı. İlk öpücüğünü de bu adamdan almıştı, hatta ilk olan her şeyi de. Ancak bu öpücük çok daha heyecan uyandırıcı, tetikleyici ve şok ediciydi.
Arkası kısmen ailesine dönük olduğu için bunun onlar tarafından doğrudan öpüşme olarak anlaşılacağından emindi. Utançla geri çekilmek istese de Özgür yine izin vermedi. Sanki birkaç saattir görmediği karısının hasretine dayanamamış bir adamın özlemiyle uzun uzun dudaklarını tenine bastırdı. Geri çekildiğinde Peri hareket edemez hâldeydi. Tamamen uyumuştu ve dudaklarının teniyle bütünleştiği nokta sızım sızım sızlıyordu.
Özgür ise sanki her gün, her saat ve her saniye yaptığı bir şeymiş edasıyla hiç etkilenmemiş gibi diğerlerine dönüp, “Hoş geldiniz hanımlar,” dedi mesafeli tavrını belli ederek. Peri’nin usulca geriye kaçma çabasına karşılık belini daha sıkı kavrayıp onu yanında tutmaya devam etti. “Karım burada olduğunuzu haber verince erken dönmem gerektiğini düşündüm.”
Halası, “Tövbe estağfurullah,” diye kısık sesle söylendi. “Uluorta yapılacak iş mi?”
Özgür’ün umurunda bile olmadı. Peri’yi kendisiyle birlikte boştaki üçlü koltuğa yönlendirirken, “Onu öyle özledim ki sabırsızlığımı mazur görün,” demeyi de ihmal etmedi.
Peri kalp krizi geçiriyor olabilir miydi? Çünkü kalbi öyle hızlı atıyordu ki göğüs kafesi ağrımaya başlamıştı. Adam nasıl olurda önceden planlamışlar gibi duruma dâhil olabilirdi? Üstelik ettiği laflar ve yüzündeki ifade öyle gerçekti ki hiçbir şüpheye yer vermiyordu. Daha çok kendi suratındaki afallama insanları işkillendirecek cinstendi.
“Hoş geldin damat,” dedi annesi. Kuşkusuz gözlerinin içi parlıyordu. Pek belli edemiyor olsa da kızının değer görmesinden dolayı mutluydu. Bu durum Peri’nin yüreğini sızlattı. İçinden keşke gerçek olsaydı diye geçirdi.
Keşke gerçek olduğunu bilseydim.
“Hoş buldum. Nasılsınız?”
“İyiyiz, çok şükür. Yakınlardan geçiyorduk. Ablam uğramak isteyince...”
“İyi yapmışsınız. Kapımız size daima açık. Ne zaman gelmek isterseniz bekleriz. Vaktiniz varsa birlikte akşam yemeği yiyelim?”
Peri asli vazifesiymiş gibi birden ayağa fırladı. “Ben yemeği hazırlayayım-”
“Otur güzelim sen,” dedi Özgür biraz kızgınca. Kadını kolundan yakalayıp yeniden yanındaki boşluğa oturttu. “Sen bu evin çalışanı değilsin. Gaye burada sana hizmet etmek için var.”
Halası geldiğinden beri kendince akıl verip durmuştu ve bu yüzden gördüklerinden hoşnut olması gerekirken tam tersi hoşnutsuzlukla, “Gerek yok, zaten kalkıyorduk. Züleyha, ara Orhun’u,” diye buyurdu.
“Orhun zahmet etmesin,” dedi Özgür de net şekilde. “Söylerim sizi evinize kadar bırakırlar.”
Sonra kalktılar ve memnuniyetsiz ifadeleriyle evden ayrıldılar. Gözlerinin içi gülen sadece annesiydi. Diğer ikisini memnun etmenin dünya üzerinde mümkünatının olmadığını Peri zaten biliyordu. Arabaya binip evden uzaklaşmalarını izlerken tıpkı gerçek karı kocalarmış gibi Özgür’ün eli yine belindeydi ve yine onu olabildiğince yakınında tutmaya özen gösteriyordu.
Araba gözden kaybolduğunda genç kadın sertçe yutkunarak Özgür’ün kapıyı kapatmasını izledi. Ardından da biraz rahatça nefes alabilmek için ondan uzaklaşmayı deneyerek sırtını kapıya doğru döndü. Adam uzaklaşmasına asla müsaade etmeyecekmiş gibi aralarındaki tek adımlık mesafeyi kapatarak sağ elini kafasının yanından kapıya dayayarak üzerine doğru eğildi. Artık suratındaki ifade âşık damat rolündeki gibi değildi. Gülümseyişler, sevgi dolu bakışlar gitmişti. Geriye kalan her şeyi görmek istercesine üzerinde gezinen kahve-ela harelerdi.
Genç kadın, “Ö-özür dilerim,” dedi çabucak. Kekelediği için kendisine kızsa da elinde değildi. Halası ve yengesinden yeterince tepki görmüştü. Onlarla savaşmak kolaydı ama Özgür’ün ağzından çıkan her laf nokta atışıymış gibi içini acıttığı için ondan tepki görmekten çekiniyordu.
“Seni rahatsız ettiler farkındayım. Geleceklerinden haberim yoktu. Olsaydı... uygun bir dille gelmemelerini rica ederdim.”
“Rahatsız olmadım.”
Yine de bu cevap ona yeterli gelmedi. “Bazen biraz kaba olabiliyorlar. Üzgünüm.”
“Önemi yok.”
“Gerçekten mi?”
“Gerçekten.”
“Ah... ben... teşekkür ederim,” dedi kafasının karıştığını gizleyemezken. Çünkü görmeyi beklediği tepki kesinlikle bu değildi. “Durumu idare ettiğin için, onları görmezden gelebildiğin için ve... ve bana yanlarında gerçekten... iyi davrandığın için.”
Karın gibi davrandığın için diyemedi.
Özgür yorumda bulunmadı. Tek yaptığı yoğun şekilde kadına bakmaktı. Yüzünün her karesinde gözlerini gezdiriyordu. Sanki onu ilk kez görüyormuş gibi inceliyordu ve genç kadın bu yüzden doğrudan ona bakamıyordu.
Peri oluşan sessizlikte daha çok gerilerek aynı şeyi yeniden tekrarlama ihtiyacı duydu. “Teşekkürler.”
Özgür yarım bir gülüşle dudağının kenarını eğdi. “Teşekkür etmeyi ve özür dilemeyi bırak artık.”
Genç kadın yutkunarak kafasını salladı. Sonra yanağının içerisini kemirmeye başladı. Merak ediyordu. Adam neden buradaydı? Yakın zamanda geri gelmeyeceğinden o kadar emindi ki salonda onu gördüğünde bir an için yanlış gördüğünü bile düşünmüştü.
Özgür bunu anlamış gibi, “Gaye buraya geleceklerini haber verdi,” dedi kısaca. “Uğramanın onların nazarında iyi olacağını düşündüm.”
Peri nihayet adamın gözlerine bakabilecek gücü kendisinde bulduğunda yeniden, “Teşekkür-” diye başlamıştı ki Özgür boştaki eliyle kadının yanağını kavradı. Baş parmağını tam da onu az önce öptüğü noktaya bastırdı. “Etme,” dedi yavaşça. “İlla sana bu iki kelimeyi yasaklamam mı gerekiyor?”
Genç kadın tüm hülyalı hâlinden sıyrılıp ona kaşlarını çatarak baktı. Üzerinde böyle bir hakkı varmış gibi konuşmasından nefret ediyordu. Adam küçük bir sırıtma eşliğinde ona karşılık verdi.
“Dikenlerini hep bana çıkartıyorsun. Onlara da böyle kızmış kızmış baksaydın eminim ki seninle uğraşmayı bırakırlardı.”
“Onlarla baş edilmez,” dedi alt dudağını hüzünle eğerek.
“Öyle mi? İyi götürüyor gibiydin aslında.”
Peri irkildi. “Sen... Duydun mu yoksa?”
“Belki.”
Kalbi yine hızlanmaya başladı. “Ne kadarını duydun?”
Özgür soruyu cevapsız bıraktı. Bunun yerine, “Neler konuştunuz baştan anlat bakalım,” dedi parmağının ucuyla öptüğü o noktayı okşamaya devam ederek.
Peri tenindeki dokunuş dışında pek bir şey düşünemiyordu. “Hafta sonu... hafta sonu halam beni yanında istedi.”
“Neden?”
“B-bilmiyorum.”
“Gitmek istiyor musun?”
Genç kadın çok kısaca kafasını iki yana sallayıp gözlerini kaçırdı.
“Öyleyse ona kocam onsuz dışarı çıkmama izin vermedi de.”
Bunu onun ağzından duymak garipti. Öyle ki genç kadın dünyanın sonunun geldiğini bile düşünmeye başlamıştı. “K-kocam dememden hoşlanmıyorsun,” dedi tereddütle. “Uygun bir şeyler söylerim.”
Özgür, “Kocam de,” diye bastırdı. Kadının çenesini kavrayıp yeniden yüzüne bakmasını sağladı. “Onlara ne duymak istiyorlarsa onu ver. Tamam mı?”
Yeniden kısaca kafasını salladı. “Bir de şey... sanırım yurtdışı konusundan hoşlanmadılar.” Özgür bunun olmasını beklediğini belli edercesine yorgun şekilde iç geçirince onu rahatlatmak istercesine hızla atıldı.
“Ama ben onlara kocam beni destekliyor dedim. Yine söylendiler ama olsun. Bir yerden başlamam gerekiyordu ve senin de üzerine gelip bana... iyi davranman gerçekten beni destekliyormuşsun gibi göründü.” Yeniden teşekkür etmemek için kendisini tuttu. “Eminim zamanla kabulleneceklerdir. Her denk gelişimizde onlara bunu hatırlatırım. Elimden geldiğince yola sokmaya çalışacağım. Senin dert etmene gerek olmayacak söz veriyorum.”
Özgür ona uzun uzun sadece baktı. Dalgın bir bakıştı. Sonunda yeniden konuştuğunda, “Sana pek iyi davranmıyorum, değil mi?” dedi kısık sesle. Aynı dalgınlıkla kadının yanağını ağır bir ritimle okşadı.
Peri bir kez daha irkildi. “Önemi yok,” dedi ama bunu derken boğazında bir yumru oluşmuştu.
“Yok mu?”
“Daha kötü de davranabilirdin.”
“Bu çok boktan bir avuntu,” dedi homurtuyla.
“Elimdekilerle yetinmesini biliyorum.”
“Görüyorum.”
Peri konuyu değiştirmeye çalışarak, “Akşam yemeğine kalacak mısın?” diye sordu. Hâlâ neden bu kadar yakın durduklarına dair hiçbir fikri yoktu ve adamın eli hâlâ çenesiyle yanağının sınırlarındaydı. Ne kadar unutmaya çalışsa da sıcaklığı teninin altına işleyecek kadar güçlüydü.
“Geri döneceğim. Bu gece dövüş var.”
“Anladım.”
“Gelmek ister misin?”
“Hayır istemem. Ben... kimseyi dayak yerken görmek istemem.”
Aklına acı hatıraları gelmiş gibi teninden bir ürperti geçip gitti. Özgür bunu fark etti. Çehresindeki ifade gerilirken kısaca kafasını sallamakla yetindi. Parmak uçları kadının yanağındaki gamzenin çukurunu bulduğunda etrafında bir çember çizmeye başladı.
“Artık kimse sana dokunamaz, biliyorsun değil mi?”
“Biliyorum. Bunu sağladığın için teşekkür-”
“Etme, Peri,” diyerek lafını kesti. Artık sesi hafif bezgindi. “Şunu söyleyip durmaktan vazgeç. Özür dilediğini de duymak istemiyorum. Özellikle de ailendekilerden birinden. Çeneleri kapansın diye onlardan özür dilemeyi, alttan almayı huy edinmişsin. Seninle konuşma şekillerinden hiç hoşlanmadım haberin olsun. Bunu düzelt. Yoksa ben düzeltirim.”
Panikledi. İstediği son şey her şey bu kadar pamuk ipliğine bağlıyken Özgür’ün ailesini paylamasıydı. “N-nasıl düzelteceğim? Onlar benden kaç yaş büyük ve bana hep saygıda kusur etmemem gerektiğini öğrettiler.”
“Yengene ağzının payını nasıl verdiysen öyle yapmaya devam edeceksin. Aynı tavrı sürdürmen yeterli olur.”
Peri’nin gözleri büyüdü. “Yengeme mi? Sen... yengeme söylediğim şeyi... ona söylediklerimi... duydun mu?”
Özgür serseri bir gülümsemeyle ona baktı. “Giydiğin kıyafetler pek umurumda değil seni çıplak-” demişti ki ağzına kapanan elle birlikte kahkaha attı. Kadının boynuna kadar kızarmasını keyifle izlerken göğüs kafesine yayılan sıcak hisse yabancıydı ama umurunda bile değildi. O hissi de kadının pancar kadar kızarmasını da sevmişti.
“Tamam! Tamam lütfen devamını getirme!” dedi Peri neredeyse bağırarak. Öyle utanmıştı ki odasına kaçıp yorganın altına gömülmek istiyordu. Adamın eğlenen tavrı da ona hiç yardımcı olmuyordu. Kızıp söylenseydi bu kadar utanmayacaktı ama sanki hoşuna gitmiş gibi gülüyordu.
Özgür ağzının üzerine örtülmüş duran eli bileğinden tutup yüzünden çekti ama onu bırakmadı. Bu kez bileğinin iç kısmında parmak uçlarını gezdirmekten kendini alamazken, “Utanma,” dedi gülüşünü bastırarak. “Her kelimesiyle on numara bir konuşmaydı. Kadını şoka soktun. Yüzünün aldığı hâli görmek isterdim.”
Peri ondan başka her yere bakarak kaçmak için tüm yolları deniyordu. “Ayıp ettim. Öyle konuşmamam gerekiyordu. O benim yengem-”
“O da seninle düzgün konuşmalıydı,” dediğinde artık gülmüyordu. “Saygı tek taraflı olmaz, Peri. Sana saygı göstermiyorlarsa sen de göstermeyeceksin. Ayrıca ailene karşı bir sınır çizmen gerekiyor. Sen artık onların soyadını taşımıyorsun. Sana seslerini yükseltemezler, saygısızca konuşamazlar, eskiden olduğunu gibi kullanmaya kalkamazlar. Sen artık bir Çağlayan’sın. Bunu ezberlemelerini sağla.”
Genç kadın teninden kayıp giden buz gibi hisle birlikte elini hızla Özgür’ün tutuşundan geri çekti. Adama hüzünlü bir bakış atarken, “Doğru, ben bir Çağlayan’ım,” dedi kafasını sallayarak. Sonra gözlerine yerleşen hüzün arttı ve dudaklarından buruk, acı bir tebessüm gelip gitti.
“Sadece birkaç aylığına,” diye hatırlattığında ağzına yayılan ekşi tadı hissetti. Adam irkildi, bir adım geri çekildi. Bunun üzerine gözlerinin dolduğunu saklayarak hızla yanından geçip merdivenlere yöneldi ve koşarak odasına çıktı.
×××
Halide Çağlayan üyesi olduğu derneğin faaliyetleri kapsamında Silivri’deydi. Kız çocuklarının eğitim hakları için daima elinden geleni yapan biri olmuştu. Burada destekleri sayesinde inşa edilen kız yurdunun açılışını yapmış, sonrasında bölgenin en güzel restoranlarından birine geçerek bunu kutlamak için dernek üyeleriyle toplanmışlardı.
Her şey yolunda ve güzel gidiyordu. Kafası dağıldığı için memnundu. Dernek faaliyetleri sayesinde son günlerde tepesinde gezen kara bulutlar ondan uzaklaşmıştı. En azından sürekli Filiz’i düşünerek çıldırmanın eşiğine gelmiyordu. Adresi elindeydi. Adresi elindeydi ve eli kolu bağlıydı. Akın’ın uyarıları önündeki en büyük engeldi. Kuşkusuz oğullarını karşısına almak istemezdi, ancak o öylece köşesine çekilecek bir kadın hiç olmamıştı. Elbette plan kuracaktı ve bir yolunu bulacaktı. Her zaman bulmuştu. Onun daima çıkış kapıları olurdu. Zamanında ölmesi gereken o kadını gerekirse kendi elleriyle boğacaktı ve bu kendisinin yaptığından kimsenin şüphelenmeyeceğinden emin olacaktı.
Halide yine aklının Filiz’e kaydığını fark ederek oturduğu yerde bariz şekilde irkildi. Bulunduğu uzun masa çeşit çeşit yiyecekle kuşatılmıştı. Hepsi kendisiyle yarışır düzeydeki kadınların tatlı sohbetleri havada uçuşuyordu ve kendisi andan kopmuştu. Bir anda. Bir anda yine Filiz’i ve kanlı eylemlerini düşünmeye başlamıştı. Ellerine yayılan minik titremeleri saklamak istercesine onları masanın altına gizledi. Sohbete odaklanabilmek için elinden geleni yapsa da artık tüm odağı dağılmış hâldeydi. Kahrolası kadın yüzünden aklını bir türlü toparlayamıyordu. O varken doğru düşünmesine imkân bile yoktu.
Özür dileyerek masadakilerden izin isteyip lavaboyu kullanmak için oradan ayrıldı. Gidip elini yüzünü yıkayacaktı ve eğer yine düzelmezse yemekten erken ayrılmak zorunda kalacaktı.
Filiz’e lanetler yağdırarak lavaboya geçti. Yüzünü birkaç kez yıkadıktan sonra bir süre karşısındaki aynaya baktı. Ne kadar yaşlanmıştı. Saçlarındaki beyazların sayısı epey artmıştı, siyahlar yok denecek kadar azdı. Gri ve beyaz renkleri ön plana çıkıyordu. Çizgilerin sarmaya başladığı yüzünde nefret dolu bir ifade yer edindi. Filiz’in nasıl göründüğünü düşünmeye başladı. Hâlâ güzel miydi? Sarp gizlice onun yanına giderken yine ona ne kadar güzel olduğuyla ilgili sözler söylemiş miydi? Onu öpmüş müydü? Ya da ona dokunmuş muydu? İşlerini bahane ederek gelmediği geceleri onun yanında mı geçirmişti?
Halide ellerindeki titremenin arttığını fark ettiğinde yumruklarını sıkarak aynanın karşısından çekildi. Onun için eve dönmenin vakti gelmişti. Aklı öyle kötü noktalara kaymıştı ki bunun toparlanmasının imkânı bile yoktu. Hiçbir dernek, hiçbir yardım olayı onu şu anda kendisine getiremezdi.
Lavabodan çıktığında niyeti masadaki arkadaşlarına uygun şekilde veda etmekti. Bunun için topuklu ayakkabılarını yere vura vura yürümeye başlamıştı ki, “Halide Hanım?” diyen o sesi işittiğinde durdu. Omzunun üzerinden dönüp baktığında lavabo kapısının yan tarafında bekleyen genç oğlanı gördü. Üzerinde restorana ait kıyafetler bulunuyordu. Belli ki garsonlardan biriydi ve henüz yirmilerine bile ulaşmamış olmalıydı.
“Efendim?”
“Peş peşe gelen bu karşılaşmalar hiç de hoşuma gitmedi haberiniz olsun. Misafirler arasında adınızı gördüğüm andan beri sizi bekledim. Neden buradasınız?”
Halide yavaşça kaşlarını çattı. Gencin suçlar tonda konuşmasından pek hoşlanmamıştı. “Pardon, sizi tanıyor muyum?”
“Tanımıyorsunuz tabii! Kim elinin tersiyle bir köşeye attıklarını tanır ki?” dedi küçümsercesine. “Buğra Değirmenci,” diye kendisini tanıttı, ancak kadının bakışları değişmediğinde hoşnutsuz şekilde yüzünü buruşturdu. “Baran Değirmenci’nin oğluyum. Şimdi tanıdınız mı yoksa babamı bile unuttunuz mu?”
Halide’nin gözleri irileşti. “Baran Değirmenci mi? Gerçekten mi?” derken genç adama bir adım yaklaştı. “Sen onun oğlu musun? Ah, oğlu olduğunu duymuştum ama-”
“Ama hiç görmediniz çünkü babamla artık işiniz bitmişti,” dedi Buğra kesip atarcasına.
“Hayır, hayır,” dedi Halide. Kaşları derinden çatıldı. “Babanı her zaman sevdik ve o daima iyi bir yoldaş oldu. Ayrılmayı tercih eden kendisiydi.”
“Öyle miydi? Yine de hâl hatır sorulmayı hak ediyordu ama siz bunu hiç yapmadınız. Yıllar boyunca kapımızın önünden bile geçmediniz. Şimdi değişen ne? Neden ikidir sizden biriyle karşılaşıyorum?”
“Ne demek bu? Anlayamıyorum-”
“Dün oğlunuz evimizi bastı! Bugün de siz çalıştığım yere geliyorsunuz, ne tesadüf!”
Yaşlı kadının gözleri sorgulamayla doldu. Buğra’yı daha dikkatli incelediğinde onun tartaklandığını belli eden izlere sahip olduğunu fark ederek, “Oğlum evinizi mi bastı?” diye şaşkınlıkla sordu. “Ben... gerçekten anlayamıyorum evladım.”
“Cesur Çağlayan sizin oğlunuz değil mi?” dedi oğlan ters bir tavırla. “Dün bizi buldu. Sarp amcanın yıllar önce babama yaptırdığı işi sorgulayıp durdu. Babam o kızı Sarp amca istediği için kurtarmıştı. Az daha o yangında ölecekti! Canı pahasına kızı kurtarıp Sarp amcaya verdi. Peki karşılığı ne oldu? Hiç. Onu dımdızlak ortada bıraktınız. Bugünlere gelene kadar ne sıkıntılar çektiğimiz umurunuzda olmadı! Bir kez kapımızı çalmadınız. Dün hangi hakla oğlun kapımıza gelip hakkı varmış gibi babamı sorguya çekebiliyor? Annemin tansiyonları fırladı, onu hastaneye götürmek zorunda kaldık. Bize daima zararınız dokunuyor. Uzak durun Halide Hanım. Bizden uzak durun. Eğer yeniden buna benzer tatsız bir karşılaşma yaşarsak sizinle karşı karşıya gelmek durumunda kalacağız. Umarım beni anlamışsınızdır. Tek derdim ailemi korumak. Bize ilişmeyin.”
Buğra bir rüzgâr gibi geçip gittiğinde Halide onu durduracak şansa bile erişemedi. Genç adamın arkasından şokla bakarken yaşadığı bu anı tekrar tekrar zihninden geçiriyordu. Baran Değirmenci, kocasının en yakın dostuydu. Zamanında ikisinin arasındaki sırdaşlık kıskanılacak derecede sağlamdı. Ama sonra Baran birden işi bırakmayı tercih etmişti. Hatta öyle bir bırakmaydı ki hiçbir şey istemeden, sadece karısını alarak gitmişti. O zamanlar kadın hamileydi. Buğra’ya hamile olmalıydı.
Yıllar boyunca ne kadar Sarp’a sorsa da Baran hakkında hiçbir şey öğrenememişti ve şimdi, hiç olmayacak yerde onun oğluyla karşılaşıyordu. Ne demişti Buğra az önce? Cesur dün onların evini mi basmıştı? Sarp yıllar önce Baran’a hangi işi yaptırmıştı? Cesur neden bunu kurcalıyordu? Baran’ın az kalsın öleceğini söylemişti. Yangından bahsetmişti.
Yıllar önce çıkan bir yangında Baran az kalsın bir kızı kurtarırken ölecekti ve o kızı Sarp için kurtarmıştı.
Ellerini yüzüne yerleştirip sıvazladı. Bilinçsizce yemek yedikleri masaya doğru birkaç adım attı. Dernek üyesi arkadaşlarının şen kahkahaları, tatlı sohbetleri zihninin gerisinde yankılanırken onun kafasında kırk tilki aynı anda dolanıyordu.
Masaya doğru bir adım daha attı. Sonra birden durdu. Gözleri büyüdü. Sarp zamanında Oktay’ın aile meselesine karışmıştı. Oktay’ın elinden kaçan kızını bir şekilde ele geçirmiş ve Oktay’dan önce öldürmüştü.
Kız içerideyken evi yakmıştı.
“Babam o kızı Sarp amca istediği için kurtarmıştı. Az daha o yangında ölecekti!”
Soğuk bir his tenini yalayıp geçti.
“Canı pahasına kızı kurtarıp Sarp amcaya verdi,” dedi Buğra yeniden zihninin içerisinde.
Halide olayı kafasında toparlamaya çalıştı. Sarp, Oktay’ın kızını öldürmüştü. Yıllardır bilinen buydu. Herkes bu aile meselesine karıştığı için Sarp’ı ayıplamıştı. Ancak bir kez bile kızı kurtardığını söylememişti ama şimdi öğreniyordu ki Baran aracılığıyla kızı kurtarmıştı.
Peki neden?
O kızı kurtarmak ve bunu gizlemekten Sarp’ın çıkarı neydi?
Çıkar yerine herkes onu olaya dâhil olduğu için kınamıştı. Görünürde hikâye böyleydi. Peki altında yatan neydi?
Daha da önemlisi Cesur neden bunu kurcalıyordu?
Saçlarında gezinen elleri birkaç kökü kavrayıp asıldı. Saç diplerinden başına doğru yayılan sızı beynini çalışmaya itti. Düşündü. Düşündü. Düşündü ve sonra ortada duranı gördü.
Cesur’un Deniz’i vardı.
Bir zamanlar Oktay’ın da Deniz adında kızı vardı ve onu Sarp öldürmüştü.
Hayır.
Onu Sarp öldürmemişti.
Yoksa onu... kurtarmış mıydı?
×××
Sırtımda, çıplak tenimin üzerinde hissettiğim hafif dokunuşla göz kapaklarımı araladım. Yatakta yüzüstü yatıyordum ve uykunun en tatlı yerinde uyandırıldığım hâlde kötü hissetmekten uzaktım. Belimin tam üzerine konan sıcak dudakların dokunuşuyla sırtım yay gibi gerilirken belli belirsiz mırıltılar çıkartım.
“Cesur...”
Cevap vermek yerine omurgamı takip ederek az öncekinden biraz daha yukarıya yeni bir öpücük kondurdu. Ciğerlerime titrek bir soluk çekip, bıraktığımdan daha kısık tonda bulduğum ışığa gözlerimin uyum sağlamasını beklerken, “Saat kaç?” diye sorabildim. Son günlerde ona sorduğum ilk soru bu oluyordu.
Tenimde biraz daha yukarıya kaydı. “Dokuz.”
Her harfte dudaklarının yumuşak dokunuşu beni okşadı. İnlememek için çarşafa tırnaklarımı geçirirken, “Sabahın dokuzu mu?” dedim kızgın çıkmasını umduğum bir tonla.
Belli belirsiz güldü. “Akşamın dokuzu.”
Kaşlarım havalandı. “Ve sen buradasın?”
“Evet.”
“Geri dönme saatinin sabaha karşı olduğunu düşünmeye başlamıştım,” derken sesim iğneleyiciydi.
“Ben de senin ben yokken sürekli uyuduğunu düşünmeye başlamak üzereyim,” diye bana takıldı. Biraz daha yukarıya çıkıp dudaklarını bastırdı.
“Sızmışım.”
“Belli.”
Homurdandım. “Bu gece geri dönmeni bekleyeceğim diye önden biraz kestireyim dedim. Diğer türlü hep uyuyakalıyorum çünkü.”
Tıpkı dün geceki ve ondan önceki gece olduğu gibi. Nasıl oluyor anlamıyordum ama olduğum yerde içim geçiyordu. Bazen Cesur beni yatağa taşırken uyanıyordum bazense hiçbir şeyin farkında bile olmuyordum.
Cesur yorumda bulunmadı. Bunun yerine belime sıyrılmış olduğunu yeni fark ettiğim elbisemi iyice aşağıya çekip kalçalarımdan indirdi. İç çamaşırımın da elbisemle kaydığını hissetmek kan akışının doğrudan bacaklarımın arasına hücum etmesine neden olurken, “Peki...” dedim nefes nefese bir şekilde. Bu hâldeyken kelimeleri toparlayıp da bir şeyler söylemek epey zordu. “Bugün nerelerdeydin?” diye öylesine sordum. Elbette cevap beklemiyordum, çünkü hiç açıklama zahmetine girmiyordu.
Elbise ve iç çamaşırım bacaklarımdan sıyrılıp gitti.
“Sağda solda.”
İnlememek için kendimi kasınca boğazımdan boğuk bir ses yükseldi. “Son günlerde böyle olman artık sinirlerimi bozuyor.”
Burnunu sırtımın tam ortasına bastırıp konuştu. “Nasıl olmam?”
“Kapalı,” derken istemsizce yay gibi gerilip kafamı geriye attım. Saatlerce koşmuş gibi nefes alıp vermeye başlamıştım. “Sırlarla dolu gibisin.”
Güldüğünü tenimde hissettim. “Artık beni anlıyorsundur.”
“Bu hâlin... bir çeşit misilleme mi yani?”
Elini sırtım boyunca kaydırıp kalçama indirdi ve uyarır gibi hafifçe sıktı. “On beş yaşını geçeli çok oldu, Deniz.”
Ona direnecek ya da durduracak gücüm yoktu. Konuşmak, sorular sormak, irdelemek istiyordum ama benim aksime o bunlardan kaçıyordu. Kaçması yetmiyormuş gibi beni de etkisiz hâle getirmek adına elinden geleni yapıyordu. Ne diyebilirdim ki, bu konuda başarılıydı.
Parfümünün ferah ve baştan çıkarıcı kokusu doğrudan beynimi ele geçirirken, “Neden benden bir şeyler saklamaya başlamışsın gibi hissediyorum?” dedim neredeyse inler gibi çıkan bir sesle.
Yüzünü sırtımdan kaldırdı. Doğrudan bana baktığını biliyordum ama yüzüm yatağa dayanmış olduğu için onu göremiyordum.
“Bunu benden sen istedin.”
“Evet ama yine de bundan nefret ediyorum.”
Saçlarımı ensemden çekip sol omzumun üzerinde toplayarak usulca okşadı. “Bazen her şeyi bilmemek daha iyi olandır.”
Çünkü bazen gerçekler kaldırılamayacak kadar ağırdır.
Açıklaması işte buydu. Sertçe yutkunmaktan kendimi alamadım. Gerilmemek imkânsızdı. Ona benimle ilgili olan her şeyi vermiştim ve şimdi çıplak hissediyordum. Sanki herkes beni görebiliyordu. Berbat bir histi ve bundan nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. Neredeyse her uykumda gördüğüm saçma sapan kâbuslar da bana hiç yardımcı olmuyordu. Anneannem sanırım kabuslar aracılığıyla beni sopalayıp duruyordu.
Cesur beni tutup kolayca sırtüstü çevirdiğinde aklımdakiler birden dağıldı. Koyu kahve harelerinin çıplak vücudumda gezintiye çıktığını görmek sertçe yutkunmama neden oldu. Bunu duydu. Çehresine yırtıcı bir ifade konarken, “Seni özledim, Deniz,” dedi kısık sesle.
Yeniden yutkundum. “Öyleyse neden hâlâ giyiniksin?” Uzanıp gömleğinin yakasını çekiştirdim. “Benim üzerimde hiçbir şey bırakmadın. Eşitlik istiyorum.”
Ufak bir kahkaha attığında efsunlanmış gibi onu izlerken birden içimde bir sevgi seli patladı. Onu tüm gücümle geriye doğru itip hızla kucağına çıktım. Sırtını yatak başlığına yaslayıp iri ellerini belimin iki yanına yerleştirirken artık gülmüyordu. Yutkunduğunu işitmek içimdeki ateşi harlarken ellerimi göğsünde gezdirmeye başladım. Her geçen saniye daha çok sertleştiğini en mahrem noktamda hissediyordum. Onu biraz daha kışkırtmak istercesine üzerinde hareket ettiğimde belimdeki ellerinin tutuşu sıkılaştı. Beni yönlendirip kendisine bastırdı.
“Eşitliği al,” dedi acı çekiyormuş gibi çıkan bir tonla. “Çıkart üzerimdekileri, fırtına.”
Heyecandan titreyen parmaklarım gömleğinin düğmelerini buldu. Çabucak açıp onu da benim gibi çıplak kılmak istiyordum ama kendimi tuttum. Ağır ağır düğmeleri çözerken ona sürtünmeyi ihmal etmiyordum. Kafasını yatak başlığına vurup dişlerini sıktı. Elleri kalçalarımı bulup kanımı kaynatacak şekilde ezerken dayanamayıp hızlandım ve tüm düğmeleri açtıktan sonra günlerce aç kalmışım ve o da en leziz yemekmiş gibi tenine saldırdım. Dudaklarım boynunda gezindi, dişlerimi sürttüm ve dilimle ona dokundum.
Küfretti. Daha fazla sabrı kalmamış gibi beni tutup geri çektiği gibi dudaklarımı esir aldı. Ellerinden biri ensemi buldu, saçlarımı kavrayarak başımı geriye yatırdığında bu kez o boynuma yöneldi. Islak öpüşlerinin kulaklarıma gelen sesleri baştan çıkarıcıydı. Yeniden ona sürtündüm. Boğazının derinliklerinden bir homurtu yükseldi ve dudakları açıkla göğsüme kapandığında içimde havai fişeklerin patlamaya başladığını hissettim. Dişlerimi alt dudağıma geçirip gözlerimi yumdum. Bir şeye tutunmazsam tepetaklak olacakmışım gibi hissettiğim için ellerim saçlarını buldu ve içgüdüsel olarak kafasını daha çok kendime doğru çekiştirdim.
Cesur göğüslerimle epey detaylara inerek ilgilenirken tek yapabildiğim inlemekti. Kanım sanki sıvı ateşe dönmüştü, geçtiği her yeri yakıyordu ve daha fazlasını istiyordum. Daha fazlasını almak için adeta gözüm dönmüş gibiydi.
“Bana sahip ol,” dedim yakarırcasına. Harekete geçmesini isteyerek saçlarına asıldım. “Lütfen... Cesur. İçimde olmana ihtiyacım var.”
Onu tetiklemişim gibi beni birden yatağa ittiğinde sırtım yeniden çarşafla buluştu. Aramıza ufacık bir mesafenin bile girmesine izin vermeden üzerime çıkıp yeniden dudaklarımla buluştu. Ellerinden birini ağırlığını tamamen bana vermemek için yatağa bastırırken diğerini bedenlerimizin arasında kaydırıp kemerini buldu. Sabırsızlıkla kıvrandım. Bacaklarımı olabildiğince iki yana açarak benimle buluşmasını beklerken birden odanın içerisinde bir telefonun sesi yankılanmaya başladı.
Cesur durdu. Dudaklarımızı ayırdığında, “Hayır!” diye hırladım. Gömleğinin iki yana ayrılmış duran yakalarını tutup onu kendime çekmeye çalıştım ama beni kolayca etkisiz hâle getirip sert bir bakış attı.
“Önemli olabilir, Deniz.”
“Umurumda değil!”
Dudaklarıma çok kısa bir öpücük bırakıp geri çekildi. “Sadece bakacağım,” diyerek komodinin üzerinde duran telefona uzandığında onu cevaplamadan geri bırakmayacağını ikimiz de biliyorduk. Çarşafı avuçlarımın arasında toplayıp ezerken yüzünün sertleşmesini ve kaşlarının çatılmasını izledim. Sonra telefonu açtı.
“Ne oldu?” dedi biraz ters bir tavırla. Sanırım bölünmüş olmaktan en az benim kadar rahatsızdı. Sonra durup dinledi. Dişlerini sıktı. Gözlerindeki arzulu bakış dağılıp yerini karanlık bir ifade aldı. Boynu gerildi. Yanağında bir kas atmaya başladı.
“Kabul ettiğimi söyle,” dedi emredercesine. “Bizimkileri büroda topla, Tuna. Hemen.”
Telefon kapandıktan sonra Cesur gömleğinin düğmelerini hızlı hızlı iliklemeye başladı. Çarşafa tırnaklarımı geçirirken, “Gidiyor musun?” dedim hayal kırıklığıyla. Ne oluyordu? Ne oluyordu da beni bu şekilde bırakabiliyordu?
“Böyle yapma,” diyerek yeniden üzerime eğildi. Artık tamamen giyinmişti, üstü başı düzgündü. Beni öpmek istediğinde yüzümü çevirdim. Arzu yumağının ortasından birden dışarıya çekilmekten dolayı gözlerimden ateş çıkacak kadar sinirliydim. Kahrolası tenim hâlâ onun için yanıyordu. İçimde hâlâ gururunu elinde tutabilen o parça olmasaydı onu kalması için ikna edebilmek adına her şeyi yapardım.
“Deniz,” dedi o da sinirle. Çenemi yakalayıp yüzümü yüzüne doğru çevirdiğinde onun da arzudan yanan ve engellendiği için köpüren bakışlarını gördüm. Benden hiçbir farkı yoktu.
“Bu gece dövüşe çıkacağım,” dedi birden. Şaşırdım, çünkü programda onun yer almadığını biliyordum. “Son dakika bir davet geldi,” diye ekleme gereği duydu. “Kabul ettim.”
Hırsla gözlerim kısıldı. “Beni yatağında çıplak ve yarım bırakmana umarım değer.”
Ağzının içerisinde küfür savurdu. Gerilen boynundaki belirginleşen damarları seçebiliyordum. “Kardeşlerime seninle ilgili olan şeyleri anlatacağım. Bilmek zorundalar,” diye haber verdi.
“Ne istersen onu yap,” dedim sıkılı dişlerimin arasından. Şu anda en son umursayacağım şeydi.
“Deniz!”
“Git artık-” demiştim ki dişlerimiz birbirine çarpacak kadar şiddetli bir şekilde beni öptü. Geri çekildiğinde ardından sızlayacaklarından emin olacak şekilde dudaklarımı talan etti. Ona karşı koymak için omuzlarından itemeye çalışsam da bileklerimi yakalayıp yatağa bastırdı. Kahrolası adamdan beden gücümle kurtulmama imkân bile yoktu.
Cesur soluk soluğa kalmış şekilde benden ayrıldığında ilk yaptığı bana verdiği vahşi öpücükten kalanları dudaklarının üzerinden süpürmek istercesine dilini teninde gezdirmek oldu. Onu izlerken kendimi tutamayıp altında kıvrandım. Bana tehlikeli bir gülümsemeyle baktı.
“Gece bittiğinde bu yatağın hatta bu odanın her köşesinde sana sahip olacağım,” dedi yemin edercesine. “Defalarca ve defalarca, fırtına.”
Sonra ağırlığı üzerimden gitti ve çok geçmeden de odanın kapanan kapısını duydum.
Sinirle yatağı tekmeleyip çığlık attım. Sağa sola dönerek tepindim, yatağı yumrukladım. Hâlâ yanıyordum. Küfürler savurarak doğruldum. Şu anda gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. Kendimi tanıyamayacak hâldeydim. Bir şeyleri kırmak, parçalamak ve dağıtmak istiyordum. Rahatlayamamış olmanın bana bıraktığı o yakıcı hisle baş etmek çok zordu.
Doğruca duşa girip musluğu soğuğa çevirdim. Titreye titreye soğuk suyun altında durarak sakinleşmeye çalıştım. Tenim buza dönse bile kaburgalarımın arasındaki ateş hâlâ harlıydı. Ondan nasıl kurtulacağımı bile bilmiyordum. Bekleyecek olmanın düşüncesi beni delirtecek cinstendi.
Dişlerim takırdayacak kadar suyun altında kaldım. Çıktığımda her şey bir nebze daha katlanılırdı. Saçlarımı kurutup düzelttim ve moralimin bozukluğunu saklamak istercesine biraz da makyaj yaptım. Ardından odaya dönüp dağıttığımız yatağa hiç bakmadan doğruca dolaba yönelerek giymek için bir şeyler aradım. Kırmızı ve tonlarındaki elbiseler sıra sıra diziliydi. Onları eledim. Kenarda duran bebek pembesi saten elbise gözüme çarptı. Kumaşı yumuşacıktı. Oyalana oyalana onu giydim. İnce askıları taşlardan oluşuyordu. Göğüs kısmımı ve kalçalarımı kalıp gibi sararken yere kadar uzanan eteğinde derin bir yırtmacı vardı. Yürüdüğüm zaman sağ bacağımı komple sergileyecekti.
Eva dolabımı dizerken tüm detayları düşündüğü için elbiseye uygun taşlarla süslenmiş bir çift topuklu ayakkabı bulmam çok zor olmadı. Nihâyet hazırlığım bittiğinde neredeyse iki saati odanın içerisinde dolanarak geçirdiğimi fark ettim. Buna rağmen hâlâ tamamen sakinleşebilmiş değildim. Keyfim yoktu. Uyuyabileceğimi bilsem tüm hazırlığı umursamadan dönüp yatardım ama uyku namına hiçbir şey taşımıyordum. Bu yüzden gidip biraz hava alacaktım. Belki biraz yürür, sahile inerdim. Bunu düşünerek yanıma paltomu da alarak odadan çıktım. Büronun önünden normalden daha hızlı geçtim. Hâlâ içeride miydiler bilmiyordum ama hakkımda neler konuştukları gerçekten umurumda değildi. Ayrıca kim olduğumu öğrendiklerinde acınası ya da ilginç bir varlıkmışım gibi bana odaklanmalarını istemiyordum.
Tablolu kapıdan çıkıp doğruca kulüp kısmına geçtim. Bu gece müzik daha düşük tondaydı. Mikrofonu elinde tutan coşturucu ses insanları hareketlendirmek için elinden geleni yapıyordu. Kalabalık grubun tek odak noktası orta alana kurulmuş olan ringdeki kapışmaydı. Terli bedenlerin birbiriyle kıyasıya mücadelesini göz ucuyla izleyerek asansörlere doğru yürüdüm. Aslında arka kısımdan da yukarıya çıkan merdivenler vardı ama asansörleri kullanmak benim için bir çeşit alışkanlık gibiydi. Ayrıca Cesur’un ve diğerlerinin alanda olup olmadığını kontrol etme niyetim de vardı. Hiçbiri ortalıkta görünmüyordu.
Asansörle aşağıya inenlerin kabini boşaltmasını sabırla beklerken belirsiz bir noktaya bakıyor olsam da beni gördükleri anda hakkımda konuşmaya başladıklarını duydum. Laflar arasında en belirginleri: Cesur, aradığı kadına benzerliğim ve yaklaşan evliliğimiz şeklindeydi. Sanırım hâlâ çoğu kişi tarafından tekmeyi yemem bekleniyordu. Hâlâ Cesur’un aradığı kadın olmadığımı, sadece ona benzediğimi düşünenlerin olması garipti. Bunu aşalı epey olduğunu sanıyordum.
Üst kata çıkıp girişteki gösterişli heykelin etrafından dolandım. Lobideki görevlilerin ve etrafta dolanan adamların gözleri doğruca üzerime döndü. Sanki öncelerine göre sayıları artmıştı. Bir şey söyleyecek gibi oldular ama hiçbirinden ses çıkmadığında durumun tuhaflığını göz ardı ederek açık duran ve tam bir kargaşanın yaşandığı dış kapıya doğru yürüdüm. Geceyi izlemeye gelenler epey kalabalık şekilde kapının önünde sıradaydı. Özel kartları kontrol edilerek içeriye alınıyorlardı.
Kimseye çarpmamaya dikkat ederek dışarıya çıktığımda tam karşımda duran Tuna’yı gördüm. Yanındaki adamla bir şeyler konuşurken sigarasını tüttürüyordu. Beni fark etmesi pek uzun süremediğinde hızla kaşları çatıldı. Bir tehlike ararcasına önce etrafı kontrol etti. Ardından da beni kolumdan tutarak kalabalıktan ayırdı.
“Neden dışarıdasın Deniz?”
Ben de kaşlarımı çattım. Böyle bir tavırla şimdiye kadar karşılaşmamanın ağırlığı omuzlarımdaydı. “Ne oluyor? Hava almaya çıkmıştım.”
“Bu akşam olmaz. Aşağıya in, rica ediyorum.”
Duruşum dikleşti. Onunla savaşmaya hazır gibi gerildim. “Ne demek bu akşam olmaz?”
“Abim dövüşe çıkacakken seni öylece bırakamam. Düşman çok,” dediğinde bana imalı bir bakış attı. O an, onun hakkımdaki her şeyi bildiğini anladım.
“Öyleyse sen de benimle gel olsun bitsin. Hava almaya ihtiyacım var.”
“Gelemem, ben de aşağıda olacağım.”
Kollarımı göğsümün üzerinde bağladım. “Başkalarını görevlendir o zaman.”
“Deniz,” dedi hayretle. “Sinirli misin sen?”
“Hayır, değilim.”
“Sanki birazcık, mini minnacık öylesin.”
“Değilim!”
“Tamam, değilsin,” derken teslim oluyormuş gibi ellerini kaldırdı. “Sadece gözlerinden ateş çıkıyor ve beni sopalamak ister gibi bakıyorsun. Tamam tamam, normal bunlar.”
Sinirlerim bozulmuş gibi gülmekten kendimi alamadım. “Şimdi anladın mı neden hava almaya ihtiyacım olduğunu?”
“Anladım, anladım. Yalnız aynı havadan abimin de alması lazım. Bu akşam heyheyleri tepesinde niyeyse. Dövüşten sonra siz birlikte alırsınız havanızı, tamam mı? Şu an hiç uygun bir an değil. Güvenliğin için kulüpten ayrılma.”
Sıcaklık boynumdan yüzüme doğru yayılmaya başladı. Tuna’nın bunu irdelemesine izin verirsem az çok havadaki gerilimin kaynağını anlayacağını bildiğim için, “Öyle olsun,” diye homurdandım. Dönüp gitmeye hazırlandığım sırada çevredeki tüm bakışları üzerine toplayan Purosangue parlak kan kırmızı rengiyle, diğer araçları gölgede bırakan bir gösterişle kaldırıma yanaşıyordu. İlgili bakışlar, kadınların hayran iç çekmeleri ve ansızın artan uğultuları takip ederken Tuna arkamda uyarırcasına konuştu.
“Aşağıya, Deniz. Hadi.”
Tehlike.
Tehlikeyi iliklerime kadar hissettim. Gözlerimi kan kırmızı araçtan güçlükle kopartarak hızla kulübe girdim. İçerisindekini görememiş olsam da etrafa yaydığı hava benim için yeterliydi. Belli ki bu gece aramızda belalı bir tip olacaktı ve onun Cesur’la dövüşe çıkacağından nedense emindim.
Endişe içime tırnaklarını geçirmeye başladı. Geldiğim yolu geri dönüp kendimi bar bankosunun önündeki boş koltuklardan birine attım. Paltomu da koltuğun arka kısmına asmıştım. Somurtkan ifadem Nedim’in dikkatini çekmiş olacak ki kaşlarını çatarak bana doğru yaklaştı.
“Bir sorun yok ya?”
Elimi sorun yokmuş gibi havada savurdum. “Benim için kafa dağıtmaya yardımcı olacak bir şeyler hazırlar mısın?”
“Tabii ki, hemen geliyor.”
Shakerı kapıp işe koyulduğu sırada dönüp mekânı taradım. Cesur ve diğerleri hâlâ ortalıkta görünmüyordu. Huzursuzluğum katlanırken, “Eva’yı gördün mü?” diye sordum.
“Akın’la arkaya geçmişlerdi. Toplantı mı ne varmış. Hâlâ dönmediler.”
Yutkunarak kafamı salladım. Kafesteki dövüş bitmiş, yenisi başlamıştı. Eşleşmeler sırayla gidiyordu. Rakibini yenen üst tura çıkıyor ve iki takım içerisinde sona kalan ikili arasında final oynanıyordu. Finale üç maç daha kalmıştı, ekranlarda listelenen sıralamadan bunu anlayabiliyordum.
Önüme döndüğümde Nedim içkimi tezgâha bırakıp beğeneceğimle ilgili bir şeyler söyledi. Ona olabildiğince normal şekilde gülümsemeye çalışıp bardaktaki tüm içkiyi hızla bitirdim. Kaşları hayretle havalandı.
“Tadına bayıldığını biliyorum ama sence de biraz hızlı başlamadın mı?” derken ensesini kaşıyordu. “Çarpmasın sonra yenge. Alkol oranı düşük değildi.”
Bardağı ona doğru itip yeniden doldurmasını beklercesine baktım. İtiraz edecek gibi olsa da pes ederek yenisini hazırlamaya koyuldu. Bu sırada alkol oranları ve insan üzerindeki etkileri hakkında sıkıcı bir konuşma yapıyordu. Gözlerim üzerinde olsa da onu dinlemiyordum. Aklım doluydu.
Bu geceki dövüş teklifini veren kimdi? Şimdiye kadar dışarı çıkmakta hiç problem yaşamazken şu anda neden problem oluyordu? Cesur son günlerde neden çok uzak davranıyordu? Bazen kim olduğumu bilmenin ona ağır geldiğini bile düşünüyordum. Oktay Seymen pek sevilen biri değildi; onca yıldan sonra bunun değişmediğinden emindim. Üstelik onun Cesur’un annesine saplantılı olması da işleri tuhaflaştırıyordu. Belki de aralarında bilmediğim çok olay geçmişti.
Filiz’in şu anda aklını kaybetmiş olmasına, dahası tekerlekli sandalyeye mahkum olmasına neden olan kişi Oktay olabilir miydi?
Bu düşünce buz gibi bir hissin içime dolmasına neden oldu. Oktay’ın aşkı bile karanlıktı. Onun doğru dürüst birini sevebileceğinden emin değildim. Çünkü bir şey ya onun olurdu ya da ölü olurdu.
Nedim’in önüme bıraktığı ikinci bardağı alıp hızla yudumladım. Yine beni yavaş olmam konusunda kibarca uyardı ama sözleri kulaklarıma ulaşamadı. Gidip Cesur’la konuşmalıydım. Ona her şeyi sormaya ve öğrenmeye ilk kez cesaret edip birden oturduğum bar taburesinden indim. Nedim tezgâhı silerek hâlâ bir şeyler anlatmaya devam ederken elimdeki bardağı bırakmayarak hızla dönüp arka kısma geçmek için adım attım, ancak iri bir bedenle çarpışmam çok ani oldu. Bardağımdaki içki adamın yakası kürklü paltosunu boylu boyunca yıkadı. Dudaklarımın arasından şaşkınlık dolu bir ses kaçtı. Telaşla doldum.
“Özür dilerim. Ben... özür dilerim. İzin verin temizlenmesini sağlayayım,” diyerek çaresiz bir girişimle paltosuna uzanıyordum ki elimi kibar bir hareketle yakalayıp durdurdu.
“Sakin ol, sakin ol. Bir kazaydı,” dedi aksanlı şekilde konuşarak. Sesi kalın ve biraz da kulağa kaba geliyordu. Kafamı kaldırıp nihayet ona baktığımda birisi üzerime bir kova buzlu su fırlatmış gibi tepeden tırnağa ürperdim. O buz mavisi gözleri kâbuslarımdan fırlayarak karşıma geçmiş gibi derin ve karanlıklarla doluydu. Benimkilerden çok daha açık, çok daha can alıcı görünen mavi harelerinde oynaşan şeytanları saklama zahmetindeymiş gibi görünmüyordu. İri vücudu, soğuk duruşunu maskeleyen sırıtkan yüzü ve o içimi kuzey kutbuna çeviren masmavi gözleri yüzünden ondan bir adım uzaklaşma gereği duydum. Kesinlikle belanın vücut bulmuş hâliydi. Bunu açıkça belli ediyordu ve belli etmekten de hoşlanıyor gibiydi.
Çevredeki birkaç kadının ona işveyle bakıp iç çekmesi karşısında neredeyse şoka girecektim. Bazıları gerçekten belayı seviyordu. Adamın sağ gözünün altındaki gözyaşı dövmesini de mi fark etmemişlerdi? Ne anlama geliyordu; hapse girdiğinin mi yoksa birilerini öldürmüş olduğunun mu? Bu adam ikisinden de övünecekmiş gibi duruyordu.
Sırtlan sırıtışıyla dudaklarını kıvırıp, “Daha fazla özür yok mu?” dedi. Aksanlı konuşmasından anladığım kadarıyla kuzey ülkelerinden olmalıydı. Muhtemelen Rus’tu.
Üzerime doğru bir adım atmasıyla birlikte az önce kalktığım koltuğun arkasına geçerek aramızdaki mesafeyi sabit tutmaya çalıştım. Boğazımı temizleyip “Üzgünüm istemeden oldu. Paltonuzu temizletebilirim-” diye başlamıştım ki gülerek kafasını iki yana sallayıp beni durdurdu. Ardından paltoyu geniş omuzlarından sıyırdı. Sık örgülü triko kazağı ikinci bir deri gibi vücudunu sarıyordu. En az Cesur kadar vücuduna emek harcamış ve en az onun kadar uzundu. Aralarındaki bariz fark Cesur’un iri cüssesinin beni asla bu kadar rahatsız etmemiş olmasıydı.
“Bak, artık palto yok, sorun yok,” diyerek göz kırptı. “Ama bana bir içki ısmarlarsan buna yok demem.”
“Tabii,” dedim boşalan yandaki koltuğu ona sunarken. Adamın üzerine boşalttığım içki bardağını tezgâha bırakıp Nedim’e döndüm. Orada öylece durmuş bize bakıyordu. Daha doğrusu yabancı adama odaklıydı. Dikkatini üzerime çekmek istercesine boğazımı temizledim.
“Misafirimiz için bir şeyler hazırlar mısın?”
Nedim adama bakıp, “Votka?” diye sordu. Bunun üzerine adam sırıttı.
“Da.”
Nedim’in işe koyulmasının ardından kalktığım bar taburesine usulca geri otururken, “Buradakileri tanıyor musun?” diye sormaktan kendimi alamadım.
“Herkesi değil. Seni hâlâ tanımıyorum. Bana adını verecek misin yoksa bunu öğrenmek için biraz daha çabalamam mı gerekiyor?” Çapkın bir gülüşle dişlerini sergiledi.
“Çabalamaktan hoşlanacak birine benzemiyorsun.”
Kafasını omzuna doğru yatırıp bana baktı. “Ah, emin ol hoşuma gider. Öyle ya da böyle istediğimi alırım.”
Kendini beğenmişliği karşısında gülecek gibi oldum. “Adım Deniz,” dedim sonra uzatmadan. Onu eğlendirmeye hiç niyetim yoktu.
Beni tepeden tırnağa gözden geçirmeyi ihmal etmedi. “Sergei.”
Adını daha önce hiç duymamıştım. Yabancı misafirler ve bahisçiler sık sık oluyordu, ancak bu adam yeniydi ve bu gece dövüş gecesiydi. İçeriye girebilmek için karta sahip olması gerekiyordu. Eğer o karta sahipse ya yeraltındandı ya da ensesi epey kalın olanlardandı. Giyiminden akan lüks yüzünden ikinci seçeneği düşünebilirdim ama iç sesim ilk seçeneğe daha yakın duruyordu.
“Burada mı çalışıyorsun?” diye sorduğunda hafifçe dudağımın kenarını kıvırdım.
“Hayır, burada çalışmıyorum.”
İlgisi biraz daha arttı. İçkiler önümüze bırakılırken elini çenesinde gezdiriyordu. “Benim gibi bir misafir. Bu gece kimin için paranı harcadın?”
Arkadaki maç finalden önceki son turdu. Ekranlara kısaca göz attığımda Delikanlı’nın finalde olduğunu gördüm. Şu anda ringde olan ikiliden birini son maçta ağırlayacak olan isimdi.
Gözlerim dönen maça odaklıyken, “Sadece izlemeyi tercih ediyorum,” diye belirttim.
Rusça bir şeyler söyledi. Ardından da serseri bir gülüşle kafasını ağır ağır iki yana salladı. “Doğru düelloyu görmedikçe cüzdanını açmayan bir kadın,” dedi hem biraz şaşırmış hem de hayran kalmış şekilde.
Parmaklarımı içki kadehime sararken bu kez kibirli görünme sırası bendeydi. “Kadınlar genellikle cüzdanlarını açmaya bayılırlar. Emin ol ben de bayılırım. Dövüşlerden gelen paraları koymak için.” Ve göz kırptım.
Sergei yüzüme bir an öylece baktıktan sonra birden kahkaha attı. Sıcak bir gülüşe, çekici bir yüze sahipti. Ancak onda yanlış olan bir şeyler vardı. Buz mavisi gözlerine asla ulaşamayan tavırlar sergiliyordu. Gözleri derin bir çukur gibi ruhsuzdu. Yüzüyse capcanlıydı.
Kendi dilinde küfür olduğunu düşündüğüm bir şeyler söylese de eğleniyor gibiydi. “Bana burada çalışmadığını söylemiştin. Seni küçük yalancı tavşan.”
Omuz silkip, “Burada çalışmıyorum,” diye tekrarladım. “Buranın sahibiyim.”
Sırtlan sırıtışı yeniden çehresine kondu. Buz mavisi gözlerinde hâlâ bir kıpırdanma yoktu. Buna rağmen söylediğim şey onu heyecanlandırmış gibi, “Sen o kayıp prensessin,” dedi hazine bulmuşçasına coşkuyla.
Prenses olarak anmasına karşılık yüzümü buruşturmak istesem de istemsizce güldüm. “Evet ve artık kayıp değilim.”
“Bunu görüyorum,” derken biraz rahatsız edici ifadesiyle beni yeniden tepeden tırnağa süzdü. “Kanlı canlı buradasın. İnanılmaz! O sikik herifin kafayı yediğine emindim. Artık onu sinirlendirmek için kendime başka şeyler bulmam gerekiyor. Bu biraz canımı sıktı.”
Bu adam kesinlikle sorunluydu ama eğlenceliydi de. “Yerinde olsam yapmazdım. Sonra üzülmeni istemem.”
“Ben üzülmem prenses,” dedi aynı eğlenen tavrıyla ama altında yatan sinsilik kendisini belli ediyordu.
“Öyle diyorsan.”
“Seninle konuştuğum için taşxklarım tehlikeye girecek mi?”
Gözlerim irileşirken, “Sergei,” dedim hafif şokla. Ardından ufak bir kahkaha dudaklarımdan döküldü. Ciddi ciddi soruyordu ancak korku namına hiçbir şey taşımıyordu.
“Gerçekten bunu sordun mu?”
“Kesinlikle. Taşxklarım benim için önemlidir. Bilirsin, onlar olmadan-”
“Tamam, lütfen devamını getirme,” diyerek onu durdurduğumda ikimiz de gülüyorduk. Adamın gerçekten garip bir havası vardı. Hem ondan ürküyordum hem aklımı kurcalıyordu hem de bunlara rağmen sanki uzun zamandır tanışıyormuşuz gibi beni eğlendirmeyi başarıyordu.
“Ayrıca hayır, tehlikeye girmeyecektir.” Hafifçe yüzümü buruşturup gülümsedim. Tam da bu sırada arka kısma açılan alanda Cesur’u görünce gülüşüm kademe kademe soldu. Yüzündeki tekinsiz ifadeyle ve bir yanında Akın, diğer yanında duran Özgür’le göze olduğundan daha korkutucu görünüyordu. Bana doğru yürümeye başladığını görünce güçlükle yutkunup, “Umarım,” diye ekleme gereği duydum. Çünkü belki de adamın kıymetli organı çoktan tehlikeye girmişti.
“İçim rahatladı. Kesinlikle güzel bir gece geçireceğim şimdiden ortada.”
Sergei’den uzaklaşmalı mıydım? Çünkü sanki tam da şu an uzaklaşmam gerekiyor gibiydi. Yine de Cesur soğuk, ürpertici bakışlarını benden koparmadan yanımıza yaklaşırken hareket bile edemeden öylece durdum. Tüm sezilerim alarmdaydı.
“Rahatla,” dedi Sergei tavrını bozmadan. “Sorun yok. Eski dostunu karşılamaya geliyor.” Göz kırptı. “Taşxklarım güvende kalacak.”
Cesur onun arkasında kalıyordu ve Sergei o tarafa dönüp bakmadığı hâlde Cesur’un geldiğini anlamıştı. Belki de ansızın değişen tepkimden anlamıştı ama yine de bu çok garip ve ürkütücüydü.
Cesur kalabalığı yara yara yürürken ve etraftaki bize odaklı tuhaf bakışların ancak farkına varabilirken, “Umarım düşman değilsindir,” dedim temkinli şekilde. Yavaşça bar taburesinden kayıp ayaklarımın üzerinde durdum. Omuzlarım gergindi. Bunu en başından düşünmem gerekiyordu.
“Bu, eğer düşman olsaydım benimle içmeyeceğin anlamına mı geliyor?”
Usulca kafamı salladım. “Doğru olmazdı.”
“Öyleyse bu kadar çok gülümsemeden önce düşmanlarının kimler olduğunu öğrenmeni tavsiye ederim, prenses.”
Nefesim kesildi. Cesur artık yanımdaydı. Akın ve Özgür de arkama geçmişti. Birden etrafımızdaki insanların bizden uzaklaştığını hissettim. Fısıltılar arttı, birçok göz artık ringde değildi.
Sergei bardaktaki tüm içkiyi kafasına diktikten sonra bedenini Cesur’a doğru çevirip sırıttı. Hâlâ oturduğu hâlde Cesur’a tepeden bir bakış atıp, “Sevgilin bu gece bahsi bana yatıracağını söyledi, Aslan.” diyerek onu kışkırtmaktan kaçınmadı. Gözlerim dehşetle irileşirken yalan söylediğini haykırmak için amansız bir istek duydum ama Cesur benden önce davrandı.
“Onun safı değişmez, Sergei.”
“Hadi ama bence ikna olmak üzereydi, öyle değil mi prenses?” deyip bana şeytani bir sırıtış sundu. Ardından buz bakışları yeniden Cesur’u odaklandı. “Onu hep böyle herkesin ulaşacağı şekilde mi tutuyorsun? Buna şaşırdım doğrusu. İçeriye adım attığım ilk anda beni kayıp kızın karşılamış olması... pek senlik değil.”
Beni başından beri tanıyordu.
Cesur, “Burası benim evim,” dedi sadece. Net ve kısa cevabı her şeyi ortaya seriyordu. Burada bana zarar gelmezdi. Burada güvendeydim.
Sergei anladığını belli edercesine kısaca kafasını salladı. Eğlenen ifadesi artık biraz sinir bozucuydu. “İnsan en çok evini kollamalı. Anahtarı başkası kaparsa-”
“Denerse,” diye düzeltti Cesur. Ses tonu kan dondurucuydu. “Artık ölü biri olur.”
Sergei genişçe sırıttı. Aralarındaki güç yarışından haz alıyor gibiydi. “İşte seni bu tavrından dolayı seviyorum adamım. Dümdüzsün. Lafı asla dolandırmıyorsun. En sevdiğim.”
Mikrofon yeniden sahibinin eline geçti ve o tanıdık ses mekânda yankılanmaya başladı. “Evet millet artık son tura geçmek üzereyiz. Bu gecenin sadece bir kazananı olacak ama gecenin bu maçla bitmeyeceğini duyurmaktan zevk alırım. Final maçından sonra özel bir maç daha düzenlenecek. Kimler arasında olacağını merak ediyor musunuz?” Bir bağırış koptu. “Yeterince net duyamadım millet. Sesinize ne oldu sizin? Sürpriz dövüşü kimse gerçekten merak etmiyor mu?” Mekân adeta inledi. Çıkan gürültü yüzünden istemsizce yüzümü buruşturdum.
“İşte böyle, heyecanınızı benimle paylaşın. Rakiplerin kimler olacağını bilmek ister misiniz?”
Bağırışlar yine yükseldi, ancak bu kez insanların aynı ismi seslendiği netçe anlaşılıyordu.
“Aslan! Aslan! Aslan!”
Mikrofonu tutan adamı göremesem bile sırıttığına emindim. “Kim dediniz? Duyamadım. Hey, DJ, müziği biraz kıs bakalım.” Müzik tamamen kısıldı. “Rakiplerden birisi...”
“ASLAN! ASLAN! ASLAN!”
Belki de dakikalar boyunca aynı isim tekrarlandı. Müziğin olmayışı sayesinde çıplak seslerle hep bir ağızdan anılan isim Cesur’un baskınlığını gösterircesine güçlüydü.
“Evet millet doğru bildiniz. Bize her perşembe bu eğlenceli organizasyonu sağlayan, şehrimizin gözde kulübünün sahibi Cesur Çağlayan, namı diğer Aslan birazdan kafese girecek. Telleri yamultmasını kimler özledi?”
Tezahüratlar çığırından çıkarcasına büyüdü. Müzik yeniden başladı, içkiler tokuşturuldu, ıslıklar çalındı.
“Peki rakibinin kim olacağını merak ediyor musunuz? Bu gece Aslan’ın karşına çıkacak olan kimdir dersiniz? Ona meydan okuyan, ringe çağıran bu gözü kara adam kim olabilir? Hiç tahmin yok mu? Öyleyse size biraz kopya vereceğim. Hazır mısınız? Kendisi Moskova sokaklarında nam salmış bir isim.”
Kadının biri, “Bir Rus mu?” diye çığlık attığında bunu herkes duydu. Sergei’nin sırıtışı büyüdü.
Mikrofondan bir gülüş sesi yükseldi. “Doğrusu yarı Rus. Tanıdık geldi mi millet? Yoksa biraz daha mı kopya lazım? Kendisi daha önce de buraya çıkıp Aslan’la kapışmıştı. O maçı hatırlayan var mı?”
Kalabalıktan birisi, “Demon?” diye tereddütle bağırdı. Sonra sesler güçlenmeye başladı. “Demon! Demon!”
Gözlerim yavaşça Sergei’nin üzerine kaydı. Gürültüyle yutkundum. Kendisi için seçtiği lakabın anlamları şeytan, iblisti. Kim, neden böyle anılmayı isterdi ki?
“Doğru bildiniz! Diğer tarafta Rusya’da adından epey söz ettiren, buranın köklü ailelerinden gelen Sergei Seymen, namı diğer Demon olacak! Çağlayan – Seymen kapışması izlemeyeli uzun zaman olmuştu. Bahislerinizi şimdiden yatırmaya başlayabilirsiniz. İyi düşünün, doğru ismi seçin ve kazanın!”
Adam konuşmaya devam etti, ancak ben gerisini duyamıyordum. Kulaklarım uğulduyordu. Olduğum yerde yalpalandığımda Özgür elini sırtımdan omzuma sararak beni sabitledi. Cesur’un bakışları yüzümdeydi. Sadece bana bakıyor, tüm hareketlerimi inceliyordu.
Sergei Seymen denmişti.
Sergei Seymen.
Seymen.
Ten rengimin git gide kaçtığından emindim. Dehşetin sindiği gözlerim karşımdaki adama geri döndü. “Sergei... Sergei S-seymen?” dedim sesimin titremesine engel olamayarak.
Bana bakıp önemsiz bir detaymış gibi hafifçe omuz silkti. Gözlerindeki bakış tepkimi sorgular cinstendi ama dudaklarındaki kıvrım yerini korumaya devam ediyordu.
“Evet, prenses. Seymenleri tanıyor musun?”
Boğazım tıkandı.
Seymenleri tanıyor muydum? Bu ne komik soruydu?
Ben de bir Seymen’dim.
Sergei onu cevapsız bırakmam ilgisini çekmiş gibi kafasını yine hafifçe omzuna doğru eğdi. “Belli ki tanıyorsun.”
Bu adamın benim ailemle bir bağı olabilir miydi yoksa bu sadece dünya küçüktür adlı kalıbı doğrularcasına önüme düşen bir tesadüf müydü? Özgür’ün koruyucu tavrı, Cesur’un dikkatli bakışları ve Akın’ın sanırım benim ayakta kalacağımdan şüpheye düşerek Sergei’yi kovarcasına, “Kıçını kaldırma vakti,” diye homurdanmasından anladığım bunun basit bir tesadüften fazlası olduğuydu.
Sergei oturduğu bar taburesinden kalkıp Cesur’un tam karşısına dikildiğinde boylarının aynı olduğunu fark ettim. İkisi de birbirine açıkça meydan okurcasına bakışlar atarken Cesur ciddi ve sertti. Sergei ise eğleniyor, gülüyor ve şeytanların dans ettiği bakışlarından geçenleri mükemmel şekilde maskeliyordu.
“Beni seç prenses,” dedi bana laf atmaktan geri durmayarak. Yutkunamadım. “Beni seçersen yüzüne çok vurmam. Düğün fotoğraflarınızda yaralı bereli olmasını istemezsin diye düşünüyorum.”
Bir yabancı gibi gelmişti ama her şeyden haberi vardı.
Bedenime yayılan titreme kademe kademe şiddetlenirken Sergei’yi daha dikkatli inceledim. O buz mavisi gözleri edindiğim bilgiden sonra artık bana tanıdık gelmeye başlamıştı. Belki de kafamdan uyduruyordum ve hissettiğim korku yüzünden saçmalamaya başlamıştım ama buz mavisi gözlerinin bana verdiği o soğuk hissi biliyordum. O hisle daha önce, çocukluk yıllarımda çok karşılaşmıştım.
Sergei benden karşılık alamamış olmaktan hiç rahatsızmış gibi görünmedi. Cesur’la olan dik bakışma savaşına son vermeden önce, “Ben tüm inceliğimi sundum,” dedi sanki büyük bir şeyi kaybetmişim gibi. Ardından da dönüp giyinme odalarının nerede olduğunu ezbere bilirmişçesine arka kısma doğru yürümeye başladı.
Çaresiz ifademle ve her an ağlayacak suratımla Cesur’a döndüm. Uzanıp elimi tutmak istediğinde kendimi geri çektim. Özgür’ün kolunun altından da sıyrıldım. Bedenimdeki titremeyi görmezden gelip, “K-kimdi?” dedim ama kalbim korkudan patlayacak gibiydi. “Kimdi o?”
“Sakin ol-”
“Kimdi, Cesur?”
“Deniz-”
“KİMDİ?”
Dişlerini sıktı. “Gerçekten bilmek istiyor musun?”
“Söyle,” dedim elim göğsümün üzerine giderken. Kalbim sanki göğüs kafesimi yarıp dışarıya çıkacaktı. Onu yerinde tutmam gerekiyormuş gibi hissediyordum. Elimi göğsüme bastırırken, “Söyle,” diye tekrarladım. “Cesur... söyle. Biriniz söylesin! Biriniz onun kim olduğunu söylesin!”
Cesur cevap verdi. Dünya benim için durdu.
“Abindi.”
♧
Eveeeet yorumlarınızı alalımmmmm 🥺😍😍
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 65.91k Okunma |
4.22k Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |