
Bu bölüm biraz.... 🔥
Uyaralım, rahatsız olacak arkadaşlarımız "bu iş iyi yere gitmiyor" hissini fark ettiği anda o kısmı atlasın lütfen. 😅
(DÜZELTME O KISIM BURADAN SİLİNMİŞTİR)
♧
“Korkma, ben buradayım.”
“Yanındayım, boncuk. Aramızda sadece bir kapı var.”
“Çok karanlık biliyorum ama orada yalnız değilsin.”
“Hadi sayalım. Sayalım da hemen sabah olsun. Sabah olunca kurtulacaksın. Hadi başla.”
Ellerimi yanaklarıma bastırıp titreyen sesimle saymaya başladım. “B-bir, i-iki, ü-üç, d-dört, b-beş, a-altı, y-yedi...”
Cesur beni göğsüne doğru çekip sıkı sıkıya sarıldı. “Sakin ol. Sorun yok. Deniz... sakin ol.”
“O-on iki, o-on üç, o-on dört, o-on beş...”
Yatıştırmak istercesine saçlarımı okşadı. “Bana güvenmiyor musun? Sorun yok diyorum. Sakin ol.”
“Y-yirmi üç, y-yirmi dört, y-yirmi beş, y-yirmi altı...”
“Dikkat çekiyor,” dedi Akın yavaşça. Sesi sıkıntılı ve gergindi.
“O-otuz dört, o-otuz beş...”
“Deniz!” Cesur beni kendisinden uzaklaştırıp yüzümü ellerinin arasına aldı. Gözlerimiz birleşsin diye uğraş verdi. Bir zaman sonra ona baktım ama onu görmediğimin farkındaydı.
“İyisin, fırtına. Güvendesin.”
Yanaklarımdan yaşlar yuvarlanmaya başladı. “O-otuz sekiz, o-otuz... dokuz...”
“Sana kimse zarar veremez. Korkma, ben yanımdayım. Sakin ol. Nefes al. Sakin ol. Nefes al.” Dişlerini sıktı, yanağında belirginleşen kasın seğirişini izledim. “Gidip kafasına sıkacağım. Sakin ol,” dedi bana ulaşamadığı için çığırından çıkmış bir tavırla.
Birden dizlerimin bağı çözüldü. Düşmeme izin vermedi. Hatta yere yığılmak üzere olduğumu kimse fark etmedi bile. Bunu bekliyormuş gibi beni belimden yakalayıp kolayca kaldırdı ve arkamdaki bar taburesine oturttu. Yanaklarımdaki yaşları tenimi okşar gibi parmaklarını kaydırarak temizledi.
Acıyan ciğerlerime gürültülü bir soluk çekip, “E-elli, e-elli iki, e-elli üç, e-elli dört, e-elli beş, e-elli altı...” diye devam ettim. Sesim kısık, hıçkırık şeklinde çıkıyordu. Ne dediğimi kendim bile duymuyordum. Kimseyi duymuyordum.
Cesur beni yeniden koynuna doğru çekti. Çenesini başıma dayadı ve elleri usulca sırtımda gezinmeye başladı. “Kapat gözlerini,” dedi yavaşça. Tenimden bir ürperti geçti. “Birlikte sayalım. Yüzüncü yıldıza geldiğimizde karanlık gidecek.”
Sonra benim bıraktığım yerden saymaya başladı.
“Altmış, altmış bir, altmış iki, altmış üç, altmış dört, altmış beş, altmış altı, altmış yedi, altmış sekiz...”
Bir an için öylece durdum. Sustum ve sadece onu dinledim. Bana ayak uydurmaya çalışıyordu. Deliliğime ortak oluyordu. Zamanında ona anlattığım ve fazlaca saçma bulduğu yatışma yöntemimde bana yardımcı olmaya çalışıyordu.
Zamanında abimin yaptığını yapıyordu.
Dudaklarım yeniden aralandı ve ona eşlik etmeye başladım. Bu kez bine kadar değil yüze kadardı. Yüze kadar onunla saydım, kimse bize müdahale etmedi. Etrafta çok gürültü vardı ama benim için sadece ikimizdik.
“Doksan altı, doksan yedi, doksan sekiz, doksan dokuz...”
Durdu. Usulca, “Yüz,” dedim.
“Yüz,” dedi.
Derin, gerçekten derin bir soluk aldım. Sanki o ana kadar aldıklarım hava değildi de beni hayata döndüren buymuş gibi ciğerlerimin kıpırdandığını hissettim. Islak kirpiklerimi kırpıştırarak araladım. Cesur benden çok uzaklaşmayacak kadar geriye çekildi.
“Sorun yok,” dedi eli yine yanağımı bulurken. “Bana güveniyorsun, değil mi?”
Zihnim olanları ancak kavramaya başladı. Nerde ve ne hâlde olduğumuz yeni fark ediyormuşum gibi dehşetle dudaklarım aralandı. Etrafa bakınmaktan kendimi alamadım. Eğlenmeye devam eden ama odağı bizde olan gözler sık sık üzerimize dönüyordu. Final maçı bitmişti, kazanan duyuruluyordu. Eva endişeyle yanımıza doğru geliyordu. Akın ve Özgür en az Cesur kadar gergindi ve hazır bekliyorlardı. Ne için? Benim için mi? Yoksa... abim için mi?
Yeniden Cesur’a döndüğümde parmaklarımı tamamen açarak ellerimi göğsüne yerleştirdim. Çehremdeki boş ifadenin yerini birkaç duygu birden doldurdu. Bunlar hayal kırıklığı, öfke, kızgınlık ve tiksintiydi.
“Beni açığa çıkarttın,” diye onu suçlarken bedenini tüm gücümle geriye doğru ittim. Afalladı. Çok kısa sürdü ama bunu gördüm. Oturtulduğum tabureden kayarak yeniden ayaklarımın üzerine bastım.
“Beni. Açığa. Çıkarttın.”
“Deniz-”
“Seninle işim bitti,” dedim sıkılı dişlerimin arasından.
Gözleri karardı. Kolumu tutmak için uzandığında ondan kaçtım. “Bir daha sakın bana dokunma.”
“Dinle,” diye buyurdu. Uyarıcıydı. “Önce bir dinle.”
Kafamı kısaca iki yana salladım. “Dinleyecek bir şey kalmadı. Beni açığa çıkarttın,” dedim yeniden bastıra bastıra. “Seni defalarca uyarmama rağmen beni dinlemedin. Sana korkuyorum dememe rağmen onun karşıma geçmesine izin verdin. ONUNLA KONUŞMAMA İZİN VERDİN!”
Kendisini nasıl sert kasıyorsa alnındaki damar belirginleşti. Tepesinin tası atmak üzereydi ve bu hâli şu anda hiç gözümü korkutmuyordu.
Yeniden sürpriz maçın anonsu yapılmaya başlandı. İnsanlar galeyana getirildi, çığlıklar havada uçuştu. Kimse sağa sola dağılmamıştı. Yeni maçı bekliyorlardı. Evlenecek olduğum adamla... abimin maçını.
Bir pençe kalbime sivri tırnaklarını geçirdi.
“Onu dilediğin gibi dövme zevkini kaçırmamak için bu dövüşü kabul ettin,” dedim yine suçlar gibi bir tonla. Sinirden ellerim titriyordu. “Git oraya. Git ve ona istediğini yap! İstediğin gibi hırsını çıkart! İstersen öldür! Çünkü zaten niyetin başından beri buydu!”
Sonra arkamı dönüp ne yapacağımı bilemez şekilde bir tarafa doğru yürüdüm. Peşimden gelmeyeceğini düşünmem bile hataydı. Beni kolumdan tutarak sertçe kendisine doğru çekti. Kulübü yakacak kadar büyüttüğü öfkesiyle gözlerinin içerisinde alevler dans ediyordu. “Burada durup izleyeceksin, Deniz!” dedi merhametsizce. “Arkanı dönmek yok, kaçmak yok. İzleyeceksin.” Sonra ne zaman yanımıza geldiğini bilmediğim Tuna’ya döndü.
“Baktığımda onu burada göremezsem hesabını senden sorarım!”
Kolumu kurtarmaya çalışma çabam onun beni bırakmasıyla son buldu. Geri çekilip yüzüne tiksintiyle baktım. “İzleyeceğim,” dedim sıkılı dişlerimin arasından. “Kalbimi ayaklarının altına alıp çiğnemeni sonuna kadar izleyeceğim, söz!”
Yumruklarını sıktı. Zehirli dilinden daha nelerin döküleceğini beklerken Akın aramıza girerek, “Tebrikler, cümle âlem tartıştığınızı gördü,” diye homurdandı. “Şu sxktiğimin maçı bitsin de öyle konuşun. Abi,” derken Cesur’a uyarıcı bir bakışı vardı. Onu dinleyeceğini pek sanmıyordum ama dinledi. Arkasını dönüp yeri döven adımlarla yanımızdan ayrıldı. Arka kısma girip kaybolana kadar onu izledim. Gittiğindeyse titreyen ellerimi saçlarıma daldırıp ne yapacağımı bilemez şekilde kendi etrafımda döndüm. Sık sık üzerime kilitlenen meraklı gözlerin farkında olmak hiç yardımcı olmuyordu.
“Gitmek istiyorum,” dedim birden. Her ne kadar kalacağıma dair ahkam kesmiş olsam da içime baktığımda o cesareti bulamıyordum.
Tuna’nın irkildiğini yakaladım. Çaresizce sağa sola bakınırken ensesini kaşıyordu. Akın, “Onu abimi kışkırtmadan önce düşünecektin,” diye homurdandı.
Öfkeli gözlerim bu kez ona saplandı. “Yaptığı doğruymuş gibi onu mu destekleyeceksin? Mantık penceren yok, değil mi? Sorgulamıyorsun bile!”
“Bağırma, Deniz. Ses tonuna bir ayar ver. Burada yalnız değiliz. Etrafındakiler sıradan insanlarmış gibi davranıyorsun. Her hareketin onlar için bir koz! Kendine gel artık.”
Bunu hatırlatmış olması hiç umurumda olmamalıydı ama kendimi sertçe yutkunurken buldum. Göz önünde olmak istemiyordum, kimse bana baksın istemiyordum. Şu anda burada durmak beni feci şekilde geriyordu. Diken üstündeydim ve bu her hâlimden belliydi. Kollarımı göğsüme dolayıp kendime sarılırken ağlama hissiyle doldum. Sinirden dişlerimi sıkıyordum, ellerim hâlâ titriyordu ve aynı anda ağlamak istiyordum.
Özgür yerinde duramıyor olmamdan nelerle baş etmeye çalıştığımı anlıyormuş gibi, “Gel güzelim,” diyerek beni yeniden kolunun altına çekti. “Şurada otur. Biraz sakinleş. Sorun yok, bak biz yanındayız. Burada sana kimse bir şey yapamaz.”
Beni yeniden aynı bar taburesine oturttu. Eva hemen yanıma gelip destek olmak istercesine elimi tuttu. Hâlâ yüzünde dehşet dolu bir ifade vardı. O, bir izleyici olarak korkmuştu. Peki ben nasıl görünüyordum? Çünkü ben izleyici değildim, bizzat olayı yaşayandım.
Özgür önümde kalmaya devam ederken Tuna diğer yanıma geldi. “Daha rahat hissedeceksen misafirlerle arana bir sıra bizim çocuklardan yerleştirebilirim,” dedi çare ararcasına. “İster misin? Söylemen yeter.”
“Gerek yok, yeterince dikkat çektik,” dedi Akın da Özgür’ün yanına, önüme geçerken. İkisi uzun boyuyla ve Akın iki kişilik yer kaplayan iri cüssesiyle kimseye geçit vermeyecekmiş gibi oradalardı.
Birazdan gerçekleşecek olan maç yeniden anons edilmeye başlandı.
Ansızın bastıran ağlama krizine engel olamayacağımı anladığımda ellerimi yüzüme kapatarak bunu saklamaya çalıştım. Eva elini sırtıma yerleştirip sakinleştirmek istercesine ovalamaya başladı. Yatıştırıcı bir şeyler söyleyip durdu ama işe yaramıyordu.
Akın küfretti. “Ağzına sxçayım senin Alp! Bxk vardı da soyadıyla anons ettin o pxçi! Demon de geç işte niye uzatıyorsun!”
Tuna, “Kabahat bizde birader,” derken canı sıkkındı. “Alp işini yapıyordu. Onu uyarmayı unuttuğumuz için hatalı olan biziz.”
Özgür ise, “Plan program yapamaya zamanımız vardı sanki anasını satayım,” diye söylendi.
Hepsi her şeyi biliyordu.
Arkamdan Nedim’in, “Abi,” diyerek seslendiğini işittim. Hemen sonra Tuna, “Gel biraz su iç,” dedi. Sanırım Nedim ona su uzatmıştı. Ellerimi yüzümden çekmeden kafamı kısaca iki yana salladım.
Akın yine homurdandı. Uzanıp suyu aldığını duyar gibi oldum. “Kaldır kafanı, bana bak,” dediğinde sesi itaat beklercesine çıkmıştı. Dişlerimi sıktım. “Deniz,” diye uyardı. “Yemin ederim bununla seni baştan aşağıya yıkarım.”
Eva onun tavrına katlanamayarak öfkelendi. “Biraz kibar olsana. Ne kadar kötü olduğunun farkında değil misin? Sadece biraz şefkat ve güven istiyor.”
“Kibarmış! Ne kibarı kızım aklı gitti görmüyor musun? Kendine gelmesini beklersek üç gün sürer.”
Ona ağzıma geleni saydırmak için ellerimi yüzümden çektiğim anda Akın cam şişeden avucuna döktüğü suyu yüzüme çarparak beni irkiltti. Ardından da minik minik tokatlar gibi yanaklarımı suyla ıslattı. Bunu beklemediğim için şaşkınlıkla öylece kaldım. Yeniden sudan eline dökerek yüzüme çaldı. Hareketleri hızlı ve nazik olmasa bile soğuk suyun bana iyi geldiğini inkâr edemezdim.
Gözyaşlarımı silip saçlarımı geriye doğru iterek daha rahat hava almamı sağladıktan sonra şişede kalan suyu içmem için bana uzattı. İtiraz etmeden hepsini içtim. Elbiseme dökülen damlalar umurumda değildi. Sadece boynumdan aşağıya kayan ve ardında rahatsız edici bir his bırakan damlaları elimin tersiyle sildim.
“Daha iyi misin?” diye sordu.
Hâlâ vücudum kaskatı duruyor olsa da biraz ferahlamış hissediyordum ve hâlâ buradan gitmek istiyordum. Maç yaklaştıkça gerginliğim zirveye tırmanıyordu. Sertçe yutkunup, “Gidebilir miyim?” diye sordum. Ses tonum güçsüzdü. Her an yeniden ağlamaya başlayacakmışım gibi çıkmasına engel olamamıştım.
Özgür ağzının içerisinde küfretti. “Gel hadi,” diyerek beni götürmek için koluma uzandığı sırada Akın onun havadaki elini sertçe itti.
“İşi iyice bxka sardırma,” dedi ona ters ters bakarken. Sonra bana döndü. “Kalacaksın dediyse kalacaksın, Deniz. Abimin bir de buna delirmesini istemiyorum. Onu suçlamak yerine dinleseydin bunların hiçbiri olmayacaktı.”
Sabır dilenircesine dudaklarını birbirine bastırıp kafasını geriye yatırdı. Boynu gerilip iyice kabardı. Dişlerini sıktığını, yanaklarının seğirdiğini görüyordum. Hiç sakin değildi. Nitekim kendisini tutamayarak patladı. Onun gibi birinin iyi bile sabrettiğinden emindim.
“Sxkeyim! Düşünmüyorsun bile! Düşünmüyorsun, deliyorum buna. Amxna koyduğumun pxçini hayatında ilk kez gördün. Bunu bile anlayamıyor musun?”
Yüzüme sert bir yumruk geçirseydi daha az irkilirdim. Kucağıma düşmüş olan ellerim elbisemin eteğini toplayarak buruşturdu. Nabzım yükseldi, şakaklarımdan aşağıya kayan sıcaklık beni irkiltti. Gürültüyle yutkundum. Kaburgalarımın arasına bir kurşun saplanmış gibi canım acımaya başladı.
“Akın!” dedi Eva sertçe.
“Ne, Akın ne? Biraz düşünse anlayacak neyin ne olduğunu!”
Özgür ona ters bir bakış attı. “Bırak da doğru düşünemesin! Nasıl korktuğunu görmüyor musun? Burada kalıp izlemesi iyi olmayacak.”
“Abimi duymadın mı lan? Giderse asıl kıyamet kopar. Ben çok mu memnunum sanki?” dedikten sonra yeniden bana doğru dönüp devam etti. “Bak ben buradayım. Kimse beni aşıp da senin yanına gelemez. Ondan korkmana gerek yok. Kimseden korkmana gerek yok. Biz seni koruyacağız. Sadece burada dur. Tamam mı? Bunu yapabilirsin. Oraya bakma ama burada dur, Deniz. İnan gidersen durum daha çok karışacak. Abimi tanıyorsun.”
Kısaca kafamı salladım ama bunu tamamen bilinçsizce yapmıştım. Zihnim düşünmeyi reddediyordu, ancak yine de düşünmek için kendimi zorladım. Her şey bölük pörçüktü. Sadece gitmek istiyordum. Buradayken rahat nefes bile alamıyordum. Sanki yine kilitlenmişim gibi duvarlar üstüme üstüme geliyordu.
Beni bulmuşlardı.
Bu düşünce ansızın zihnime sızdığında elim ayağım buz tuttu. Yüzümün rengi kaç ton açıldı bilmiyordum ama Eva’nın suratındaki endişe büyüdü.
“İyisin,” derken saçlarımı okşayarak beni yatıştırmaya çalıştı. “Her şey yoluna girecek, tamam mı? Sadece bu geceyi geçirelim. Her şeyi yoluna sokacağız söz veriyorum.”
Yakalanmıştım.
Yirmi yıl süren kaçışım bitmişti.
“B-ben... hava almam lazım. N-nefes,” dediğimde dudaklarımdan can çekişiyormuşum gibi bir ses çıktı.
Özgür elbisemi avucunun içerisinde buruşturmuş elimin üzerine elini koyup hafifçe sıktı. “Sakin ol. Güvendesin. Sana yemin ederim güvendesin. Senden haberi bile yok, Deniz. Onun için abimin yıllardır aradığı kadınsın. Bana güveniyorsun, değil mi?”
Yine hızlı hızlı kafamı salladım ama yine bilinçli yaptığım bir şey değildi.
“Kardeşi olduğunu bilmiyor.”
Ancak rahatça bir soluk alabildim. Öyle gürültülüydü ki hepsinin benimle birlikte rahatladığını hissettim.
“Açığa çıkmadın,” dedi Akın. Bunu belirtmezse patlayacakmış gibiydi. “Abim seni açığa çıkartmadı. Asla bunu yapmaz.” Sanki onu hiç tanımıyormuşsun gibi...” Dişlerini sıkıp kafasını kısaca iki yana sallarken cümlesinin devamını getirmedi.
Sanki onu hiç tanımıyormuşum gibi suçlamıştım.
Alp yeniden mikrofonu eline aldı. Rakipleri sahneye davet ediyordu. Birazdan abimi yeniden görecektim. Gürültüyle yutkundum. Önce Cesur çıktı. Üzerinde bir şort ve ellerinde sardığı bandajlar dışında bir şey yoktu. Tezahüratlar arasından geçerken suratında ölümcül bir sertlik vardı. Bulunduğum yere dönüp bakacağını hissettiğim anda kafamı çevirdim. Eva sakin olmamla ilgili bir şeyler söyledi. Ona dönmüştüm ama ne onu görüyordum ne de dediklerini duyuyordum.
Sonra korka korka kafamı çevirdiğimde Cesur’u kafesin içerisinde buldum. Birkaç kez yerinde zıplayıp yumruklarını birbirine vurdu. Görevlilerden birinin getirdiği dişliği alıp üst damağına yerleştirdi. Her hareketinde gerinen kasları göz korkutucuydu. Yetmezmiş gibi öyle kendinden emin duruyordu ki karşısına kim çıkarsa çıksın onu yere sereceğinden şüphe bile duymuyordum. Güçlüydü. İyiydi. Bu işin ustasıydı. Kafesin içerisinde belirgin bir ağırlığı vardı. Her şeyden öte nefes kesiciydi. Her anlamda öyleydi.
Alp mikrofona doğru, “Ve karşınızda Demon!” diye bağırdığında bayılacak gibi oldum.
Akın, “Oraya bakma bana bak,” diyerek bakışlarımı kendisine çekti. Sertçe yutkunarak ona baktım.
“Gitmek istiyorum.”
Başından beri ilk kez gözlerinde çaresizlik belirdi. “Çok sürmeyeceğinden eminim. Biraz sabretsen yeter. Benimle konuşabilirsin.”
Ellerim yine titriyordu. “Korkuyorum,” dedim hızlı hızlı nefes alıp verirken.
“Biliyorum,” dedi. “Görüyorum.”
“B-beni öldürecek-”
“Önce beni öldürmesi lazım.”
Boğazım tıkandı. Alp, “Kafesin kapısını sıkı kilitleyin beyler, kırılabilir! Aslan ve Damon yerlerini aldıklarına göre zili duymaya hazır mısınız?” dedi coşkuyla. Kusma hissini geriye itmek ister gibi bir elimi karnıma diğerini ise boğazıma bastırdım.
Tuna, “Gidip mikrofonu Alp’in bir tarafına sokayım mı?” dedi sanki onay versem bunu hemen yapacakmış gibi ciddiyetle.
“Şov sadece,” diye açıkladı Özgür. “Şov için kapı kilitlenir. Sadece büyük maçlarda.”
“Bu... bu...” Gözlerimi yumup kendimi sakin olmaya zorladım. “Kanlı bir dövüş mü bu?”
Akın cevap verdi. “Değil. Sergei’nin bu dünyada sevdiği bir şey varsa o da kendi canıdır. Onunla asla pazarlığa girmez.”
Sergei...
“O bir Rus,” diye fısıldadım.
Akın neredeyse şükredecekti. “Sonunda düşünmeye başladın mı?”
Eva yine sessiz kalamadı. “Tam bir koca ayısın!”
“Ben sana bir daha bana ayı dersen ne olacağını söylemiştim değil mi Eva!”
“Sadece ayı demedim, koca ayı dedim!”
“Bu maç bittiğinde kaç.”
Eva gürültüyle yutkundu. Bense çok daha farklı bir âlemdeydim. “Benim... abim... Rus değildi ki,” derken yüzümde ekşi bir ifade vardı.
O sırada maçın başladığını haber veren zil çaldı.
Oturduğum yerde öyle şiddetli sıçradım ki içime yayılan panik kalbimi patlatacak kadar büyüktü. Gözlerim istemsizce kafese doğru kaydı. Ancak daha hiçbir şeyi göremeden Özgür, “Senin bir değil iki tane abin var,” diyerek tüm ilgimi kafesten uzaklaştırdı.
Küt. Küt. Küt.
Kalbim ağzımda atıyordu. Dudaklarım aralanıp o basit ama beni nasıl bir şoka soktuklarını nette hissettiren soruyu dışarıya çıkarttı.
“Ne?”
“Sergei senin babadan öz abin.”
Gözlerim irileşti. “O-oktay'ın-”
Özgür altını çizdi. “Babandan öz, Deniz.”
Benim biyolojik babam Oktay değildi. Aslında amcamdı. Amcam olacak kişiyse babamdı. Her şey Necdet’in anneme göz dikmesi yüzünden karışmıştı. Sergei benimle babadan özse bu demek oluyordu ki o Necdet’in oğluydu.
Başımda derin bir ağrı oluştu. Necdet’in bir çocuğu olduğunu bilmiyordum. Hatırlamaya çalıştım ama yapamadım. Bazı noktalarda anılarım kilitliydi. Bazıları eksikti. Bazıları silinmişti. Buna rağmen Necdet’in çocuk sahibi olmadığından emindim. Demek ki o zamanlar bilinmiyordu.
Özgür aklımdan geçenleri okurmuş gibi konuştu. “Onu sonradan öğrendiler. Annesi Rusya’ya kaçırmıştı. Oktay bulup yanına aldı ve büyüttü. Sonra da Rusya ayağı olarak onu görevlendirdi. Arada sırada İstanbul’a gelir. Bu da o ziyaretlerinden birisi. Endişelenmeni gerektirecek hiçbir şey yok.”
Kafesin etrafını sarmış olan çılgın kalabalıktan güçlü bağrışlar yükseldiğinde dişlerimi sıktım. Oraya bakmak istemiyordum ama burada bulunan her şey beni kafese doğru çekiyordu. Gözlerim birden oraya dikildi.
Sergei’nin sırtı bana dönüktü. Tamamen dövmelerle kaplıydı. Bileklerinden başlayıp tüm tenini mürekkebe bulamıştı. Kafatası, örümcek ağları, Rusça yazılar, roma rakamları gibi onlarca şeyi tenine kazımıştı. Ancak benim nefesimi kesen önünü döndüğünde gördüğüm dövmeydi. Göğüs kafesinin tamamına çizdirdiği kanatlarını iki yana açmış kartal dövmesi çok tanıdıktı. Ailemin simgesiydi.
Doğrusu... ailemizin.
Sergei’nin Cesur’un karnına sert bir yumruk atmak için harekete geçtiğini fark ettiğimde sonucu görmekten kaçınırcasına gözlerimi yumdum. Bu sırada Akın, “Diğer abin... onunla mı daha yakındın?” diye usulca sordu. O an bunu neden merak ettiğini anlayamadım.
Hızlı hızlı kafamı salladım. “Başka bir abim olduğundan haberim bile yoktu.”
Sergei’den yükselen istediğini aldığını açıkça belli eden coşkulu kükremeyi duyunca tırnaklarımı avuç içlerime geçirdim ve gözlerimi daha sıkı yumdum.
“Diğeri... onunla-”
“Arda,” dedim birden. “Adı Arda. İsmini söyleyebilirsin. Ondan diğeri diye bahsetmen daha sinir bozucu.”
Bir sessizlik oluştu. Öyle ki bir daha gözlerimi hiç aralamayacakmış gibi dururken kirpiklerimi birbirinden ayırıp onlara baktım. Özgür ve Akın’ın arasında geçen sessiz bakışmayı ucundan yakaladığımda kanıma bir soğukluk karıştı. Yayıldıkça yayıldı.
Akın kısaca kafasını sallayıp, “Arda,” dedi bu isimden pek hoşlanmamış gibi. “Onunla öz olmadığını biliyor muydun?”
Kaşlarımı çattım. Ne kadar maskelemeye çalışsa da öylesine bir soru olduğu açıkça belliydi. “Sonradan öğrendim.”
Yeniden kafasını salladı ve başka bir yorumda bulunmayacağını belli edercesine dudaklarını birbirine bastırdı.
Aynı esnada birinin güçlü bağırışı kulüpte yankılandı.
“PRENSES!”
Küt. Küt. Küt.
Tüylerim diken diken olurken gözlerim tekrar kafese kilitlendi. Sergei burnundan akan kanlar umurunda değilmiş gibi sırıtarak bana el salladıktan sonra dönüp düştüğü yerden kalkmak üzere olan Cesur’a sıkı bir tekme geçirdi. Yüreğim ağzıma geldi.
Özgür, “Orxspu çocuğu,” diye homurdandı. Akın da küfürler savurdu. Artık onlar da maça dönmüş hâldeydi.
Sergei bir tekme daha savurmak üzereyken Cesur onu ayak bileğinden yakalayıp devirdi ve göz açıp kapayıncaya kadar üzerine çıkarak yumruklamaya başladı. Eva koluma dolanıp sarılırken destek olmaktan çok kendi korkusunu yatıştırmaya çalışır gibiydi ve neler sayıkladığının farkında olduğunu da sanmıyordum.
“Tanrım! Lütfen bitsin, lütfen bitsin. Lütfen, lütfen, lütfen. Sakin ol, Deniz. Az kaldı. Birazdan bitecek. Tanrım... lütfen.”
Öyle kolay biteceğini sanmıyordum. Sergei uzunca bir süre çabaladıktan sonra Cesur’u üzerinden atmayı başardığında şimdi ikisi yeniden karşı karşıyaydı. İki koca beden iki koca kayanın birbirine çarpması gibi yeniden birleşti. Cesur çenesine yumruk yedi ve yüzüne darbe aldığı için mümkünmüş gibi olduğundan daha fazla sinirlenerek saldırıya geçti. Birkaç yumruk ve savunmadan sonra Sergei'yi yakaladı. Kolunu boğazının altından geçirerek onu kilitledi ve tüm gücüyle boğmaya başladı.
Sonra kafasını kaldırıp doğrudan benim bulunduğum yere baktı.
Oturduğum yerde hareketsiz kaldım. O bana baktığı süre zarfınca nefes bile alamadım. Normal değildi. Yine deli bir adamdı. Kolunu hiç gevşetmeyeceğini ve abimi o şekilde boğacağını biliyordum. Onu öldürecek olmak gerçekten de umurunda değildi. Her saniyesinden zevk alıyordu. Üzerinde kurduğu üstünlükten, onu kilitlemiş olmaktan, kurtulmak için çırpınmasından. Hepsinden zevk alıyordu.
Ama hata yaptı.
Bana gözdağı vermeye odaklandığı anda Sergei bunu fırsat bilerek dirseğini Cesur’un kaburgalarına geçirip ondan kurtulmayı başardı. Sonra da atağa geçti. Peşi ardına yumruklar savurdu. Cesur yumruklarını yüzünün iki yanına kaldırarak kendisi savundu. Sert darbeler durmak bilmiyordu. O yumruklardan sadece birisiyle saatlerce kendimden geçebilirdim ama ikisi de aldıkları darbelere ufak bir okşamaymış gibi tepki veriyordu.
“Pxç kurusu en son yenildikten sonra çok içerlenmiş olmalı. Baksana kendisini ne kadar geliştirmiş,” dedi Akın yanında duran kardeşine hitaben.
Özgür kısaca kafasını salladı. İkisi de bana sırtlarını dönmüş, maça odaklanmışlardı. “Uzun zaman sonra abime denk bir rakip.”
Cesur’un savunmadan çıkarak aniden saldırıya geçmesi yeniden nefesimi tutmama neden oldu. Sergei’yi kucaklar gibi yakalayarak arkasındaki tellere doğru savurdu. Teller öyle sert gerildi ki neredeyse kopacaklarından emindim. İnsanlar çılgınlar gibi tezahürat yapıyordu. Özel localarda oturan kodamanlar keyifle purolarını tüttürürken çekişmeyi büyük bir ilgiyle izlemeye devam ediyorlardı. Herkes kafese odaklıydı. Müzik bile onların hareketlerine göre ritmini ayarlıyordu. Bazen hızlanıyor, bazen de ağırlaşıyor, özellikle birbirlerine karşı atağa geçtiklerindeyse ortamın nabzını daha çok arttırmak istercesine yükseliyordu.
Cesur, Sergei’ye peş peşe yumruklar gömmeye başladı. Midem kasılırken bir kez daha, “Gitmek istiyorum,” diye fısıldadım ama kimse beni duymadı.
O, benim abimdi.
Hiç tanımadığım, varlığından bile ancak haberim olduğu kan bağımdı. Ona sevgi beslemiyordum ya da koruma dürtüsüyle hareket etmiyordum. Beni geren Cesur’un benim aileme olan tavrıydı. Onları kapışırken, birbirlerine silah çekmişken ya da düşmanken görmek beni deli gibi korkutuyordu.
Ve karşımdaki manzara bana Çağlayan ve Seymenlerin arasında ciddi bir düşmanlık olduğunu netçe hissettiriyordu.
Sergei çevik bir hareketle darbelerden sıyrılıp Cesur’a öyle sert vurdu ki sanki o darbeyi ben almışım gibi göğsüm içeriye büküldü. Durmadı, elde ettiği fırsatı değerlendirerek bir tekme daha savurdu. Cesur sarsıldığında üzerine atlayıp onu yere düşürdü. Kemiklerimin sızladığını hissettim. Artık Sergei, Cesur’un üzerindeydi. Onu deli gibi yumrukluyordu. Cesur yine sanırım yüzüne darbe almamak için yumruk yaptığı elleriyle kafasını koruyordu.
Tabureden aşağıya kayıp tutunacak bir şeye ihtiyacım varmış gibi Akın’ın ve Özgür’ün kollarına yapıştım. İkisinin arasındaki ufak boşluktan maçı izlemeye devam ederken, “Git,” dedi Akın. Kafasını kafesten hiç ayırmadan konuştu. “Git odana. Daha fazla kalmana gerek yok.”
Gidecektim. Yemin ederim ki gidecektim ama bir kez daha Sergei'le göz göze gelince adım atamadım. Kanlanmış dişleriyle gülümsemeyi ihmal etmedi. Suratının her yanı kanla kaplıydı ama galip gelmiş gibi keyifliydi. O buz mavisi gözlerindeki şeytanlar beni artık öyle çok korkutuyordu ki arkama bakmadan kaçmam gerektiği hâlde orada öylece kaldım.
Sergei hâlâ Cesur’un üzerindeydi. Bu kez kıstıran, üstünlük kuran oydu. Bunun verdiği hazzı açıkça belli ediyordu. Benden bakışlarını çekip Cesur’a döndüğünde ona yumruk atmak yerine üzerine doğru eğilip bir şeyler söyledi. Hareket eden dudaklarındaki sırıtış gerçekten ürkütücüydü.
Sonra Cesur ellerini yüzünden çekti. Sanki zaman durmuş gibi bir anlığına sadece üzerindeki adama baktı. Havaya yayılan elektriği herkes hissetti. Öyle ki sanki bir anlığına herkes sustu, sessizlik oluştu. Sergei istediğini elde etmiş gibi Cesur’un yüzüne sıkı bir yumruk geçirip kaşının patlamasına neden oldu.
Cesur sanki o ana kadar onunla sadece oynuyordu ve o andan sonra gerçekten saldırmaya başladı. Adamı üzerinden atıp onunla kanın damarlarımdan çekilmesine neden olacak sertlikle kapışmaya başladı. Vurdu, tekmeledi ve yine vurdu. Artık yüzünü korumaya çalışmadı, kendisini savunmadı, sadece saldırdı. Zaten Sergei bir daha yüzüne vuracak fırsata erişemedi. Kendisini savunmaya çalıştı. Çok geçmeden savunması kırıldı. Ardı ardına yumruklar yedi, yalpalanmaya başladı.
Cesur durmadı. Durmayacaktı, biliyordum. Kazanmıştı, biliyordum. Ancak içimdeki uğursuz his yüzünden rahatlayamıyordum. Kime karşı kazanmıştı? Abime. Oradaki Sergei değil de Arda olabilirdi. O zaman da beni burada tutup izletir miydi? O zaman da onu tüm hırsını çıkartır gibi alaşağı eder miydi?
Cesur beni seviyordu ama beni ne kadar seviyorsa ailemden de o kadar nefret ediyordu.
Yutkunmaya çalıştığımda boğazım isyan etti. Özgür ve Akın’dan yavaşça uzaklaştım. Yanımdakiler artık keyifliydi. Maçın gidişatı belliydi, Cesur kazanacaktı. Sergei sersemlemiş hâldeydi. Buna rağmen karşılık vermek için çabalıyor olsa da boşuna kürek çektiğini görüyordum. Cesur onunla oynuyordu. Açıkça, alay eder gibi, ezer gibi... etrafında dönüyor, eskisi kadar güçlü olmayan yumruklarından kolayca kaçıyor ve karşılığında ona en sert darbeleriyle vuruyordu. Ellerine sardığı beyaz bandajların artık beyaz olan hiçbir kısmı kalmamıştı. Sergei’nin kanıyla kaplıydı.
Orada gerisin geri arka kısma doğru yürümeye başladım. Kimse gitmeme bir şey demedi. Buna rağmen kaçar gibi gizli gizli hareket ediyordum. Cesur’un altın vuruşunu yapmak için hazırlandığını gördüğümde kafamı çevirmek istesem de yapamadım. Gerilip Sergei’nin çenesine tüm gücüyle vurdu. Adamın ağzından kanlar fışkırdı, dişliği bile uçup gitti. Sergei yenilgiyi kabul ettiğini belli edercesine kendisini yere bıraktı. Sırtüstü dönüp ellerini iki yana açarken delirmiş bir adam gibi kahkaha attı.
O, normal değildi.
Onu Oktay büyütmüştü.
Oktay’ın dokunduğu bir şey normal olamazdı. Farkındalık hızla damarlarıma giriş yaptı. Sergei böyleyse kim bilir Arda nasıldı? Yüreğim sızladı. Kabul etmek istemiyormuş gibi kafamı iki yana sallasam da işte örneği karşımda duruyordu. O da böyle kötülüğü içinde besleyen ve ondan beslendiğini gizleme gereksinimi bile duymayan birine mi dönüşmüştü?
Korktum. Öyle çok korktum ki yok olmak istedim. Arda’yı mazimde kaldığı şekilde hatırlamak istiyordum. Benim canımı yakmaktan zevk alacak bir caniye dönüşmesiyle baş edemezdim. Cesur’u alaşağı ettiğinde bana dişlerindeki kanla sırıtarak bakmasını kaldıramazdım. Ya da canımı almak için silahını bana çevirmesiyle savaşamazdım.
Kalabalığın arasında kaybolur gibi geri geri giderken Akın’la göz göze geldim. Sıvışmamı dert etmedi ama yüzümü dikkatle inceledi. Yüzümde dehşet yatıyordu.
Zihnimin içerisinde onun biraz önce kurduğu cümle akıp gitti. “Diğer abin... onunla mı daha yakındın?”
Diğeri...
O an bana neden öyle baktığını, neden bunu sorguladığını anladım. Onu tanıyıp tanımadığımdan emin olmaya çalışmıştı.
Çünkü onunla karşılaşmıştım.
Karşılaşmış ve tanımamıştım.
Afalladım. Birden kendimi öyle aptal hissettim ki elim ayağım birbirine dolandı, atacağım adımı bile şaşırdım. Elle tutabileceğim pek bir şey olmasa da emindim. Bunu kalbimin derinliklerinde hissediyordum. Abimle karşılaşmıştım.
Abimi tanımamıştım.
Birisi kalbimi avucunun arasına alıp sıktı. İçerisinde ne kadar kan varsa hepsinin dışarıya aktığını hissettim. Kalbim büzüşüp küçüldü sanki. O an ölümle dans ettiğimi fark ettim. Burada durmak, göz önünde olmak, yeraltında yaşamak benim için ölümle dans etmekti.
Ve her an hareketleri şaşırıp ayağına basabilirdim.
İnce bir ipin üzerinde durduğum yüzüme çarptı. Bilmeden yapacağım en ufak hata karşıma asıl abimi, Arda’yı çıkartacaktı.
Sergei bir fragmandı. Asıl film Arda’ydı.
Ruhumun derinliklerine kök salmış olan kaçma dürtüsü hızla yüzeye çıktı. Ondan kurtulduğumu sanarak hata etmiştim. Beni ele geçirmesi sadece birkaç saniye içerisinde gerçekleşti.
Maçın bittiğini belli eden zil çaldı. Cesur’la göz göze geldim ve sonra arkamı dönüp koşmaya başladım. Arka kısma geçtim ama odaya gitmek yerine üst kata çıkan merdivenleri tırmandım. Aklımda var olan tek şey kaçmam gerektiğiydi. Ailem çok yakınımdaydı ve ben ölümle dans etmeyi beceremezdim. Kaçmalı, saklanmalı ve izimi kaybettirmeliydim.
Üst kata çıktım. Lobi artık sakindi. Herkesin aşağıdaki maça odaklandığından emindim. Gelen giden de kalmamıştı. Bir rüzgâr gibi kapıdan çıkıp kendimi dışarıya attığımda orada bekleyen korumaların anlık şoku bana zaman kazandırdı. Yaşama içgüdüsü beni ele geçirdiği için tüm odağım kaçma üzerine dönüyordu. Caddeye atlayıp koşmaya devam ettim. Pembe elbisemle tepemde neon lambası varmış kadar dikkat çekiyor olsam da umursamadım. Ayağımdaki topuklu ayakkabılar bana zorluk çıkartsa da önemsemedim. Sadece koştum.
Yolun ortasında olmanın dezavantajı arabalardı. Delirdiğimi yüzüme vurmak istercesine bana korna çalıp duruyorlardı ve çarpmamak için de şerit değiştiriyorlardı. Bir taksinin geldiğini gördüğümde ellerimi kaldırıp durması için ona yalvardım, hatta kendimi önüne attım. Taksici mecburiyetten durduğunda çabucak kapı koluna sarılarak açtım. Araca binerken gözlerim ardımda kalan kulübe döndü. Cesur’u dışarıya çıkmışken gördüm. Yumruk yaptığı ellerini iki yanında sıkıyordu ve kanlı bandajları bile çıkartmamıştı. Etrafında koşuşturan adamları fark edince yutkunarak taksiye binip kapıyı üzerine vurdum.
“Abla ne yapıyorsun gözünü seveyim? Yola öyle atlanır mı?”
“Gaza bas. Lütfen gaza bas, sana çok para vereceğim.” Adam omzunun üzerinden bana ters ters bakmaya devam etti. “Yemin ederim çok para vereceğim. Lütfen. Hayat memat meselesi, lütfen!”
Sanki anahtar kelimeyi duymuş gibi hızla önüne dönüp gaza yüklendi. “Seni polise götüreyim mi?”
“Hayır, hayır. Polise değil. Başka bir yere! Daha hızlı gidebilir misin? Daha hızlı!”
“Bak, eğer peşinde biri varsa başıma bela almak istemem. Seni ya polise götüreyim ya da şu köşede indireyim. Gece gece beni belaya sokma.”
“Peşimde biri yok. Annem rahatsızlandı ve acil yanına gitmem gerekiyor. Daha hızlı sürer misin? Gerçekten sana çok para vereceğim.”
Adam aynadan beni kısaca süzdükten sonra gaza iyice yüklendi. Sanırım yüzümdeki korkudan gerçekten birisi için endişelendiğimden emin olmuştu.
“Adresi söyle abla.”
Elimi alnıma koyup ovuşturdum. Nereye gidebilirdim ki? Nereye gitsem beni bulamazlardı? Aklımda hiçbir yer yoktu. Çare ararcasına sağa sola bakındığımda tabeladan ilk gördüğüm ismi söyledim.
“Sarıyer’e doğru. Ben tarif ederim.”
Adam kısaca kafasını sallayıp olabildiğince hızlı şekilde sürmeye devam etti. Gecenin bir yarısı olduğu için yollar sakindi. Dönüp arkamı kontrol etmemek için kendimi zor tutuyordum. Eğer bakarsam adam şüphelenip beni yolda bırakırdı, emindim. Bu yüzden tırnaklarımı kemire kemire oturduğum yerde sinerek tabelalarda gördüğüm yazılardan yardım ala ala bilmediğim o yönü tarif ettim. Gecenin sonunda adam beni bir köşede yola atacaktı ve peş parasız olduğumu öğrendiğinde sanırım epey sinirlenecekti. Bir de ondan kaçmam gereceğini anladım.
Tabelalar bizi ıssız bir yola soktuğunda yanağımın içerisini kemirerek adamın kuşkulanmaya başlayacağı anı bekledim. Paniğim arttıkça arttı. Yol Sarıyer’in tepelerine doğru uzanıyordu, etrafımız ormanlıktı. Karanlık, ışıksız ve ağaçlarla doluydu. Ormanın içerisinde saklanabilirdim. En azından sabaha kadar kalabilirdim. Bu fikir aklıma düştüğü anda taksiciye durmasını söylemek için ağzımı aralamıştım ki arkamızda beliren aracın farları doğrudan bize çarptı. Kalp atışlarım şiddetlenirken elimde olamadan dönüp arkama baktım. İbreyi zorlayarak peşimizden gelen aracın kime ait olduğunu anlamam için pek düşünmeme gerek yoktu.
“Daha hızlı!” diye bağırdım.
Taksici, “Ferrari mi sandın bunu?” diye kızdı. Sonra dikiz aynasından bize tüm hızıyla yaklaşmakta olan arabaya döndü.
“Daha hızlı git! Bas şu gaza! Daha çok bas!”
“Başıma bela olacağını biliyordum anasını satayım! Kim lan bu?”
Kalbim ağzımdaydı. “Daha hızlı! Daha hızlı!”
“Sxktir git senin yüzünden ölemem!”
Yavaşlamaya başladığında sürücü koltuğunun arkasına deli gibi vurup yeniden hızlanması için bağırdım. Beni dinlemedi. Taksi yavaşlayınca arkamızdaki araç mesafeyi hızla kapatıp önümüze kırdı. Ani frenle savrularak durduğumuzda hiç beklemeden kapıyı açıp kendimi dışarıya attım ve ormanın içerisine doğru yöneldim. Bu sırada omzumun üzerinden geriye baktığımda Cesur’u arabadan inip kapıyı gürültüyle üzerine vururken gördüm. Peşimden ormana doğru yönelmeden önce taksiciye, “Kaybol!” diye emretti. Çok geçmeden uzaklaşan motor sesini duydum. Korku beni iyice avucuna aldı.
O an kimden ve neden kaçtığımı bilmiyordum. Bu bir dürtüydü. Onunla baş edemiyordum, sadece direktiflerine uyuyordum.
Gözlerim karanlığa alışmıştı. Hava epey serindi ama ay görünüyordu ve onun yaydığı ışıkla yolumu bulmaya çalışıyordum. Ayağımdaki topuklular yüzünden sürekli tökezleyip birkaç kez yuvarlanma tehlikesi geçirdiğimde istemsizce hızımı düşürmek zorunda kaldım. Cesur bir avcı gibi peşimdeydi. Adımlarını duymuyordum. Sesini duymuyordum. Zaten kalbim öyle şiddetli atıyordu ki ondan başka hiçbir şey duymuyordum.
Sonra bir anda belimi kavrayan güçlü elleri hissettim. Ayağım kaydı, çığlığım boğazımın derinliklerinden yükseldi. Beni göğsüne bastırdı ve hemen ardından birlikte yere düşüp yuvarlandık. Bedenini bana siper ederek fazla darbe almamı engelledi. Nihâyet durduğumuzda üstündeydim ama bu o kadar kısa sürdü ki ne olduğunu bile anlayamadan kendimi altında buldum. Kırık dallar, çalılar ve otlar sırtıma batıyordu. Karanlıkta gerçek bir yabani gibi üzerime atlamış ve beni kıpırdayamaz hâle getirmişti.
“Benden kaçamazsın fırtına,” dediğinde sesi kulağıma fazla yırtıcı gelmişti.
Altında kıvrandım ama ağırlığını iyice üzerime vererek beni etkisiz bırakıp yüzüme doğru eğildi. “Nereye gidersen git seni bulurum.”
Ellerimle onu itmeye çalıştım. Çabucak bertaraf edip bileklerimi başımın üzerinde birleştirerek tek avucuyla sabitledi. Altına yay gibi gerilmiş şekilde kalakaldım.
“Benden. Kaçamazsın.”
Boğazının derinliklerinden gelen hırıltılı sesi karşısında dudaklarımın arasından bir inilti firar etti. Cesur diğer eliyle çenemi yakalayıp sıktı. Hâlâ eline sarılı olan bandaja sinmiş kan kokusu burnuma dolduğunda kusma hissi yüzünden boğuk bir tıslama çıkarttım. Onu çenemden atabilmek için kafamı iki yana salladım ama bırakmadı.
Sıcak nefesi yüzüme vuracak kadar üzerime eğilirken, “Nereye gidiyordun?” diye sordu. Her hareketi, ağzından çıkan her kelimesi yakıcıydı. Bu ilk çığırından çıkışı değildi ama ilk kez bana karşı tamamen filtresiz davranıyordu. Belki de korkmam gerekiyordu. Çığlık atıp birinin sesimi duyması için dua ederek yardım dilenmeliydim.
“B-bilmiyorum,” dedim nefes nefese kalmış şekilde. Acı çekiyormuş gibi kafamı iki yana sallarken sesim biraz ağlamaklı çıktı. “Bilmiyorum... bilmiyorum.”
Çenemi serbest bıraktı. Parmaklarının uçlarını okşar gibi boynumda gezdirmeye başladığında bir sonraki adımını nefesini tutarak bekleyen köşem heyecanlıydı. Biraz daha eğildi. Nefesi doğrudan dudaklarıma vurdu.
“Nereye gidebilirsin ki?”
Hiçbir yere.
Yanaklarımdan dökülen yaşlar ağaç dallarının arasından soluk şekilde bize vuran ay ışığının altında parladı. Dudaklarımdan bir hıçkırık kopmak üzereydi ki Cesur buna izin vermedi. Beni öperek ağlayışımı çaldı. Haşin tavrıyla başa çıkmakta zorlandım. Benden her şeyi almak ister gibi sertti. Ona verebileceğim ne varsa dudaklarımdan çekip çıkartmak istiyordu sanki. Yumuşak değildi. Kırılmamdan korkar gibi davranmıyordu. Daha önce de yine bir dövüşten sonra onunla birlikte olmuştum ve o zaman en uç noktasında olduğunu sanmıştım, ancak değildi. Aramızda ilk kez gerçekten hiç sınır yoktu. En saf haliyle içinde taşıdığı canavarı gösteriyordu.
Benim ortaya çıkardığım canavarı.
Boynumda gezinen parmaklarının elbisemin taşlarla bezeli askısına kaydığını hissettim. Zihnimin gerisinde çanlar çalmaya başladı. Buna rağmen ağzına doğru inlemekten kendimi alamadım. Sanki çıkarttığım ses onu iyice çıldırtmış dudağımı ısırıp benden daha fazlasını kopardı.
“Benden başka hiçbir yere gidemezsin,” dediğini duydum. Ondan başka gidecek yerim olmadığını biliyordum. Oldurmazdı. Olsun da istemezdim zaten.
Kıpırdanmaya çalıştığımda sırtıma batan cisimler yüzünden bundan vazgeçip sadece ellerimi bırakması için avucunun içerisinde zapt ettiği bileklerimi oynattım. Bana öyle bir bakış attı ki net görüşüm olmamasına rağmen boğazım kupkuru kesildi. Üzerimde doğrulup hafifçe geriye çekilmesiyle artık ellerim serbestti ama onları kafamın üzerinde tutmaya devam ettim. Sıcak avuçları haşince bedenimde gezinmeye başladığında adımı bile unutmuş hâldeydim. Karnımın iki yanından yukarıya doğru tırmanıp göğüslerimi sıktı. Kesik kesik inledim. Göğüslerimi saran kumaşı yakaladığındaysa kendimi olabildiğince kasarak bekledim.
Nefes seslerime karışan yırtılma sesi tüm ormanda yankılandı.
(Bu kısım buradan silinmiştir. Okumak isteyenler bölümün tamamına wattpad ya da inkspired üzerinden ulaşabilirler.)
Cesur’un da kendini arkamdaki boşluğa bıraktığını duydum. Tüm gücünü kaybetmiş gibi yığıldı. Bir zaman sonra nefes alışverişlerimiz düzene girmeye başladı. İşte o zaman ormanın seslerini duyabildim. Sakin, huzurlu ve soğuktu. Gerçekten soğuktu. Adrenalin vücudumu terk ettiği anda soğuk o boşluğu almıştı. Ayaklarımı karnıma çekip tenimi biraz olsun sıcak tutma dürtüsüyle hareket ettiğimde bacaklarımın arasında peyda olan sızı nefesimi kesti. Pekâlâ, bunu da daha önce bu seviyede hiç yaşamamıştım. Biraz... rahatsız ediciydi.
Ayrıca çok bağırdığım için boğazım da ağrıyordu. Muhtemelen konuştuğumda sesim, gençliğinden beri her gün iki kutu sigara içen seksen yaşındaki bir kadının sesi gibi çatallı ve pürüzlü çıkacaktı. Kulağa bir nebze düzgün gelmesini sağlamak için boğazımı temizlemeye çalıştım. Bunu yapmak bile acı vericiydi.
Vücuduma batan cisimleri görmezden gelmeye çalışarak sanki yatağımdaymışım gibi oraya yerleşip göz kapaklarımı örttüm. Geçen her saniye soğuk içime işliyordu. Titremeye başlamıştım. Havalar tam ısınmamışken şehrin yüksek kesimlerinde, hem de gecenin bir vakti, ormanın içerisinde çıplak yatmak pek akıllıca değildi. Buna rağmen orada o şekilde uyuyabilirdim. Eğer Cesur beni kucaklayıp ayağa kalkmasaydı kesinlikle uyurdum. İkiye ayrılmış elbisemi bir örtü gibi bedenime sardığında kafamı göğsüne yasladım. Bu akşam ölümüne dövüşmüştü, peşimden koşmuştu, benimle deli gibi sevişmişti ve hâlâ daha iyi durumdaydı ki beni kucağına alıp taşıyabiliyordu. Ya ben çok zayıftım ya da o kendisini epey geliştirmişti. Sanırım iki seçeneğe elli puan verecektim.
Soğuk yüzünden dudaklarım titremeye başladığı sırada, “B-beni nereye götüreceksin?” diye mırıldandım. Kesinlikle sesim berbat durumdaydı.
“Evine.”
“O-orası bu gece... hiç evimmiş gibi hissettirmedi.”
“Biliyorum.”
“Beni o maçı izleyemeye zorladın,” dedim yine suçlayıcı bir tavırla.
“Beni sinirlendirdin.”
Gözlerime hücum eden gözyaşlarını yerinde tutabilmek için tüm gücümle savaşırken, “Beni... üzdün,” diye fısıldadım.
Bu katlanamayacağı bir şeymiş gibi nefes alışı bile değişti. “Benden kaçtın,” dedi sonra. Bu kez suçlayan oydu. “Benden nasıl kaçarsın Deniz?”
“B-bilmiyorum.” İki damla kirpiklerimin arasından kaçmayı başardı. Neyse ki yüzümü net göremiyordu. “Ne yaptığımı bilmiyorum. Sadece korktum. Çok korktum. B-beni buldular-”
“Senden haberleri bile yok.”
İnanmıyormuş gibi kafamı hızlı hızlı iki yana salladım. “Çocuk mu kandırıyorsun? Beni gördüler Cesur. İkisi de... iki abim de.” Sessizliğini korusa da dengeli adımlarının yavaşlaması bana bir cevaptı. Karnıma kramplar saplandı. Yanaklarımdan birkaç damla daha döküldü. Artık ağladığımı gizleyemeyecek raddedeydim. Sesim iyice çatallaşmıştı.
“Arda’yla da karşılaştım, değil mi? Söylemiyorsun. Söylemiyorsun sadece ama anlıyorum artık.”
“Ağlama, fırtına.”
“Söyle,” dedim hıçkırarak. “Karşılaştın de. Abini bile tanıyamadın de. Senin kafan sorunlu de. Sen sorunlusun de.”
Cevap vermedi.
“Söyle,” derken artık yalvarıyordum. “Seni öyle kolay unuttu ki o da seni tanıyamadı de. Sana baktı ama bir yabancıdan fazlası değildin de.”
Cevap yok.
Yumruk yaptığım elimi çaresizce göğsüne vurdum. Yılgın, yorgun bir hareketti. “Söyle... Söyle, Cesur.”
Sessiz kaldı. Bastığı kuru dallardan çıkan hışırtılar ve benim iç çekmelerim dışında hiç ses yoktu. Nihâyet yola çıktığımızda şeritte çaprazlama bıraktığı Rolls Royce hâlâ orada duruyordu. Bagajını açarak beni dikkatlice bir köşesine oturttu. Yüzümü buruşturmamak ya da inilti çıkartmamak için kendimi kasmak zorunda kaldım.
İlk olarak ellerine sarılı olan kanlı bandajları çözüp yere attı. Ardından da bagajda bulunan spor çantasını karıştırıp içinden çıkarttığı tişörtü kafamdan geçirerek bana giydirdi. Örtü gibi üzerimde duran elbisemi de yere attı. Sonra çantaya geri döndü ve aldığı siyah boxerı bacaklarımdan geçirdi. Yukarıya tamamen çekebilmek için beni kaldırdı. Biraz bol olsa da çıplak durmaktan daha iyi olduğundan emindim.
Cesur beni yeniden aynı yere oturttuğunda bu kez o iniltiyi tutamadım. Buruşturduğum yüzüme kısa bir bakış atıp önümde eğildi. Ayaklarımdaki mahvolmuş ayakkabıları teker teker çıkartırken, “Bir daha sana öyle dokunmama izin verme,” dedi kaskatı bir tavırla.
Bu kez susan ben oldum. Evet, fazlaydı ama en iyisiydi. Her yerim sızlıyordu, oturmak bile rahatsız ediciyken yürümeyi hiç düşünemiyordum ama bunlara rağmen bir paçavra gibi kullanılmış hissetmiyordum. Bu yönden ruhen iyiydim. Ardında rahatsız edici hiçbir şey bırakmamıştı.
Cesur doğrulup yeniden çantayı karıştırdı. Çıkarttığı başka bir tişörtü kafasından geçirip giyerken çalan telefonunun sesi duyuldu. Tişörtün eteklerini şortunun üzerine indirip sert adımlarla arabanın etrafından dolandı. Sürücü koltuğunu açtığında telefonun sesi daha güçlü gelmeye başladı. Çok geçmeden cevaplandırdı. Üşüyen ayaklarımı birbirine sürterken onu dinliyordum.
“Sorun yok, buldum onu.”
Karnıma ağrı saplandı. Yeniden kaçma dürtüsüyle doldum. Gözlerim karşımdaki ormanı ve bu saatte kimsenin kullanmadığı yolu taradı. Yeniden denemek için amansız bir istek duyuyordum.
Bulunmuştum.
Abim de beni bulacaktı.
“İyi. İyiyiz.”
Ellerimi kendime sarıp kontrolden çıkan duygularımı yatıştırmaya çalıştım. İyi değildim. Hem de hiç değildim. Tüm dengem şaşmış durumdaydı. Hissetmiş gibi adımları bana doğru yaklaşmaya başladı. İçime titrek bir soluk çektim. Yeniden karşıma geçtiğinde dikkatle bana bakarken, “Yarım saate orada oluruz. Arka kapıdan girerim, ona göre ayarlayın,” diyerek telefonu kapattı. Aleti parmaklarının arasında çevirerek bir süre sadece beni izledi. Ne düşündüğümü ne hissettiğimi biliyordu, emindim. Kademe kademe daha çok sertleşen ifadesinden bunu anlayabiliyordum.
“Yine kaçacak mısın fırtına?”
“Korkuyorum...”
“Neden korkuyorsun?”
“Beni bulacaklar. Seninle kalmaya devam edersem beni bulacaklar!”
Telefonu bagajın içerisine doğru atıp iki elini de havada duran bagaj kapağına yasladı. Bana üsten aşağıya, dünyadaki tüm güç elindeymiş gibi otoriteyle bakarken, “Ölü birini kim neden arasın ki?” diye sordu.
Damarlarımda akan kan bile ağırlaştı.
Şaşkın şaşkın, “Beni... öldürecek misin?” dedim söylediği şeyden çıkartabildiğim tek buymuş gibi.
Neredeyse gülecekti. Kafasını ağır ağır iki yana salladığı sırada, “Sen zaten ölüsün, Deniz,” dedi. Aldığım soluk kıymık gibi göğsüme battı. “Yirmi yıl önce babam seni öldürdü.”
Fısıltım güçsüzdü. “Ne?”
“Kimse senin peşinde değil,” dedi bunu kafama kazımak istercesine. “Ailen seni ölü biliyor.”
“N-nasıl?”
“Yirmi yıl önceki yangına dair hiçbir şey hatırlamıyor musun?”
Durup sorguladım. Düşündüm, gerçekten düşündüm ama cevap bulamadım. Sanki zihnim berraklaşacakmış gibi alnımı defalarca ovaladım. Ne yangınından bahsediyordu?
Çıkışı bulamadığımı fark ederek, “Annen nasıl öldü Deniz?” diye sordu bu kez.
“İntihar... intihar etti.”
“Neredeydiniz?”
“B-bilmiyorum.”
“Yanında başka kimler vardı?”
“B-bilmiyorum.”
Birden elleri yüzümü bulup yatıştırmak istercesine tenimi okşadı. “Neleri hatırladığını anlat bana.”
Acıyla gözlerimi yumarken, “Bir evdeydik, yabancı bir yerdi. Annem yanımdaydı. Sonra... sonra babam geldi. Oktay. Oktay yani,” diye belirtme gereği duydum. “Bir sürü araba, bir sürü adam vardı. Çok gürültü vardı,” derken sanki aynı gürültüleri duyuyormuşum gibi ellerimi kulaklarıma kapattım. Cesur usulca bileklerimi kavrayıp buna son verdi.
“Annem dışarı çıktı. Onunla tartıştığını hatırlıyorum. Ömrü boyunca belki de ilk kez karşısına geçip bir şeyler söylemeye cesaret etti. Sonra da... silahı çekip kendisini vurdu. Ondan önce davrandı. Onu o zevkten mahrum etti.”
Cesur titreyen bedenimi yavaşça kucaklayıp arabanın diğer tarafından dolanırken, “Peki sonra?” diye sordu.
İfadem yine karmakarışık bir hâle girdi. “Sonrasını hatırlamıyorum.” Kafamı hızlı hızlı iki yana salladım. “Sonrasında hatırladığım şey kendimi yetimhanede bulduğum.”
Cesur ön yolcu koltuğuna oturmamı sağladı. Kemerimi takarken bana haddinden fazla yakın duruyordu. Yüzünde düşünceli ifadesi asılıydı ve kaşları hafif çatıktı. Patlamış sol kaşından akan kan teninin üzerinde kurumuş hâldeydi. Onu temizleme arzusuyla parmaklarımın uçları yanmaya başladı. Ancak konuya odaklanmaya çalışıp bildiğim tek şeymiş gibi, “Anneannem beni bir şekilde oradan çıkarttı,” diye belirtme dürtüsüne engel olamadım.
“Anneannen değil, babam çıkarttı,” derken hafif geri çekilip gözlerimin içini araştırdı. “Oktay sen içerisindeyken o evi yaktı, Deniz.”
Gaipten gelen duman kokusu ciğerlerimi acıttı. Ateşin çıkarttığı korkunç çıtırtıları duyar gibi oldum. Kafamda kurduğum için miydi yoksa gerçekten o yangını yaşamış mıydım emin olmam imkânsızdı.
“Herkes senin o yangında öldüğünü sanıyor.”
Boğazımın derinliklerinden acı bir, “Ah,” nidası koptu. Boşlukta gibiydim. Ne düşüneceğimi bilmiyordum.
“Oktay herkese bunu babamın yaptığını söyledi. Babam da reddetmedi. Sanırım sırf yaşadığın ortaya çıkmasın diye işlemediği bir suçla ömrü boyunca anılacak olmaya göz yumdu.”
Babam beni yakmıştı.
Babam... beni yakmıştı.
Cesur kirlenmiş ve karışmış saçlarımı geriye doğru iterken, “Yani kimse senin peşinde değil,” dedi altını çizercesine. “Ne Sergei ne de Arda. Deniz Seymen yirmi yıl önce öldü. Ölü kalmaya devam edecek. Sen Deniz Çağlayan olacaksın.”
Deniz Çağlayan olmak beni ailemden kurtarmaya yetecek miydi?
Cevaplar yüreğimi sıkıştırdı. Buna rağmen kısaca kafamı salladım. Cesur kapımı kapatırken, sonra gidip bagaj kapısını kapatırken ve ardından da yan tarafımdaki sürücü koltuğuna oturup gaza asılırken de aynı soruyu düşünmeye devam ettim.
Seymen olarak ölmem gerekiyordu.
Çağlayan olunca yaşayabilecek miydim?
♧
Gözlerimi kulüpteki yatak odasında açtığımda önce her şeyin bir kâbus olduğunu düşündüm. Doğrulmak için hareket ederken vücudumun dört bir yanından yükselen sızılar bana bunların kâbus olmadığını sert şekilde gösterdi. Pekâlâ, karanlıkta ormanın içerisine doğru koşmak pek akıllıca değildi. Ayrıca karanlıkta, ormanın içerisinde, kırık dallar, kuru yapraklar ve ne olduklarını anlamadığım diğer bir düzine başka cisimleri barındıran toprağın üzerinde vahşice sevişmek de akıllıca değildi.
Karnımın altına doluşarak bir yılan gibi kıvranıp bana varlığını hatırlatan o hissi tattığımda dişlerimi alt dudağıma geçirdim ve yüzümü yastığa doğru dönüp boğuk mırıltılar çıkarttım.
Tamam, akıllıca değildi ama olması gerektiğinden fazla iyi hissettirmişti.
“Deniz?”
Cesur’un sesi tenimin üzerinden bir ürperti gibi kayarak geçti. Kafamı çevirip ona doğru baktığımda onu banyodan yeni çıkmış hâlde gördüm. Beline sarılı bir havlu vardı ve ondan daha küçüğüyle saçlarını hoyrat şekilde kurularken bana doğru geliyordu. Nabzım kademe kademe hızlandı. Boğazımın kuruduğunu hissettim. Dün gecenin taze anıları hafızamda canlandı ve aç bir inilti çıkarmamak için hareket bile etmeden öylece durdum.
Yatağın ayakucuna kadar geldi. Bedenimi tepeden tırnağa incelerken, “Ağrın mı var?” diye sordu. Bu kez sesi hafif sertleşmişti. Kendisine kızdığından emindim, çünkü dün gece kendisini kaybetmişti.
Kafamı kısaca iki yana sallayıp sesimin düzgün çıkmasını umarak cevap verdim. “İyiyim.”
Eh, sesim biraz daha iyi sayılırdı. Gençliğinden beri her gün iki kutu sigara içen seksen yaşındaki bir kadının sesi gibi değildi; gençliğinden beri her gün iki kutu sigara içen kırk yaşındaki bir kadının sesi gibiydi.
Tabii ki inanmadı. Çenesinin ucuyla komodini işaret etti. “Oraya ağrı kesici koydum.”
Çok hafifçe omuz silkmekle yetindim. Dolaba doğru yöneldi. Yattığım yerden keyifli bir film izliyormuşum gibi onu takip ediyordum. Dolabın kapaklarını açıp giyecek bir şeyler ararken sırtındaki tırnak izlerini görmek nefesimi kesti. Dünkü dövüşten ve ormandaki birlikteliğimizden dolayı da birçok çürükle kaplıydı, ancak en göze batanı benim ona bıraktığımdı. Kesinlikle kolay geçmeyecek şekilde derin duruyordu. Gerçekten canını yakmış olmalıydım. O zevk hengamesinde hissetmemiş bile olabilirdi ama sonrasında acıdığından emindim.
Krem sürmeyi teklif etmek istedim ama kabul edeceğini düşünmediğim için sesimi çıkartmadım. Zaten fazla oyalanmadan önünü dönerek onları görüş alanımdan çıkarttı. Kot pantolon, tişört ve iç çamaşırından oluşan küçük yığını ayaklarımın ucundaki boş alana bıraktı. Önümde daha önce de soyunmuş ve giyinmişti. Onu defalarca kez çıplak görmüştüm ama dün geceden sonra sanki her şey daha farklıydı. Daha yoğun, daha berraktı. Belki de ben fazla hassas olduğum için hâlâ duyguları uçlarda yaşıyordum, bu da olabilirdi tabii.
Cesur pürdikkat onu izliyor olmam karşısında kafasını çok hafifçe iki yana sallayıp göğsünü şişirdi. Saçlarını kuruladığı havlu boynunda asılıydı. Beline doladığı havluysa her an düşecekmiş gibi bollaşmıştı. Hiç acelesi yokmuşçasına ağır ağır havluyu çözüp kıyafetlerinin yanına attı. İç çamaşırını alıp giydi. Her hareketinde dalgalanan kaslarını izlerken onu daha rahat görebilmek için elimde olmadan dirseklerimin üzerinde doğruldum. Pantolona uzandı. Sırayla bacaklarından geçirip kalçalarından çekti. Önünde oluşan kabarıklıkla vücudunu tamamen bana doğru çevirdiğinde sertçe yutkundum.
“Bir daha aynı şey olmayacak,” dedi katı tavrıyla. “Bana öyle bakmayı kes.”
Sanki neyden bahsettiğini bile anlamamış gibi davrandım. “Nasıl bakıyorum ki?”
Küfretti. Fermuarını sertçe çekip kapatırken, “Vücudunun hâlini görmedin mi?” diye tersledi.
“Ne varmış?”
Dirseklerimden destek alarak tamamen doğrulup oturdum. Üzerimde başka bir tişört ve bana ait iç çamaşırı vardı. Gece uyumadan önce Cesur beni güzelce yıkamıştı. Bu yüzden temizdim. Ayrıca yaralı bereli. Sıkkın soluğumu sessizce verdim. Bacaklarım ince kesikler ve çiziklerle doluydu. Kollarımın da onlardan pek farkı yoktu. Neyse ki tırnaklarımın aralarına doluşan topraktan kurtulmuştum ama izlerin tamamen kaybolması birkaç gün sürecek gibiydi.
Önemsizmiş gibi hafifçe omuz silktim. Hâlâ ters ters bakıyor olmasını umursamadan bacaklarımı yataktan aşağıya doğru indirip yavaşça ayaklandım. “Kahvaltıyı kaçırdık mı? Çok acıktım,” derken normal bir andaymışız gibi davranmaya çalışıyordum, ancak yürümeye başladığımda ifademi sabit tutmak zordu. Her hareketimde resmen onu bacaklarımın arasında hissediyordum. İnler gibi iç çekmemek, gözlerimi yumup kafamı geriye yatırmamak için kendimle savaş hâlindeydim.
Adım adım hareketimi izleyen gözleri hafifçe kısıldı. “Hazırlan. Bizi bekliyorlar.”
Kısaca kafamı sallayıp uyuşuk adımlarla banyoya geçtim. Rutin işlerimi hallettikten sonra yüzümü yıkayıp saçlarımı taradım, epey kabarmışlardı. Yüzümde bile minik minik sıyrıklar vardı. Özellikle de toprağa bastırdığım yanağım diğerine göre hafif kızarıktı. Kapatma gereği görmedim. Zaten hangi birini kapatacaktım ki?
Banyodan çıktığımda Cesur’u yatağın kenarına oturmuş hâlde buldum. Tişörtünü giymiş, baş havlusundan kurtulmuş, telefonuyla ilgileniyordu. Yine uyuşuk adımlarla önünden geçip dolaba doğru yürüdüm. Askılardaki kıyafet yığınına göz gezdirirken üzerimdeki tişörtü eteklerinden tutarak çıkarıp yere attım. Sonra da ne giyebileceğime bakındım. Rahat bir şeyler istediğim için bir köşeye istiflenmiş eşofman takımlarına uzandım.
“Cesur?”
“Söyle.”
Bej rengindeki eşofman altını bacaklarımdan geçirirken konuştum. “Saçlarımı örer misin?”
Üst kısmını giymeden önce sutyen takmanın doğru olacağını düşünerek çekmecelerden spor olanlardan birini çıkartıp giydim. Cesur’dan hâlâ cevap alamadığımı fark ettiğimde bakışlarım ona doğru kaydı. Dikkatle beni izliyordu. Rahat ayakkabılarımı ayağıma geçirdikten sonra tamamen ona doğru dönüp yanına yaklaştım. Eşofmanın üst kısmı da kolumda asılıydı.
Açık duran bacaklarından birine elini vurup oturmamı işaret etti. Tereddüt etmeden oturdum. Parmakları saçlarımı bulup özenle ayırdı ve bu işin ustasıymış gibi hızlıca örerek uzattığım tokayla da ucunu bağladı. Örgümü sol tarafımdan önüme doğru çekip incelediğim sırada omzumun üzerinde hissettiğim sıcak öpücükle birlikte gözlerim istemsizce kapandı.
“Ağrı kesiciyi iç, fırtına.”
“İyiyim.”
“Sırtın çürüklerle dolu. Ağrı çektiğini biliyorum. İnat etmeyi bırak.”
“Üzerime atlayıp yuvarlanmamıza sebep oldun. Senin de vücudunda izler var.”
“Ben iz kalmasına alışkınım,” dedi. “Sende kalsın istemiyorum.”
Sessizce iç geçirip dediğini yapmak için ilaca uzandım. Birini içip avucuma yenisini alarak Cesur’a döndüğümde itiraz edecek gibi dursa da dudaklarının arasına ittiğim hapı sorun çıkartmadan kabul etti. Bardakta kalan iki yudumluk suyla birlikte onu yuttu. Suyun ıslattığı dudaklarına en lezzetli yemekmiş gibi bakmaktan kendimi alamadım. Hatta bir arının polen dolu çiçeğe kanat çırpması gibi hülyalı şekilde ona doğru eğildiğimin farkında değildim. Boğazını temizleyip, “Hadi, bizi bekliyorlar,” dediğinde ancak durumu fark edebildim. Beni kucağından kaldırıp ayaklandı. Eşofman üstünü giymeme yardım ederken sesimi çıkartmadan durdum. Kendisini uzak tutmaya çalışıyordu. Görüyordum ve bundan nefret ediyorum.
“Bu neydi şimdi?”
“Ne neydi?”
“Az önce resmen benden kaçtın.”
Gülecek gibi oldu. “Öyle mi? Kaçmayı seven sensin sanıyordum,” dedi fermuarımı tek seferde yukarıya çekerken.
İması anında karnımın alt kısmına uyarılar yolladı. Üstelemek üzereydim ki, “Hadi Deniz. Dünden beri herkes seni yeterince merak etti,” diyerek karşı koyamayacağım noktaya değdi.
Birlikte kulüp kısmına geçtik. Localardan birine hazırlanmış olan kahvaltı masası çeşit çeşit yiyecekle doluydu. Eva, Akın, Özgür ve Tuna yerlerindelerdi. Kendi aralarında çevirdikleri sohbet bizi gördükleri anda kesildi. Hiçbiriyle göz göze gelmemeye özen göstererek masadaki yerime geçtim. Cesur sol tarafıma, masanın baş kısmına otururken tabağımı yiyecekle doldurmaya başladım. Pekâlâ, dün gecenin mevzusu hiç açılsın istemiyordum. Hiç yaşanmamış gibi devam etme şansımız yok muydu?
Akın konuşmaya başladığında anladım ki yoktu.
“Sabah haberlerini izlediniz mi? Dün gece kafesinden kaçan bir ceylan ormana dalıp izini kaybettirmeye çalışmış.”
Simitten ısırdığım parçayla öylece kaldım. Hain benimle alay ediyordu.
Özgür fırsatını bulmuş gibi, “Ceylandan ormana kaçmak dışında ne beklenirdi ki?” diyerek kardeşine eşlik etti.
Sanki bana takılmıyorlarmış gibi ağzımdaki lokmayı ağır ağır çiğneyip daha onu yutmadan yenisini ısırdım. Tuna’nın dâhil olmayacağını düşünmem bile hataydı.
“O haberleri ben de izledim. Ceylanı bir aslan yakalamış. Çok fazla kaçamamış.”
Kelimelere yaptıkları ima sertçe yutkunmama neden oldu. Cesur’a kaçamak bir bakış attığımda onunla göz göze geldim. Kuşkusuz dün gece bana neler yaptığını hatırlatan bir bakışmaydı. İstemsizce bacaklarımı birbirine sürttüm. Hikâyeyi kaçma ve kovalamaca olarak biliyorlardı. Avlandığımı ve ormanı yatak odamız gibi kullandığımızdan haberleri yoktu. Sanırım böyle bir deliliği yapacak olmamız akıllarının ucundan bile geçmemişti ki durumla rahatça eğlenebiliyorlardı.
“Söz konusu aslan olduğunda hangi ceylan ondan kaçabilir ki?”
Eva yanındaki kocasını dirseğiyle dürtüp, “Onunla uğraşmayı bırakır mısın?” diye söylendi. Bunun üzerine Akın sanki hiçbir şey bilmiyormuş gibi omuzlarını kaldırdı.
“Kiminle? Ben ilgimi çeken bir haberden bahsediyordum.”
“Gerçekten bazen yaramaz bir çocuk gibisin. Tanrım... utanmadan gülüyor musun?”
Simidi yeniden ısırdım. Hâlâ daha onlara bakmayı reddediyordum. Yanaklarım sıcacıktı ve bu benimle eğlendikleri için değildi.
“Ne var? Komik, tamam mı? Böyle bir şey deneyeceksen sana tavsiyem ormana girme, o on santimlik topuklularınla iki adım atamazsın.” Bana baktığını hissettim. Ses tonu biraz ciddiyet kazandı. “Bir yerlerin kırılmadığı için şanslısın. Sana biraz ders vereceğim. Başına bir şey geldiğinde doğru şekilde kaçabilmeyi az çok öğrenmen lazım. Böyle körü körüne davranırsan olan sana olur.”
“Sağ ol,” derken ağzımdaki yiyeceklerin hepsini sol yanağımda topladım. Çatalımı peynir dilimine biraz sertçe bastırıp onu böldüm. Daha sonra bir kez daha böldüm. “Nereye kaçmamı tavsiye edersin?”
“Kaçmamanı tavsiye ederim,” dediğinde artık ortada eğlenceli hiçbir ima kalmamıştı. “Bizden kaçma, Deniz. Yapacağın tek şey bize güvenmekti. Ya gerçekten izini kaybettirebilseydin? Silahsız, korunmasız, beş parasız ne yapacaktın? Ya bir düşman seni fark edip ele geçirseydi? Artık bazı sorumlulukların var ve biz senin aileniz.” Biraz duraksadı. “Yoksa değil miyiz?”
Lokmamı güçlükle yuttum. Tabağıma eğdiğim kafamı nihâyet kaldırarak tam karşımda oturmuş olan adama bakarken mahcubiyetle doluydum. “Öylesiniz,” dedim kayıp bir sesle.
Bunun üzerine, “Bir daha ailenden kaçma,” dedi.
Çehreme konan burukluğa engel olamadım. “Ben... en çok ailemden kaçtım.”
Özgür, “Onlar senin ailen değil,” diye müdahale etti. “Can bağı olmadıktan sonra kan bağının bir önemi yok.”
Ağır ağır kafamı salladım.
“Gerçekten kolun bacağın kırılmadığı için şanslısın,” derken dostane şekilde omzuyla omzumu dürttü. “İyi geldi mi bari? Rahatladın mı biraz?”
Kan yeniden yanaklarıma hücum etti. “İyiydi.” Yutkundum. “Rahatladım... evet.”
“Yine de bir daha deneme. Aklımız çıktı.”
Bu kez hızlı hızlı kafamı salladım. “Mantıklı davranmadım, üzgünüm. Sadece kaçmam gerekiyormuş gibi hissediyordum. Bilinçsizce ve içgüdüsel davrandım. Sorun sizde değildi, beni korumaya çalıştığınızın farkındayım. Sorun bende. Gerçekten üzgünüm. Sizi biraz telaşlandırdım-”
“Biraz mı?” dedi Tuna, yavaşça sırıttı. “O taksinin bağlı olduğu durağı bastım. Sistemlerini ele geçirip konumunuza erişmek için saniyelerle yarıştım ve bu sırada rehin aldığımız adamlardan biri altına işedi. Sidik kokuları eşliğinde sizi takip ederken konumunuzu abime veriyordum. Pek hoş bir anı değildi.”
“O yüzden mi bu sabah koca bir parfüm şişesini üzerine boşalttın?” dedi Eva şaşkınlıkla.
“Evet, sidik kokusu hâlâ burnumdaydı. Ne yapsaydım?”
“Duş alabilirdin?”
“Tam iki kez aldım zaten.”
“Alt tarafı biraz idrardı. Bir kokarcayla sevişmiş gibi davrandığının farkında mısın?”
Eva’nın yorumu herkesi güldürdü. “Şişiriyor, inanma şuna,” dedi Akın çatalını yeşil zeytinlerden birine batırdığı sırada.
Tuna övgü almışçasına göğsünü kabartıp böbürlendi. “Şişirmede de bir numarayımdır.”
Temkinli şekilde hafifçe gülümsedim. Onları strese, sıkıntıya soktuğumun farkına varmak gerçekten canımı sıkmıştı. Dün gece aptalca davranmıştım. Kelimenin tam anlamıyla öyleydi. Bakışlarım diğerlerinden kayarak Cesur’u buldu. Sakince yemeğini yiyordu. Masaya oturduğundan beri hiç yorum yapmamış, onların endişelerini kusmalarına izin vermişti.
Peki yeniden Sergei’yle ya da ailemin diğer üyelerinden biriyle karşılaşırsam ve yine ipin ucunu kaçırırsam ne olacaktı?
Belli belirsiz boğazımı temizleyip, “Sanırım artık beni zincire vuracaksınız, değil mi?” diye sordum. Sesimi hafif alaylı çıkartmaya çalışsam da masaya sinen sessizlik yüzünden yüzümdeki zoraki gülümseme kaybolup gitti. Yeniden Cesur’a bile bakacak gücü kendimde bulamadım.
“Peşime adam takmakla falan uğraşmayın. Takip cihazı olan bir bileklik takarım-”
“Ne saçmalıyorsun?” dedi Cesur dayanamayarak.
Ellerimi masanın altına indirip kucağımda birleştirdim ve sertçe ovuşturmaya başladım. “Bundan sonra sıkı gözetimde olmayacak mıyım?”
“Dün nasılsa bugün de öyle devam edecek.”
Parmaklarımı birbirine geçirerek oynamaya devam ederken, “Ya yine dün akşamki gibi bir şey yaparsam?” diye soruverdim.
“Bir daha kaçarsan mı?” dediğinde ifadesine karanlık bir hava sindi. “Dün bir daha yapmayacağını söylemiştin.”
Evet. Altında kıvranırken bunu söylediğimi hatırlıyordum. “Planlayarak yaptığım bir şey değil. Bunu anlatmaya çalışıyorum. Tehlikeyi görünce kaçmak benim için hayatta kalma dürtüsü gibi bir şey. Daha önce yapmayacağımı söylemişsem bile artık kendime güvenmiyorum, tamam mı? Yine yaparım. İstemeden yaparım. Yapacağımı biliyorum.”
Özgür, “Kendine güvenmesen bile bize güvensen yeter. Kaçmak istediğinde biz seni saklarız. Önce daima bize gel, Deniz. Bunu yapabilirsin,” dedi yumuşacık tavrıyla beni kolayca etkisi altına alarak. Sanki travmalarımı görüyordu ve ona göre kartlarını dağıtıyordu.
“Tamam... denerim. Yine de... onlardan biriyle karşılaştığımda beni kollayın olur mu?”
“Emin ol, kollayacağız.”
“Teşekkür ederim,” diye mırıldandım. “Her şeyi öğrendiğiniz hâlde bana garip davranmıyorsunuz.”
Akın yavaşça tek kaşını kaldırdı. “Garip davranılacak bir şey yok. Keşke en başından bilseydik.”
“En başından bilseydin bana olan nefretin hiç geçmezdi,” diyerek ona takıldım.
Homurdandı. “Senden nefret etmemiştim. Etseydim emin ol fark ederdin.”
İlgisini ana meseleye toplamak istercesine, “Düşmanının kızı olduğumu bilseydin,” diye ısrar ettim. “En başında bilseydin-”
“Bir köşede kafana sıkardım,” dedi birden.
Yapardı, emindim.
Eva dehşetle onu azarladı. “Tanrım! Söylemek zorunda değildin. Bazı konularda çok da dürüst olmaman gerekir.”
“Ne? Ben gerçekçi bir insanım. En başında bilseydim tek mermilik işi vardı. Şimdiyse mermilerimi ona zarar verme ihtimali olanlar için saklıyorum. Birlikte geçirdiğimiz zaman işte bana bunu yaptı.”
“Tanrım! Deniz, bunu şikâyet eder gibi söylemiyor. Kulağa öyle gelebilir ama öyle olmadığını biliyorsun. Lütfen bana bildiğini söyle. Onun böyle konularda biraz sığ ve düz olduğu da biliyorsun, değil mi?”
Akın yeniden homurdandı. “Atasözleri ve deyimler sözlüğü müyüm ben de açıklama geçiyorsun bana?”
“Evet, çünkü kelimeleri hiç yumuşatmıyorsun ve seni yanlış anlamasını istemiyorum.”
“Sen birden beni çok doğru anlar oldun. Hayırdır? Düne kadar anlamamak için türlü yollar deniyordun.”
“Ben seni hep anlıyordum,” derken hafifçe omuz silkti. Bu hareketi Akın’ın bedenini ona doğru çevirmesine neden oldu.
“Ha anlıyordun da bir tarafına takmıyordun yani?”
Eva tatlı tatlı sırıttı. “Kıvranman hoşuma gidiyordu.”
“Ulan...”
Dudaklarım bir gülümsemeyle kıvrıldı. Kuşkusuz ikisinin düzene giren hayatına şahit olmak beni mutlu ediyordu. Akın’ın Eva’yı elleriyle yedirmesi, durmaksızın ona sataşması hepimizin keyfini geri getirdi. Yüzümüzdeki gülümsemeler arttı. Şakalaşmalar çoğaldı. Dün geceki çılgınlığımın bu şekilde örtülmesinden dolayı ancak rahat bir soluk verebilmiştim. Her şey iyiydi. Ben de iyiydim.
Derken tam da gülüşmelerimizin birbirine karıştığı o anda birisi boğazını temizleyerek oradaki varlığını belli etti. Kulüpte çalışan genç oğlanlardan biri Eva’ya hitaben, “Yenge senin adına bir sürü paket geldi. Nereye koyalım?” diye sordu.
Akın karısının yüzüne düşen bukleleri kulağının arkasına ittiği sırada, “Yine ne aldın?” diyerek yılgın şekilde iç çekti.
“Biraz paranı harcadığım için bu kadar üzgün görünme. Henüz diğer siparişlerim gelmedi bile,” diye neşeyle cıvıldadıktan sonra cevap bekleyen oğlana döndü. “Odama bırakın lütfen.”
“Batır beni yavrum. Batır da şu zavallı çocuklar da her Allah’ın günü odana paket taşımaktan kurtulsun.”
Eva güzel yüzünü asıp somurtarak kocasına baktı. “Düğün için acil sipariş vermem gereken şeyler vardı. Ne yapsaydım? Bugün çok meşgul olacağız. Gelinlik provaları akşama kadar sürer ve aynı zamanda mekânı da ayarlamam gerekiyor. İlgilenmem gereken bunca şey varken online alışveriş tek çözüm yolumdu.” Son anda bir şey hatırlamış gibi Özgür’e döndü. “Ah, lütfen Peri’yi buraya getir. Onun bana yardımı olabilir. Dekorasyon için fikirlerine ihtiyacım var.”
Özgür kısaca kafasını sallasa bile ona takılmadan edemedi. “Zaten her şeyle ilgilenen bir düzine ekip tuttun, Eva. Sakin ol.”
“Olamam, anlamıyorsun. Her şey kusursuz olmak zorunda. Bu düğün günlerce konuşulacak şekilde olacak. Her detayı akıllarda iz bırakacak. Ayrıca yarın akşam için lütfen bize izin verin. Kına gecesi yapacağız!”
“Katiyen olmaz,” dedi Akın birden.
“Asla! Yeni bir masa üstüne çıkıp dans etme olayına göz yumamam,” dedi Özgür.
Tuna sırttı. “Bence yapın. Dağıtınca güzel dağıtıyorsunuz ama benim adamlarımdan uzak durun. Onları pataklamak yok. Özellikle Peri’yi uyar Özgür.”
Özgür küfretti. “Kına gecesi falan yok, Eva.”
Şokla onları izlediğim ve ne olduğunu anlamaya çalıştığım sırada Cesur, “Kına gecesi istiyor musun?” diye sorarak tüm dikkatimi kendisinde topladı. Sanki ben ne dersem o olacakmış gibi gözlerimin içine bakıyordu.
Beceriksizce gülümsemeye çalışırken tek derdim ortamdaki havayı bozmamaktı ama dehşete düştüğüm suratımdan açıkça okunuyordu. “Siz... neyden bahsediyorsunuz Allah aşkına?”
Eva hevesle, “Lütfen iste, lütfen,” diye yakardı. “Oryantal bir gece düzenleriz. Tüm detaylarını bile planladım.”
Akın ve Özgür aynı anda, “EVA!” diye uyarırcasına bağırdı. Tuna ise çayını höpürdetip, “Dansöz varsa ben varım,” dedi keyifli keyifli. Karşılığında ikizlerden ters bakışlar aldı ve umurunda olmadığını belli edercesine omuz silkmeyi de ihmal etmedi.
Diğerlerini bir kenara bırakarak sadece Cesur’a odaklandım. “Kına gecesi bu kadar erken yapılmaz ki,” dedim karmakarışık ifademle.
“Ne zaman yapılır?”
“Çoğunlukla düğünden bir ya da iki gün önce?”
“O zaman bir yanlışlık yok,” dediğinde gözlerinde eğlenen bir parıltı vardı. “Kına gecesi istiyorsan istediğiniz şekilde yapın.”
İkizlerden homurdanmalar yükseldi. Gürültüyle yutkunmaktan kendimi alamazken, “Neler oluyor?” diye temkinli şekilde sordum.
“Deniz Çağlayan oluyorsun.”
“Ama... daha zaman vardı?”
“Erkene aldık.”
Nefesim kesildi. “Ne kadar erkene?”
“Bu Pazar.”
Bugün cumaydı. Sadece iki gün sonra evleniyor muydum? Sadece iki gün daha mı kalmıştı? Ben bunun şokunu yaşarken masadakiler kına gecesi muhabbeti üzerinden Eva’yı sıkıştırmaya devam etti. Arka planda bir kargaşa gibi sesleri birbirine girmiş hâldeydi. Cesur’un tüm odağıysa hâlâ bendeydi. Uzanıp parmaklarının tersiyle yanağımı severken, “Evlenecek misin benimle?” diye sordu.
Kalbim yine ritmini şaşırmış hâldeydi. Dudaklarım birkaç kez aralandı ama cevabı çıkartamadım.
Bana yine eğlenir gibi baktı. “Hayır mı?”
Kafamı telaşla iki yana salladım.
“Evet mi?”
“E-evet,” dedim güçlükle.
Heyecan kanıma karıştı. Sonra korku içime minik bir tohumunu düşürdü. Geçen her saniye büyüdü. Büyüdükçe büyüdü ve ben yine ondan başka bir şey hissedemez oldum.
♧
Halide Çağlayan köşkün büyük salonunda, her zamanki koltuğundaydı. Dalgın gözleri karşısındaki koltukta oturan abisi Yunus’un üzerindeydi. Geldiğinden beri anlattığı şeyleri dinliyormuş gibi yaparak kafa sallıyordu. Aslında adamın nelerden bahsettiğinden haberi bile yoktu.
“Önümüzdeki hafta sonu seni yeni evime götüreyim mi? Gelir görürsün, belki bazı yerlerine kadın elinin değmesi gerekiyordur. Ben pek anlamıyorum bilirsin.”
Halide hafifçe tebessüm ederek kaçıncı kez tekrarladığından habersiz şekilde kısaca kafasını salladı. “Gelirim tabii ki.”
“Öyleyse şu düğünü atlatalım sonra seni alırım. Hatta düğünden sonra gidelim. Olur mu?”
Düğün.
Gözleri sehpanın üzerinde duran davetiyeye kaydı. “O kız da bir şeyler olduğunu başından beri sezmiştim,” dedi birden. “Bana inanmamıştın ama doğru hissetmiştim. Bak, o, Cesur’un aradığı kız çıktı. Şimdi bana inanıyor musun?”
Yunus sıkıntıyla yüzünü ovuşturdu. “Kadınların altıncı hisleri gerçekten kuvvetli oluyor. Ne diyeyim? Helal olsun, ben ihtimal bile vermemiştim.”
“Hislerimde hiçbir zaman yanılmadım. Bana güvenmeliydin.”
“Doğrudur, hislerin kuvvetli,” dedikten sonra meraklı bakışlarla kız kardeşini süzdü. “Ne düşünüyorsun onlar hakkında?”
“Hiç,” dedi yavaşça. Yine aynı dalgınlık onu ele geçirmişti. “Umarım mutlu olurlar. Onca yıldan sonra bunu hak ediyorlar, değil mi?”
Yunus bunu duyduğuna sevinmedi ya da memnun olmadı. Aksine kuşkuyla doldu. Kardeşine kaşlarını çattı, şüpheyle yaklaştı. “Ne zamandan beri Cesur’un mutluluğuyla ilgileniyorsun?”
“Sorun ne anlamadım? Mutluluğunu düşünsem suç düşünmesem suç.”
“Mutluluğunu düşün... eyvallah. Ama beni kandıramazsın. Ne karıştırıyorsun Halide?” dedi ansızın sinirlenerek. “Seni tanıyorum. Bana sakın yalan söylemeye kalkma. Sen ölürsün ama Cesur’a mutluluklar dilemezsin. Ciğerini biliyorum senin, ciğerini.”
Yaşlı kadın bir kraliçe edasıyla ellerini oturduğu koltuğun koçaklarına yerleştirip arkasına yaslandı. Dudaklarının kenarında kendini beğenmiş bir kıvrım asılıydı. Tavrı birden sivrileşmiş, tüm dikkati sonunda Yunus’un üzerinde toplanmıştı.
“O düğüne en şık kıyafetimi giyerek gideceğim ve üzerime düşen anneliği en samimi şekilde göstereceğim,” dediğinde ağzında çamur tadı vardı ama ifadesine bunu yansıtmadı. “Benden istediğiniz de bu değil mi? Üzerime düşeni yapmam. Üzerime düşeni yapacağım abi, kuşkun olmasın.”
“Halide!”
“Çocuklarım için yapacağım,” diyerek nedeninin altını çizdi. “Benden istedikleri bu. Onları kaybetmemek için her şeyi yaparım, biliyorsun. Bu Cesur’a mutluluklar dilemek bile olsa.”
Yunus sorgulamak, kurcalamak istese de kaşlarını çatıp homurdanmakla yetindi. Belli ki son olaylardan sonra kız kardeşi biraz akıllanmıştı. Hiç değilse Akın ve Özgür’ün varlığı onu bir noktada sınırlandıran şeylerdi. İkisinin de Cesur’a değer veriyor olması belki de Cesur’u hâlâ yaşatan tek nedendi. Çünkü Halide evlatlarını karşısına almaktan daima çekinen biri olmuştu.
“Gelinlerinle aran nasıl?” diye sorarak konuyu farklı bir noktaya kaydırdı. Kız kardeşi gülümsedi. Sahte bir gülümsemeydi.
“Ziyaretime bile gelmeyen iki gelin.”
“Hay Allah neden acaba? Çok ayıp ettikleri,” diyerek onunla kafa buldu. Halide başka yorumda bulunmadı. Yeniden Yunus’u tatmin etmeyen kısa cevaplarla sohbeti ilerletti. Zaten çok geçmeden Yunus vedalaşıp köşkten ayrıldı.
Halide karşısındaki boş koltuğa uzun uzun sadece baktı. Orada oturan kocasını hayal etti. Hayalinde bile Halide ona bakıyordu Sarp ise pencereden dışarısını izliyordu. Hayalinde bile Sarp ona bakmıyordu. Bu his bir karabasan gibi yüreğine çökerek beyaz olan her şeyi kararttı.
“İlaçlarınızı getirdim hanımefendi.” Görevli kadın gün ortası aldığı ilaçlarını ve suyu bir tepsiye getirip sehpanın üzerine bıraktı. “Başka bir arzunuz var mıydı?”
“Beni yalnız bırakın.”
Görevli kafasını sallayarak ayak altından çekildi. Giderken kapıyı da kapattı. Sık sık Halide yalnız kalmak istediği için bu alışılmadık bir durum değildi. Herkes onun bazı sorunları olduğunu ve ilaçlarla ayakta durduğunu bilirdi. En azından bu evdeki herkes durumun farkındaydı.
Halide uzunca süren sessizlikten sonra, “O kızı neden kurtardın, Sarp?” diye sorarken hâlâ boş koltuğa bakıyordu. Hayalinde hâlâ orada oturuyor olan kocası hiçbir tepki vermeyip pencereden dışarıya bakmaya devam etti.
“Oktay’ın aile meselesine neden karıştın?”
Cevap yok.
“Ondan nefret ediyordun. Düşmandınız ama bunlar yeterli değildi. O meseleye karışman için bunlar yeterli değildi. Çünkü bir çıkarın, elde edebileceğin bir şey yoktu.”
Hayali Sarp’ın tek yaptığı bacağının üstüne attığı sağ ayağını indirip bu kez diğerini sağ ayağının üstüne atmak oldu.
“Yoksa var mıydı?” diye fısıldadı. “Oktay’ın kızını öldürmek sana ne kazandırdı? Ne kazanmış olabilirsin? Ne? Ne? Ne?”
Ellerini kafasına bastırarak bir süre düşündü. Zaten tek yaptığı buydu. Öğrendiğinden beri düşünüp durmuştu. Aynı konuları aynı olayları aynı sonuçları defalarca başa sarmıştı. Elinde ne vardı? Hiçbir şey.
“Bir çıkarın vardı. Bir çıkarın vardı. Bir çıkarın vardı.”
Deli gibi sallanmaya başladı.
“Ne olduğunu bilmiyorum ama vardı. Vardı. Vardı. Vardı.”
Hayali Sarp oralı bile değildi.
“Kızı öldürdün, sonra eve geldin. Hiç günah işlememiş gibi çocuklarını sevdin. Sena’yı sabaha kadar koynunda yatırdın. Sabah her şey duyulduğunda sanki bunu sen yapmamışsın gibi davrandın. Sana onlarca kez sordum bana cevap bile vermedin. Herkes seni ayıpladığında gururun bile incinmedi. Yapmamış gibi rahattın. Sanki o kızı öldürmemiş gibi. Çünkü öldürmemiştin. O zaman neden öldürdüm dedin? Neden? Neden? Neden?”
Halide bir detayın o an farkına vardı.
“Oktay sana karşılık bile vermedi. Oktay’ın karşılık vermediği nerde görülmüş? Sen onun kızını, öz kızı olmasa da o zamana kadar kızı bildiği kızı öldüreceksin ve Oktay acısını senin kızından çıkartmayacak, öyle mi? Ne planladınız? Siz birlikte ne planladınız?”
Hayali Sarp ilk kez kafasını çevirip Halide’ye baktı. Onu tamamen zihninin içerisinde kuruyordu, ancak bu şekilde tepki vermesi doğru yoldaymış gibi hissetmesine neden olmuştu. Daha çok kurcalamalıydı. Ancak herkesin gözü üzerindeyken bunu sadece ve sadece oturduğu yerden yapabilirdi.
Hızlıca yatak odasına çıktı. Akın’ın verdiği ültimatomdan sonra elinin altında bulundurduğu yedek telefonlardan birini çekmeceden çıkarttı. İşini sağlama almak zorundaydı, aksi hâlde canının yanacağının farkındaydı. Bu yüzden iz bırakma şansı yoktu.
Ana telefonunda kayıtlı olan numarayı bulup yedek telefonundan tuşladı. Ardından parmağı ekranın üzerinde bir süre öylece kaldı. Uzun zaman sonra onunla konuşmak için harekete geçiyordu. Bir zamanlar yediği içtiği ayrı gitmediği adam artık ona yabancı ve uzaktı. En kötüsü düşmandı. Ancak onu hiçbir zaman düşman gibi görmemişti. O, Sarp’ın düşmanıydı. Kendisininse eski bir dostuydu.
Arama tuşuna dokundu. Çağrının cevaplanmasını odanın içerisinde dört dönerek bekledi. Nihayet açıldığında tanımadığı bir adamın sesi kulaklarına doldu.
“Buyurun?”
Derin bir soluk alarak dile getireceği isme kendisini hazırladı. “Oktay Seymen’le görüşmek istiyorum.”
Hattın ucunda kısa bir sessizlik oluştu. “Siz kimsiniz?”
“Halide Çağlayan.”
Yeni bir sessizlik peyda oldu. Birkaç hışırtı duyuldu ve daha sonra nihâyet aradığı adamın tok sesi hattın ucundan yükseldi.
“Halide?” diye sordu emin olmak istercesine. Çatılmış olan gür kaşlarını görür gibiydi.
“Benim.”
“Onca zamandan sonra... neden?”
Güler gibi oldu. “Nezaketen önce hâl hatır sormalıydın.”
“Neden?” diye bastırdığında artık sesi daha sertti. “Gereksiz ıvır zıvırla uğraşmadığımı unutmuş olmasın.”
“Unutmadım,” derken yeniden odanın içerisinde dolaşmaya başladı. Tereddütlü, heyecanlı ve endişeliydi. Açıkçası biraz da çekiniyordu. Tüm bunlara rağmen merakı daha ağır geldi.
“Sana sormak istediğim bir şey var.”
Adam bunu sorguladığını belli etmekten geri durmadı. “Yıllardır sesin soluğun çıkmadı.”
“Evet, biliyorum. Orta yerden seni aramış olmama şaşırdığının da farkındayım. Sadece bir şeyi bilmek zorundayım, Oktay. Şahit olan sendin. Bu yüzden cevabı da sen verebilirsin.”
“Dinliyorum.”
“Sarp’ın senin kızını öldürmediğini biliyorum,” diye söze girdiğinde aralarına sinen soğukluğu iliklerine kadar hissetti. O ana dek iki eski dostlardı ve bu sürpriz telefonlaşmayı sorguluyorlardı ama o andan itibaren ipler gerilmeye başladı.
“Yine de bunu doğrulamana ihtiyacım var. Sarp yapmadı, değil mi?”
“Vicdanını rahatlatmaya mı çalışıyorsun?”
“Hayır, ben sadece gerçeğin peşindeyim.”
“Kocanın kendi ağzıyla söylediği şeyi sorgular olmuşsun, Halide,” derken uyarıcıydı.
“Yalan söylediğini biliyorum. Neden ona izin verdin? Neden yalan söylemesine göz yumdun? O yapmadı. Kızını Sarp öldürmedi-”
“Onu ben öldürdüm,” dedi adam önemsiz bir detaymış gibi üzerine düşmeden. “Sarp onları benden önce bulmuştu. Belki de yetişmeseydim benden önce öldürecekti. İntikamımı elimden almak için gözünü kararttığının farkındaydım. Ben de hem intikamımı aldım hem de Sarp’a istediğini verdim. Ben yaptım diye böbürlenmesine izin verdim.”
“Bu kadar mı? Hepsi bu mu?”
Oktay durdu. “Bu kadar,” dese de durumu sorgulamaya başladığı açıktı.
“Bana her şeyi anlat. Sarp’la nasıl bir plan yaptınız? Amacınız neydi bilmek istiyorum.”
“Senin ne dediğini kulağın duyuyor mu?” dedi artık kızmaya başlamış gibi sertçe. “Sarp’la hiçbir şeyin planını yapmadım.”
“Orta yerden kızını öldürdüğünü söylüyor ama aslında öldürmemiş olduğunu öğreniyorum. Sense ben öldürdüm diyorsun ama kız aslında hiç ölmemiş.” Telefonu tutan parmakları sıkılaştı. “Neyin. Peşindeydiniz.”
Hattın ucunda derin, gerçekten derin bir sessizlik oluştu ama bu Halide’yi durdurmaya yetmedi.
“Sarp oraya geliyor, aile meselenize karışıyor, yapmadığı bir şeyi yaptım diyerek birçok kişinin tepkisini toplamayı göze alıyor. Sense kızını öldürmesine karşılık köşende kalıyorsun, misilleme yapmıyorsun, intikam almıyorsun. Benim tanıdığım Oktay böyle yapmazdı. Başından beri aklımı kurcalayan durumlardı bunlar. Şimdi söyle bana kızına kıyamadın da bunu maskelesin diye mi Sarp’tan rica ettin? Neden birlikte bir şeyler karıştırdınız, neden? Sarp’ın çıkarı neydi? Ona ne vaat ettin? Ne-”
“Halide,” dedi adam kaskatı bir sesle. Bunu sakince söylemiş olsa da etkisi öyle kuvvetliydi ki Halide birden sustu. “Kız aslında ölmemiş mi dedin sen?”
Halide o an anladı. Büyük bir pot kırdığını ve Oktay’ın durumdan haberdar olmadığını fark etti. Telefonu tutan eli kulağından kayıp aşağıya düştü. Oktay’ın çılgın öfkesini belli belirsiz duyuyordu. Sürekli aynı şeyi soruyordu.
Kız yaşıyor mu?
Hayali Sarp karşısında belirerek öfkeyle kaşlarını çattı.
Ona bakarak, “Ne yaptın sen?” dedi bu kez. Takılmış gibi tekrarladı. “Ne yaptın sen? Ne yaptın sen? Ne yaptın sen?”
Sakin ol, nefes al, düşün.
Sarp, Deniz’i kurtardı.
Deniz yaşıyor.
Cesur, Deniz’i buldu.
Cesur, Deniz’le evlenecek.
Dur, başa sar, yeniden düşün.
Sarp, Deniz’i kurtardı.
Sarp onu yetimhanede bıraktı.
Deniz yetimhanede büyüdü.
Cesur bir yetimhanede bulundu.
Cesur ve Deniz aynı yetimhanede kaldı.
Cesur... Deniz’in kurtarılmasından sonra bulundu.
Halide gerçekle göz göze geldi.
Sarp, Deniz’i kurtarmıştı.
Karşılığında oğlunu almıştı.
×××
Deniz ve Cesur? 🔥🔥
Gelecek bölüm düğünümüz var a dostlar! 🥳
Peki tatliş kaynanamız Halide'nin yaptığına ne demeli? 🤔
Çokça sevgiler 🥰
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 65.91k Okunma |
4.22k Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |