
Selamlar, nasılsınızzz 🤗
Sizi çok özledik, umarız siz de bizi özlemişsinizdir. 🫶🏻🥰
Yorumlarınızı bekleriz, keyifli okumalar dileriz, cansınız. 🤩
♧
Eva sürekli dudağını kemiriyor, stresle ayağını sallıyor, sakinleşme umuduyla elleriyle oynuyor ve farklı bir şeye odaklanma arzusuyla radyodaki kanallar arasında gezinip duruyordu. Yolculuk boyunca hiçbir müziği sonuna kadar dinleyememişlerdi, hepsini değiştirmişti. Türk sanat müziği, yöresel müzikler çalan kanalları bile dolaşmıştı. Son açtığı kanaldaysa akşam haberleri sunuluyordu. İstanbul’da geçen bir trafik kazasından bahseden sunucunun tekdüze sesini dinlerken gürültüyle iç geçirip ayağını daha hızlı sallamaktan kendisini alamadı. Köşke yaklaştıkça gerginliği zirveyi buluyordu.
Ansızın bacağına konan büyük avucu hissettiğinde elinde olmadan irkilip sürücü koltuğundaki Akın’a döndü. Adam gözlerini yoldan çok kısa bir anlığına ayırarak ona baktığında göz göze geldiler. Çaresizlikle omuzlarının düşmesine izin verdi.
“Aile yemeğine annenin beni de davet ettiğine emin misin?” dedi neredeyse inler gibi çıkan bir sesle.
“Evet, özellikle hem de.”
“Tanrım... sence yemeğime zehir atar mı?”
Arka koltukta oturan Özgür'den homurtu benzeri bir gülüş yükseldi. “Beklerim.”
“Ah, tanrım!” dedi Eva dehşetle. “Beni müsait bir yerde indirir misin? Sanırım gelmesem daha iyi.”
Akın dikiz aynasından arkadaki kardeşine ters bir bakış gönderdi. “Tabii ki öyle bir şey olmayacak. Aradaki buzları eritmeye çalışıyor ve tek şansı olduğunu biliyor. Endişelenmeni gerektirecek bir şey yok, Eva.”
“Söylemesi kolay. Korkuyorum ve ne yapacağımı bilmiyorum-”
“Elini uzatırsa öp, seninle ilgilenirse onunla ilgilen oldu bitti,” dedi Özgür önemsiz bir detaymış gibi rahatça konuşarak. “Öldürmek istediği gelini sen değilsin.”
Eva yanağının içini kemirirken, “Bundan emin olamıyorum,” diye mırıldandı. “Sanki beni de öldürmek ister gibi.” İkisi de belli belirsiz güldüğünde Eva yeniden çaresizlikle inledi. “Tanrım... çok kötüsünüz ve hiç yardımcı olmuyorsunuz. Yanıma silah almalı mıydım? Ya da bacağıma bıçak bağlamak için geç mi kaldım?”
“Sakin ol,” dedi Akın kadının bacağını hafifçe sıkarken. Dönüp ona göz kırpmayı da ihmal etmedi. “Ben yanındayken sana kim zarar verebilir?”
“Beni koruyacağına hiç şüphem yok ama yine de silah alsam iyi olacak.” Tatlı şekilde gülümseyebilmek için elinden geleni yaptı ama o kadar gergindi ki bunu pek becerebildiği söylenemezdi. “Kendimi güvende hissedebilmek için. Sadece bunun için. Yedek silahın var mı?”
Akın gülerek kafasını iki yana salladı. “Annemi vurmayı mı planlıyorsun?”
“Şey... ya o bunu planlıyorsa?”
“Ve sen silah kullanmayı bile bilmiyorsun. Hepimizin canı tehlikeye girebilir.”
Genç kadın kollarını göğsünün üzerinde bağlayıp kocasına ters bir bakış yolladı. “Elbette biliyorum!”
“Poligon atışlarıyla,” dedi kinayeyle.
“Senin derdin ne? Kıçına mermiyi sokmamı istiyorsan açıkça söyle. Sanırım ancak o zaman benimle eğlenmeyi bırakacaksın, değil mi?”
Özgür üzerine yapışmış olan keyifsizliğine rağmen ufak bir kahkaha patlattı. Belindeki silahı çıkartıp Eva’ya doğru uzatırken, “Al bunu kullan. İzlemek çok keyifli olacak,” demeyi de ihmal etmedi.
Akın, Özgür’ün uzattığı silahı eliyle geriye doğru ittiği sırada, “Mermi senin kıçına girecek şimdi göreceksin,” dedi uyarıyla. Ardındansa yanındaki kadına döndü. “Silah almak falan yok. Sorun çıkmayacak. Birlikte akşam yemeği yiyip gece orada kalacağız. Hepsi bu kadar.”
“Gece orada kalmak mı? Aman tanrım! Yemeğime uyku hapı katıp gece uykumda beni boğacak!”
İki adam da Eva’nın tepkisine karşılık güldü. Kadının endişesi onların gözünde tatlı duruyordu, ancak Eva gerçekten de epey gergin ve diken üstündeydi. Bir noktada heyecanlıydı ama ağırlıklı olarak korkuyordu. Kendisini sakinleştirme umuduyla yine ayağını stresle sallamaya başlayıp aynı zamanda radyo kanalları arasında dolaşmaya koyuldu. Tam yabancı müzik kanallarından birine geçtiği sırada kucağındaki çantada bulunan telefonu çalmaya başladı. Çabucak telefonu çıkarttığında ve ekranda Peri’nin adını gördüğünde tüm endişesi uçup gitti. Heyecanla çağrıyı cevaplandırıp telefonu kulağına götürmek yerine hoparlörü açtı. Pekâlâ bunu bilerek yapmıştı.
“Peri!”
“Merhaba,” dedi hattın ucundan Peri hafif çekinik şekilde. “Umarım seni rahatsız etmiyorumdur.”
“Ah, kesinlikle etmiyorsun. Nasılsın? İyi ki aradın. Sabah sana ulaşamadığım için sürekli aklımdaydın,” derken dikiz aynasından arkada oturan Özgür’e kısa bir bakış attı. Konuşma hiç umurunda değilmiş gibi pencereden dışarısını izliyordu ama duruşu bile kaskatıydı.
“Sabah için üzgünüm. Şey... kursa başladım. Dersteydim.”
“Dil kursu, değil mi? Nasıldı ilk günün?”
“Evet. Güzeldi. Etrafta hiç Türkçe konuşan birinin olmaması kötü ama öğrenmek için böylesi sanırım daha iyi. Öğretmene kendimi tanıtabilmek için neredeyse on beş dakika doğru kelimeleri aradım.” Çaresiz bir ses çıkarttı. “Galiba İtalya’yı seçmemem gerekirdi.”
Eva sanki Peri onu görebilecekmiş gibi elini havada savurdu. “İtalya en doğru yer tatlım. Gözler için tam bir karnaval.” Akın’ın ters bakışlarını görmezden gelerek omuz silkti. “Sınıfın nasıl? Kaç kişisiniz? Kaç erkek var?”
“Eva,” dedi genç kadın tatlı bir kıkırtıyla. “Lütfen.”
“Öğretmenin erkek mi?”
“Kadın ve bu konuyu kapatabilir miyiz?”
“Ah, ne kötü! Eminim bilerek kadın seçilmemiştir,” derken Özgür’e taş attığı açıktı. “Hiç arkadaş edindin mi?”
“Evet, bugün Kanadalı bir kızla tanıştım. İyi birine benziyor. En iyi yanı İtalyanca konusunda benim kadar berbat olması.” Güldü. “Sanırım yarınki dersten sonra bir şeyler içmeye gideceğiz.”
“Gerçekten mi? Bunu duyduğuma çok sevindim. İtalyan şaraplarının tadına mutlaka bakmalısın. Bu konuda mükemmel olabilirler-”
Peri, “Sadece kahve içeceğiz,” diye müdahale etti ve konuyu değiştirmek istediğini gizleyemeyerek konuşmaya devam etti. “Sen neler yapıyorsun? Deniz döndü mü?”
“Deniz yarın dönüyor ve ben de şu anda davetli olduğum akşam yemeğine gidiyorum. Akın ve Özgür’le birlikte.”
“Ah... müsait değilsin. Sizi rahatsız etmeyeyim. Daha sonra konuşabiliriz-”
“Rahatsız etmiyorsun, Peri, lütfen böyle düşünme. Arabadayız ve trafik yüzünden köşke varmamıza hâlâ on dakika daha var.”
Hattın ucunda bir sessizlik oluştu. “Köşke mi?” dedi çekinerek.
Eva kucağındaki çantanın fermuarını açıp kapatarak onunla oynarken, “Evet,” dedi gerginliğini ondan saklamayarak. “Halide Hanım beni yemeğe davet etti...” Hattın ucunda bir şeylerin yere düştüğünü belli eden sesler yükseldiğinde, “Peri? İyi misin?” diye sorma gereği hissetti.
“Ben... kapatsam iyi olacak. Ders çalışmam gerekiyor ve... sonra görüşürüz, Eva. Umarım güzel geçer. Kendine dikkat et.”
Eva hiçbir şey diyemeden kapanan telefonun ekranına bakakaldı. Peri’nin korkusunu içinde hissetmek onu olduğundan on kat daha gergin ve endişeli kılmaya başladığında boynunu ovarak çağlayan hisleriyle başa çıkmaya çalıştı. Karnındaki gerginlik onu kıvrandırıyordu. Uzun zamandır hiç bu kadar kötü hislerle baş etmek zorunda kalmamıştı.
Özgür ansızın, “Peri’nin oradaki çevresini özellikle ayarlattım ve liste içerisinde tek bir erkek bile yok. Eğer sokmaya çalışırsan o erkek ölü bir erkek olur, Eva. Umarım kendimi açıkça ifade edebilmişimdir,” dedi yine o umursamaz edasıyla.
Genç kadın bir an için yeniden Halide Çağlayan’la yan yana gelecek olmanın verdiği soğuk histen sıyrıldı. Omzunun üzerinden dönüp Özgür’e gözlerini kısarak bakarken, “Bu kadar zahmete girmek seni yormuyor mu?” diye sordu.
“Hiç yormuyor.”
“Peki Peri’nin hayatını planlayan kim? Genelde planlamaları yapan bendim, değil mi?”
“Onunla ilgili zahmete girmeni istemedim,” dedi sanki tek nedeni buymuş gibi.
Eva’nın gözleri biraz daha kısıldı. “Ya da ona güzel ve hoş bir hayat sağlayacak olmamı hazmedemedin.”
“Güzel, hoş ve ölü adamlarla dolu bir hayat,” derken buzdan bir alay doluydu. “Peri eminim ki ölü adamlardan çok korkardı, değil mi?”
“Onu düşünüyormuşsun gibi konuşma lütfen. Komik oluyorsun.”
Akın boğazını temizledi. “Kapatın şu mevzuyu.”
Eva kocasına da pençelerini geçirmekten geri durmadı. Kızgın bakışlarını üzerine dikip, “Onu bu şekilde kısıtlayıp bir fanusun içerisinde yaşamaya zorlayamaz, tamam mı?” diye patladı. “Kız sesini çıkartmıyor diye ona bu haksızlığı yapamaz.” Sonra dönüp yeniden Özgür’e odaklandı. “Sen kulüpte dilediğince eğlenip başka başka kadınlarla gününü gün ediyorsun ama onun erkek öğretmeni bile olamaz, öyle mi? Bu ailenin kaba mağara adamını Akın sanıyordum ama sen ondan bile betersin, Özgür. Üzgünüm. Gerçekten üzgünüm ama çok kötüsün ve birinin bunu sana söylemesi gerekiyor.”
Özgür eyvallah dercesine kafasını salladı. Cevapsız bırakıp oralı bile değilmiş gibi davranması Eva’yı daha çok çıldırtıyordu, çünkü aslında adamın acı çektiğini görüyordu ve sanki her şey yolundaymış gibi konuşmasından nefret ediyordu.
“Tanrım, kalın kafalının tekisin! Gitmesine izin verdin! Öylece durdun ve gitmesine izin verdin!”
“Gideceği başından beri belliydi,” dedi sadece.
“Engel olabilirdin seni ahmak!”
“Neden engel olacaktım? O benim başıma belaydı. Gitti. Rahatladım.”
“Belli, Özgür. Öyle rahatsın ki günlerdir uyuyabilmek için tek yaptığın şey içmek-”
Akın, “Eva, yeter,” dedi sert bir uyarıyla. “Bunu tartışmanın sırası değil. Gerginlik istemiyorum.”
Genç kadın hırsla kollarını göğsünün üzerinde kavuşturup burnunu havaya dikti. “Bu durumdan memnun değilim, tamam mı? Peri orada zorlanıyor. Kaç kez aradığımda ağladığını benden saklamaya çalıştı. Yapamıyor, anlıyorum. Yapayalnız kaldı. Hiç mi vicdanınız yok? Size şaşırıyorum gerçekten.”
“Yapayalnız kalması ölü olmasından iyidir, değil mi?” dedi Akın altını çize çize. “Üç beş güne alışır. Hayatına devam eder olur biter.”
“Ona devam edebileceği bir hayat bile sunulmuyor ama, nasıl devam edecek? Ömür boyu yalnız mı kalacak? Günün birinde kendine güzel bir yuva kurmak isterse ne olacak? İzin verecek misiniz?”
“Yavrum bizim kitabımızdaki bazı çizgiler sana garip ve fazla geliyor olabilir ama evet yalnız kalacak. Gitmiş olması hiçbir şeyi değiştirmiyor hâlâ Özgür’le evli.”
Homurdanmamak için kendisini zor tuttu. “Peki bu evlilik ne zamana kadar devam edecek?”
“Bilmiyorum. Kızın gitmiş olması bile yeterince başımızı ağrıtmaya başladı, ailesi abimin dönmesini dört gözle bekliyor. Şu anda boşanmaları söz konusu olamaz. Anlayacağın önümüzde uzun bir süreç var.”
“Her şey bittiğinde? Beş yıl ya da on yıl sonra?”
Akın soluğunu gürültüyle verdi. “Bir şekilde boşansalar bile Peri’nin başkasıyla evlenmesi ailesi açısından yine sorun olur. Anlamıyorsun, Eva. Kurcalamayı bırak artık.”
Genç kadının bu işin peşini bırakmaya hiç niyeti yoktu. “Ama Özgür yeniden evlenebilir, değil mi?” dedi bu adaletsizlikten nefret ettiğini saklamadan.
Arkadan bir homurtu yükseldi. “Yeniden mi? Asla.”
“Aklını başından alan bir kadın karşına çıkarsa-”
“Eva,” derken konuyu daha fazla uzatmak istemediği belliydi. “Benim etrafımda her zaman aklımı başımdan alacak kadınlar oldu. Şimdiye kadar hangisiyle evlenmeyi istedim? Ben tek kişilik yaşıyorum. Bu sorumluluğu hayatımın hiçbir evresinde istemiyorum. Peri orada benim belirlediğim kurallar çerçevesinde yaşayacak. Hâlâ yaşadığı için şanslı olduğunu bilmekle yetinecek, anlıyor musun? Onun kafasına başka birini sokmaya çalışma. Beni kızdırmak için ya da onun iyiliği için bile bunu yapma. Sonra dâhil olmak zorunda kalırım, çünkü o hâlâ karım olarak duruyor ve beni, bizi bu şekilde lekeleyemez.”
Eva hâlâ üstelemek istiyordu. Deşmek, kazmak ve derinlerde ne varsa dışarıya çıkartmak en büyük arzusuydu, çünkü içgüdülerine güveniyordu. Özgür kalın bir duvarın arkasında duruyor, olanlar onu hiç etkilememiş gibi konuşuyordu, ancak günlerdir onu yeterince gözlemlemişti ve hiç de göründüğü gibi olmadığından emindi.
“Peki o orada cam fanus içerisinde yaşarken sen burada nasıl yaşayacaksın? Eskisi gibi mi?”
“Bırak da çizgileri ben çekeyim.”
“Umarım çekersin,” dedi hafif sert şekilde. “Çünkü sana bu adaletsizliği yakıştıramam.” Kafasını hafifçe iki yana salladı. “Lütfen o kadar iğrenç olma, Özgür.”
“Onu kısa süredir tanıyorsun. Nasıl bu kadar benimsemiş olabilirsin anlayamıyorum gerçekten.”
Eva sessizce iç çekti. “Peri bir çiçek gibi. Onu fazla güneşin altında bırakmak bile solmasına neden olur. Çok narin. Fazla kırılgan. Tertemiz, Özgür. Birçok kişiyle tanıştım ve kimse onun kadar pak değildi. Ufacık kötü niyet taşımıyor. Kimseye kin gütmüyor. Kalbine hiç kötülük bulaşmamış. Kimseyi kırmak istemiyor, ağzından tek bir acı söz duymadım. Olanlardan sonra suçladığı tek kişi kendisi. Ne seni suçluyor ne ailesini ne de o pislik nişanlısını. Hepiniz ona kaba davrandınız ama yine de sizin için tek bir kötü lafı olmadı. Kızmadı bile. Tanrı aşkına ona hap verildi, sarhoş edilip sana gönderildi. Onu tanıyorsun, aklı başında olsaydı bunu yapar mıydı? Yapmazdı. Eminim kulübün kapısından içeriye adımını bile atmazdı. Buna rağmen yine kendisini suçladı. Herkes üstüne gitti, kimseyi kabahatli görmedi. Senin huzura erebilmen için kendisini, kendi hayatını feda etti. Ama ne de olsa yaşıyor diye şükretmesi lazım, değil mi? Eminim o eder. Bu dünya için çok masum birisi ve onu kaybettiğim için üzülüyorum.”
Özgür hiçbir yorumda bulunmadı. Eva da daha fazla bir şey söylemedi. Arabanın köşkün bahçesine girmesiyle birlikte kaybolan tüm endişeleri geri geldiği için aklı yine dağılmıştı, ancak artık o kadar da korkmuyordu. Peri konusunda içini dökmüş olmak onu bir nebze rahatlatmıştı.
Akın arabayı süs havuzunun etrafını döndükten sonra köşke tırmanan merdivenlerin tam önünde durdurdu. Kapı çoktan açılmıştı, iki görevli kadın girişte onları karşılamak için bekliyordu. Eva kapısını açan ve inmesine yardım eden korumaya gergin bir gülümseme bahşetti. Merdivenlerin tam önünde durarak devasa yapıya uzun uzun baktı. Dışarıdan epey soğuk duruyordu. İşin kötüsü içi de soğuktu. Bu evin ev gibi hissettiren hiçbir yanı yoktu. En azından Sena’nın ölümünden sonra...
Akın elini kadının beline yerleştirip, “Düşündüğün gibi kötü geçmeyecek,” dedi sanki bundan eminmiş gibi.
“Umarım.”
“Hâlâ silah istiyorsan benimkini alabilirsin.”
Genç kadın güler gibi bir ses çıkarttı. Neşesi yerine gelsin diye çabaladığını anlayabiliyordu. “Gerek yok sanırım. Sen onu benden daha iyi kullanırsın.”
“Eğer öğrenmek istersen-”
“Biliyorum zaten.”
“Evet. Poligon atışları.”
Merdivenleri çıkarken Akın’a ters bir bakış gönderdi. “Bir gün üzerinde deneyeceğim ve göreceksin.”
“Kocana bu kadar kolay kıyamazsın.”
Hafifçe omuz silkerken çoktan eve girmiş olan Özgür’ün ardından bakıyordu. “Kocama kıyamayabilirim ama onun ahmak, aptal, saftirik kardeşine kıyabilirim. Bence hak ediyor.”
Akın kafasını iki yana sallarken gülüyordu. “Onunla uğraşmayı bırak artık.”
“Gözlerinin altlarındaki morlukları sen de gördün, değil mi? Gururundan Peri gittiği için memnunmuş gibi davranıyor. Eğer bir gün başımıza böyle bir şey gelir de ayrılırsak sakın bana bu şekilde gurur yapma. Çünkü ben de yapmayacağım. Ayrı yerlerde acı çekmektense yan yana da çekebiliriz.”
“Ayrılmak falan yok Eva. Saçma sapan şeylerden bahsedip de benim canımı sıkma,” dedi ters ters. Anında ciddileşmişti.
Genç kadın yanındaki iri bedene iyice sokulurken, “Senin peşimi asla bırakmamanı çok seviyorum, biliyor musun?” diye fısıldadı.
“Öyle mi? Zamanında bırakayım diye benimle yaptığın anlaşmaları unutmadım.”
Adamın attığı taşı görmezden geldi. “Hep böyle yanımda dur, Akın. Hiçbir zaman gitmeme izin verme. Hiçbir zaman sana arkamı dönüp lanet bir arabaya binmeme ve kilometrelerce uzağa gitmeme izin verme.”
“Seni benden uzağa götürecek o arabayı yakarım.”
Gülümsedi. “Aşığım sana.”
“Bunu daha sık söylemen için her gün on araba yakarım.”
“Ben de sana aşığım demen gerekiyordu, araba yakman değil,” derken artık gülümseyişi tatlı kıkırtılara dönüşmüştü.
Akın köşkün büyük salonuna girmeden hemen önce kadını durdurup onunla istediği açıyla göz göze gelebilmek için çenesini kavradı. “Ölürüm sana,” dedi sanki istese hemen o anda kalbini çıkartıp avuçlarına bırakacakmış gibi bir tavırla.
Eva iç çekti. “Şimdi seni öperdim ama çalışanlar bizi izliyor ve annen birkaç adım ötemizde bizi bekliyor.”
Adamın gözlerinden tehlikeli bir parıltı geçti. Eğilip ondan kısa ama ayaklarını yerden kesecek bir öpücük çaldıktan sonra yanağındaki gamzeyi sergilercesine sırıttı.
“Hiçbiri umurumda değil, biliyor musun?”
Genç kadın efsunlanmış gibi adamın kollarında eridiğini ona belli etmemeye çalışırken, “Çok edepsizsin,” diye homurdandı.
“Sadece öptüm yavrum. Sanki yere yatırmışım da-”
“Tanrım! Akın!”
Adam daha çok sırıtırken birinin boğazını temizlediği duyuldu. Eva telaşla kocasından uzaklaştı ve salonun girişinde Halide Çağlayan’ı görünce adeta eli ayağı buz tuttu. Kadın tüm asaletiyle oradaydı. Kısa saçları yüzünün iki yanında salınırken, gözlüklerin ardındaki gözlerinde herhangi bir memnuniyetsizlik aradı. Ancak şaşırılacak şekilde yoktu. Kadın sıcak sayılabilecek bir gülümsemeyi yüzüne kondurmayı bile başarmıştı.
“Nerede kaldınız çocuklar? Kaç saattir sizi bekliyoruz. Hadi, içeriye geçin.”
Akın Eva’nın uzağa kaçmasına izin vermeyerek onu yeniden belinden yakalayıp kendisine çekti. Kadını adeta bedenine yapıştırırken annesine tek kaşını kaldırarak baktı.
“Bekliyoruz derken?”
“Dayın, Şenay teyzen ve kızları Sima ile Canan da burada.”
“Baş başa olacağımızı sanıyordum.”
“Bunun gerçek bir aile yemeği olmasını istedim oğlum.”
Akın anladığını belli edercesine kafasını sallamakla yetindi. Bunun üzerine Halide tamamen Eva’ya odaklandı. “Hoş geldin kızım. Umarım iyisindir. Seninle doğru dürüst ilgilenemediğim için gerçekten üzgünüm.”
Genç kadın derin bir soluk alarak omuzlarını kaldırmaya, cesaretini bulmaya çalıştı. Ancak Halide’nin dik, kendinden emin duruşuna karşılık kendisinin bunu pek beceremediği ortadaydı. “Hoş buldum efendim,” dedi tane tane. “İyiyim, teşekkür ederim siz nasılsınız?”
“Ah, benimle bu şekilde konuşmana gerek yok. Lütfen. Bence aramızdaki bu resmiyeti kaldırmalıyız, artık aile olduğumuzu unutmamalısın.”
Eva’nın tek yapabildiği kısaca kafa sallamak oldu. Kadın samimi davranıyordu, ancak yine de rahatlayamıyordu. Sonuçta yine bu kadın Peri’yi öldürmeye çalışan kadındı, değil mi?
“Hadi artık içeriye geçelim. Kız kardeşimle daha önce tanışmış mıydın Eva? Seni öyle merak ediyor ki...”
Eva, Şenay’la ve onun kızlarıyla tanıştı. Genel olarak Şenay, Halide’nin kopyası gibiydi. Görüntü olarak pek benzemiyor olsalar da huy olarak aynı olduklarından emindi. O da asaletli bir kadındı ve duruşuyla bile çizgisini belli ediyordu. Ancak kızları için aynılarını söyleyemeyecekti, çünkü ikisi de anneleri gibi olmaya çalışırken bunu eline yüzüne bulaştırıp daha çok insanlara tepeden bakan kişilere dönüşmüşlerdi.
Tanışma faslından sonra geçtikleri yemek masasında yok yoktu. Halide masanın başında oturuyordu. Sağ tarafında Akın vardı. Eva onun yanındaydı ve onun yanındaysa Özgür bulunuyordu. Diğer yandan karşılarında Yunus, Şenay, Sima ve Canan yerleşmişti. Bu oturma düzeni başta onu rahatsız etmese de yemeğin ortalarına doğru huzursuz hissetmesine neden olmuştu, çünkü Özgür’ün tam karşısına geçmiş olan Sima’nın devamlı Özgür’e bakıp durması göz ardı edilmeyecek kadar belirgindi.
Yunus, “Bir akşam da hep birlikte benim yeni evde toplanalım. Şimdiden diyeyim benden böyle bin bir çeşit yemek beklemeyin. Vallahi yapamam,” dedi göbeğini hoplata hoplata gülerek.
“Aman abi, duyan da evde hiç yardımcın yok sanacak,” dedi Şenay.
“Var gülüm var ama bendekiler Halide’nin sahip olduklarının yanına yaklaşamaz. Baksana şu masaya, tek eksik kuş sütü.”
Halide hafif utanmış gibi gülümsedi. “Sevdiklerimle aylar sonra bir araya gelmişim, tabii ki her şeyin en güzeli ve en özeli olacak.”
Canan yapılı tırnaklarını su kadehinin üzerinde dolaştırırken, “Teyzem gelinine özel hazırlanmak istemiş işte. Bence bu çok hoş,” dedi, ancak bakışlarında bundan hoşlandığına dair en ufak bir ifade yer almıyordu.
Eva küçük bir gülümsemeyle onu karşıladığı sırada Sima söze karıştı. “Diğer gelin nerede peki?”
Masada anında buz gibi bir hava eserken Şenay koluyla kızını dürtüp uyardı. Özgür ise tabağındaki yemeklerle olan oynayışına son verip tuttuğu bıçağı sıkıca kavradı. Gözlerini tabağından bile kaldırmadan, “Ne yapacaksın diğer gelini?” diye sordu. Sesi öyle sertti ki kimse ondan bunu beklememişti.
Sima irkildi. Tüm havası hava kaçıran bir balon gibi sönerken, “Merak etmiştim sadece. Sonuçta bu bir aile yemeği,” dedi içine kaçmış bir sesle.
“Merak etme sen.”
“Tamam, Özgür. Sakin ol lütfen. Bu tepkin neden anlayamıyorum. Eşini hiç görmediğim için merak ediyordum-”
“Etme,” dedi bastıra bastıra. Ardından da masadan kalktı. “Size afiyet olsun.”
Sima bir kez daha irkildi. Canan’ın gözleri şokla irileşti. Şenay kaşlarını kaldırırken Halide’nin dudakları gerildi. Akın homurdandı, çünkü Özgür’ü buraya getirebilmek için dil döken oydu.
“Çenenizi tutamadınız, değil mi?” dedi kızgınca. Ona cevap veren Canan oldu.
“Sadece merak etmiştik Akın.”
“Akın?” dedi kafasını uyarıcı bir edayla omzuna doğru eğerken. “Ne zamandan beri sadece Akın olduk?”
“Özür dilerim abi,” diye düzeltti genç kadın. Bir daha da masadaki kimseyle göz göze gelmedi.
Eva bu garip anı şaşkınlıkla takip ederken nasıl tepki vereceğini bile bilmiyordu. Pekala orada yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Bunu ilk fırsatta sorgulayacaktı. Kafasının içerisinde çarklar dönmeye devam ederken Yunus’un boğazını temizlediğini işitti.
“Siz çocuklar bazen nerede ne konuşacağınızı hiç bilmiyorsunuz. Ne yapalım? Hata bizde de neyse,” dedikten sonra olan biten hiç umurunda değilmiş gibi Eva’ya döndü. “Kızım senin ailenle ne zaman tanışırız? Annen sanırım yurtdışında yaşıyor. Bu tarafa gelmeyi planlıyor mu?”
Eva avuç içlerinin terlemeye başladığını hissetti. “Annemle bunu hiç konuşmadım.”
“Konuş lütfen,” dedi Halide kibarca. “İstersen ben de konuşabilirim. Aslında benim davet etmem daha doğru olur.”
“Ah, siz hiç zahmet etmeyin.”
“Ben hallederim anne,” dedi Akın karısının kıvranışını sonlandırmak istercesine. “Uygun bir anda biletini aldırırım gelir.”
“Düğün yapacaksınız, değil mi?” dedi Yunus ansızın.
“Yapacağız dayı. O da uygun bir anda.”
“Uzatmayın bana kalırsa. Kızımızın ailesine de ayıp olmasın daha fazla.”
“Evet, Akın. Bu şekilde aniden nikâh kıymış olmanız uygun görünmeyebilir,” dedi Şenay. Samimi görünüyor, yeğenini düşündüğünü belli ediyordu. “İnsanların hakkınızda konuşmasına müsaade etmeyin.”
“Ne diyebilirler ki?” dedi Eva kafasının karıştığını belli ederek. “Bu... bu bir sorun mu?”
Sima kollarını göğsünün üzerinde bağlarken konuştu. “Hamile kalmışsındır derler. Bu yüzden birden nikâhı bastılar derler. Sizin oralarda bu normal olabilir ama burada çok da hoş karşılanmaz.”
Şenay, “Sima!” dedi uyarıyla. Karşılığında kızı sadece omuz silkmekle yetindi. Bunun üzerine özür dilercesine Eva’ya baktı. “Sen onun kabalığına aldırma lütfen.”
Eva kadının ne dediğini bile duymuyordu. Kafasını sallarken aklı çok başka yerlerdeydi. Öyle ki yemek bittiğinde, sonrasındaki sohbet faslı bittiğinde ve artık dayanamayıp odasına çekilmek için izin istediğinde bile aynı dalgınlık üzerindeydi. Akın’ın köşkteki odasına kendini atarak doğruca balkona çıkıp serin havayla ciğerlerinin dolmasına izin verirken bu boğucu gecenin ağırlığından sıyrılmaya çalıştı.
Annesini aramalı mıydı? Ona ne diyecekti? Zaten evlendiğini, daha doğrusu Akın’la evlendiğini öğrendiğinde epey tepki göstermişti, çünkü Akın’a kızgınlıkları vardı. Üstelik aniden evlenmiş olmasını da hoş karşılamamıştı. Belki de o bile hamile kaldığını düşünmüştü. Hiç sormamış olsa da aklından geçirdiğine emindi.
Eva her şeyi elinin tersiyle bir kenara savurarak evlendiği için hata yaptığını düşünmeye başlamıştı. Çünkü onun bunu yapma lüksü yoktu. Akın’ı yaşadığı hayattan ötürü istemediğini birçok kez dile getirdikten sonra onun karısı oluvermişti ve şimdi de tam bir aptal gibi ondan bir bebeği olsa nasıl olurdu diye düşünüyordu. Gerçekten aptalın tekiydi. Bunu biliyordu ve bile bile istiyordu da.
Ansızın arkasında hissettiği iri bedenin sıcaklığı tüm vücudunu kuşattı. “Üşümüşsün,” dedi Akın derinden gelen bir sesle. Bir eliyle kadına sarılıp onu kendisine çekerken diğer elini tırabzana dayadı.
Eva kafasını eğerek elinin yanına konan ele uzun uzun baktı. Kendi eli ince, zarif ve bakımlıydı. Tırnaklarına daima özenirdi. Adamın eliyse iri, kaba ve dövmelerle doluydu. Sadece yan yana duran ellerine bakmak bile aralarındaki farkı ortaya seriyordu. Farklı dünyalara aitlerdi. Ancak aynı zamanda bir yapbozun kayıp parçaları gibi birbirlerine uyuyorlardı da.
“Eva,” dedi adam yavaşça. “Bir sorun mu var?”
“Sadece... biraz hava almaya ihtiyacım vardı.”
“Sadece bu olduğuna emin misin?”
Ağır ağır kafasını salladı.
“Aşağıda canını sıkan bir şey mi oldu? Benim duymadığım bir şey mi dediler sana? Sima ve Canan’ın çenesi düşüktür biraz.”
“Ve bir de size aşıklar, değil mi?”
Akın homurdandı. “Bunu da nereden çıkarttın?”
“Tavırlarından belli oluyor. Sana ve Özgür’e bakışlarından. Eminim annen onlarla evlenmenizi isterdi.”
Akın kollarının arasındaki kadını kendisine doğru çevirerek arkasında kalan tırabzana yaslanmasına neden olacak kadar üzerine gitti. “Evet, annem bir dönem onlarla olmamızı istedi ama hiçbir zaman onlara o gözle bakmadık. Zaten annem de çok üstelemedi.”
“Üstelemediğine emin misin? Onları neden çağırdı öyleyse?”
Yüzünü buruşturdu. “Özgür içindir.”
“Bu... çok... iğrenç.”
“Öyle.”
“Annen çok farklı bir kadın ve beni gerçekten endişelendiriyor.”
“Annem problemli bir kadın. İlaçlarla ayakta duruyor ve akıl sağlığı normal düzeyde değil. Bu yüzden onu boş ver, tamam mı? Kafana takmamaya çalış. Eğer sana karşı tatsız bir sözü ya da davranışı olursa bana söyle. Onunla ilgilenirim.”
Eva yine de huzursuzluğundan sıyrılamadı. Adamın göğsüne sokulmakla ondan kaçmak arasında bir yerde duruyordu. Yanlıştı. Akın yanlış adamdı ama onun gözünde en cezbedici yanlıştı. En baştan çıkarıcı, en kör edici, en cazibeli yanlıştı hem de.
“Onunla yalnız kalmak istemiyorum. Lütfen bunun olmasına izin verme. Şimdilik bu bana yeter.”
Akın yavaşça kafasını salladı. “Ben yanında yokken onunla yan yana gelmene izin vermeyeceğim güzelim. Tamam mı?”
“Tamam.”
Kadının yüzüne düşen saçları dikkatli şekilde geriye doğru attığı sırada, “Şimdi gözlerini kapat bakalım,” dedi kısık sesle.
“Ne? Neden?”
“Sadece dediğimi yap.”
Eva dudağını ısırarak denileni yaptı. Sonra Akın onun sağ elini avuçlarının arasına alıp okşadı. Birkaç hışırtı duydu. Bir kapağın açılışı kulağına çalındığında ne olduğunu anladı ve kalbi dehşetle atmaya başladı. Yine de bunu yüzüne yansıtmamaya çalışarak bekledi. Belki de yanlış anlamış olabilirdi. Ancak çok geçmeden parmağını saran soğuk halkayı hissettiğinde doğru anladığından emin oldu. Çabucak gözlerini açıp parmağında duran yüzüğe baktı. Kocamandı. Gerçekten öyle büyük duruyordu ki istemsizce gözleri büyümüştü.
“Aman tanrım,” dedi şaşkınlıkla.
“Beğendin mi? Parmağına oldu mu?”
“Beğendim mi mi? Tanrım! Aşık oldum!”
Adam yine gamzesini sergilercesine gülmekten kendini alamazken bir baş belasıyla karşı karşıyaymış gibi kafasını ağır ağır iki yana sallamayı da ihmal etmedi. “Çıkar onu hemen. Benden başka bir şeye aşık olamazsın. Çöpe gidiyor.”
Eva yüzüğünü korumak istercesine göğsüne doğru çekip diğer eliyle de örttü. “Asla. O artık benim.”
“Senin ve ona aşık değilsin.”
“Benim ve sana aşığım.”
“İşte bunu dilediğin kadar söylemende sakınca yok.”
Genç kadın kıkırdadı. “Gerçek bir koca ayısın.”
Elini kadının belinden kalçasına doğru kaydırarak tehditkâr şekilde sıktığı esnada, “Birkaç gün kıçının üstünde oturamamak istiyor gibisin,” dedi. Ses tonu vaat ve karanlık doluydu.
Eva işveyle çenesini havaya kaldırıp ona meydan okuyan bir bakış attıktan sonra yeniden yüzüğünü incelemeye başladı. Minik zümrüt taşlarından oluşan pırlantalar su damlası şeklindeydi. Gerçekten büyük ve gösterişli bir yüzüktü. Halkasındaki işlemeler bile yeterince göz alıcıyken parlak taşları gecenin karanlığında dahi ışıldayacak kadar büyüleyiciydi.
“Bunu babam yapmıştı.”
“Ah... gerçekten mi?” dedi yüzüğü daha büyük bir hayranlıkla incelerken. Bir anda onu daha çok benimsemiş ve biraz da tereddüt etmişti. “Onu bana verme konusunda emin misin? Ya kaybedersem? Bu çok kıymetli bir şey ve ben onu koruyamazsam çok üzülürüm.”
Adam yeniden kadının çenesine dokundu. Gözlerinin bağını birleştirirken, “Senden kıymetli bir şey yok, Eva,” dedi bunu aklına kazımak istercesine. “Ne gelinlik giyebildin ne de başka bir şey. Bunların benim için hiçbir önemi yok ama senin için önemli olduklarını biliyorum. Bu yüzden sana güzel bir şey vermek istedim. Yakında da dillere destan bir düğün yaparız. Acelemiz yok, her şey gönlünce olur. Neyi, nasıl istersen, tamam mı?”
Eva ağlayacak gibi oldu. Ona sarılıp kafasını göğsüne yasladığı sırada gürültüyle iç çekip gözlerini yumdu. “Seni maymuna çevirmeme izin vereceksin yani, öyle mi?” dedi eğlendiğini saklamadan. Zira Akın’ın bu konulardaki yaklaşımı tam olarak buydu. Düğün işlerini gereksiz gördüğü için onun gözünde boşuna vakit harcamaktan fazlası değildi.
“Bana istediğini yapabilirsin yavrum.”
Koşulsuz teslimiyeti karşısında yutkunmaktan kendisini alamadı. Akın yanlış adamdı ama bir yanlış adama göre çok doğru hissettiriyordu.
“Karakterlerimizin hiç uyumlu olmadığının farkındasın, değil mi?” diye sordu ansızın. Aslında bunu konuşmak aklında bile değildi, ancak kelimeler zincirlerini kopartıp kafalarına göre dudaklarından dökülüvermişti.
Akın usulca kafasını salladı. “Sen günışığı gibisin. Kollarımın arasında güneşi tutuyormuşum gibi sıcak ve canlı hissettiriyorsun.”
“Sense gecesin. Sanki benim ışığımdan rahatsız olacakmış gibisin.”
“Belki de o kadar karanlıkta kalmışımdır ki senin ışığına ihtiyacım vardır.”
“Bu bir şekilde birbirimizi tamamladığımız anlamına mı geliyor?”
“İnan ne olduğu umurumda değil. Yastığa başımı koyduğumda kokunla uykuya dalmak, uyandığımda ilk gördüğüm yüz olmanı istiyorum, Eva. Hayatımda sadece seni istiyorum. Geri kalan detaylar önemsiz.”
Genç kadın belli belirsiz gülerek yanağını iyice adamın tenine bastırdı. Gömleğine sinmiş olan parfümünün kokusunu ciğerlerine depolarken mutluydu. “Çok düz birisin. Hiç romantik değilsin. Hatta tam bir odunsun. Ama... ama bir şekilde bana dünyadaki tek kadınmışım gibi hissettirmeyi başarabiliyorsun da.”
“Benim dünyamın tek kadını sensin çünkü.”
“Daima...” diye söze başladıktan sonra cesaretini birden kaybederek sustu. Bunu söylemeli miydi emin olamıyordu.
“Daima ne? Daima sen olacaksın.”
“Hayır, o değil... şey...”
Cümlenin devamını nasıl getireceğini bile bilmiyordu. Birden elinin ayağının birbirine dolandığını hissederken adamın göğsünden uzaklaşarak geriye çekildi. Sorgulayan ifadesinden kaçmak istercesine de arkasını dönüp ellerinin ikisini de tırabzana bastırdı.
“Ne oluyor Eva?”
Yanağının içini kemirmeye ara verip, “Daima yalnız ben mi olacağım?” dedi çabucak. Arkasındaki adamın kaşlarını çattığından emindi.
“Bu ne biçim soru? Tabii ki sen olacaksın. Başka kadın-”
“Başka kadın değil seni sersem!” diye payladı hızla. Yeniden Akın’a doğru dönüp tıpkı onun gibi kaşlarını çattı. “Neden aklına başka kadın geliyor da benden bir parça gelmiyor ki?”
İsyan edercesine çıkan sözlerinden sonra adamın kaşları daha çok çatıldı. Bu konularda detayları yakalamakta gerçekten zorlandığı ortadaydı. Gözlerini devirmekten kendisini alamayıp, “Bebek yapmaktan bahsediyorum,” diye homurdandı. “Ne olduğunu biliyorsun, değil mi?”
“Bebek mi istiyorsun?”
Gerginliği yeniden çoğaldı. Adam daha önce bu konudan bir kez bahsetmişti ama öylesine konuştuğundan emindi. Belki de hatırlamıyordu bile, ancak Eva hiç unutmamıştı. Elleriyle oynayarak stresiyle baş etmeye çalışırken, “Sen ister miydin?” diye sordu. “Benimle birlikte olurken hiç korunmuyorsun. Benim korunup korunmadığımı bile sormadın-”
Akın nefesini tuttu. Soru dudaklarından dökülürken bir kaya kadar kaskatıydı. “Hamile misin?”
“Ne? Hayır! Hayır, tabii ki değilim,” dedi çabucak. “Her ay vurulduğum iğneyi şimdiye kadar hiç aksatmadım.”
Aralarına bir sessizlik çöktü. Genç kadın havanın iyice soğuduğunu hissederek omuzlarını ovaladı. Aslında havadaki sıcaklık aynıydı, biliyordu. Gerçekten aptalın tekiydi. Bunu damgalamak istercesine bir de çocuk konusunu açmıştı, ancak elinde değildi. Çünkü hayatındaki en büyük arzusu evlenmek ve kendisine ait yuva kurmaktı. Akın onun için her ne kadar yanlış adam olsa da bu yuvayı canı pahasına koruyacak ve daima arkasında durabilecek konumdaydı.
Konuşmadan önce diliyle dudağını ıslatıp, “Ben çocukları çok severim,” diye söze girdi. Ondan başka her yere bakıyordu. “Sadece bir ablam var ve çocukken etrafımdaki tüm arkadaşlarımın birden fazla kardeşleri vardı. Hepsi durumdan şikayetçiydi ama ben onlara çok imrenirdim. Kalabalık olmayı isterim. Yani... benim hayalim... şey... lütfen bir şey söyle.”
Eva bir an sonra kendisini Akın’ın kucağında buldu. Dudaklarından dökülen şaşkınlık çığlığı adamın dudakları arasında kaybolurken çok geçmeden sırtı yatakla bütünleştiğinde gözleri kocaman açıldı.
“Ne? Ne yapıyorsun? Sana bir şey söyle dedim beni yatağa at demedim!”
Akın dizlerinin üzerine doğrulup gömleğinin düğmelerini ağır ağır çözerken, “O iğneyi bir daha kullanma, Eva,” dedi kapkara tavrıyla. “Duydun mu beni? Bir daha kullanmayacaksın.”
“Ama kullanmazsam... bir dakika! Sen... sen bebek istiyor musun?” dedi dehşetle.
“İstemez gibi mi görünüyorum? Bunu değiştirelim güzelim. Çünkü istiyorum. Sana ait olan her şeyi isterim ben.”
“Ah... gerçekten mi? Bebek istiyor musun? Akın... gerçekten mi?”
“İstemek az kalır. Yapacağım da şimdi,” derken düğmelerini çözdüğü gömleği omuzlarından sıyırıp yere fırlattı. Ardından da kadının üzerine eğilip iri vücuduyla onu bir yorgan gibi örterek altındaki yatağa bastırdı.
“Eva... sen nasıl bir şeysin? Aklıma aklımda olmayan şeyleri sokuyorsun. Sonra kendimi onları deli gibi isterken buluyorum.”
Genç kadının kafasında oluşan karışıklık bir ayna gibi doğrudan yüzüne yansıdı. “Bu ne demek? Bebek sahibi olmayı aslında istemiyordun ama benim için mi-”
“Hiç gerçekten oturup düşünmemiştim ama artık düşünüyorum. Çıkar şu elbiseyi.”
Eva bir an için öylece iri iri açtığı gözleriyle dururken bir an sonra kahkaha atmaya başladı. “Sen delisin. Gerçekten koca ayının tekisin. Bunu düzgünce düşünüp kendimizden emin olduğumuzda yapmalıyız. Ayrıca istesem bile bu gece hamile kalamam, hâlâ iğnenin korumasındayım.”
Akın söylenenleri hiç duymamış gibi davranarak kadını soymaya başladı. Onun tatlı kıkırtılarını dinlerken o an gözünde canlanan tek şey karısının hamileliğiydi. Belirginleşen karnı, tombullaşan yanakları, artan güzelliği şimdiden gözlerinin önündeydi sanki. Buna sahip olmayı ne kadar istediğini fark etti. Düşünmesine gerek bile yoktu. Ufacık hayali ona yetmişti. İstiyordu. Akın, Eva’yla büyük bir aile kurmayı gerçekten istiyordu.
×××
Balayından dönüşümüzün üçüncü gününde her şey beklediğim gibi ilerliyordu. Cesur yoktu. Kulübe girdiğimiz andan itibaren sürekli bir şeylerle ilgilenmek durumunda kalmıştı. Daima meşguldü. Bunun sürpriz olmadığını biliyordum ama balayı günlerimizi özlemekten de kendimi alamıyordum. Günlerce birbirimizden başkasını görmedikten sonra birden onu neredeyse hiç göremez duruma gelmek can sıkıcıydı.
Uzun zaman üzerine yakmış olduğum sigaradan ikinci yudumu içime çektiğim sırada kıstığım gözlerim önümdeki caddede dolanıyordu. Kulübün kapısında, iri kıyım korumaların hemen yanındaydım. Havada güneş asılıydı ama yine de omuzlarımda kalın bir ceket vardı. Sabırla beni götürecek aracın gelmesini bekliyordum. Niyetimde mezarlığı ziyaret etmek vardı. Aslında gelinliğimle Hümeyra’nın yanına uğramayı çok istemiştim, ancak planlanan uçuş rotamızla çakıştığı için gidememiştim. Artık döndüğüme ve tüm yorgunluklardan arındığıma göre bunu yapmam gerekiyordu.
Tam karşımdaki kaldırımın oraya yanaşan Mercedes G63’ü fark ettiğimde sigaramdan son bir nefes daha çekerek onu ezip köşedeki çöpe attıktan sonra araca doğru yürümeye başladım. Tuna da Cesur’la birlikte olduğu için beni diğer adamlardan birilerinin götüreceğini düşünüyordum. Ancak binmem için içeriden açılan ön kapıyı meraklı bakışlarla kendime çektiğimde ve sürücü koltuğunda oturan Özgür’ü gördüğümde öylece kaldım. Kesinlikle onu görmeyi beklememiştim.
“Atla hadi,” diyerek beni davet etti. Sorgulamadan basamağa basıp yüksek aracın içerisine kendimi attım. Ona nasıl davranmam gerektiğini açıkçası bilmiyordum. Aramızda hafif bir soğukluk vardı. Peri’yi öylece göndermiş olmasına, bana söylememelerine gerçekten bozulmuştum. Onunla doğru düzgün vedalaşma şansımı elimden aldıkları için öfkeliydim. Öte yandan bunu sırf benim moralimin bozulmaması için yaptıklarını da anlayabiliyordum.
“Bana bakıcılık yapma işini sana mı yıktılar?” dedim kalabalık caddeye karıştığımız sırada. Dikiz aynasından arkamızı kontrol etmekten kendimi alamadım. Neyse ki peşimize takılan başka araba olmamıştı. Bir yere giderken küçük bir orduyla hareket etmek çok garip hissetmeme neden oluyordu.
“Eh, herkes işlerle uğraştığı için ihale bana kaldı diyebiliriz,” derken bana takıldığını anlayabiliyordum. Neşeli görünmeye çalışsa da bunu pek beceremiyordu. Birkaç saniyelik yapay gülümsemeler dudaklarına konup sonra da hemen kayboluyordu.
“Mezarlığa gidiyoruz, değil mi?”
Yavaşça kafamı salladım. “Orada bir süre kalmak istiyorum. Sıkılmayacağına emin misin?”
“Beni düşünme. İstediğin kadar kal.”
“Arabada bekleyeceğin konusunda anlaşabilir miyiz? Onlarla yalnız olmaya ihtiyacım var.”
Yine o cansız gülümseme yüzünden geçip gitti. “Dertleşecek misin?”
Kalbime bir hüzün çöktü. Hümeyra ve Yonca’yla oturup saatlerce dertleşmeyi gerçekten çok özlemiştim. Ayrıca buna öyle ihtiyacım vardı ki kelimelerle bile anlatılmazdı. “Evet,” dedim boğazımda beliren dikenleri görmezden gelmeye çalışarak. “Öyle yapacağım.”
“Benimle de dertleşebilirsin,” dedi kafasını bana doğru çevirip kısa bir bakış attığı sırada. Samimi görünüyordu. “Seni dinlerim, yargılamam ve sonrasında yine aynı şekilde devam edebiliriz. Bunu unutma.”
“Teşekkür ederim, unutmayacağım.”
Birden yüzünü buruşturup ağzının içerisinde homurdandı. “Şu laftan nefret ediyorum artık.”
“Hangi laftan?”
“Teşekkür ederim!” dedi sinirleri bozulmuş gibi ters ters. “Bir de özür dilerim!”
Ona garip garip bakmaktan kendimi alamadım. “Bunlar aslında güzel cümleler ve herkes sık sık kullansa hayatın daha kolay olacağından eminim.” Sessiz kaldı ama parmakları direksiyonu sıkıyordu. “Kelimelerle bir derdin mi var?”
“Duymaktan sıkıldım.”
Bir süre onu sadece izledim. Yorgun görünüyordu. Sanki günler boyunca yeterince uyumamıştı, gözaltları kötü durumdaydı. Ayrıca gözlerinden de kızıl damarlar eksik olmuyordu. “Özgür?” dedim yumuşak bir sesle. Gözlerini yoldan çevirip bana yine kısa bir bakış gönderdi.
“Efendim?”
Ne kadar asık suratlı birine dönüştüğünden haberi var mıydı? Sanki hayat enerjisini kaybetmişti. Bunun altında yatan nedeni az çok kavrayabiliyordum. Sessizce iç çekip, “İyi misin?” diye sordum aynı yumuşak tonla.
Özgür cevap vermek için ağzını araladı sonra birden durdu. Sustu. Direksiyonu daha çok sıktı. “Günlerdir kimse bunu sormamıştı, biliyor musun?” dedi yorgun tavrını saklamadan. Kafasını ağır ağır iki yana salladı.
İçimde bir köşede ona kızan tarafım o an sessizleşti. “Ben soruyorum işte,” dedim, güler gibi dudaklarını kıvırdı. “İyi misin, Özgür?”
“Olacağım,” dedi.
“Peki... nasıl?”
“Sen de beni suçluyorsun, değil mi?” dedi ansızın. Sonra kendi kendine cevap verdi. “Suçluyorsundur.”
“Suçladım,” diye kabul ettim. “Elimde değildi. Onu çok benimsemiştim ve birden gitti.”
“Başından beri sonu zaten belliydi.”
“Biliyorum.”
“Ama yine de suçlu benim.”
“Çünkü onun gitmesine engel olacak tek kişi sendin-”
“Kalmak istemedi, Deniz,” dedi patlar gibi sesini yükselterek. Sonra da bunu söylediği için kendisine kızarcasına küfretti.
Gözlerim kocaman açılırken, “Ona kalmasını mı söyledin?” diye sordum.
“Bir şeyler söylemeyi denedim işte.” Homurdandı. “Bombok etmiş de olabilirim,” diye sesi içine kaçmış şekilde eklemeyi de ihmal etmedi.
Kesinlikle batırmış olmalıydı, tavrından açıkça belliydi. “Neden kalmasını istedin?”
“Gitmek istemediğini biliyordum çünkü.”
“Ama gitti?”
“Arkasına bile bakmadan,” dedi acı bir alayla.
“Peki... neden gittiğini biliyor musun?”
Sorumu cevapsız bıraktı. Arabayı sabit bir hızla ayarlayıp sol kolunu pencereye doğru yasladı ve çenesini sertçe ovalayarak yolu takip etmek dışında hiçbir şey yapmadı. Bildiğini biliyordum ama yine de bunu açıkça söyledim. Belki de bir kez daha yüzüne vurulmasına ihtiyacı vardı.
“Senin için gitti. Kalırsa bunalacağını biliyordu. Başına daha fazla bela olmak istemedi.”
“Tüm bunlardan sonra o ömür boyu uğraşacağım bir bela oldu zaten. Gerçek bu. Bak gitti, ailesi yeterli cesareti bulsa yakamıza yapışacak. Boşasam neler olur sen düşün.”
Cesur döndüğümüzden beri en çok onlarla uğraşıyordu.
“Gitmesi için henüz çok erkendi-”
“Abim istedi,” dedi yine kızar gibi. “Onu uyarmıştım ama beni dinlemedi.”
Cesur’un neden bunu istediğini detaylıca konuşamamış olsak da birkaç tahminim vardı. Sanırım kardeşinin aklı başına gelsin istemişti. Ancak uygulaması epey sert ve keskindi. Özgür bundan anlayacak birine benzemiyordu.
“Artık senden yeterince uzakta duruyor. Sadece merak ediyorum... Gitmiş olması daha rahat nefes almana yardım etti mi?”
“Çok uzaktaymış gibi hissettirmiyor. Hâlâ onunla ve dertleriyle uğraşıyorum,” dedi homurdanarak. “Gitmesine gerçekten sevinen tek kişi annem, inanabiliyor musun? Herkese bir şekilde kendini sevdirmeyi başarmış! Akın bile tepki vermiyor. Eva bana kan kusturuyor! Tuna’nın da Eva’dan aşağı kalır yanı yok. Unutmama asla izin vermiyorlar. Gerçekten bunaldım.”
Canının ne kadar sıkkın olduğunu anlayabiliyordum. Bu konuda epey dertli görünüyordu ve sanırım biraz da kırgındı. Kimsenin onu savunmamış olması kötü hissetmesine neden oluyordu.
“Peri’yi gerçekten çok çabuk benimsedim ve sevdim. Kalmasını, daima bizimle olmasını çok isterdim. Gittiği için ne kadar üzüldüğümden şu anda bahsetmeyeceğim. Bizim için öncelik sen olmalısın, evet, doğru. Tepki gösteriyoruz çünkü o bunu hak etmiyordu. Kalsaydı da sen rahat edemeyecektin, çünkü ayrı evde olması önemli değildi onu sürekli kulübe çağıracaktık ve her faaliyette yanımızda olacaktı. Senin açından baktığımızda gitmesi doğru olandı. Sonuçta onu istemiyorsun ve biz de seni ona zorlayamayız. Aslında hem iyi kalpli hem de çok güzel bir kadın. Neden ondan bu kadar nefret ettiğini anlamıyorum ama-”
“Ondan nefret etmiyorum,” dedi asıl bunu açıklamaktan nefret ediyormuş gibi. “Güzel kadın. Çok güzel hem de,” derken dişlerini sıkıyordu. “Ama yanlış şekilde hayatıma girdi. Dayatmayla. Zorlamayla. Mecburiyetten. Hiçbir şey yapmasa bile varlığı beni boğuyordu.”
“Peki şimdi daha rahat mısın?”
“Bilmiyorum,” dedi dürüstçe.
“Bilmiyorsun?” Hafifçe gülümsedim. “Bence umduğun gibi olmadı.” Birkaç homurtu çıkartmaktan fazlasını yapmadı. “Ona karşı hiçbir şey hissetmediğini söyleyebilir misin?”
Cevap vermedi.
“Birkaç kez seni onu izlerken yakaladım. Büyülenmiş, hayran olmuş gibiydin. Bakışların ışıl ışıldı. Şimdi o ışığı kaybetmiş gibisin, Özgür.”
Direksiyon parmaklarının arasında neredeyse un ufak olacaktı. Ancak yine karşılık vermedi.
“Peri çok hoş, tatlı bir kadın. Onu beğenebilirsin, hoşlanabilirsin. Bunların olması çok normal. Sonuçta sana yasak biri değil. Ona karşı ne hissediyorsan reddetmeyi bırak. Kızgın hissediyorsun, öfkeli, bilenmiş hissediyorsun; bunları söylemekten hiç çekinmiyorsun. Diğerlerini söylemeye de çekinmemelisin. Çocuk değilsin ki. Ne istediğini bilmiyor olamazsın.”
Bir an için beni onaylayacağını, hak vereceğini ve kalbinin derinliklerinde sakladıklarını gün yüzüne çıkartacağını düşündüm. Sanki kelimler dilinin ucuna kadar geldi. Ancak sonra birden kafasını hızlı hızlı iki yana sallayıp aklında olanlardan sıyrılarak, “Ondan öncesine dönmek istiyorum,” dedi kaskatı bir tavırla. “Bunlar benim için fazla, Deniz. Boğuluyorum. Onu sevdiniz diye zorla hayatımda tutamam.”
Daha fazla üstüne gitmemem gerektiğini fark ettim. Usulca kafamı sallarken, “Aşk çokça fedakârlık ve bazen bir o kadar da cesaret ister. Haklısın seni onu sevmeye zorlayamayız. Sanki sadece senin sevmen yeterliymiş gibi konuşsak da onun da sevmesi gerekli sonuçta,” dedim anlayışlı, yumuşak tavrımla. “Umarım kısa zamanda her şey istediğin şekilde evrilir. Ne zaman konuşmak, dertleşmek istersen ben de buradayım.”
O da eyvallah dercesine kafasını salladı. Sanırım kafasının içerisindeki problemleri aşamıyordu ve böyle giderse kendine eziyet çektirerek günlerini geçirecekti. Çünkü bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordum. Asla olmazdı. Hiçbir zaman olmamıştı.
Konuyu tamamen kapatıp değiştirmeden önce boğazımı temizledim. “Yiğit’ten hiç haber var mı?” diye sordum usulca. Mesajdan bahsetmiştim. Cesur epey köpürmüştü.
“Şimdiye kadar ne zaman onu ele geçirmeye çok yaklaşsak Barut yerini değiştirdi ama elbet hata yapacağı gün gelecek. Çoktan gebermeliydi.”
Vücudumdan soğuk bir ürperti geçip gitti. “Barut... ne durumda?”
“Ayaklanmış, işlerinin başında duruyor.”
“Sence ne zaman saldırır?”
Hafifçe omuz silkti. “Hiç beklemeyeceğimiz bir anda. Onun bizi beklemediği gibi.”
Yani artık geceleri rahat bir uykuya dalmak hayal olmalıydı. Daima diken üstüne yaşamamız gerekiyordu. Tetikte yaşamayı bilmeli ve hazırlığımızı ona göre yapmalıydık. Ancak daha şimdiden o kadar stres doluydum ki bu süreçle nasıl savaşacağım muallaktaydı.
Özgür arabayı mezarlığın geniş kapısından sokup uygun bir boşluğa park etti. “Buradayım, tamam mı?”
Yavaşça kafamı salladım. “Telefonum yanımda,” diye belirttikten sonra arabadan indim. Arabayı öyle bir noktaya park etmişti ki beni rahatlıkla görebilecekti. Uzaktan bile olsa izlenecek olma fikri rahatsız ediciydi. Yine de yapabileceğim bir şey yoktu. İtiraz etmiyordum çünkü bu şımarıklık olurdu. Sonuçta iyiliğim için, güvenliğim için çabalıyorlardı.
Hümeyra ve Yonca’nın yan yana duran mezarlarına yaklaştıkça adımlarım ağırlaşmaya başladı. Çevrede diğer mezarların etrafında dolanan başka insanlar da vardı. Ellerindeki çiçekleri görmek onlara hiçbir şey getirmediğim için kötü hissetmeme neden oldu. Ancak üzerlerini örten toprağın her yanı zaten çiçeklerle doluydu.
“Cesur,” dedim elimde olmadan ağlamaklı bir sesle. Onca derdin, problemin arasında bunu bile düşünebiliyor olması bana çok özelmişim gibi hissettiriyordu. İki mezar da öyle bakımlı, öyle güzel görünüyordu ki bir müddet durup sadece onlara baktım. Ekilmiş çiçekler renk renkti. Hümeyra’nın kaktüsü hâlâ aynı yerindeydi ve sanki onu buraya bıraktığımdan sonra biraz boy atmıştı.
Tüm bakımlarının yapıldığından emin olsam da onlarla ilgilenme dürtümle hareket ederek biraz aşağıdaki çeşmeden su alıp önce mezar taşlarını yıkadım. Ardından da çiçeklerin her birini suladım. Hiç yabani ot yoktu, yine de aradım. Ayakuçlarında kuşlar için yapılmış su haznelerine temiz su doldurdum. Onlarla konuşa konuşa, kendimden bir şeyler anlata anlata neredeyse bir saatten fazla vakit harcayarak mezarlarıyla ilgilendim. Daha sonraysa mezarlığın yan tarafına eklenmiş olan banka oturarak uzun uzun onları izledim. Belki de yarım saat tek kelime etmedim. Üçünün de hemen yanımda ama bir o kadar uzağımda olması acı vericiydi. Mezar taşlarında iki isim yazıyor olsa da orada beni duyduğuna inandığım üç beden vardı.
“Dediğini yapıyorum, Yavuz,” diye fısıldadım boğazım sızlarken. “Sadece Cesur’a güveniyorum. Sadece ona.” Yaşlar yeniden yanaklarımdan kayıp gitti. Ağlamak ve onlarla vakit geçirmek gerçekten iyi gelmişti. Tek sorun boğazımdaki batma hissi ve kalbimdeki acıydı. Onlar başından beri hiç geçmemişti.
“Biliyordun, değil mi?” diye sordum burukça gülümseyerek. “Cesur’un Sarp olduğunu öğrenmiştin. Değil mi? Neden bana söylemek istemediğini anlıyorum. Ailemi de öğrenmiştin ve buradan gitmemi istiyordun. Cesur’u bilseydim hiç gitmezdim. Ondan söylemedin, değil mi?”
Aslında sadece bir tahmindi ama buna içten gelen bir hisle inanıyordum. Çünkü ona her şeyi anlatmıştım ve araştırmıştı. Ailemi öğrenmişse geri kalan her şeyi de öğrenmiş olmalıydı.
“Çok yakınımdaymışlar, haklıymışsın,” dedim kafamı usul usul salladığım sırada. “Biriyle tanıştım ve anlamadım bile. Sorun bende mi?” Sesimin isyan edercesine çıkmasına engel olamadım. “Anlamam gerekmez miydi? Bazı şeyleri hatırlamıyorum. Zaman geçtikçe çocukluğuma inmek çok daha zor oluyor. Hep unutmak istedim diye mi? Unutabilmek için ağlaya ağlaya uyuduğum onca geceden sonra... hatırlayabilmek için çabalıyorum ama tüm kapılar kapalı sanki.” Yanağımdan kocaman bir damla düştü. “Annemin yüzünü çoktan unuttum. Aklımda sesi bile yok, biliyor musunuz? Sesinin nasıl bir şeye benzediğini bile hatırlamıyorum. Abimi... hatırlayamıyorum. Sesi var sadece. Söyledikleri var, bana sarıldığında hissettiklerim var ama yüzü artık yok. Ne yapsam düzelir?”
Cevap sessizlikti. Benimle konuşmalarına öyle ihtiyacım vardı ki, ancak sessizlikten başka bir şey yoktu. Gözyaşlarımı ellerimin tersiyle silerek sıkışan ciğerlerimi rahatlatmak istercesine derin bir soluk aldım. Bu sırada ceketimin cebindeki telefon çalmaya başladı. Ekrandaki isim Cesur'a aitti.
“Deniz,” dedi ruhumu okşayan bir sesle. “Nasıl gidiyor?”
O benim güvenli limanımdı. Onun yanında güçlü olmak zorunda değildim. Bunu bildiğim için ağlama hissi beni yeniden ele geçirdi. Yine de onunla savaştım. Burnumu çekip, “Tek başıma deli gibi konuşup duruyorum,” dedikten sonra alt dudağımı ağzımın içerisine yuvarlayıp ısırdım.
“Ağlıyor musun sen?”
Omuzlarım düştü. “Onları çok özledim, Cesur.”
“Biliyorum fırtına ve bunun için yapabileceğim bir şey olmamasından nefret ediyorum.”
Onun yeterince sıkıntısı vardı. Bir de kendi dertlerimi yıkmamam gerektiğini düşünerek yeniden burnumu çektim. “Sen ne yapıyorsun? Bugün erken dönebilecek misin?”
“Döneceğim. Bu gece seni koynumda uyutacağım, tamam mı?”
Göremeyeceğini akıl bile edemeyerek yavaşça kafamı salladım. “Seni çok seviyorum.”
“Seni çok seviyorum az kalır, Deniz.”
Telefonu kapatırken dudaklarımda küçük bir gülümseme asılıydı. Bu adam benim dünyadaki cennetimdi, emindim. Her geçen gün ona olan sevgim katlanıyor ve bu daha ne kadar artabilirdi aklım almıyordu.
“Böyle duygusal anları hep sevmişimdir.”
Tanıdık ses kulaklarıma ulaştığında zihnimde aniden alarmlar çalmaya başladı. Vücudum tehlikeyi sezmiş gibi kaskatı gerilirken nefesim kesildi. Korka korka omzumun üzerinden arkama döndüm ve duyduğum sesin tamamen aklımın uydurması olduğuna, orada kimseyi görmeyeceğime kendimi inandırmaya çalışarak bunu yaptım. Ancak aklımın oyunu değildi, adam tam arkamdaydı.
Sergei... diğer abim.
Yüzümde patlayan dehşeti gördü ve bundan beslenen cani bir varlıkmış gibi sırıtıp, “Merhaba prenses. İşte yeniden karşılaştık,” dedi hafif alayla. “Gittiğim her yerde beni ilk karşılayan olmayı bırakmalısın. Bana hayran kaldığını düşünmeye başlamak üzereyim.”
Telaşla ayağa fırlayıp destek almak istercesine bankın yaslanma yerine tutunurken, “Senin burada ne işin var?” dedim Özgür’ün bulunduğu tarafa kısa bir bakış atarak. Onun görüş alanı mezarların olduğu kısımdı. Bankı yarım şekilde belki görebilirdi. Sergei’nin şu anda durduğu kısım ise çeşmenin arkasında kaldığı için Özgür’ün görüş açısında değildi.
Sert tepkime karşılık alınmış gibi kaşlarını kaldırıp elinde tuttuğu çiçek demetini işaret etti. “Mezarlık ziyareti, bilirsin ya?”
Avucumda kalan telefonu tüm gücümle sıktım. Duruşum her an geriye doğru dönüp kaçacakmışım gibiydi ve bunun farkındaydı.
“Benimle dalga mı geçiyorsun?”
Korktuğumu görüyordu. Hâlimin onu eğlendirdiğini mavi gözlerine kıpırdanan parıltılardan anlayabiliyordum. Buna rağmen hislerime söz geçiremiyordum. O, benim abimdi. Düşmanımdı. Herkesten çok düşmanımdı hem de.
“Sakin ol prenses,” derken kafasını iki yana sallayarak güldü. “Sana saldıracakmışım gibi tepki veriyorsun. Kocaman bir mezarlığın ortasındayız. Bence etrafta yeterince ölü var. Konuşacak birilerinin olması hoş olabilir, değil mi?”
“Seninle konuşacak hiçbir şeyim yok. Benden uzak dur,” diyerek gerisin geri adımladığımda niyetim doğruca arabaya dönmekti. Ancak bastığım çakıl taşı ayakkabımın altında kayarak dengemin bozulmasına neden oldu. Düşerken bir umutla tutunacak bir şeyler aramak da bana ekstra bir acıyla geri döndü. Kalçamın üzerine düştüğümde elimi de bankın kenarına vurmuştum ve serçe parmağımın tırnağı kırılmış, kenarı çatlamıştı. Çoktan kanamaya başlamıştı, ayrıca çok büyük sorun olmamasına rağmen haddinden fazla ağrıyordu. İstemsizce ağzımdan acı dolu nidalar dökülürken Sergei düştüğüm yerden kalkmama yardımcı oldu. O bana dokunduğunda kaskatı kesilerek kalakaldım. İtemedim. Kızamadım. Öyle çok kasıldım ki o beni banka bırakırken iplerini tuttuğu bir kukladan farksızdım.
“Prenses? İyi misin?”
Bana çok yakındı. Abim bana çok yakındı. Kafamın içerisinde sirenler çalıyordu ve ben hareket bile edemiyordum.
“Elin kötü görünüyor,” dedi kanayan parmağımı fark ettiğinde. Çiçek buketini yere savurduğunu ancak anlayabildim. Beni tutabilmek için onu atmıştı. Arkasında yerde duruyordu. Giydiği paltonun iç cebinden çıkarttığı kar beyazı mendili tereddüt etmeden oluşan ince çatlağa bastırdı.
Dudaklarında ufak bir gülümseme oluştu. “Merak etme ölmeyeceksin,” dedi takılırcasına. Tepkim daha çok dehşete düşmek oldu. “Hadi ama bana bu kadar korkarak bakma. Arkadaş olabiliriz. Pek arkadaşım yok ve bu şehir yalnızken çok sıkıcı.”
Özgür’ü hatırladım. Onu görürse çıkacak kaos gözümde canlandı. Bankta oturduğumu görebilirdi ama sanırım Sergei’yi hâlâ göremeyecek konumdaydı. Yine de bakma ihtiyacı duydum. Belki de arabada durmaktan sıkılıp inmiş olabilirdi. Sergei neyi amaçladığımı anında fark etti. Onun kurnaz gözlerinden bunun kaçmayacağını zaten anlamalıydım.
“Merak etme, o kadar dalgın ki seni götürdüğümü bile fark etmeyecek.”
Kalbim atmayı kesti. Zihnimde kıyamet kopmaya başladı. Yakalanmıştım.
Beni bulmuşlardı.
Beni bulmuşlardı.
Beni bulmuşlardı.
Ölecektim.
Sergei sırıttı. “Sadece şaka yapıyorum,” dedi ortada komik bir durum varmış gibi. Uzanıp yüzüme düşen perçemi parmaklarının arasında kıvırdı. “Seni kaçıracak olsam bunu hepsinin görmesini isterim. Böylece daha eğlenceli olur, değil mi?”
O kesinlikle sorunluydu.
“Bayılacak mısın prenses? Sadece biraz kan kaybettin hepsi bu. Eminim daha önce de kan görmüşsündür.” Onayımı beklercesine durdu ama tepkisizliğimi bozamadığımda kendi kendine yorumda bulundu. “Yoksa kanayan hiç sen olmadın mı?”
Bunu öyle bir soruşu vardı ki eğer teorisinin doğru olduğunu teyit edecek olsam beni ilk kanatacak kişi olmayı kimseye kaptırmayacağını kalbimin buz tutmuş derinliklerinde bile hissetmiştim.
İrkildim. Bu beni bir nebze kendime getirdiğinde saçımda dolanan elini hızla ittim. Ardından da kanayan elimi tutuşundan kurtarıp kendime doğru çekerek diğer elimle sardım. Tavrıma karşılık kısaca kafasını sallarken, “En azından mendilimi alabilirsin,” diyerek teklifte bulundu. Kafamı iki yana sallayarak reddettim. Üstelemedi. Geri çekilerek benden iki adım uzaklaştı.
“Seninle bir sorunum yok. Benden bu kadar korkma.”
Ondan korkmadığımı söyleyemedim. “Benden uzak dur. Sorun istemiyorum.”
“Endişelenme. Yüzü dağılacak ve taşakları tehlikeye girecek olan benim, değil mi?”
Yüzünde hâlâ dövüş gecesinden kalan izler vardı. O geceyi hatırlamak tenimden buz gibi ürpertinin geçmesine neden oldu. Kaçma isteğim yeniden kendisini belli etti. “Neden buradasın?” diye sordum gerginliğimden hiçbir şey kaybetmeyerek. “Amacın ne senin?”
Mendilin kanlanmış olmasına aldırmayarak onu cebine attı. Ardından da yere attığı çiçek demetine uzanıp üzerindeki tozları silkeledi. “Dedim ya prenses, mezarlık ziyareti ama seni burada bulacağımı bilseydim bir demet de senin için alabilirdim. Hangi çiçeği daha çok seversin?”
Ona asla inanmıyordum. “Benimle dalga geçmeyi bırak. Neden buradasın? Ne istiyorsun?”
“Annemi ve babamı ziyarete geldim,” dedi.
Durdum. Öylece durdum. Onun babası benim de babamdı.
“B-babanı mı?”
Sırıttı. “Ne de olsa bir tanrı değilim, değil mi? Bir yerlerde bir babam olması gerekir. Bu sana neden bu kadar garip geldi?”
“Ailenin... burada olması garip. Sadece... sadece buna şaşırdım.”
“İkisi de çok kısa zaman aralıklarında öldüler. Annemin Türk topraklarına gömülmektense yakılmayı tercih edeceğine eminim ama...” Omuz silkti. “Kimse bana sormamıştı.”
Güçlükle yutkundum. “Burayı sevmiyor muydu?”
“Açıkçası bilmiyorum. Henüz çocuktum.”
“Ah... anladım.”
“Peki sen kimin için buradasın?” Arkamızda kalan iki mezarı işaret etti. “Onlar kardeşlerin falan mı?”
Kardeşim bana kardeşlerim olup olmadığını soruyordu.
“Kardeşim sayılırlardı,” dedim cılız bir sesle. “Birlikte büyümüştük.”
“Bu hoş. Ben yalnız büyüdüm.”
Soluğumu tutarken, “Bir kardeşinin olmasını ister miydin?” diye soruverdim. Kurcalamamam gerektiğini biliyordum ama kendime engel olamamıştım. Onu şüpheye düşürmenin sonu yine bana dönecekti. “Yani... yani bence herkesin kardeşi olmalı. İyi hissettiriyor.”
“Ben tek başıma daha iyiyim prenses,” derken göz kırpması içimdeki dehşetin yeniden gün yüzüne çıkmasına neden oldu. Çabucak ayaklanıp üst başımı hızlı hızlı düzelttim ve yere düşürdüğüm telefonumu aldım.
“Gidiyor musun?”
“Evet.”
“Seninle sohbet etmek güzel. Bir gün bir yerde oturmaya ne dersin?”
Gözlerim irileşti. “Sen canına mı susadın? Benden uzak dur.”
“Merak etme, aslanı kafese tıkarız, eğer dert ettiğin buysa.”
“Aslan seni kafese tıktı ve hatta oraya resmini çıkarttı,” derken ancak karşısında omuzlarımı istediğim gibi dikleştirebildim. “Yoksa kafana çok mu darbe aldın? Unutmuş gibisin.”
Başını geriye atarak kahkahasını serbest bıraktı. “Adamın eli gerçekten ağır. Düğününüze gelmeyi planlıyordum ama yeniden ayağa kalkmam üç günümü aldı. Kabul etmeliyim ki bu konuda iyi. Bir dahakine onu daha farklı kışkırtacağım.”
Nasıl bir manyaktı çözemiyordum. “Oradayken ona ne söyledin?”
Sırtlan sırıtışı yeniden yüzünde yer edindi. “Güzel bir kadına sahip olduğunu söyledim. Sanırım sana başkasının iltifat etmesini pek sevmiyor.”
“Sadece bu mu?”
Sırıtışı biraz daha büyüdüğünde sadece bu olmadığını anladım. “İşini bitirdiğimde seni kovalayacağımla ilgili bir şeyler de söylemiş olabilirim.”
Bir adım geriye kaçtım.
“Onu kışkırtmak çok kolay,” derken bunu her fırsatta kullanacağını belli ediyordu.
“Umarım üç gün kendine gelememene değmiştir.”
Umurunda değilmiş gibi omuz silkti. “Onu delirmişken görmekten zevk alıyorum. Eğlenceli oluyor.”
“Bu senin sonun olacak,” dedim kafamı hızlı hızlı iki yana salladığım sırada.
“Ya onun sonu olursa?”
Bu kez beni korkutmasına izin vermedim. “Bizden uzak dur. Benimle konuşmaya çalışma. Eğer bir daha karşılaşacak olursak beni tanımıyormuş gibi yap. Lütfen. Sorun çıkmasını istemiyorum ve bu yüzden bugün hiç karşılaşmamışız gibi yapacağım.”
“Endişelenme,” dedi masum olduğunu anlamamı umarcasına. “Sadece arkadaş olmak istiyordum.”
“Seninle ben arkadaş olamayız. Bunu öyle sıradan bir arzuymuş gibi söylemen bile yanlış.”
“Arkadaş olamazsak düşman oluruz prenses. Bunu mu istersin?” derken hafif alaylıydı. Sanki bunu istemeyeceğimden emindi.
Kesinlikle istemezdim.
Bir adım daha geriye kaçtım. “Bir daha karşılaşmamak isterim,” dedim ve başka söze gerek yokmuş gibi arkamı dönüp neredeyse koşar adımlarla arabaya gittim. Beni durdurmadı. Özgür de telefonuna öyle çok gömülmüştü ki dünyadan bile habersizdi.
×××
Peri karşı dairesinde kalan genç kadınla birlikte merdiveni çıktıktan sonra anahtarlarını çantasından çıkardı. Kadının adı Amy’di. Kısa boylu, epey cılız, cana yakın, sevimli biriydi. Henüz yirmi yaşındaydı ve birlikte aynı dersleri alıyorlardı. Yabancıların komşuluk konusunda pek Türkler gibi olmadıklarını biliyordu ama Amy tanıştıkları andan beri ona yardımcı olmak için elinden geleni yapıyordu. Aynı çabayla İtalyanca öğrenmeye çalışmaları onları yakın olmaya itmiş de olabilirdi.
Onu uygun bir anda kahve içmeye davet edecekti ama şu anda kendini pek de iyi hissetmiyordu. Üzerinde bir ağırlık vardı. Aslında günlerdir vardı. Ne kadar yatıp dinlense de ondan kurtulamamıştı. Halsizliğin yanında iştahsızlık, ara sıra vuran ve kusmayla sonuçlanan mide bulantıları da bulunuyordu. Kendisini hasta olacak gibi hissediyordu. İşin kötüsü hasta olursa hastane işlerini nasıl halledebileceğini bile bilmiyordu. Belki Amy’den yardım isteyebilirdi.
Amy dairesinin anahtarlarını bulmak için çantasını karıştırdığı sırada, “Hey, akşam için birlikte pizza hazırlamaya ne dersin? Tek başıma bu işte çok kötüyüm,” dedi İngilizce konuşarak. Sonra durup yaptığı hatayı fark ederek özür diledi. Telefonundaki çeviri uygulamasını açmaya çalışırken, “Seni anladım,” dedi Peri kelimeleri düzgün telaffuz edebilmek için kendisini kasarak. “Pizza istiyorsun, değil mi?”
Amy gülümseyerek pizza yapmak istediğini uygulamaya söyledi ve uygulamadan Türkçe olarak sözler tekrarlandı. Peri yorgun hissediyor olmasına rağmen onu onayladı. Çünkü yalnız kalmak istemiyordu. Birlikte Amy’nin dairesine geçtiklerinde telefonunu çıkartıp uygulamayı açtı ve bazen onu kullandı, bazense kendi bildiği kadarıyla genç kadınla konuşmaya çalıştı. İngilizceyi yine bir şekilde halledebiliyordu ama İtalyanca onu hâlâ zorluyordu. Henüz on gündür buradaydı. Yakında daha iyi olacağını düşünerek kendisini teşvik etmeye çalışıyordu.
Amy ile hamuru bile hazır malzemelerden oluşan pizzayı yaparken umduğundan daha çok eğlendi. Pişmesini beklerken izlemek için film seçmeye çalışıyorlardı. Peri bu esnada cips paketlerinden birini alıp dökmek için kase arıyordu.
“Mirrors izleyelim mi? Korku filmi sever misin?”
“Hayır,” dedi çabucak. Yabancı bir şehirde yalnız başına yaşarken yapacağı son şey korku filmi izlemek olabilirdi. “Aşk filmlerine ne dersin?”
Amy yüzünü buruşturdu. “Aşk filmleri olmadan yapamayan o romantiksin, değil mi?” dedi yine uygulamaya doğru konuşarak.
Peri tezgâhın üzerine bıraktığı telefonun ekranına dokunup uygulamayı aktif ederken, “Neredeyse bir saattir hazır olmasını beklediğim pizzamı yerken rahat olmak isterim. Her an ekrana hangi yaratığın çıkacağını düşünmek hiç keyifli olmazdı,” diye konuştu. Bu sırada bulduğu kaseye dökmek için cips paketinin ağzını açtı ve paketin içerisinde kilitli kalmış ağır baharat kokusu doğrudan yüzüne vurduğunda durdu. Ansızın midesi çalkalandı. Öğürmemek için kendisini kasıp yüzünü buruştururken Amy yüzünün hâlini görmüş olacaktı ki, “İyi misin?” diye sordu.
Peri cips paketini kendisinden uzağa iterek köşede duran sürahiye yöneldi. Su doldurduğu bardağı ağzına götürse de midesi şu anda onu bile kabul edecek gibi durmadığı için bardağı geri indirdi.
“Sanırım o bozuk. Çok kötü kokuyordu.”
Amy hayretle pakete uzanıp içini kokladı ve her şeyin yolunda olduğunu belli edercesine kaşlarını kaldırdı. “Bunu dün aldım ve bozuk gibi kokmuyor. Yine de tarihini kontrol edeceğim.” Son tüketim tarihine iki yıl daha olduğunu gördü. “Her şey yolunda görünüyor, Peri. Bu biraz farklı baharatlar içeriyor. Belki de bu yüzden sana garip gelmiştir.”
Peri kısaca kafasını sallasa da bir gariplik olduğundan emindi. Kendisinde yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Amy’e hastaneye gitme konusunu açmalı mıydı? Belki de onu buraya yerleştiren ve en ufak sorunda aramasını söyleyen kadını bilgilendirmeliydi. Kararsız kalmıştı. Bu sırada fırından ayarlanmış sürenin bittiğini belli eden ses duyuldu. Amy ellerini hevesle çırparak fırını açtı. Pizza enfes görünüyordu. Fırından çıktıktan sonra bile bir süre daha kaynayan bir su gibi köpürmeye devam eden peynirleri izlerken gerçekten acıkmış hissediyordu ve mide bulantısı kaybolmuştu.
“Yemeye hazır mısın? Tanrım, ilk kez yaptığım şey gerçekten pizzaya benziyor ve bu senin sayende Peri. Hadi, bana tabağını uzat.”
Hevesle masaya oturup tabağına bırakılan dilimi kendisine doğru çekti. Amy de kendisine bir tabak hazırladığında onun yemeye başlamasının ardından kendisi de başladı ve Amy çatal bıçak kullandığı için o da çatal ve bıçağa uzandı. Normalde eliyle tutarak yemeyi tercih etse de kabalık etmek istemediği için ona ayak uyduruyordu. Bıçak yardımıyla kestiği lokmayı ağzına atıp çiğnemeye başladı. Tadı beklediğinden iyiydi.
Peri keyifle yemeğini yerken Amy’nin açtığı filmi takip etmeye çalışıyordu. İkisinin de eğitimlerine yardımcı olması için film İtalyanca dilindeydi. İkisi de pek bir şey anlıyormuş gibi görünmüyordu. Daha çok tabaklarındaki yemeğe gömülmüş hâldelerdi. Peri asitli içeceğe uzandığı sırada masanın kenarında kalan cips paketiyle yeniden göz göze gelince kokusunu alamadığı hâlde sanki alıyormuş gibi hissetti. Ansızın onu vuran bu yoğun his yüzünden yeniden midesi bulandı ve bu kez onu bastıramayacak kadar güçlüydü. Amy’den izin almayı bile görmezden gelmek zorunda kalarak kendisininkiyle birebir aynı olan dairenin banyosuna koştu. Klozetin yanında diz çökerek az öncesine kadar keyifle yediği pizzanın tamamını çıkarttı.
“Tanrım! İyi misin? Peri? Yanına gelmemi ister misin?”
Amy öyle telaşlanmıştı ki uygulamayı kullanmayı bile unutmuştu. Buna rağmen Peri onu anlayarak, “Hayır, lütfen,” diye sayıkladı. Klozetin kapağını kapatıp sifonu çekti. Yeniden ayağa kalkacak dermanı bile kalmamıştı. En son dün sabah kusmuştu ama hiç şu anda olduğu kadar bitkin hissetmemişti.
“Peri? Yanına geliyorum, tamam mı?”
Onu reddedemeden genç kadın banyoya girdi. Hızla yanına gelip bir şeyler söyledi ama Peri bu kez onu anlayamadı. Amy özür dileyerek gerisin geri içeriye dönüp telefonunu aldı ve endişeyle o da yere diz çökerek bu kez uygulamaya doğru konuştu.
“Tanrım, senin neyin var? Yüzünde renk bile kalmadı. Hasta mısın?”
Peri kafasını yavaşça aşağı yukarı salladı. “Sanırım. Birkaç gündür sürekli böyleyim. Şey... benimle hastaneye gelmeye ne dersin? Burada işlerin nasıl yürüdüğünü bilmiyorum ve yalnız başıma yapabileceğimi sanmıyorum.”
“Bekle, birkaç gündür mü dedin?” dedi Amy. Kaşları çatıldı. “Başka hangi belirtilerin var?”
“Kusma, hâlsizlik ve bazen de iştahsızlık. Kendimi çok yorgun hissediyorum. Ben... şu anda bile... burada uyuyabilirim. Sanırım hava değişimi beni etkiledi.”
Amy, “Ah, tanrım, sende biraz gariplik olduğunu fark etmiştim ama bu kadar ciddi olduğunu düşünmemiştim,” dedi aynı endişeyle. “Hadi seni doktora götürelim.”
“Önce üzerimi değiştirmeme izin ver. Sanırım biraz üstümü batırdım.”
“Pekâlâ, seni tutmamı ister misin?”
Peri ayağa kalkarken ondan destek aldı. Onun dışında kendi başına halledebileceğini belirterek eşyalarını toparlayıp dairesine geçti. Sık sık alnını kontrol edip ateşinin çıkıp çıkmadığına baksa da ateşi hiç yükselmemişti. Yine de doktora gitmekte kararlıydı, çünkü mide bulantısı ve kusma onu gittikçe daha çok perişan ediyordu.
Yatak odasına geçerek kıyafetlerini değiştirdi. Yeni bir pantolon ve ince kazaklarından birini giydi. Ceketini salondaki koltuğun koçağına bıraktıktan sonra banyoya yöneldi. Elini yüzünü yıkadı. Dişlerini fırçalamak için köşede duran diş fırçasına uzandı. Hâlâ midesinde dolanan bulantı hissi yüzünden hareketleri tutarsızdı. Sanki üşüdüğünü hissediyordu. Yorganın altına gömülüp yatma isteği çok şiddetliydi, ancak bunu doktora gittikten sonra yapacaktı.
Aynadaki yansımasıyla göz göze geldiğinde ne kadar solgun durduğunu fark etti. Gözlerinde yorgun bir bakış asılıydı. Gamzeleri bile sanki hayata küsmüş gibi belirginliğini kaybetmişti. Aynadaki aksinin sağa sola hareket ettiğini görünce kaşları çatıldı. Oysaki kendisi hareket etmiyordu. Ancak bir an sonra başının döndüğünü fark etti. Can havliyle lavabonun kenarına ellerini dayarken parmaklarının arasındaki diş fırçası kayıp doğruca hemen yanda bulunan klozetin içine düştü.
“Kahretsin!” diye söylendi. “Bana ne oluyor?”
Titreyen ellerine baktı. Gerçekten endişelenmeye başlamıştı ve korkuyordu da. Bunlar var olan stresini arttırıyor, her şeyi daha şiddetli hissetmesine ve büyütmesine neden oluyordu. Çekmeceleri karıştırıp yeni bir diş fırçası aramaya koyuldu. Yedeğinin olup olmadığını bilmiyordu. Bir umutla hareket ediyordu ve ikinci çekmeceyi açtığında da bulamayınca o umudu kaybolmak üzereydi. Ancak sonra çekmecede gördüğü şey onu birden durdurdu.
Orada hijyenik ped çeşitlerinin neredeyse hepsi bulunuyordu.
Yeniden ellerinin titremeye başladığını hissetti. Sahi en son ne zaman regl olmuştu?
Zil çaldı.
Peri irkilerek sıçradı. Çekmeceyi hızla kapatıp aklına düşen kurtlardan kurtulabilmek için her şeyi yaptı. Aynaya baktığında ten rengini biraz daha açılmış buldu. Elleri şimdi daha çok titriyordu. Bir anda serseme dönmüştü. Israrla çalan zil yüzünden kapıya doğru yürürken adımları sarsaktı. Her an yere çakılacakmış gibi görünüyordu. Buna rağmen kapıya ulaştı. Amy gitmek için hazır olmalıydı ama artık kendisini pek hazır hissetmiyordu, çünkü hastaneye gittiğinde karşılaşabilecekleri şimdiden onu korkutmaya başlamıştı.
Zil yeniden kez çaldı ve ardından sabırsız bir tavırla kapısına vuruldu.
Peri titreyen elleriyle kapının kulpunu bulup çevirdi. Karşısındaki Amy değildi.
Abisi Orhun’du.
×××
Sergei ıslık çalarak kan kırmızısı Purosangue’nin kapısını üzerine vurdu. Onun için epey kıymetli olan arabasını kapının önünden çekmek için harekete geçen görevliye doğru, “En ufak çizik görürsem çizerim dostum,” dedi sanki gerçekten dostça bir şey söylüyormuş gibi keyifle. Adamın yutkunması onu güldürdü. Bu sırada bir şatoyu andıran devasa yapının kapısında bekleyen kadınla göz göze geldiğinde gülüşü daha da belirginleşti.
“Seni yeniden görmek ne kadar hoş bebeğim. Beni özledin mi?”
Kadın cezbedici vücudunu yılan misali kıvırarak Sergei'yi karşılamak adına bir adım daha önce çıktı. Halter yaka, kolsuz, kısa ve geceden kara elbisesinin içerisinde kusursuz altın oranına yakın teniyle mükemmel duruyordu. Kızıl saçları yüzünün iki yanını çerçevelemiş, ona sahip olduğundan çok daha tehlikeli bir hava katmıştı.
“Seni yeniden ayaklarının üzerinde ve aklın başındayken görmek ne hoş.”
Sergei merdivenleri tırmandıktan sonra doğruca kadına adımlayıp onu belinden tuttuğu gibi kendisine çekti. “Yoksa yaralarımı saran narin eller sana mı aitti?”
“Elbette. Başka birinin olacağını mı sanmıştın?” derken tek kaşının havaya kalkış şekli epey uyarıcıydı.
“Komaya girmem gerekirken üç günde kendime gelmemin nedeni sensin demek. Beni hangi büyünle canlandırdın bebeğim?”
Kadın ellerini adamın göğsünde usul usul gezdirmeye başladı. “Büyüye ihtiyacım olduğunu kim söyledi?”
“Siktir, dokunuşun bana yetiyor,” dedikten sonra kadının dudaklarına açlıkla kapandı. Onu öyle sert öpüp arkasında kalan kapıya yasladı ki ikisinin de boğazlarının derinliklerinden iniltiler yükseldi. Bacağını kadının bacaklarının arasına yerleştirip ona bastırdı. Kadın ise buna karşılık göğsüne doğru tıpkı zehirli bir yılan gibi kıvrıldı.
“Şimdi, burada içine girmemem için bana bir şey söyle.”
Kadın güldü. “Baban içeride seni bekliyor.”
“Biliyor musun bebeğim ihtiyarlardan nefret ediyorum,” derken geri çekilerek üzerini düzeltti. “Kıçlarını yerlerinden oynatmadan sadece buyurmalarından daha çok nefret ediyorum. Nerede o? Hadi bana yolu göster.”
Kadın aheste aheste dönüp eve girdi. Önden yürürken kalçasını sağa sola savurmayı ihmal etmiyor, arkasındaki adamı kışkırtmaktan geri kalmıyordu. Sergei elbette bunun farkındaydı. Kadının cüretkârlığına hep hayran olmuştu. Evin büyük soluna geçmeden öne ona yetişerek kalçasını yakalayıp onu irkiltecek kuvvetle sıktı. Aynı esnada kulağına doğru eğildi.
“Bu gece bu kıçın benden kaçışı yok.”
“Babanın evinde mi?”
“İhtiyara uyku ilacı veririz, yaşlı bünyesi için geç yatmak iyi olmaz, değil mi?”
Kadın kanını kaynatacak şekilde güldü. Sergei salona girene kadar aynı şekilde kocaman sırıtıyordu, ancak salona girdiği anda yüzü birden öyle hızlı ifadesizleşti ki buna şahit olan herkes donup kalabilirdi. Omuzlarını gerip ağır, kendinden emin adımlarla babasına doğru yürüdü. Aslında babası değil, amcasıydı. Ancak onun tarafından bir oğul gibi yetiştirildiği için onu babası olarak anıyordu.
Yaşlı adam her zamanki koltuğunda oturmuş bekliyordu. Önünde satranç masası kuruluydu. Kaçığın teki gibi yine kendi kendine satranç oynuyordu. Ancak Sergei onun kaçığın teki olmadığını iyi bilirdi. Aynı kurnaz zekaya sahiplerdi.
“Halettin mi?” dedi doğruca konuya girerek. Oktay Seymen her zamanki gibi detaylarla vakit harcamıyordu.
Sergei kuşku duymuş olmasından hoşlanmadığını tek kaşını meydan okurcasına kaldırarak belli etti. “Elbette,” derken paltosunun iç cebine uzanarak oradaki ufak şeffaf delil poşetini çıkarttı.
“Saçını mı istemiştin?” diye sorduğu sırada poşeti satranç tahtasının üzerine attı. “Sana kanını da getirdim.”
Poşette Deniz’in bir tel saçı ve kanının bulaştığı mendil bulunuyordu.
Oktay Seymen sağ eliyle tuttuğu tepesinde ailelerinin simgesi olan kartal başının bulunduğu bastonunu kaldırıp yere vurdu. Sağ kolu Hakan anında harekete geçerek delil poşetini aldı. Ardından da saygıyla geri çekildi.
Sergei takdir beklememesi gerektiğini biliyordu. Hak ettiğinin farkındaydı. Kimse Deniz’e öyle kolayca yaklaşarak sorunsuz şekilde bunu halledemezdi, farkındaydı. Onu gözetliyordu, detayları istediği şekilde kullanmakta ondan iyisi yoktu. Kadının hiçbir şeyden şüphelenmeyeceğinden emindi. Sadece bir saç teline ihtiyacı varken kanından bile almıştı. Bunun takdir edilmesi gerekirdi. Ancak Oktay Seymen öyle bir adam değildi.
Sergei de ona koşulsuzca itaat eden o adam değildi. Hak ettiğini alamazsa karşılığında ona sinirlerinin bozulacağından emin olacağı şekilde davranırdı.
“Karşılığında ne vereceksin babalık? Kendi saçını ya da kanını mı?” derken sırıttı. “Babası çıkmayacağın kimseye sürpriz olmayacak.”
Oktay’ın mavi gözlerinde bir öfke patlaması oluştu. Bastonu saran parmaklarının tutuşu sıklaşırken, “Git kanını ver,” diye buyurdu. Sergei ona bu kadarının yeterli olacağını bilerek hay hay dercesine kafasını sallayarak Hakan’ın peşine takıldı. Odadan çıktığı sırada girişte bekleyen kadının yanağından makas almayı da ihmal etmedi.
Bugün kız kardeşiyle tanışmıştı.
Hayır, hâlâ kız kardeşi sayılmazdı ama DNA testinden sonra neler olacağını göreceklerdi.
×××
Uppss neler oluyor böyleee 😱
Eva ve Akın'dan bir bebiş haberi alır mıyız dersiniz? 🫣
Sergei sen ne yapıyorsun çocuğum? 🤔
Orhun, Peri'nin yanında 🥶
Peri de bir şeyler var, acaba nedir nedir 🤔
Özgür ise hâlâ başka dünyalarda... 🤦🏻♀️
Sevgiler, bol bol öpücükler 🥰🥰
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 65.91k Okunma |
4.22k Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |