67. Bölüm

67. BÖLÜM

Yazarimsibirileri
yazarimsibirileri

Bu bölüm çok geç geldi biliyoruz, çok üzgünüz. Bazı hastane işlerimiz olduğu için böyle oldu. Beklettiğimiz için hakkınızı helal edin, ancak yükleyebilme şansım oldu. ❤️

 

Hepizine kucak dolusu sevgiler 🥰🥰

“K-korkuyorum,” diye hıçkırdım. “Burası... burası çok karanlık. Ç-çok korkuyorum.. Son kez... benimle birlikte sayar mısın? Ama bu kez bine kadar değil. Ona kadar sayalım mı? Çünkü ben... ben hemen uyuyacağım.”

Cesur, “Sayma, Deniz!” diye bağırdı. Can havliyle beni sarstı. “Saymak yok! Bana bak! Saymak yok!”

“Ona kadar sayarsam... gün doğacak, karanlık bitecek. K-kurtulacağım...”

“Hayır, hayır, hayır... beni dinle. Sakın saymaya başlama, Deniz. Sakın beni bırakmaya kendini hazırlama!”

“B-bir... iki...”

“Sayma! Hayır, sayma!”

“Üç... d-dört...”

“Deniz!” diye bağırışlarına tepki veremedim. Bedenim kendini bırakmıştı. Hareket eden sadece dudaklarımdı. Ama eğer yapabilseydim ona onu aslında hiç bırakmak istemediğimi söylerdim. Onu her şeyiyle sevdiğimi ve yarım kalacağımı bilmenin beni ölümden çok yaktığını söylerdim. Her nereye gidiyorsam orada onu bekleyeceğimi söylerdim. Tıpkı beni yetimhanede bırakıp geleceğini söyleyerek gittikten sonra günlerce kapının önünde beklediğim gibi...

“B-beş... altı... y-yedi...”

“Sayma dedim sana! Sayma!”

“Sekiz...”

“Saymak yok, Deniz! Saymak yok!”

“D-dokuz...”

“Ölmek yok, Deniz! Ölmek yok!”

“O-on...”

~

Deniz kendini tamamen karanlığa teslim ettiği saniyede susturucu takılmış bir silah sesi duyuldu. Cesur’a silahını doğrultmuş adamlardan biri kafasına aldığı kurşunla yana doğru devrildi. Sadece birkaç saniye sonraysa diğeri de zeminle bütünleşti. Daha kimse ne olduğunu bile anlayamadan Çağlayan ailesine silah doğrultmuş olan kim varsa teker teker avlandı. Onların etkisiz hâle gelmelerini fırsat bilenler yeniden silahlarına doğrulduğunda bu kez onlarca namlu Barut’un üzerindeydi.

Arkalara dizilmiş araçları geçerek yeniden ortaya çıkan Miray hüngür hüngür ağlarken adımları dengesizdi. Hemen arkasından gelen Gökhan’ın iki eli de havadaydı ve yüzünde kaskatı bir ifade asılı kalmıştı. Buna rağmen sık sık, “Korkma güzelim sakin ol,” diyerek kız kardeşini yatıştırmaya çalışıyordu. Tamamen ortaya çıktıklarında Gökhan’ın ensesine silahını dayamış olan adam da göründü.

Barut’un adamlarından biriydi.

Hayır, aslında Barut’un adamlarından biri değildi.

Kimse ne olduğunu bile anlayamazken sıra sıra dizilmiş araçların diğer tarafından bir adam çıktı. Uzun botları, siyah taktik kıyafetleri içerisindeki adamın her yanında silah vardı. Sağ bacağına ve koltuk altı kılıflarına yerleştirdiği silahları henüz kullanmamıştı, hepsi yerli yerindeydi. Omzuna yasladığı Barrett M82 ona yeterli gelmiş olmalıydı. Yüzünde sadece gözleri açıktaydı. Boyunluğunu gözlerinin altına kadar çekmişti, ancak Cesur ona baktığı anda onu tanımıştı.

Baran Değirmenci.

Babasının en sağlam adamı, tetikçisi ve dostu.

Adam uzun botlarını yere vura vura herkesin arasında yürürken öyle güçlü ve kendinden emin görünüyordu ki bazıları ona imrenmişti. Barut’un adamları tamamen etkisiz hâldeydi. Başlarına doğrultulan silahlardan kurtulan Cesur’un adamları bu kez onların başlarına silahlarını doğrultmuşlardı.

“Siz çocuklar intikam yolunda bizim zamanımızdakinden çok daha üretkensiniz ama hiç dikkatli değilsiniz,” derken ceplerinden birini karıştırıp çıkardığı Nalokson’u Cesur’a doğru fırlattı. Cesur ilacı havada yakalayıp hızla hazırladı. Ellerinin titremesine içinden küfürler yağdırırken Deniz’i tamamen yere yatırıp ilacı burnundan uyguladı. Ne ilacı olduğunu sormadı, nasıl kullanılacağını sormadı, çünkü biliyordu. Kız kardeşini uyuşturucu yüzünden kaybettikten sonra birçok detaya hâkimdi. Bu spreyin Deniz’in azalan soluklarını yeniden canlandıracağına güveniyordu. Bilinci yerine gelecekti. Birkaç dakika içerisinde onu geri alacaktı. Eğer olmazsa ilacı yeniden kullanması gerekiyordu ve Baran’ın yanında yedek getirdiğini ummaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.

Barut kıpırdamadan öylece durmaya devam ederken ve sadece Deniz’e bakarken, “Tüm bu olanlar... ne demek?” dedi güçlükle konuşuyormuş gibi. Terliyordu. Teninin üzerinde ince bir tabaka oluşmaya başlamıştı.

Akın silahını çektiği gibi namluyu Barut’un kafasına dayadı. Tetiğe asılmaya sadece bir adım ötede olduğunu belli ederken, “Gebermek üzeresin demek,” diye homurdandı.

“Yazık olur,” dedi Baran sakince.

Akın tersledi. “Ne sikim olacağı umurumda değil. Bu herif bu akşam geberecek.”

“Bekle ikiz,” diye müdahale etti Özgür. Yüzünden ne kadar kafasının karışık olduğu belliydi. “Burada bir şeyler yanlış. Daha fazla yanlış olmasın.”

“Neyine bekleyeceğiz lan? Adam az önce hepimizin kafasına sıkmak üzereydi farkında mısın?”

Baran omzuna yasladığı silahı önüne alıp boşalttığı şarjörü çıkarmak için gereksiz ağırlıkla hareket ederken, “Babanın deli yanını çekip almışsın,” dedi. Lafı Akın’aydı ama ona bakma zahmetine bile girmemişti. Silahıyla ilgilenmeye devam ediyordu. “Ama baban deliyken bile iki kere düşünmeden hareket etmezdi.”

“Sen kimsin?” dedi Akın nihâyet sorması gereken soruya dönerek. Huysuz homurtusu Baran’ı neredeyse güldürecekti. Sorunun cevabını konuşarak vermek yerine yüzünü örten boyunluğu tutup aşağıya çekti. Akın’ın anbean büyüyen gözlerine bakarken hiç kibirlenmedi. Çağlayan ailesini geride bırakırken onlar ufak çocuklardı ama unutulmayacağını biliyordu, çünkü onlarla babaları kadar ilgilenmişti.

“Hassiktir,” dedi Akın. Silahını indirdi. “Sen misin gerçekten amca?”

“Hassiktir gerçekten,” diye katıldı Özgür de. Elbette Tuna geri kalmadı.

“Ben de bir hassiktir demek isterdim ama bunu daha önceki bir zamanda zaten söylediğim için şu an etkili olmayacak. Şu an söyleyeceğim şeyse... hay seni buraya getiren o iki ayağına kurban olayım. Nerden nasıl haberin olduysa-”

“Sizi izliyordum. Yanıma geldiğinizde olayın yakında patlayacağını anlamıştım. Ben de kendi planımı kurdum. Murat,” derken Gökhan’ın ensesine silahını bastırmaya devam eden adamı çenesinin ucuyla işaret etti. “Benim adamım. Tüm planlardan haberdar olmamı sağladı. Bu kızı,” derken ise Deniz’i işaret etti. “...ne olursa olsun ailesinden koruyacağıma dair Sarp’a bir sözüm vardı. Zamanında yerine getirdiğim ve gerekirse yeniden getireceğim bir söz.”

Barut, Sarp’ın adının geçmesiyle birlikte, “O benim annemi ve kardeşimi öldürdü,” dedi duyanın tenini ürpertecek sakinlikle. Sesinin kinle, nefretle çıkması gerekiyordu ama dümdüzdü. Dalıp gitmiş gibi konuşuyordu ve hâlâ aynı şekilde duruyordu. Hareketsiz. Donmuş. Deniz’e odaklı.

Baran, Cesur’la göz göze geldi. “Anneni kimse öldürmedi,” dedi Barut’a hitaben. “Kendisi intihar etti.”

“Yalan söylüyorsun.”

Baran buna bozulmadı. Kelimeler suçlayıcı gibi görünse de adamın ses tonunun suçlamakla yakından uzaktan ilgisi yoktu. “Sarp’ı suçlamak babanın işine geldi.”

Barut bir kez daha onu yalan söylemekle suçlayamadı, çünkü babasının her pisliği yapabileceğini biliyordu. Bunun yerine konuşmadan önce kendisini hazırlar gibi derin bir soluk alıp, “Kardeşimi...” dedi ama devamını bile getiremedi.

Baran acımasızca cevapladı. “Kardeşini de o evde yaktı. Kızı kurtarabilmek için yanan eve girmiştin, ağır yaralanmıştın. Hatırlıyorsun, değil mi? Sana baktığımda bir gün bile o anı unutmadığını görüyorum. O evi baban tutuşturdu. Sarp sadece suçu üstlendi.”

Yeniden, “Yalan söylüyorsun,” dedi kupkuru, cansız bir sesle. Yine olması gerektiği gibi öfkeli değildi. Üzerinde ölümcül bir sakinlik vardı. Uyuşmuş gibiydi. “Sarp Çağlayan karşımıza geçip ben yaptım dedi. Bizimle dalga geçti, alay etti, küçümsedi, böbürlendi. Ben. Yaptım. Dedi. Babam bunu yapmasına asla müsaade etmezdi. Bizimle alay etmesine izin vermezdi.”

“Dedim ya işine geldi.”

“Neden?”

“Neden?” diye tekrarlarken neredeyse gülmeye benzer bir ses çıkardı. “Seni oyuna dahil edip düşmanlığına bulaştırmak için. Seni kullanmaya devam edebilmek için. Annenin intihar ettiğini ve babanın da kardeşini yaktığını bilseydin babanın yanında kalmaya devam eder miydin?”

Barut sessiz kaldı ama cevap belliydi.

“Ama tüm bunları Sarp’ın yaptığını bilsen ona ve onun soyuna düşman olurdun. Tam da babanın isteyeceği gibi.”

Aklı tamamen karışırken düz ifadesi hiç değişmedi. Sanki hayatını kökünden değiştiren olayları bile olgunlukla karşılayacak kadar kendini kontrol edebiliyor gibi görünüyordu. Ancak işin aslı pek de kendinde değildi. Bir kez daha güçlükle ağzını aralayıp, “Neden... bunu kabullendi?” diye sorabildi.

Bu soruyu Cesur da sormuştu. Babası neden Deniz’in ölümünü üstlenmişti? Neden ben yapmadım demek yerine bastıra bastıra ben yaptım demişti? Neden ömrü boyunca bu lekeyle yaşamayı göze almıştı?

“Aslında kabullenmedi. Sarp o evle birlikte kızın yandığını düşünüyordu. Tüm umutlarını yitirmiş bir adam gibi yere çökmüş yanan eve bakıyordu. Baban orada suçu ona attığında Sarp’ın onu duyduğundan bile şüpheliyim. O an önemli olan tek şey kızdı.”

Barut yutkundu. “Neden?” diye fısıldadı bir kez daha.

“Çünkü kıza karşılık oğlunu alacaktı. Anneannen ondan bunu istemişti.”

Özgür, “Demek babam abimi böyle bulabildi,” dedi aydınlanmış şekilde. “Deniz’i kurtardı ve abimi aldı. Demek olayın aslı buydu.”

Baran usulca kafasını salladı. “Kızı bir şekilde o evden çıkarmayı başardım. Sakladım. Sonra da Sarp’ı haberdar ettim. O da hemen harekete geçti. Kızı aldı, anneannesine teslim etti ve Oktay’ın üzerine yıktığı suçlamayı sessizce kabul etti. Suçlamasına izin verdi. Çünkü kurcalamasından iyiydi. Ömrü boyunca başkasının aile meselesine burnunu sokan biri olarak anıldı. Çocuk katili laflarına kulaklarını tıkayarak yaşamayı öğrendi. Kızın ölü olarak kalabilmesi için her şeye katlandı.”

Akın tüm hikâyeyi sessizce dinledikten sonra hafifçe kıstığı gözlerini Baran’ın üzerine dikip, “Madem durum buydu, hadi abim de bir şekilde o arada Deniz’le tanıştı, eyvallah, peki benim Deniz’i kurtarmış olan babam, nasıl olur da abim Deniz için kendini kaybederken onu bulamadı? Bunu da açıkla çünkü benim kafam almadı,” dedi sorgularcasına.

Baran ona sadece baktı. Cevap vermeyeceği tavrından açıkça belli oluyordu. Neyse ki Deniz tam da bu sırada sıçrayarak uyandığında konu havada asılı kaldı. Bir gün yeniden karşısına çıkacağından emin olsa da o gün bugün değildi.

Şimdi Deniz’i hastaneye götürmenin, etrafta dehşetle bakan, şok ve kocaman boşluklarla dolu gözlerinin yeniden bilinç kazanmasını sağlamanın sırasıydı.

×××

Sergei dürbünü gözlerinden uzaklaştırırken, “Ne gösteriydi öyle! Uzun zamandır beni bu kadar heyecanlandıran bir şey olmamıştı,” dedi keyifli şekilde sırıtarak. Kalçasını aracın kaputuna yaslayıp ceketinin cebinden çıkardığı sigarayı tutuşturdu. Hâlâ dürbününü indirmeden aşağıdaki gösteriyi izlemeye devam eden kadına kafasını iki yana sallayarak baktı.

“Sinirlendiğinde çok sevimli oluyorsun. Bunu sana daha önce söylemiş miydim?”

“Sinirlendiğimi fark ettiysen bana bulaşma.”

“Ah, zavallı taşaklarım,” dedi bunun üzerine. Kadın dürbünden ayrılıp ona doğru bakarken, “Ne saçmalıyorsun?” diye çıkıştı.

“Onları derilerini yüzmekle tehdit edeceğin anın geleceğinden eminim. Bu yüzden şimdiden vahlanıyorum.”

“Bir kez olsun ciddileş, Sergei! Burada taşaklarının başına gelecek olası şeyler için durmuyoruz. Kahrolasılar öylece arabalarına binip gittiler. Babam buna delirecek ve işte o zaman gerçekten taşakların tehlikeye girebilir.”

İçine çektiği dumanı kadının yüzüne doğru üfledi. Dudaklarındaki sırıtış hâlâ yerini koruyordu ve söylenenlerden pek etkilenmiş gibi durmuyordu. “Ben taşaklarımı masaya koyacaksam peki sen nelerini koyacaksın bebeğim?”

“Tanrım! Sen iflah olmazsın. Odaklan! Barut resmen hiçbir şey yapmadı. Hiçbir şey!”

“Sesindeki hayal kırıklığı biraz can sıkıcı. Ne bekliyordun ki? Onu yeterince tanıdığını sanıyordum. Hiçbir şey yapamayacağından başından beri emindim. Hiçbir zaman hiçbir şeyi yapamadı zaten.”

Kadın sadece göz açıp kapayıncaya kadar bir süre zarfında hareket edip Sergei’yi pantolonunun üzerinden avuçladı ve canını yakmak istercesine sıktı.

“Onları koparıp boynuna asarım!”

Deli adam sadece güldü. “Arada çamaşır olmasından hoşlanmadım. Soy beni.”

“Sergei!”

“Adımı böyle öfkeyle bağırmana bayılıyorum ama daha çok neye bayıldığımı bilmek ister misin?” Kadına cevap verme fırsatı sunmadan onu birden yakalayıp çevirdi ve bedenini arabanın kaputuna doğru eğip kendisini kadının kalçalarına bastırdı. Ondan sinirli, homurtulu bir inilti çaldı.

“Adımı kendinden geçer gibi sayıklamana daha çok bayılıyorum.”

“Tanrım-”

“Sana tanrını göstermeme izin ver.”

Genç kadın elbisesinin eteğini yukarıya sıyıran elleri hissettiğinde gözleri büyüdü. “Baban bizi bekliyor-”

“Biraz daha bekleyebilir.”

“Ah... ona bu olanları nasıl anlatmayı planlıyorsun?”

“Sevgili abimin hiçbir şey yapmadan kalakaldığını söyleyebilirim ve bu durumda bana ne yaptığımı soracak olursa...” derken pantolonunu indirip kendisini hizaladıktan sonra hiç beklemeden kadının bedenindeki yerini aldı. Ondan yükselen hazzı içine çekip yuttu. “Duruma çok sinirlendiğimi ve öfkemi çarpık bir yolla yine abimden çıkardığımı falan söylerim. Eminim beni anlayışla karşılayacaktır.”

“Piç!”

“Adım bu değildi ama biliyor musun hiç önemi yok.”

×××

Bir yatak ve üzerinde kendinden habersiz yatan kadın...

Yastığa dağılmış siyah saçlarının çevrelediği teni bembeyaz...

Göğün öptüğü gözleri gözkapaklarıyla örtülü...

Bedeninin vereceği en ufak tepkiyi bile kontrol etmek için vücuduna yerleştirilmiş kabloların arasında öylece uzanıyor. Artık ağlamıyor. Acı çekmiyor. Kalbi atıyor. Nefes alıyor. Ama gözlerini açmıyor. Hareket etmiyor. Nerede olduğunu ve neler olduğunu bile bilmiyor.

Cesur, Deniz'in bedeninden uzanan o kabloların boğucu hissi yüzünden yutkunmakta güçlük çekiyordu. Ona bakarken ve onu bu şekilde görürken eti kör satırdan geçiriliyormuş gibi acı çekiyordu. Kadını ondan ayıran bir camın arkasında duruyordu. Sadece ona bakıyordu. Başucundaki ekrana yansıyan kalp atışlarını takip ediyor ve soluk aldığından emin olmak istercesine tekrar tekrar göğsünün hareket edişini kontrol etme ihtiyacı duyuyordu. Dinlenmiyordu, uyumuyordu, yemiyordu. Kendi vücudunun tüm ihtiyaçlarını görmezden geliyordu. Kendisi önemsizdi.

Furkan diğer doktorlarla birlikte Deniz’in bulunduğu odadan çıkıp doğruca yanına geldiğinde bile kıpırdamadan durmaya devam etti. Sahip olduğu en eski dostunun ağzından dökülecek her harf onun için önemliydi ama sanki kafasını bir kez kadının üzerinden çevirse ona bir şey olacakmış gibi hissediyordu. Bu his berbattı. Bu his azap vericiydi.

Furkan elini Cesur’un omzuna koyup destek verircesine hafifçe sıktı. “İyi olacak,” dedi yavaşça. Etraftan birkaç rahatlayıcı ve şükreden fısıltılar yükseldi. Cesur orada başka kimler vardı ondan bile habersizdi. Bildiği tek şey hemen sağında, baktığı pencerenin diğer ucunda olan ve tıpkı kendisi gibi sadece Deniz’e bakan adamdı.

“Gözetim altında kalmaya devam edecek. Nalokson’un etkisi kısa süreli ve aldığı dozun etkisi uzun süreli. Bu yüzden yeniden uyanıp iyi olduğunu söylese bile bir süre daha burada kalmaya devam etmeli. Yeniden takviye yapılacak. Kardeşim,” dedi Cesur’un dikkatini çekmek istercesine. “O iyi olacak. Sadece biraz dinlenmeye ihtiyacı var. Seni bırakmayacak. Yirmi yıl sonra gelip seni bulduktan sonra... bırakacağına inanmıyorum. Endişeni ve korkularını anlıyorum ama bu şekilde kendine zarar veriyorsun. Hiç değilse biraz su iç. Kıyafetlerini değiştir. Şuradaki balkonda beş dakika hava alalım. Bu hâlini hiç iyi görmüyorum.”

Cesur cevap bile vermedi. Furkan birkaç denemeden sonra pes ederek onu kendi hâline bırakmak için geri çekildi. Bu sırada sağ tarafında kalan adama ters bir bakış gönderdi. O adam, Furkan’ın bile sakinliğini bozuyordu ve bunun farkında dahi değildi.

Arkasındaki kalabalıktan yükselen konuşmalar, sonradan gelen kadınların ağlayışları, kendi adamlarıyla diğer adamların anlaşamayıp hırlaşması Cesur’un kulaklarına ulaşamayan diğer detaylardı. Onun için diğer sesler yoktu. Odanın içerisinden yükselen bip sesleri vardı. Ancak nasıl oldu anlamadı ama bir anda önündeki camın yansımasında, yanındaki adamla, Barut’la bakışları kesişti. Kafasını çevirip de ona bakmadı ama cama yansıyan kıpkırmızı mavi gözlerine düşmanca baktı. Bir saniye, iki saniye, üç saniye...

Dalgasız bir bip sesine karışan diğer sesler yükselmeye başladığında Cesur irkildi. Gözlerini kırpıştırıp yeniden Deniz’e odaklandı. Başucundaki ekranda düz bir çizgi vardı. Doktorlar hızla odaya dalıp ona müdahalede bulunurken Furkan da aralarındaydı. Birisi kalp masajı yapmaya başladı, bir başkası hazırladığı enjektörün içerisindeki ilacı ona verdi. Diğeri elektroşok cihazını hazırladı. Önü doktorlar ve hemşireler tarafından kapatılmış olsa da Deniz’in üzerindeki örtünün tamamen çekilip bir köşeye atıldığını fark etti. Getirilen cihazdaki pedlerin göğsüne takıldığını ve cihazın ayarlandığını, bu süre zarfında kalp masajı yapıldığını, hepsini nefes bile almadan izledi. O uğursuz ses kulaklarında çınlıyordu. Kesintisiz, dalgasız dümdüz bip sesi... arkasında kopan kıyameti bile bastırıyordu.

Barut’un sanki uzanmak, kurtarmak ister gibi avucunu cama vurmasıyla Cesur irkildi. Yanındaki adamın nihayet tepki verebildiğine şahit oldu, yere çöküşünü göz ucuyla izledi. Şoktan sıyrılması, ne yaptığının farkına varması, gerçeği algılaması saatler sürmüştü.

Kardeşinin intikamı uğruna kardeşini öldürmeye kalkmıştı.

Arkasından birileri Deniz’in iyi olacağıyla ilgili bir şeyler söyleyerek herkese umut aşılamaya çalıştı. Ancak Cesur, Deniz’in iyi olmadığını, olmayacağını biliyordu. İçten içe ölmeyi dilediğini, taşıdığı yüklerden yorulduğunu çok iyi biliyordu. Bir parça huzur için gözlerini bir daha açmamayı tercih edeceğini biliyordu. Kanayan yaralarını biliyordu. Bazılarının hiç iyileşmeyeceğini biliyordu.

Kirpiklerini yumduğunda iri bir damla aradan sıyrılarak yere düştü. Göğsünde müthiş bir ağrı vardı. Çaresizce kalbinin üzerini ovaladı. Nefes almıyordu, belki de ondandı ama Deniz nefes almadıkça o da almayacaktı. Onun kalbi durmuşken kendi kalbi damarlarına kan değil asit pompalıyordu.

Bip sesi kesintisiz yükselmeye devam etti. “Beni bırakma,” diye yakardı Cesur kısık, çok kısık sesle. Tıpkı yirmi yıl önce Deniz’in ona söylediği gibi.

Ona henüz yetimhanedeki ranzasının tavanına onunla hayalini kurduğu ailenin resimlerini çizdiğini anlatmamıştı. Onu bulduktan sonra ilk kez gerçekten yeri yurdu olmuş gibi hissettiğini anlatmamıştı. Bir görevmiş gibi devam eden hayatının ondan sonra görev olmaktan çıktığını anlatmamıştı.

“Gitme, Deniz,” diye fısıldadı. Güçsüz sesi kendi kulaklarına bile ulaşamadı ama tüm varlığıyla dile getirdiği yakarış bir şekilde kadına ulaşmış olmalıydı ki kesintisiz devam eden bip sesi aniden dalgalanmaya başladı. Cesur ancak ciğerlerinin nefes almasına izin verdi ve çektiği ilk soluk sanki dikenliymiş gibi iki büklüm olarak elini göğsüne bastırdı. Bir süre gürültüyle nefes alıp vermeye devam etti. Adeta can çekişiyordu.

Kardeşlerinin etrafında olduğunu biliyordu. Çevresinde çok gürültü vardı. Herkes bir şeyler söylüyordu, hemşireler koşuşturmaya devam ediyordu. Odanın içerisinden yükselen bip sesleri artık olması gerektiği gibi düzenliydi.

Deniz geri dönmüştü.

Deniz... ona dönmüştü.

Öylece durup bu anın tadını çıkardı, vücudunun bir nebze de olsa gevşemesine izin verdi. Yeniden ve yeniden soluk aldı. Etrafındaki gürültüler kulaklarına ulaşamıyordu. Sadece bip seslerini dinliyordu. Ancak ansızın kulakları bir başka sesi de ayırt edebildi.

“Bir, iki, üç, dört, beş, altı... Ben ne yaptım? Ben ne yaptım? S-sekiz, dokuz, on, on bir... Ben ne yaptım? Ben ne yaptım? Ben ne yaptım? Ben ne yaptım?”

Cesur’un yırtıcı bakışları iki adım ötesindeki Barut’a saplandı. Adam yere oturmuş elleriyle kafasını tutup, arada sırada da kendine vururken sürekli aynı şeyi tekrarlıyordu.

Cesur’u delirtmek istemişti ama deliren o olmuştu sanki.

Gökhan da hemen yanındaydı. Omuzları düşük, gözleri kıpkırmızı ve yıkılmış duruyordu. Bir şeyler yapmak istiyor ama ne yapacağını bile bilmiyormuş gibi kendi etrafında dönüp duruyordu. Konuşmaya kalkınca kelimeleri yarım kalıyordu.

Barut ise onu hiç duymuyor gibiydi. “Otuz üç, otuz dört, otuz beş, otuz altı... Karanlık gidecek. Otuz yedi... Karanlık bitecek. Otuz sekiz... Uyu hadi. Otuz dokuz... Kapat gözlerini. Kırk... Yıldızları görüyor musun? Kırk bir... Yıldızları say. Kırk iki... Bine kadar sayarsan bitecek. Kırk üç... bine kadar sayarsam... bitecek.”

Deniz bine kadar değil, ancak ona kadar sayabilmişti.

Bu ayrıntıyı hatırlamak Cesur’un bir anda gözünün dönmesine neden oldu. Barut’a doğru yıldırım gibi atılıp yumruğunu geçirdi. Bir tarafa savrulan Gökhan bağırdı ama Barut sesini bile çıkarmadı. Cesur ona bir kez daha vurdu ve bir kez daha. Ardından da onu yakalarından tutup kemikleri yokmuş gibi oraya yığılı duran bedenini ayağa kaldırmaya çalışırken, “Kalk!” diye kükredi. Kendine gelmesini istercesine ona bir yumruk daha geçirdi. “Kalk ulan, kalk!”

Barut yapamadı. Bacakları bedenini tutmuyordu. Ellerini kaldırıp da yüzünü bile koruyamıyordu. Çoktan kaşı patlamıştı.

“Kalkacaksın,” dedi Cesur gözü dönmüş şekilde. Kuvvetle asılıp onu ayaklarının üzerine dikti. Düşmemesi için de sırtını arkasındaki duvara bastırdı. Öne doğru eğilen başını çenesinden tutup kafasını geriye vurdu. “Bak bana,” diye bağırdı. Sesi koridoru taşıp duvardan duvara çarparak dağıldı. “Bak bu benim en zayıf hâlim. Bak! Kaldır yumruklarını,” derken adamın elini tutup kendi yüzüne doğru getirerek vurdu. Bıraktığında Barut’un eli cansızmış gibi yeniden yanına düştü.

“Ne duruyorsun? Yıllardır beni bu hâle getirmenin arzusuyla yanıp tutuşmadın mı? Yıllardır bu anı planlamadın mı? Kullan lan şimdi! Kullan! Karşılık ver bana! Saldır!”

Barut ona bakmadı, onu duymadı. Sadece saymaya devam etti. Cesur daha çok delirdi. Aklıyla olan bağlantısı minicik bir ipten oluşuyordu ve o ip de koptu. Kafasının içerisindeki canavar tamamen serbest kaldı. Tek istediği yaralamak, kanatmak ve parçalamaktı. Ona bir kez daha vurdu. Parmak boğumları sızladı ama Barut yine de karşılık vermeden durdu. Sanki cezasına razıydı. Peki hangi ceza onun yaptığını karşılayabilirdi?

“KAZANMIŞ HİSSEDİYOR MUSUN? BENİ MAHVETTİN, SİLAHINI KULLANMADAN VURDUN! BENİ BİTİRDİN LAN BİTİRDİN!” Bir yumruk daha. “KARDEŞİME YAPILANI KENDİ KARDEŞİNE KENDİ ELLERİNLE YAPTIN! BU KADAR MI GÖZÜN KÖR OLDU!? KARDEŞİNİN İNTİKAMI İÇİN KARDEŞİNİ ÖLDÜRÜYORDUN! KAZANDIN MI LAN ŞİMDİ? KAZANDIN MI LAN?”

Barut birden saymayı kesti. Kanı donmuş gibi birkaç saniye Cesur’un yüzüne boş boş baktı. Ama sonra mavi harelerine bir öfke damlası düştü. Yayıldıkça yayıldı. Odağını kaybetmiş gözlerini birkaç kez kırptığında kafasının içerisinde her şey ancak yerine oturmuş gibi omuzları dikleşti. Ve sonra saldırdı. Boğazının derinliklerinden kopan bir haykırışla Cesur’u itip yumruğunu onun suratına geçirdi.

“SEN BİLİYORDUN!” dedi suçlamayla. “SEN BİLİYORDUN LAN! ONUN KARDEŞİM OLDUĞUNU BİLİYORDUN!”

Cesur onunla hiç karşılıklı dövüşmemişti. Bu ilkti ve Barut kesinlikle kolay lokma değildi. Belki de şu anda arşa çıkmış olan öfkesi yüzünden olduğundan daha güçlüydü ama Cesur da en az onun kadar burnundan soluyordu.

“O benim karım,” diye gürledi. “Tabii ki bilecektim. Ama öyle gözünü korkutmuşsunuz, öyle canını yakmışsınız ki çok geç öğrendim. Yoksa seninle yan yana gelmesine müsaade eder miydim sanıyorsun.”

“BİLİYORDUN LAN! BANA SÖYLESEYDİN-”

“Bilseydin ona daha çok acı vereceğini düşünüyordum!”

“ULAN BEN BAŞKA HİÇBİR ŞEY İÇİN DEĞİL KARDEŞİMİN İNTİKAMI İÇİN SİZİNLE UĞRAŞTIM. ÖMRÜM BOYUNCA SIRANIN BANA DÖNMESİNİ BEKLEDİM. BANA KARDEŞİMİN İNTİKAMINI KARDEŞİMDEN ALMAYI NASIL YAPTIRIRSINIZ LAN!?”

Barut, Cesur’a doğru öyle hızlı atılıp çarptı ki darbesi yüzünden Cesur geriye doğru neredeyse uçtu ve bu sırada Barut’a pençelerini geçirir gibi ellerini geçirdiği için onu da beraberinde götürdü. Birlikte yere düştükten sonra yuvarlandılar. Cesur üstte kalmayı başarıp onu peş peşe yumrukladı.

“BABANIN İNTİKAMININ ARKASINA SIĞINMAK YERİNE KARDEŞİNİN İNTİKAMI İÇİN KARŞIMIZDA DURDUĞUNU SÖYLESEYDİN LAN SENDE!”

Barut iyice hiddetlendi. Nasıl olduğunu kendi bile anlayamadığı bir şekilde Cesur’u üzerinden atmayı başarabildi. Ona peş peşe iki yumruk geçirdi. “SİKTİR GİT! SEN KİMSİN Kİ BENİ SORGULAYABİLECEĞİNİ SANIYORSUN!”

“BEN, KÖPEĞİNİN ÖNÜNE KEMİK GİBİ ATTIĞIN, KENDİ ADAMLARINDAN BİLE KORUYAMADIĞIN KADININ KOCASIYIM,” derken Barut’a okkalı bir yumruk geçirdi. Hepsinden sert ve hepsinden sağlamdı. Öyle ki aldığı darbeden sonra Barut olduğu yerde sallanmıştı. Kendini toparlayabilirdi. Birkaç saniye izin verilse silkelenip odağını yine aynı noktaya çekebilirdi ama birincisi duydukları yüzünden yine vücudu kilitlenir gibi donakaldı ve ikincisiyse Cesur buna izin vermedi. İki yumruk daha geçirdi. Barut yeniden yere düştü. Cesur eğilip onun yakalarını kavrayarak sarstı.

“BEN,” dedi boğazının derinliklerinden gelen kaba bir sesle. “UYUŞTURUCU VERDİĞİN, ÖLDÜRMEK İSTEDİĞİN KADININ KOCASIYIM.”

Barut bir kez daha kaskatı kesildi, hareket kabiliyetini yitirdi. Yüzünde sinirle atan her kas kademe kademe karanlığa gömüldü. Yapılanlar gözlerinin önünden bir bir geçip gitti. Boğazına aynı sızı yerleşti. Göğsüne aynı sıkışıklık kondu. Nefes almadı, acıdı. Aldı, daha çok acıdı.

“ŞİMDİ NE YAPAYIM LAN SANA? SÖYLE NE YAPAYIM SANA? BENİM CANIMI KANATTIN. KARDEŞİNMİŞ, KARDEŞİNİN İNTİKAMIYMIŞ UMURUMDA DEĞİL. SEN. BENİM. CANIMI. YAKTIN.”

Barut harap olmuş ifadesini saklamak istercesine gözlerini yumarken üşüdüğünü hissediyordu. Her şey onun için çok fazlaydı. Onlarca ölüm görmüştü, bazen izleyenin kâbusu olacak işkenceleri dahi izlediği olmuştu. Yine de böyle boğuluyormuş gibi hissetmemişti. Her yutkunduğunda bir avuç zehir yutuyormuş gibi tüm uzuvlarına yayılan acıyla karşılaşmamıştı. Her şeyini kaybetmiş hissediyordu. Bu hissi ömründe ikinci kez tadıyordu.

İlki kız kardeşini yanan bir evin içerisinde bulmasıydı.

Bir cellat edasıyla yakalarına asılmış olan adamın olmayan merhametine kendisini bıraktığını belli edercesine öylece dururken zar zor, “Biliyor muydu?” diye sorabildi. Yumduğu gözlerini yarım şekilde araladı. Az önce onu ele geçirmiş olan güç geldiği gibi bir anda bedenini terk edip gitmişti. “Deniz...” derken bir avuç diken çiğnemiş gibi çehresi acıyla gerildi. “Biliyor muydu?”

Onu ağlatırken, korkuturken, kanatırken bunu yapanın öz abisi olduğunu biliyor muydu?

Cesur elindeki öfkeyi kaybetmeyi asla istemiyordu. Zihninin berraklaşmasını, doğru düşünmeyi, olasılıkları hesaplamayı hiç ama hiç istemiyordu. Hiddetle saldırıp kopartmaya devam etmeye niyeti vardı. Ancak cevap vermek için ağzını araladığında sesi az önceki kadar sert olsa da kelimeler istediğinden daha farklı şekilde havaya karıştı.

“Onu öldürmek isteyeceğinden öyle çok korkuyordu ki seni öğrenmeyi hiç istemedi. Bana kim olduğunu söyledikten sonra ona abisinin sen olduğunu söyleyemezdim de.” Dişlerini sıktı. Öfkesinin solduğunu hissediyordu ama buna izin veremezdi. Ellerinden birini yukarıya taşıyıp Barut’un boğazına baskı uygulamaya başladı. “Ama öğrenmiş. Senin yanındayken bir şekilde öğrenmiş,” dedi tükürürcesine. “Sen onun en büyük kâbususun!”

Barut, Deniz’in tam olarak hangi anda durumu anladığını çok geçmeden çözdü. Onu odasına götürdükten sonra, onu taşıdığı için patlayan yarasıyla ilgilenmek için gömleğini çıkardıktan sonra sırtındaki dövmeyi görmüş olmalıydı. Odaya geri döndüğünde bir şeylerin değiştiğini anlamıştı. Kadın farklı davranıyordu. O anları gözünün önüne getirmeye çalıştı.

“Beni öldürecek misin?”

“Kimsin sen Barut?”

“Ben düşündüğün o kadın değilim, sana söyledim. Bilsen... bilsen belki de Cesur’un gelmesini bile beklemezdin.”

Deniz gerçeği öğrenmişti ve yine de susmuştu. O an söyleseydi durum asla buralara kadar gelmezdi. O an konuşsaydı... gerçekten de bu kadar korkuyor muydu? Neden korkuyordu? Ona nasıl kıyabilirdi ki?

Ama kıymıştı işte.

Zihninde bir ses, “Bilmiyordun,” diye savunmaya geçti. İç sesiyse gerçeği acı şekilde yüzüne vurdu.

Bilmeliydin.

“Öldür beni,” dedi Cesur’a. Yanağından bir damla kayıp yüzündeki kanlara karıştı.

Cesur sadece bir saniyeliğine onu bıraktı. Bir saniye sonra belinden çektiği silahın namlusu Barut’un çenesinin altına dayanmıştı. Etraftan gürültüler koptu. Hiçbiri kulaklarına ulaşamadı. Barut da onları duymuyor gibiydi.

“Yap,” dedi sıkılı dişlerinin arasından. “Çek şu tetiği.”

Cesur silahın horozunu çekti.

“Sık hadi,” dedi Barut sabredemiyormuş gibi. “Sık lan! Ne bekliyorsun? Niyetin benimle oynamak mı?” Bir an için durdu ve düşünceleri onu perişan ediyormuş gibi dişlerini sıkarken, “Benim karınla oynadığım gibi mi?” dedi güçlükle. Kelimelerin ona verdiği azabı sakladı. Sanki yaptıklarından gurur duyuyormuşçasına bir edayla omuzlarını dikleştirip, Cesur’un ölümle gölgelenen gözlerine meydan okurcasına baktı.

Cesur tetiğin üzerindeki parmağına emri verdi. Merminin adamın boğazını parçalamasını ve kafasının arkasından çıkmasını istiyordu. Etrafa sıçrayacak olan kanların hayali şimdiden gözlerinin önündeydi. Meydan okuyan kızarık mavi gözleri ebediyen hareketsiz, donuk kalacaktı. Bir saniye öncesine kadar Cesur’un en büyük isteği buydu. Ancak silahı Barut’un çenesinden çekip kabzasıyla ona vurduğunda artık bunu istemediğini fark etti. Çünkü adam kaçmaya çalışıyordu.

Doğrulup ona tepeden bir bakış atarken, “Öyle kolay olmayacak,” dedi oyununa düşmeyeceğini belli edercesine. “Öyle kolay sıyrılamayacaksın. Yaşayacaksın. Deniz’in senden ne kadar korktuğuyla ne kadar nefret ettiğiyle yüzleşeceksin. Ona her baktığında yaptıkların gözünün önüne gelecek. Vicdanın seni yiyip bitirecek. Ben de bunu izleyeceğim.”

×××

Peri alnında hissettiği ufak dokunuşla birlikte irkilerek gözlerini açtı. Tepesinde dikilen Özgür’ü gördüğündeyse içine çektiği soluk yarıda kesildi. Adamın elini geri çekmesiyle birlikte hızla doğrulmaya çalıştı.

“Kalkma,” dedi adam yavaşça. “Uyuduğunu bilseydim buraya hiç gelmezdim.”

Peri yine de kalkıp hasta yatağının bir kenarından ayaklarını sarkıtarak oturdu. Hareketlerinde bir telaş saklıydı. “Ben... özür dilerim. Biraz dinlenmek istemiştim ama içim geçmiş olmalı. Çok mu uyudum? Deniz nasıl? Bir sorun var mı?”

Özgür elindeki kese kâğıdından olan poşeti yatağın yanındaki komodinin üzerine bırakırken sessizce iç geçirdi. “Yine özür diliyorsun.”

Peri yeniden özür dilememek için dilini ısırdı. “Üzgünüm. Unuttum.”

“Deniz iyi,” dedi yorgunca Peri’nin yanına, yatağın kenarına otururken. Kolları birbirine değiyordu. Bu ufacık dokunuş bile kadını irkilmişti ve bunu fark etmek Özgür’ün içini sızlatmıştı.

“Aldığı yüksek doz kalbinde bazı hasarlar bırakmış olabilir dedi doktor. Bundan sonra daha dikkat etmesi gerekecek. Bir süre bazı ilaçları kullanacak ama iyi. Çok şükür iyi.”

Yürekleri ağza getiren kalbinin durmasından sonra Deniz’e yeni tetkikler yapılmıştı. Yeni kontroller, yeni teşhisler, yeni tedaviler... iyiydi. Peri oradan ayrılırken iyi olduğunu birçok kez doktorlardan duymuştu. Yine de içi huzursuzdu ve uyuyakaldığı için kendisini kötü hissediyordu. Sadece ortamın geriliminden biraz uzaklaşmak istemişti, çünkü herkes diken üstündeydi. Cesur ve Barut’un yumruklaşmasından sonra gerginlik iyice tırmanmıştı ve Peri'nin bir süre sonra karnı o kadar ağrımıştı ki biraz da korkmuştu. Eva hâlini fark ederek onu bu odaya yerleştirmişti. Neyse ki olaylı ortamdan dolayı hiç kurcalamadan bunu yapmıştı. Peri ilk kez dışarıya karşı zayıf, dayanıksız göründüğü için mutluydu.

“Onun kalbini yüksek doz değil abisi incitti,” dedi ağır ağır. Hüznü gözlerinden okunuyordu.

Özgür sıkkın, yorgun bir nefes verdi. “Şimdi sizi daha iyi anlıyorum. Neden onca kalp kırıklığınıza rağmen sırtınızı dönemediğinizi, gerektiği gibi nefret edemediğinizi... şimdi anlıyorum.”

Genç kadın kafasını çevirip yanındaki adamı kaçamak şekilde inceledi. Sesi iğneleyici değildi. Önceden olsa aptal olduklarıyla ilgili atıp tutardı. Şu andaysa omuzlarındaki yükü görebiliyordu. Çünkü aynı yükü kendisi de taşıyordu. “Ne oldu?” diye usulca sordu. Sonraysa kurcalamanın doğru olmayacağını düşünerek, “Affedersin,” dedi çabucak.

“Benimle düzgün şekilde iki kelime edemeyecek kadar mı kırdım seni?”

Peri afalladı. Ne diyeceğini bile bilemedi. Bunu duymayı beklemediği yüzünün her santiminden belli oluyordu.

“Korkuyorsun benden,” diye devam etti Özgür. Sakince konuşuyor olsa da boğazında bir yumru vardı. “Nasıl ailenden çok korkutabiliyorum seni?”

Güçlükle yutkundu. Cevaplar duvarlarda saklıymış gibi etrafına bakındı. “Ben... bilmeden seni gücendirecek bir şey mi yaptım?” dedi gerginliği yüzünden aklına ilk geleni söyleyerek.

Özgür neredeyse gülecekti. “Ben yaptım. Senin hiç günahın yok.”

“Anlamıyorum. Neden böyle şeyler söylüyorsun?”

“Olanlardan sonra oturup hiç konuşamadık. Sana bir sorum olacak. Dürüstçe cevaplayacağına inanabilir miyim?”

Genç kadın usulca kafasını salladı ama gerilmişti.

“Abin seni kalman için tehdit etmişti. Bu yüzden benimle gelmek istememiştin,” dedi onu geri aldığı olaylı günden bahsederek. Kafasını çevirip yanındaki kadına baktı. “Bir an için bile Peri... bir an için bile benimle olmak yerine onlarla kalmayı istedin mi?”

Genç kadın da kafasını çevirip yanındaki adama baktı. Güzel gözleri engel olamadığı yaşlarla parlarken, “İstedim,” dedi burukça. Adamın kahve ela harelerinde bir şeyler tuzla buz oldu. “Ben hâlâ evliyken beni halamın yatalak oğluyla evlendirmek istediklerini, halamın bana ömrü boyunca zulüm edeceğini bile bile kalmak istedim. Çünkü senin yanında yerim yok. Kimsenin yanında yok. Ama... ama en azından onlar ailemdi.”

Özgür usul usul kafasını salladı. “Ben onlardan bile beterim, değil mi?”

“Değilsin. Aslında iyi birisin ama... beni sevemediğin için seni nasıl suçlayabilirim ki?”

Özgür bir kurşun yeseydi daha iyiydi. Kadının hâlâ onu savunacak bir yerler bulabiliyordu.

Peri önünde birleştirdiği elleriyle oynarken tüm cesaretini toplayarak, “Ben de bir soru sorabilir miyim?” diye sordu. Geri çevrilmekten, haddinin bildirilmesinden çekindiği yüzünün her karesinden okunuyordu.

“İstediğini sor.”

“Beni ikinci kez ailemden gelip aldın. Bana katlanamadığın hâlde gururun bu kadar mı önemli senin için?”

Özgür dişlerini sıktı. Sakinliği birden bozulmuştu, parlamak üzereydi ama bir şekilde kendisini tutmayı başardı. En azından başardığını düşünüyordu. Ancak ağzını açtığında, “Gururunu sikeyim,” diye homurdandı.

“Özür dilerim,” dedi Peri panikle. Zayıf bedeni kaskatı kesildi, nefes alırken bile sayıyla almaya başladı.

“Sana kızmadım, korkma. Benden korkma artık Peri. Sana bir şey yapacak değilim.” Yüzü tamamen asıldı, keyfi iyice kaçmıştı. “Gurur falan yapmıyorum. Oraya gururumu korumak için de gelmedim. Senin için geldim. Sikeyim gururunu gerçekten! Seni orada bırakamazdım. Hele de başına gelecekleri bilirken.”

Kadının gözleri bir kez daha parladı ama bu kez gözyaşından değil, minik bir umuttandı. “B-benim için mi? Gerçekten mi?”

Özgür usulca kafasını salladığı sırada birden elini Peri’ye doğru uzanırken buldu. Sonradan fark etse bile durdurmadı. Kadının solgun yanağına parmaklarının tersiyle dokundu. Onun irkilmesini, kocaman açtığı gözlerini üzerine dikmesini, soluklarının sıklaşmasını bir süre sadece izledi. Normalde gülmediği zamanlarda da belirgin olan gamzeleri bile solup gitmiş gibiydi.

Güneş göstermediği, tek damla su vermediği ve bir köşeye attığı çiçek kuruyordu.

Ona tüm bu ilgisizliği reva görmüşken şimdi kuruyor olması içini acıtıyordu.

Peri içine titrek bir soluk çekip adamın dokunuşundan uzaklaştı. Havada kalan elini geri çekerken kızmasını beklediyse de hiçbir acı söz dilinden dökülmedi. Yine de tetikte kalmaya devam etti. Stresini yatıştırmak adına elleriyle oynamaya devam ederken, “Beni... yeniden İtalya’ya gönderecek misin?” diye sordu. Artık ona bakamayacak kadar gergindi. Her an bağırıp çağırmaya başlayacağı anın geleceğini düşünüyordu.

Bu kez irkilen Özgür oldu. “Gitmek mi istiyorsun?”

Hayır. “E-evet.” Yutkundu. “Burada kalamam.”

“Neden?”

“Benim burada yerim yok.”

Özgür kendinden bir kez daha nefret etti. “Gitmek zorunda değilsin,” dedi elinde olmadan biraz sertçe. Aslında kızgınlığı tamamen kendineydi. “Burada kalabilirsin. Kulüpte ya da buradaki evinde. Nereyi istersen.”

Genç kadın ne diyeceğini bilemedi. Şaşkın gözlerini yeniden yanındaki adama çevirip anlamaya çalıştı. Doğru mu duyuyordu? Ya da doğru mu görüyordu? Özgür pişman, üzgün gibiydi. Bu gerçek miydi yoksa kafasının içerisinde, bir gün görmeyi amansızca umduğu hayallerinden biri miydi?

“Kalmamı... ister misin?”

“Evet,” dedi boğuk bir sesle.

“Yani seni... rahatsız etmez miyim?”

“Etmezsin,” derken işte o acı yine kaburgalarının arasındaydı. Kendine olan öfkesiyle gözlerini sıkıca yumup içinden küfretti. “Beni rahatsız etmiyorsun. Sana öyle söylediğimi biliyorum ama... etmiyorsun, Peri. Beni düşünme, tamam mı? Kalmak istiyorsan kal. Sen ne istiyorsan o olacak. Neyi, nasıl istiyorsan. Sadece söyle yeter.”

Genç kadın kalmak istediğini söylemek üzereydi, ancak dilini ısırarak kendini durdurdu. Heyecanlanmaya yer arayan kalbine sakin olmasını emretti. Göğsünde filizlenmeye başlayan umut çiçeklerine yüzünü döndü.

Kafasını eğip düz karnına baktı. Hâlâ regl olamamıştı ve hâlâ kesinleştirememiş olsa bile şüpheleri kuvvetliydi. Burada kalırsa onu saklayamazdı. Adam öğrenirse yine böyle sakin kalabilir miydi? Belki de ailesindeki problemleri ortadan kaldırdığı için artık daha rahattı ve ondan dolayı böyle ılımlıydı. Ancak bebeği duyduğunda işlerin değişeceğinden emindi. Ayrıca onun sabırlı biri olmadığını da az çok biliyordu. Tepesi attığında yine incitecek sözler söyleyecekti. Peri artık incinmek istemiyordu. Uzağa giderse en azından elinde seçenekleri olabilirdi. Bebeği bir süre daha saklayabilir, belki de oradan sessizce ayrılıp yoluna bakabilirdi. Burada kalırsa yakalanmadan gitmesinin imkânı bile yoktu ve Deniz ile Eva’nın yanında hamileliğini de uzun süre saklayamazdı.

“Benimle kalmak bu kadar mı kötü?” dedi Özgür onun uzun süren sessizliği üzerine. Ağır ağır kafasını salladı. O an kadının cevabını duymak istemediğini fark etti, çünkü henüz dile getirmemiş olsa da neyi seçeceği belliydi.

“Biraz düşün, tamam mı? Acele etmeni gerektirecek bir şey yok. Gitmek istersen gidersin. Kalmak istersen kalırsın.”

Peri hızlı hızlı kafasını salladı. Bunun üzerine Özgür çenesinin ucuyla komodinin üzerine bıraktığı poşeti işaret etti. “Sana yiyecek bir şeyler getirdim. Saatlerdir yemek yemedin.”

“Teşekkür...” Boğazını temizledi. “Sağ ol.”

Özgür keyifsizce güldü. “Teşekkür etmemiş mi oldun şimdi?” Genç kadının yanaklarına tatlı bir kırmızılığın yayılmasını hülyalı bakışlarla izledi. Birden ona dalıp gitmişti. Eli yeniden kadına doğru uzanıyordu ki bu kez onu durdurmayı başardı. Ayaklanıp yatağın diğer tarafındaki köşe koltuğa geçerek uzandı. Kolunu gözlerinin üzerine örttü ve biraz olsun dinlenmek için kendisine fırsat tanıdı. Ancak odanın içerisinde hayalet gibi gezinen kadını dinlemekten uyuyamadı. O kadar sessizdi ki kulak kesilmemiş olsa yeniden uyuduğunu bile düşünebilirdi. Orada duruyordu diye kadın rahat hareket bile edemiyordu. İçi acıdı. Belki de başka bir odaya gitse iyi olacaktı. Tam da bunu düşündüğü sırada üzerine bırakılan örtüyle kasıldı. Kolunu hızla gözlerinin üzerinden çektiğinde kadının ürkerek, korkuyla geriye çekildiğini gördü. Ona izin vermeyip hızla kolunu yakaladı.

“Özür dilerim. Ben... ben sadece üşürsün diye üzerini örtmek istemiştim.”

Özgür gürültüyle yutkundu. “Kal, Peri,” dedi ihtiyaçla. “Kal.”

×××

İkinci günün sabahında Deniz yoğun bakımdan çıkarılıp özel odaya alınmıştı. Doktorlar birkaç kez kendine geldiğinden, konuştuğundan bahsetmişti. Cesur onu sadece uzaktan görerek, dokunamayarak kırk sekiz saatten fazla zaman geçirmenin ağırlığıyla hepten tükenmiş hâldeydi. Neredeyse doğru dürüst dinlenmeden hastane koridorlarında tuttuğu nöbet hâlâ devam ediyordu, ancak şu anda içinde daha çok umut vardı.

Bu kez önünde beklediği odanın içerisine istediği gibi girebilecek ve dahası Deniz kendine geldiğinde onunla konuşabilecekti. Birkaç günlük daha gözetimin ardından onu alıp kulübe, evlerine götürebilecekti.

Nihâyet bu sancılı süreç sona doğru yaklaşıyordu.

“Eminim duş almayı özlemiştir,” dedi Eva kısık sesle. Heyecanlıydı. Mutluydu. Yerinde duramıyordu. “Onun için bir sürü şey getirdim. Saçlarına bakım yapacağım ve belki de makyaj yapmama izin verir. Onunla bebek gibi ilgileneceğim. Önceki sefer iyi geldiğini söylemişti.”

Akın sessiz iç geçirdi. “O koca bavulda bir güzellik salonu açmaya yetecek kadar ürün olduğundan eminim. Onu boşuna benden gizlemeye çalışma.”

“Senden gizlemeye çalışmıyorum. Gereksiz eleştirilerinle muhatap olmak istemiyorum diyebiliriz. Bu kadınsal terapilerden biri ve sen bunu anlayamayacak kadar kalın kafalısın.”

“Bana laf sokmaya başladığına göre keyfin yerine geldi.”

“Evet, Deniz yoğun bakımdan çıktı, keyfimi yerine getirecek başka ne olabilirdi benim koca ayım?”

Akın bir baş belasıyla karşı karşıyaymış gibi kafasını ağır ağır iki yana sallarken belli belirsiz güldü. “Deniz iyi olsun da... ben koca ayı olurum.”

Özgür hafifçe sırıtırken, “Deniz bunu duyamadığı için çok şey kaçırdı. Telefonun yanındaysa videoya alsana Peri. Bir daha söyle bakayım ikiz. Bunu belgelememiz gerek,” diyerek kardeşine takıldı.

“Siktir git lan.”

“Ben çekiyorum. Üç, iki, bir, gönder gelsin birader,” dedi Tuna telefonunu havaya kaldırıp Akın’ı videoya aldığı esnada. “De bakayım Tuna’m, canım, ciğerim, iyi ki varsın. Sen olmasaydın iki yakam bir araya gelmez, kuru ekmekle su içerim, elimi taşa vursam izi çıkmaz... de hadi.”

“Kızmayacağım ulan. Kızmayacağım!”

“Hiç kızar mısın sen? Alt tarafı burnundan çıkan dumanları görüyorum, ayrıca gözlerin de yerinden çıkıp çıkıp geri giriyor falan. Hep bana olan sevginden bunlar biliyorum.”

Akın sabır çekercesine derin, gürültülü bir soluk aldı. “Tıbbı atık tankerine atarım lan seni.”

“Beni sevdiğini bu kadar belli etme kardeşim, karınla beni düşman edeceksin. Canımı seviyorum elhamdülillah çok şükür.”

Boğuk kıkırtılar koridorda yankılandı. Peri bile gülüyordu ve Özgür’ün tek yaptığı onu izlemekti. Tuna bunu fark ettiği anda kamerayı ona doğru çevirirken, “Şu köşede de bir gülüşe kurban olan yiğitlerden bir örneğimiz var,” dedi bıyık altından sinsi sinsi güldüğü sırada. “Deniz videoyu yapay zekayla yaptığımı sanacak. Biraz daha gerçekçi oyna Özgür. Karına sarıl mesela. Ne bileyim, göster şovunu.”

“Göstereceğim şov senin çenenin kırılması olsun istemiyorsan sus Tuna. Eminim Deniz de bunu isterdi.”

Tuna kamerayı kendine doğru çevirip sahte bir dehşetle konuştu. “Şu muhteşem sıfata zarar gelsin istemezsin, değil mi Deniz? Baksana ne kadar yakışıklıyım, kusursuzum, bulunmaz Hint kumaşıyım-”

Deniz’in kaldığı odanın kapısı açıldığında Tuna zevzekliği anında keserek kamerayı kapıya doğru çevirdi. Bu sırada Furkan’ın söyleyeceklerini duyabilmek için yaklaşan Barut’u ve Gökhan’ı diğerlerinin yaptığı gibi görmezden geldi.

“İyi mi?” dedi Eva hızla. “Görebilir miyiz?”

“İyi, evet. Çok daha iyi. Lütfen ona fazla yüklenmeyin, olur mu? Hâlâ yorgun ve dinlenmeye ihtiyacı var.”

“Ben onu rahat ettirmek için her şeyi yaparım. Fazla konuşmayacağıma da söz veriyorum. İçeri ne zaman girebilirim?”

Furkan yorgun yüzünü ağır ağır sıvazladı. “İçerideki doktor arkadaşlarım çıktığında girebilirsiniz. Tekrar ediyorum, lütfen hepiniz aynı anda girmeyin. Ama öncesinde size sormak istediğim birkaç şey var. Ne- Deniz... Deniz’le ilk nasıl tanışmıştınız?”

Cesur, kardeşi bildiği dostunu gözlerini kısarak incelerken Özgür, “Mekana uyuşturucu sokmuştu,” dedi kafasının karıştığını belli ederek. “Bunu neden soruyorsun şimdi?”

“Ona zarar vermiş miydiniz?”

Akın homurdandı. “Ne oluyor doğru dürüst anlatacak mısın?”

“Anlatacağım. Önce siz cevap verin.”

“Biraz gözünü korkutmuştuk. Ne alaka şimdi onunla ilk tanışmamız?”

Cesur, “Furkan,” dedi hafif uyarıyla. Dilinin altında her ne varsa şimdi söylemeliydi. Onu tanıyordu ve profesyonellik maskesinin altındakileri diğer herkesten iyi biliyordu.

Bir sorun vardı.

Furkan odadan çıktığından beri ilk kez Cesur’la göz göze geldi. Konuşmadan önce kafasının içerisinde kelimeleri toplamaya çalıştı. “Onun için iyi bir psikolog ayarlayacağım. Tanıdığım bir kadın var ve bu konuda uzmandır. Eminim ona yardımcı olacaktır. Aslında Deniz'in yanına girmeden önce psikoloğu beklerseniz çok daha iyi olur.”

“Kendinde değil mi?”

“Uyanık evet ama...”

Barut iyice yanlarına yaklaşıp aralarına katılmayı önemsemezken, “Sorun ne o zaman?” diye sordu. Birkaç homurdanma duysa da üzerine düşmedi.

Furkan, Cesur’un üzerinden odağını hiç çekmezken, “O, hatırlamıyor,” dedi yavaşça.

Cesur sanki ağız dolusu küfür duymuş gibi, “Ne demek hatırlamıyor?” diye çıkıştı.

“Hepinizin beni sakince dinlemesini istiyorum. Deniz’in hafızasında bazı problemler oluştu. Ne olduğunu çözmeye çalışıyoruz ama arkadaşlarımın ilk değerlendirmesi beyninin kendisini kapatmış olduğu yönünde. Çünkü değerlerinde hiçbir sorun yok gibi görünüyor. Bazen vücudumuz bunu yapar. Bir çeşit iyileştirme, korunma mekanizması gibi, anlıyor musunuz?” dedi hızlı hızlı. “Sizinle yaşadığı birçok şeyi hatırlamıyor. Benim anladığım kadarıyla sizinle tanıştığı ilk günlerde takılı kalmış. Bu yüzden şu anda siz onun ailesi değilsiniz, ona zarar vermek isteyen birilerisiniz.”

“Sikerler böyle işi,” dedi Akın yanındaki duvarı yumruklarken. “Bu nasıl iş lan!”

“Üzerine gitmeyin ya da olanları söyleyerek onu şoka sokmayın. Kalbi artık daha hassas. Güzel bir bakıma ve dinlenmeye ihtiyacı var. Doktor arkadaşlarımın ilk değerlendirmesi bunun geçici bir durum olduğu yönünde. Bugün de kendine gelebilir yarın da. Kademe kademe de hatırlayabilir bir anda da. Ona biraz zaman tanıyın. Ve... Deniz diye seslenmeyin,” derken epey mahcup görünüyordu. “Uyandığında ona adıyla seslendim ve aşırı tepki verdi. Yanımızdaki doktor hanıma seslendiğimi söyleyerek bir şekilde onu yatıştırmayı başardım. Sanırım adının gizli kalması gerekiyordu.”

Cesur omuzlarında dünyanın yükü varmış ve artık o yükü taşıyamıyormuş gibi yanındaki duvara tutunurken duyduklarını sindirmeye çalıştı. Boğazının derinliklerinden, acılı, boğuk bir nida döküldü. Çaresizlik iliklerine kadar sokulurken kafasını hızlı hızlı iki yana sallayarak bunu kabul etmediğini belli etti. Ardından da Furkan’ı iterek doğruca hasta odasına daldı.

Deniz’den bir çığlık yükseldi.

O ana kadar her şeye katlanabileceğini düşünüyordu ama Deniz’in bir yabancıya bakar gibi bakmasına dayanacak gücü olmadığını fark etti.

Kadının, karısının ona korkuyla, dehşetle bakışında kapana kısılıp kaldı.

×××

“Hadi kendimize bakım yapalım,” dedi Eva neşeyle el çırparak. Elindeki moda dergisini kurcalamaktan sıkılmış gibi onu kapatıp sehpanın üzerine savurdu ve zümrüt yeşili gözlerini benimle Peri’nin arasında gezdirdi. Hümeyra’ya ne kadar benzediğinden haberi var mıydı? O da sıkılınca ilk işi bakım yapmak olurdu. Ah, onu çok özlemiştim. Ortadan kaybolduğum için delirmiş olmalıydı.

Peri teslim oluyormuş gibi ellerini öne doğru uzattı. “Tırnaklarıma istediğini yapabilirsin ama yüzüme o maskelerden ya da killerden istemiyorum, lütfen.” Sesindeki çaresizliğe neredeyse gülecektim. Eva onu kişisel oyuncağıymış gibi sürekli farklı şekillerde kullanıyordu. Her sıkıldığında Peri’ye dadanıp yalvar yakar bir şeyler yaptırıyordu. Benimle arası daha mesafeli olduğu için sanırım elindeki tek eğlence Peri’ydi.

Sadece yarım saat sonra zavallı Peri salonun ortasında yüzünü kaplayan kil maskesiyle oturuyordu. Ekşimiş ifadesiyle her karşılaştığımda gülmemek için kendimi kasmak zorunda kalıyordum. Eva tırnaklarıyla ilgilenirken havadan sudan bir şeyler anlatmaya devam ediyordu ama Peri’nin aklı pek onda değildi.

“Yüzümü ne zaman yıkayabilirim?”

“Henüz kurumadı bile.”

“Ama bu şey çok kötü kokuyor.”

“Tanrım... sızlanmayı bırak. Seni daha güzel yapmak için uğraşıyorum. Teşekkür etmen gerekirken mızıldanıp duruyorsun.”

Peri yardım çığlıkları atan bakışlarını bana doğru çevirdiğinde oturduğum yerde rahatsızca kıpırdanarak kafamı çevirdim. Burada onların tutsağıydım. Her ne kadar bana tutsak gibi davranmıyor olsalar da durum buydu. Cesur Çağlayan beni bu eve kapatmıştı. Eva ve Peri de başımda duruyordu. Sanırım benimle ne yapacağına karar veremediği için hâlâ yaşıyordum ve bunun ne kadar daha süreceğini bilememek beni korkutuyordu.

Baş ağrılarıyla, kâbuslarla geçen dokuzuncu gündeydim. Hastanede geçirdiğim üç günden sonra buraya yerleştirilmiştim. Her ihtiyacım karşılanıyordu ve bu iki kadın bana çok iyi davranıyordu. Yine de onlara güvenmiyordum ve uzak durmaya çalışıyordum. Bana sürekli Hümeyra ve Yonca’yı hatırlatmalarıysa işimi hiç kolaylaştırmıyordu. Ne hâlde olduklarını düşündükçe delirecek gibi hissediyordum. Çoktan polise başvurmuş olmalıydılar. Peki ya Yiğit onlara zarar vermiş olabilir miydi?

“Nehir,” diye seslendi Eva beni dalıp gittiğim yerden çekmek istercesine. “İstediğin bir şey var mı? Tırnaklarını boyamama ne dersin? Saçlarını yapabilirim. Örgü sana çok yakışır. İster misin?”

Benim saçlarımı abimden başkası örmemişti. Yakın zamanda Hümeyra’dan başkası ilgilenmemişti.

Kucağımdaki kediye, adı Absent’ti, beni koruyabilecekmiş gibi sarılırken kafamı hızlı hızlı iki yana salladım. Ancak sonraki gün Eva’nın yeniden Peri’yi esir aldığı bir an geldi ve aynı soru dönüp dolaşıp beni buldu.

“Saçlarını benimki gibi kıvır kıvır yapabilirim,” dediğinde bakır tonundaki capcanlı saçlarına iç geçirerek baktım. Benimkiler neden siyahtı bilmiyordum. Düşünmeye çalışmak bile kafamın içerisinde bir kaosun oluşmasına neden oluyordu. Aynaya baktığımda onları siyah görmekten başından beri hoşlanmamıştım. Başka birine bakıyormuşum gibi hissettiriyordu.

Peri yüzündeki maskenin kokusundan yine rahatsızdı. Sık sık yüzünü buruşturuyor, sanki kusmamak için kendini kasıyordu. Acı çekiyormuş gibi çıkan bir sesle, “Sana sarı renk çok yakışır biliyor musun?” dedi. Bir kez daha yüzünü buruşturdu. “Hiç boyamayı düşündün mü?”

Eva hazine bulmuş gibi bana baktı. “Senin için boyarım. Saçlarına zarar vermeyeceğime yemin ederim. Söz veriyorum tararken bile dikkatli olurum. Lütfen izin ver.”

“Ben...” diye sayıklarken çare ararcasına etrafıma bakındım. Günlerdir benimle konuşmaya çalışıyorlardı. Hiç canımı yakmamışlardı. Tek bir isteğim haricinde hepsini anında yerine getirmişlerdi. Yapmadıkları şeyse Hümeyra’yı aramama izin vermekti.

Eva, “Lütfen,” diye ısrar etti. “Eminim sarı sana çok yakışır. Eğer beğenmezsen söz veriyorum yeniden siyaha boyarım.”

Bana kocaman açtığı zümrüt gözlerini dikmiş, hevesle cevabımı bekleyerek bakarken onu reddedemedim. Kendimi, “Tamam,” derken buldum. Neşeyle ellerini çırpıp Peri’yi anında bıraktı. Peri kalkıp banyoya doğru koşmadan önce bana minnettar bir bakış atmayı ihmal etmedi. Belki de kabul ederek iyi etmemiştim ama Eva’nın bana zarar verebileceği birçok an varken saçlarımı boyayacağı esnada bunu yapmayacağını düşünüyordum.

Kısa süre içerisinde kendimi örtülerin altında buldum. Peri yüzünü temizlemiş şekilde az önce benim oturduğum koltuğa oturarak bizi izlerken Eva saçlarımı boyuyordu. Saç boyasının keskin kokusu ciğerlerimi sızlatırken kendimi tutamayıp, “Beni daha ne kadar daha burada tutacaksınız?” diye sordum.

Eva’nın hareketleri ağırlaştı. “Sen daha iyi olana kadar.”

“Arkadaşlarımdan ayrı kalarak nasıl iyi olabilirim? Eğer beni öldürecekseniz-”

“De- Nehir, öyle bir şey olmayacak. Kimse sana zarar vermeyecek.”

“Kuralı çiğneyenlere ne olduğunu biliyorum,” dedim içimdeki dehşeti bastırarak.

“Senin hatan değildi, tamam mı? Hiçbir şeyden haberin yoktu.”

“Ama yine de bu özgürce gitmem için yeterli değil.”

“Çünkü...” Peri'yle bakıştıklarını hissettim. “Çünkü sana daha önce de anlattığımız gibi bir kaza geçirdin ve... ve başını çarptın. Cesur abi sen iyi olana kadar gitmene izin vermeyecektir.”

O adamın adını geçirdiğinde tüylerim diken diken kesildi. Neredeyse kalbime bir sızı yayıldığını düşünecektim. Elim göğsümü bulduğunda her hareketimi takip eden Peri endişeyle, “Ağrın mı var?” diye sordu. Çok güzel bir kadındı. Öyle masum duruyordu ki ondan hiçbir zarar görmeyeceğimden emindim.

“İyiyim,” dedim çabucak. “Kalbimdeki sorunun kafamı çarpmamla ilgisi ne peki?”

Eva saç tutamlarımı özenle elden geçirirken cevap verdi. “Yaşam fonksiyonlarını etkileyen bir çarpmaydı. Kalbin bunu kaldıramadı ve durdu.”

Kendimi hastanede bulduğumdan beri aynı hikâye dönüp duruyordu. Hatırladığım son şey kurşun sesiydi. Özgür’ün kafamın arkasına dayadığı namlunun soğukluğunu hâlâ orada hissedebiliyordum. Belki de beni vurmuşlardır diye düşünerek vücudumun her yerini incelemiştim ama kurşun yarasına rastlamamıştım. Bir sürü çizik, kesik, çürük ve hatta diş izleri bile vardı ama kurşun yarası yoktu. En iyi tahminim onlardan kaçmaya çalışırken kaza geçirmiş olmamdı. Diş izlerini de hayal meyal hatırlıyordum. Beni kulübün lavabosunda uyuşturucuyla yakalayan köpeğin saldırısına uğramıştım.

“Ne kadar düşünürsem düşüneyim bazı şeyler eksik gibi geliyor,” dediğimde Eva’yı göremesem de Peri’nin gerildiğini fark ettim. “Bana anlatmadığınız bir şeyler olabilir mi? Kaza nasıl oldu hâlâ detaylarından bahsetmediniz.”

“Çünkü hiçbirimiz görmedik. Seni kulübün arkasında bulduk. Merdivenden düştüğünü düşünüyoruz,” dedi Eva hızlı hızlı. “Sanırım kaçmaya çalışıyordun. Bilmiyorum. Kimse sana zarar vermeyecekti ama çok korkmuş olmalısın.”

“Kimse bana zarar vermeyecek miydi? En son beni öldüreceklerini söylemişlerdi ve mecbur kaldığım için kulübe uyuşturucu sokmuş olmam onlar için önemsizdi.”

“Nehir... sadece gözünü korkutup doğru söylediğinden emin olmak istemişlerdi.”

“Doğruyu söylediğimi biliyorlardı. Hakkımdaki her şeyi biliyorlardı,” dedim elimde olmadan sesimi yükselterek. “Neden bana yalan söylediğinizi hissediyorum? Bundan çıkarınız ne onu bile anlamıyorum. Bırakın gideyim. Ya da öldürün bitsin bu işkence.”

“Sana yalan söylemiyoruz. Tek istediğimiz iyi olman, yemin ederim.”

“O zaman söyle patronuna beni bıraksın.”

Eva’nın sesi düştü. “Üzgünüm.”

Bir kez daha reddedilmek beni sinirlendirse de tepki vermemeye çalıştım. Sabırla saçımla işinin bitmesini bekledikten sonra onlarla bir daha konuşmadan üst kattaki odama çıkıp duş aldım ve aynanın karşısına geçtiğimde ancak kendim gibi hissedebildim. Artık sarı olan saçlarımı özenle tarayıp açık bıraktım. İçime garip bir huzur yayıldı. Sanırım bu doğru bir karardı.

Eva’nın bana verdiği saç bakım kremleri yüzünden banyodaki işim epey sürdüğü için dışarı çıktığımda çoktan havanın karardığını görünce sessizce iç geçirdim. Bir günü daha burada bitirmiştim. Kaçmam gerektiğini biliyordum ama hiçbir yol bulamamıştım. Evin etrafı adamlarla doluydu. Tek başıma bahçeyi aşmama imkân bile yoktu. Öte yandan Eva ve Peri sürekli yanımdaydı. Gizlice telefonlarına erişmeyi de becerememiştim. Mutfakta sürekli duran yardımcı bir kadın daha vardı. Bu yüzden bıçaklardan birini bile alamamıştım. Hiçbir şey yapamadan burada öylece durup bana ne yapacaklarını bekleyerek günler geçiriyordum.

Çaresizlikle omuzlarımı düşürerek odamdan çıkıp merdivenleri indim. Adımlarım sessizdi. Her zaman sessizdi. Bu evde diken üstündeydim ve Cesur’un ya da diğer iki kardeşinden birinin benim için gelecekleri anı bekliyordum. Sonuçta onların yıkılmaz kuralını delmiştim ve onlar gibi adamlar için böyle şeyler epey önemliydi.

Mutfaktan gelen sesler iki kadının orada olduğunu belli eder cinstendi. Sessizce oraya doğru yürürken mutfak kapısının eşiğine iki adım kala duyduğum konuşmalar beni durdurdu.

“Doktor geri dönüş yapmış, mesajını şimdi görüyorum. Geceleri huzursuz geçirmesi normal olabilirmiş, her şey çok taze olduğu için. Baş ağrıları da normalmiş. Uyku ilacının dozunu arttırabileceğimizi söyledi. Bu akşamdan itibaren başlayalım.”

Bu ses Eva’dan başkasına ait değildi.

“Dün geceki çığlıklarını unutamıyorum. Bu ne kadar daha devam edecek?”

Bu diyen de Peri’ydi. Mideme bir yumru oturdu. Benden mi bahsediyorlardı? Dün gece bebek gibi uyumuştum. Hiçbir şey hatırlamıyordum. Bu evdeyken her ne kadar temkinli olsam da yatağa yattığımda kolayca kendimden geçiyordum. Bana kalırsa uykularım sorunsuzdu ama uyandığımda dinç hissetmek yerine hep daha yorgun hissediyordum. Kendimi kasmışım gibi kaslarımın hepsi sızlanıyordu da.

“İnan bilmiyorum, Peri. Onu böyle bize yabancıymış gibi dururken görmek bana çok acı veriyor.”

“Cesur abiyi düşünemiyorum bile. Bir şeyleri hatırlayabilmesi için ufak ufak adımlar atmaya başlasak mı?”

“Bunu doktorla konuşmalıyız. Bir süreliğine onu kendi hâline bırakmamızın doğru olacağını ısrarla söyledi. Beyninin kendisini toparlamasına fırsat vermeliyiz.”

İrkildim. Kafam karıştı. Onlar benim için yabancıydı. Bana çok iyi davranan yabancılardı. Düşünmeye çalıştıkça başıma saplanan ağrı yüzünden yüzümü buruşturarak ellerimi şakaklarıma bastırdım. Gerisin geri mutfaktan uzaklaşırken sırtım bir şeye çarptığında öylece dondum. Bu bir duvar değildi. Sert, sağlamdı ama aynı zamanda bir duvar olamayacak kadar yumuşak ve sıcaktı.

Telaşla etrafta dolanan gözlerim çaprazımdaki büyük, parlak vazoyu bulduğunda aldığım nefes yarıda kesildi. Oraya yansıyan görüntüde arkamda bir adam vardı.

Benim celladım olacak adam.

Kalbim göğsümün içerisine sığamıyormuş gibi çırpındı. Oluşturduğu ağrıyı görmezden gelmeye çalışırken, “Beni öldürmeye mi geldin?” diye sordum. Sesim güçsüzdü. Günlerce burada beklemek beni gerdiği için karşısında umduğum kadar sağlam duramıyordum. Ayrıca kalbim tuhaf tepkiler veriyordu. Burnuma dolan parfümünü daha çok koklamak isteyen bir yanım vardı. Saçma şekilde sırtımı onun sıcak bedeninden uzaklaştıramıyordum. Sanki bir mıknatıs gibi beni öldürmeyi düşündüğünü bildiğim, sinirlerini bozduğum adama çekiliyordum.

Bedenim ve ruhum kafayı yemişti.

“Bana doğru dön,” dedi Cesur sakin ama karşı koymamamı belirten bir emirle. Kafamdaki karışıklığı bilirmiş gibi ekledi. “Benimle yüzüme bakarak konuş.”

Yavaşça ona doğru döndüm ve metrelerce uzağına kaçmak istesem de aramıza bir adımlık mesafe bile sokamayarak bunu yaptım. Yüzünü rahatça görebilmek için çenemi yukarıya kaldırırken o da kafasını aşağıya eğdi. Kirli sakallı yüzüne uzun uzun baktım. Koyu kahve gözleri çok yorgun görünüyordu. İfadesi umduğum gibi taş kalpli bir adamınkine benzemiyordu.

Bana çok garip bakıyordu. Sanki... sanki özlem duyuyordu.

Yüzümün her karesini inceleyip saçlarıma odaklandığında dudağının kenarında minicik, ufacık bir kıvrım oluştu. Buruktu. Hem de çok buruktu.

Kalbim yine huzursuzlandı. Artık iyi ki o makinalara bağlı değildim, çünkü bu adamın yanında kalbim deliriyordu. Onu ikinci görüşümdü. Hastaneden sonraki ikinci görüşüm... ondan korkuyordum. Beni öldüreceğini düşünüyordum. Suçsuz olmamla pek ilgilenmediğini kulüpteki sorgumda belli etmişti.

“Ne düşünüyorsun?” diye sorduğunda sesinin önceki kadar sert ve ulaşılmaz çıkmadığını ayırt edebiliyordum. Yumuşak ve sakindi.

“Beni nasıl öldüreceğini.”

Aslında öldürmek isteselerdi ilk anda işimi bitireceklerinden emindim ama neden bu durumda olduğumuza açıklama getiremediğim için ölümümü bir nedenden dolayı beklettiklerini düşünmeye başlamıştım.

“Seni öldürmeyeceğim.”

“O zaman neden burada tutuyorsun?”

“İyi olman için.”

“Yeterince iyiyim, teşekkürler. Neden bunu yaptığını anlayamıyorum ama artık aileme dönmek istiyorum.”

Acı harelerine yayıldı. “Henüz değil.”

“Kardeşim benim için çok endişelenmiştir,” dedim yumuşamasını ve beni bırakmasını umut ederek. “Polise bile gitmiş olabilir. Başınızı ağrıtmasını istemem.”

“Benim için sorun olmaz.”

Karşımda asla yıkılmayacak ve geçit vermeyecek bir duvar gibi dikiliyor olması ağlama isteğimi kamçılarken, “Lütfen gitmeme izin ver,” dedim yakarırcasına.

“Gitmene izin veremem fırtına,” dedi bu asla mümkün değilmiş gibi.

Fırtına...

Seslerimizi duyan Eva merakla koridora çıktığında, “Ah, tanrım... ona saçlarını boyadığımızı hiç söylememeliydim,” dedi kendi kendine biraz kısık sesle. Arkasında da Peri vardı. Cesur’la beni yan yana görünce gözleri büyüdü.

“Abi... burada olacağından haberim yoktu,” dedi Eva boğazını temizleyerek. Sanki durumdan memnun değildi ve Cesur’a kızmak istiyor gibiydi ama kızamıyordu da.

Cesur cevap vermedi. Tüm odağı hâlâ sadece bendeydi.

“Beni ne kadar daha burada tutacaksın?” diye üsteledim. “Sana her şeyi açıkladım. Mecburdum. Bağdatlı beni mecbur bıraktı. Kendi isteğimle mekânına uyuşturucu sokmadım, yemin ederim. Hümeyra’ya zarar gelmemesi için...” Bininci kez açıklamaya çalıştığım konudan yeniden bahsederken bir detay zihnimin ortasına yıldırım gibi düştü. “İşi başaramadım,” dedim dehşetle. “Başaramadım! Ya Bağdatlı çoktan Hümeyra’ya ya da Yonca’ya zarar verdiyse? Beni bırak! Gitmem lazım, onların bana ihtiyacı olabilir. Lütfen! Lütfen beni bırak.”

Bırakmayacaktı.

“Bağdatlı’yı çoktan yakalayıp etkisiz hâle getirdim. Onu düşünmene gerek yok.”

“O olmazsa bile Tolga Zafer-”

“Tolga Zafer artık bir cesetten ibaret.”

Kanım dondu. Ondan bir adım geriye kaçtım ve beni yatıştırmaya çalışırken yanlış bir adım attığını fark ederek içinden küfreder gibi yüzünü buruşturdu.

“Onları... onları öldürdün mü?”

“Sana artık zarar veremezler. Sadece bunu düşün.”

“Onları öldürdün!” dedim dehşetle. Bir adım daha geri kaçtım. “Beni de öldüreceksin.”

“Seni öldürmeyeceğim.”

“Yalan söylüyorsun!”

Cesur’un çehresine buz gibi bir ifade yayıldı. “Öldüreceğim birinin tüm bakımlarını karşılamazdım. Onu bir eve yerleştirmek yerine bir tabuta yerleştirirdim.”

Eva inanamıyormuş gibi, “Abi!” diye çıkıştı.

İkimiz de onu duymazdan geldik. “Ben de bunu anlayamıyorum zaten. Neden buradayım? Neden benimle uğraşıyorsun? Anlamıyorum! Kimse doğru dürüst neler olduğunu anlatmıyor bile-”

“Benim yüzümden zarar gördün,” diyerek sözümü kesti. “Bu yüzden tamamen iyileştiğinden emin olana kadar seni bırakamam.”

“Beni merak eden birileri var. Burada öylece kalamam. Telefon etmeme bile izin vermiyorsunuz.”

“Yavuz onlarla ilgileniyor,” dedi Eva çabucak. “Hepsi iyi, yemin ederim.”

Onun ortalığı yatıştırma çabasına karşılık Cesur, “Belki de yokluğuna alışmışlarken öyle de kalmalı,” dedi acımasızca. “Neye bulaştığının farkındasın, değil mi? Onlarla görüşmeye devam etmen onları da belaya çeker. Zaten çekti bile. Seni ilk olarak onlar üzerinden tehdit ettiler. Bunu yine ve yine yapacaklar. Uzak durman en iyisi. Onlara iyi olduğunu ve artık yollarınızı ayırmanız gerektiğini iletirim.”

“Asla inanmazlar,” dedim boğuk bir sesle. Umurunda bile olmadı. Beni asla bırakmayacağını gözlerinde görüyordum ve kapana kısılmış olmak boğuluyormuş gibi hissetmeme neden oluyordu. Öfkeden ellerim titremeye başlarken bir yandan da ona hak veriyordum. Ama yine de burada kalamazdım.

Cesur aklımdan ne geçirdiğimi anlamış gibi kafasını hafifçe sol omzuna doğru eğerken, “Kaçacak mısın fırtına?” diye sordu. Sesinde, çok derinlerde bundan eğlenen bir tını saklıydı.

“Bana öyle seslenme,” diye terslerken tırnaklarım avuç içlerime batıyordu. Tam da bu sırada başıma sert bir ağrı saplanmasıyla elimi kafama götürdüm. Görüntüler zihnimden hızlı hızlı akarken ne olduğunu seçmek zordu. Korkuyordum, koşuyordum, karanlıktaydım, soğuktu ve sonra Cesur’u gördüm. Beni yakalamıştı.

Kaçarsam beni yakalayacaktı.

Peşime düşecek, asla bırakmayacaktı.

Eva telaşla yanıma gelerek beni korumak istercesine kendisine doğru çekerken, “Başın mı ağrıdı? Sana ilaçlarını içirmeme izin ver, çok daha iyi hissedeceksin, hadi gel benimle,” diyerek beni mutfağa yönlendirdi. Bir şeyler yememi sağladı ve önüme ilaçları bıraktı. İkisi kalbim için, diğeri baş ağrım için ve diğeriyse sözde vitamindi.

Vitamin olarak önüme sürdüğünü yutmak yerine ağzımın içerisinde sakladım. Mutfaktan çıkarken etrafta Cesur’u arasam da göremeyerek odama çıkıp ilacı lavaboya tükürdüm. İlk adım olarak beni ellerindeki oyuncak bebekmişim gibi oynatmalarına izin vermeyecektim.

Bana verilen odanın içerisinde dört dönmeyi bıraktığımda ayaklarımı sürüye sürüye yatağa girdim. Her gece beni ele geçiren o tatlı uyku bu kez gelmedi. Bekledim, bekledim, bekledim. Başucumdaki saat gece yarısını çoktan geçmişti ve ben yatağa gireli neredeyse üç saat olmak üzereydi. Gözlerim sızlıyordu ama uyuyamıyordum.

Sonra odamın kapısının açıldığını duydum. Kalbim dehşetle göğsümü döverken neredeyse canımı yakıyordu. Gözlerimi hızla yumup bekledim. Ağır, sessiz adımlar odanın içerisinde bana doğru gelmeye başladı. O an emindim. Gelen Eva ya da Peri değildi. Nefesimi kontrol altında tutmaya çalışarak uyuyor numaramı sürdürdüm. Bir kalp atışı kadar zaman geçtikten sonra yanımdan gelen nefes alışveriş sesini işitmek beni taşa çevirdi. Neyse ki ışık açık değildi. Sarı renkli gece lambası hiç değilse tepkilerimi az da olsa saklı tutuyordu.

Yanağıma dökülmüş olan saçlarıma değen ufak dokunuşu hissettiğimde elimde olmadan irkildim. Yanımdaki her kimse anında elini geri çekerek benden uzaklaştı. Adım sesleri yatağımın karşısındaki köşe koltuğa yöneldi ve sonrası sessizlikti. Gözlerimi açmaya bile korktuğum için kim olduğuna bakamadım. Sabahın ilk ışıkları odanın perdelerine vurmaya başladığı sırada ancak birkaç hışırtı duyabildim. Adım sesleri ağır ağır kapıya doğru yöneldi.

Tüm cesaretimi toplayarak gözlerimi araladığımda odadan, odamdan çıkan adamın sırtını gördüm.

O... Cesur’dan başkası değildi.

Kapıyı ardından kapatmasıyla birlikte yataktan sıçrayarak sırtımı başlığa yaslarken küt küt atan kalbimin üzerine elimi bastırdım. Bu adamın benim yanımda ne işi vardı? Burada kaldığım tüm geceler boyunca gelmiş miydi? Niyeti neydi? Yoksa bana dokunmuş muydu? Ya da dokunacak mıydı?

Dehşet kanımda dolaşırken uykusuzluktan dipsiz bir kazana dönen başımı ovaladım. Çığlık çığlığa bağırmak istiyordum ama bu sadece onları fark ettiğimi belli ederdi. Bundan dolayı dilimi ısırarak sesimi yuttum. Aklımı ise susturamadım. Düşünceler durmak bilmedi ve başıma nelerin gelebileceğini düşünmek beni iyice korkuttu.

Bana uyku ilacı veriyorlardı.

Uyuyabilmem için mi? Yoksa Cesur’un odama rahatça girebilmesi için mi?

Sonraki gece vitamin adı altındaki uyku ilacını yine içmedim ve ben yattıktan birkaç saat sonra Cesur yine geldi. Koltuğa geçip sadece oturdu. Bu kez bana hiç dokunmadı. Uyumadı, ben de uyumadım. Ardından sabah olunca gitti. O gittikten sonra biraz uyuyabildim.

Ve sonraki gece de aynısı oldu. Geldi, oturdu, uyumadı, dokunmadı, hiç konuşmadı. Sadece beni izledi ve gitti.

Üçüncü gecenin sabahında, o gittikten sonra yataktan çıkıp kapıya doğru yürüdüm. Sessizce kolu çevirip açtım. Merdivenlerden inen adım sesleri tıpkı bir hayalet gibiydi. Evin içerisine hiç yönelmeden dış kapıya yürüyüp çıktı. Kimse onu uğurlamak için orada değildi. Sanki geldiğini kimse bilmiyordu ya da kimse ne yaptığını önemsemiyordu. Kapıyı usulca kapatıp sırtımı soğuk yüzeyine yasladım. Kilitlerden nefret ederdim ama kapıyı kilitlemeyi bile düşünmüştüm. Ancak anahtar yoktu. Bunu dün fark etmiştim. Evdeki hiçbir odada anahtar bulunmuyordu.

Dördüncü gecenin sabahında Cesur yine gittiğinde yataktan kalkıp bir şeyler yapabilmek için zihnimi zorladım. Odamın içerisinde dört döndüm. Adımlarım beni pencereye yönelttiğinde epey umutsuzdum ama aşağıya bakınca ve koruma kalabalığını göremeyince birden gözlerim ışıldadı.

Ben uyurken adamların sayısı bir iki kişiye kadar düşüyordu.

Beşinci gece yatağımda yatarken sabaha karşı Cesur’un gitmesiyle birlikte harekete geçeceğime dair plan kurarak vakit geçirdim. Saat ilerledi, ilerledi, ilerledi. Cesur gelmedi. Yatakta doğrulup neden gelmediğini düşünmeye başlarken kendimi buldum. Varlığına bu kadar kolay alışmam, artık korkmamam ve resmen gelmesini beklemem normal değildi.

Dakikalar geçtikten sonra garip bir endişeyle yataktan çıktım. İstisnasız her akşam yanıma gelip beni izlemekle vakit geçiren adam piyasada yoktu. Kaçma planımı sezmiş olabilir miydi? Belki de artık uyku ilacını içmediğimi fark etmişti. Aklımda düşünceler yumağıyla kalkıp kapıya doğru yürüdüm. Kulpu sessizce indirip koridoru kontrol ettim. Görünürde kimse yoktu ama dikkatli dinlediğimde sesler geldiğini duydum. Birisi beni sırtımdan itmiş gibi odadan çıktım. Parmak uçlarında yürüyerek merdivenlere ulaştığımda artık sesler daha netti.

Uyuduğumdan o kadar eminlerdi ki sessiz olmaya zahmet bile etmiyorlardı.

“Bizimle gayet iyi anlaşıyor ama aramızda hâlâ bir mesafe var. Ne yaptıysam onu kıramadım,” dedi Eva sıkkın şekilde.

“Çünkü onun gözünde siz düşmanın adamlarısınız. Diken üstünde olması normal ve size güvenmemesi de.”

Konuşanın Özgür olduğunu fark etmek tüylerimi diken diken etti. Gözümün önüne barda bana içti uzattığı, uyuşturucu hakkında uyardığı anlar canlandı. Keşke en başta onu dinleyip yakalanmadan önce çekip gitseydim.

“Artık düzelmesini istiyorum,” dedi Eva. Soluğum kesildi, ağlıyordu. “Bana buz gibi bakıyor. Ne zaman ona yaklaşsam geriliyor. Dokunacak olsam sanki vuracakmışım gibi kaçıyor. Buna katlanamıyorum.”

Merdivenlerin en başındaki basamağa yığılır gibi oturarak kollarımı bacaklarımın üzerine sardım. Eva’nın acısı öyle gerçekçiydi ki içimde hissetmiştim. Üzgündü, çok üzgündü.

“Lütfen böyle yapma,” dedi Peri tatlı, nahif sesiyle. “Lütfen, Eva.”

Sesinde saklı bir yakarış ve hafif bir uyarma vardı. Eva bunun nedenini anlamış olacak ki gürültüyle burnunu çekerek, “Özür dilerim abi,” dedi. “Sen sesini çıkarmazken benim sızlanmam doğru değil biliyorum ama... düzelmesini istiyorum.” Yeniden hıçkırdı. “Bana Hümeyra’yı her sorduğunda ne diyeceğimi şaşırıyorum. O kadar umut dolu, o kadar endişeli ki...”

“Artık onlarla bir daha görüşemeyeceğini ona bir şekilde kabul ettirmemiz lazım.”

Bunu diyen Akın’dı. İlk onunla tanışmıştım. Kulübün lobisinde beni karşılamıştı. Sıradan misafirlerden biri olduğunu düşünsem de orada çalışanlardan biri olduğunu söylemişti. Oranın sahiplerinden biri olduğunu bilseydim arkama bakmadan kaçardım.

“Cesur abi denedi,” dedi Peri biraz çekinik şekilde konuşarak. “Ama kolayca kabul edeceğini sanmıyorum. Onları ailesi olarak biliyor. Tehlikede olacaklarını düşünerek uzak durabilir ama yine de konuşmak isteyecektir. Bugün yine benden telefonumu kullanmayı istedi.”

Özgür yeniden konuştu. “Tuna, bir şekilde onların seslerini canlandıramaz mıyız? Belki o şekilde veda etselerdi daha inandırıcı olurdu.”

“Yavuz’u belki ama diğer iki kızı... sanmıyorum birader. Onların seslerini ben bile duymadım. Elimde hiçbir kayıt yok bir şey yok. Çok zor.”

“Gerçeği söyleyelim işte,” dedi Akın. “Öldüklerini bilsin. Eninde sonunda öğrenecek zaten. Düşmanlardan biri yaptı deriz.”

Gerçeği söyleyelim... öldüklerini bilsin...

Ellerimi ağzıma kapatarak boğazımdan yükselen çığlığı bastırdım. Acıyı tattım ama farklıydı. Tanıdıktı. Sanki daha önce tattığım bir acıydı. Bildiğim, ezberlediğim ve uzun süredir içimi yaktığını belli eden bir esintisi vardı.

“Birkaç gün daha,” dedi Cesur dalgınca. “Birkaç günü daha unuttuğu acılar olmadan geçirsin.”

“Abi... bazen sanki hiç hatırlamamasını ister gibi konuşuyorsun.”

Cesur, Özgür’e cevap vermeden önce uzun bir sessizlik oldu. “O kadar çok canı yandı ki, hatırlamasındansa beni unutmasını tercih edesim geliyor.”

“Sen ondan bu kadar kolay vazgeçemezsin...”

“Belki beni yeniden sever.”

Cesur’un son sözü defalarca zihnimde yankılandı. Ellerimi kulaklarıma kapatıp durması için sessizce yalvarsam da susmadı. İçimi kanattı, canımı yaktı.

“Ben Nehir’in- pardon Deniz’in seni yeniden seveceğine inanırım,” dedi Peri yine çekinik şekilde. “Çünkü kalbin hafızası aklınki gibi değildir. Onun sadece bazı hatıraları silindi. Belki de ona aslında Sarp olduğunu söylemelisin.”

Kafamın içerisinde birisi çığlık attı. Kendi sesimdi. Sanki içimden dışıma çıkmak isteyen bir şey vardı. Çok canım yanıyordu ama nedenini bilmiyordum. Bir şeyler yanlıştı ama ne olduklarını bilmiyordum.

Olduğum yerde ileri geri salınmaya başlarken, “Hatırla, hatırla, hatırla,” diye sessizce tekrarladım. Kulaklarımdaki uğuldamalar arttı. Beynimdeki paslanmış çarklar çalışmak için çabaladı ama sanki o çarkların arasına bir şey kaçmıştı ve öyle bir yerdeydi ki ona ulaşamadım. Yapamadım. Hiçbir şey hatırlayamadım.

Daha fazla burada duramazdım. Bu insanlar beni uyutarak, gerçekleri saklayarak burada kalmamı sağlıyorlardı. Gitmeliydim. Arkadaşlarımın iyi olduklarından emin olmalıydım. Tırabzanlara tutunarak ayaklanıp sarsak adımlarla merdivenlerden inerken ve arka bahçeye açılan mutfak kapısına doğru giderken gözyaşlarım yüzünden önümü zor görüyordum.

Onlar... yeraltına aitlerdi ve benim adımı biliyorlardı.

O... yeraltına aitti ve aslında Sarp mıydı?

Hepsi yalan söylüyor olmalıydı. Her şey bir oyun olmalıydı. Mekânlarına uyuşturucu sokmuştum, yakalanmıştım. Ben onlar için yok edilmesi gereken bir sorundan fazlası değildim. Bildiğim şeyler işte bunlardı. Bildiğime mi inanacaktım yoksa beni ağlarına düşürmek için planladıkları konuşmalara mı?

Başıma saplanan nefes kesici ağrılarla birlikte arka bahçeye çıktığımda etrafı kolaçan ederek ilerledim. Ön bahçeden gelen konuşma sesleri adamların oraya toplandığını belli ediyordu. Yanan ateşin çıkardığı çıtırtıları bile duyabiliyordum. Uyuduğumdan eminlerdi ve bu yüzden adamlar tamamen rahattı. Bunun verdiği güvenceyle ayaklarıma koşma emrini verdim. Bahçenin dışarıya açılan ufak kapısını bulmam zor olsa da bir şekilde hallettim. Kilitli olmamasını umarak kapıyı yokladığımda sadece içeriden çekilmiş demiri bulunca dünyalar benim oldu. Dikkatli şekilde kapının dışarıdan açılmasını engelleyen demir parçasını çektiğimde artık özgürdüm. Ama bir sorun vardı. Nerede olduğumu bilmiyordum.

Biraz dolaşınca sahile yakın ve işlek bir yerde olduğumu anladım. Tabelalar Arnavutköy’de olduğumu işaret ediyordu. Evime nasıl gidecektim? Daha da önemlisi evime gittiğimde ne bulacaktım? Boş ve terk edilmiş bir yer mi? Yoksa Hümeyra ve Yonca’nın beni endişeyle beklediği bir yuva mı?

Boş ve terk edilmiş bir ev buldum.

Beş parasız yolculuğumu bir şekilde tamamlayarak nihâyet ulaşabildiğim eski binanın önündeydim. Perdeleri çekilmiş dairemde hiçbir hayat belirtisi yoktu. Neredeyse yarım saattir evimin önünde duruyordum, sabah olmuştu ve hâlâ hiçbir pencerenin perdesi oynamamıştı. Yanaklarımdan akan yaşlarla orada dikilmeye devam ederken ne yapacağımı bilmiyordum.

Apartmanın dış kapısı açıldığında nihâyet tanıdığım birinin yüzünü görmek beni hazine bulmuş kadar sevindirdi. Yaşlı adama doğru koşarak umutla ellerine uzandım.

“Önder amca!”

“Ne-Nehir,” dedi adam şaşkınca. “Sen misin gerçekten?”

“Evet, evet, benim. Nasılsın, iyi misin? Bizim kızlar nasıl? Onları en son ne zaman gördün?” diye peş peşe sordum. Adamın yüzü renkten renge girdi. Ellerini benden kurtarıp ne olduğunu anlamak istercesine beni inceledi.

“Tövbe estağfurullah, kızım sen aklını mı kaçırdın?”

“Ben... niye ki?”

“Onlar öleli aylar oldu ya kızım,” dedi. “Evinizi de boşaltmadınız, kapattınız gittiniz. Binamız eski, yıkılıp yeniden yapılmasını istedik ama geçenlerde bir adam geldi. Tüm daire sahipleriyle anlaştı. Binadaki her daireyi satın aldı. Sizinkini de satmıştır ev sahibi. Alan adam gönlü zengin biri sağ olsun, kendimize yeni bir ev bulana kadar burada kalabileceğimizi söyledi. Duyduğum kadarıyla binayı yıktırmayacakmış, anısı mı ne varmış. Kapısına kilit vurup böyle saklayacakmış.”

Yaşlı adam konuşmaya devam etti. Bense artık onu duymuyordum. Kulaklarım uğulduyordu. Dizlerim tutmaz olmuştu. Kalbim parçalanıyormuş gibi ağrıyordu ve başımı sanki bir yere vurmuşum gibi dönüyordu. Gözümü kapattım ve geri açtığımda bir şeyin farkına vardım.

Onların öldüğünü zaten biliyordum.

“Bir saat kadar önce de birileri buraya uğrayıp seni sormuştu,” diye devam eden adamı dalgın dalgın izledim. “Seni o zamanlardan beri görmemiştim kızım. Bir sorun yok ya? İyi misin? O adamlar kimdi? Pis işlere falan mı bulaştın?”

Adama arkamı dönüp onu sorularıyla baş başa bırakırken ağır adımlarla oradan uzaklaşmaya başladım. Kafam önüme eğikti, adımlarımı izliyordum. Neler oluyordu?

“Hatırla, hatırla, hatırla,” diye sayıklarken yanaklarımdan yaşlar yuvarlanıyordu. Elim kazağımın yakasındaydı. Beni boğan oymuş gibi kumaşı çekiştirip duruyordum.

“Öldüler,” diyerek hıçkırdım. “Yok. Hiçbiri yok. Kimse yok.”

Nereye gidecektim? Cesur’a mı? Neden ona gitmem gerekiyormuş gibi hissediyordum? Neden kafamda bir şeyler eksikti? Neden doğru dürüst hatırlayamıyordum?

Ansızın önümde duran bir araçla geriye doğru sıçradığımda yola çıktığımı bile ancak fark edebildim. Arkamdan seslenen Önder amcanın sesi uzaktan gelirken önümdeki arabanın açılan kapısından inen adama odaklıydım. İçimi araştırdım. Korkmam gerekiyor muydu?

Buğulu, ıslak gözlerim bana endişeyle bakan mavi gözlerle buluştuğunda korkmamam gerektiğini iliklerime kadar hissettim. Yine de bedenim elektrik akımına kapılmış gibi irkilerek tepki verdi.

“Deniz!” dedi adam, yine irkildim. Küfretti. “Nehir!” Hızla yanıma gelerek beni tepeden tırnağa inceledi. “İyi misin? Başına bir şey geldi mi? Niye ağlıyorsun? Biri sana bir şey mi yaptı?”

Hatırla!

Hıçkırdım. Adam sorgulayarak saçmaladığını düşünmüş olacak ki birden beni tutup göğsüne doğru çekti. Ama sanki bunu yapmayı o bile beklemiyormuş gibi kasıldı. Yine de beni bırakmadı. Hatta daha sıkı sarıldı. Kemiklerimin birbirine geçmesine neden olacak kadar şiddetli bir sarılmaydı. Karşı koyamadım. Çünkü sanki buna nefes almak kadar ihtiyacım vardı.

“Buldum seni, tamam,” diye fısıldarken eli saçlarımdan kayıyordu. Okşayışında bir şey vardı. Ruhumdaki çılgınlığı bile yatıştırıyordu. “Buldum seni. De- Nehir... güvendesin. Ben yanındayım.”

Kollarım iki yanımda sabit dururken bana sarılışındaki sıcaklığa sığındım. “B-bana,” dedim boğuk, pürüzlü sesimle. “Bana neler olduğunu biliyor musun?”

Bedeni bir kez daha kaskatı kesildi. Bildiğini anladım. Beni bırakmak canını sıkan bir detaymış gibi iç çekerek hafifçe uzaklaştı. Israrla ona bakmamdan ötürü ağır ağır kafasını salladı. Sonra da yutkunduğunu işittim. “Biliyorum.”

“Senin... adın ne?”

“Benim adım... Barut.”

Aynı irkilmeyi yeniden yaşadım. “Zarar vermeyeceğine güvenebilir miyim?”

“Ölürüm daha iyi,” derken netti. Ona kolayca inandım. Belki bir hataydı. Belki yanlış yoldaydım ama iç sesimin beni yönlendirmesine izin verdim. Adam bana hüzünle, garip bir özlemle bakıyordu. Onun özlemi Cesur’da gördüğümden çok daha farklıydı ama etkisi aynıydı. Boğazımı düğümlemişti.

“Beni arkadaşlarıma götürür müsün?”

Barut beni mezarlığa götürdü.

Hümeyra’nın ve Yonca’nın mezarlarının karşısındaki bankta oturarak dakikalarca ağladım. Onları sanki bugün kaybetmişim gibi taze bir acıyla kıvranırken kafamın içi perişan bir hâldeydi. Kendimi bayılacakmışım gibi hissediyordum. Hiçbiri gerçek gelmiyordu. Sanki hepsi bana kurulan bir oyunun parçasıydı ve oyun o kadar büyüktü ki mezarlarını bile planlamışlardı.

“Deniz,” dedi yanımda oturan Barut. İrkildim. Sonra yüzünü sıvazladı. “Nehir,” diye düzeltti ama bu adımı kullanmaktan memnun kalmadığını anlayabiliyordum. “Seni buraya getirmemeliydim. Ağlama artık.”

“Adımı... herkes biliyor mu?”

Usulca kafasını salladı. “Herkes biliyor.”

“Yani...” Dudaklarımı yaladım. “Ortaya çıktım, öyle mi?”

Yine kafasını salladı.

“Ailem... b-beni buldu mu?”

Acıyla gülecek gibi oldu. “Boş ver bunları. Daha iyi misin?”

“Hiçbir şey hatırlamıyorum,” derken gürültüyle burnumu çekip omuzlarıma sardığı ceketine iyice sığındım. “Sen Cesur’un nesisin? Başka bir kardeşi mi?”

“Ben onun hiçbir şeyi değilim,” derken sesi ürpermeme neden olacak kadar sert çıktı. Gerildiğimi fark ettiğindeyse hemen kendisini yumuşattı. “Bir arkadaş diyelim.”

Kurduğu cümledeki her kelime gizli bir iğreti barındırıyordu. “Sanırım pek iyi bir arkadaşlığınız yok,” derken dönüp ona baktım. Kumral saçları ve kısa sakallarının çerçevelediği çehresi solgundu. Hasta gibi görünüyordu. Mavi gözleriyse kızıl damarlarla doluydu. Karşımda nedense yıkılmış bir adam gibi duruyordu.

“Onu konuşmak istemiyorum.”

“Ama o... belki de onun yanında olmalıyım,” dedim irkilerek.

Gözlerime sinen korkuyu fark etti. “Sana zarar vermem,” dedi yatıştırmak istercesine. “İstersen onu arayabilirim. İster misin?”

O, istemiyor gibiydi. Buna rağmen hızlı hızlı kafamı salladım. Barut omuzlarını biraz daha düşürdü. “Birkaç günle yine kendini sana sevdirebilmeyi başardı, öyle mi?” dedi yılgın bir şekilde. Sanki bunu başarabildiği için ona imreniyordu. “Telefon ceketimin cebinde.”

Üzerimdeki ceketin iç cebinde duran aleti avucuma aldığım sırada ekranda Cesur’un adını gördüm. Telefon sessizde olduğu için ne titriyor ne de çalıyordu ve ekranın üst kısmında cevapsız çağrılar olduğunu belli eden ibare duruyordu. Aramayı cevaplandırdığım anda Cesur’un hattın ucundan yükselen bağırışı daha telefonu kulağıma götüremeden önce bile kulaklarımı çınlattı.

“DENİZ’İ NEREYE GÖTÜRDÜN? YA KONUŞURSUN YA DA SENİ YOK EDERİM! SAKIN BENİ OYALAMAYA ÇALIŞMA! DENİZ NERDE? KARIM NERDE LAN!?”

“B-buradayım,” dedim sesimin titremesine engel olamazken. Karım demişti, değil mi?

“Deniz?” dedi önce şaşırarak ama bunu çabucak atlattı. “DENİZ! SEN BENİ GERÇEKTEN DELİRTMEK İSTİYORSUN! NASIL BENDEN KAÇARSIN, NASIL?”

“Özür dilerim ben... ben pek doğru düşünemiyorum.”

Bunu duymak sanki onu bir nebze sakinleştirdi. “Neredesin? O yanında mı?”

“Mezarlıktayım,” derken yeniden burnumu çektim. Gözlerim kayarak Barut’u buldu. Zaten bana bakıyordu. Özellikle de saçlarıma. “Yanımda, evet.”

“Sen ağlıyor musun?” dedi sanki ağladığım için dünyayı yerinden oynatmaya hazırmış gibi. “O mu ağlattı seni?”

“Yok... yok, hayır, o değil.”

“Telefonu ona ver, Deniz,” diye emrettiğinde adımı duymanın artık beni şoka uğratmadığını fark ettim. Sanki olması gereken buydu. Telefonu kulağımdan çekerek her hareketimi inceleyen Barut’a uzattım. Aleti elimden alıp kulağına dayadı ve benimle yumuşacık konuşan o adam bir anda ortadan kayboldu. Cesur ona her ne söylediyse dişlerini sıkarak, “Neyi, nasıl yapacağımı sana soracak değilim,” diye homurdandı. “Gevezelik etmeyi kes. Artık nerede olduğunu biliyorsun.” Sonra da telefonu kapattı. Omuzları biraz daha düştü, yüzü asıldı. “Yakında burada olur. Onunla gitmek istediğinden emin misin?”

“O... benim kocam?”

Ses etmedi. Onaylamak bile istemiyordu sanki. “Önemi yok. Kiminle kalmak istersen onunla kalırsın.”

“Ama seni tanımıyorum.”

“Onu da tanımıyorsun,” diye hatırlattı.

Ağır ağır kafamı salladım. Belki de hepsinden uzakta olmalıydım. En azından kafamı toparlayana kadar. “Seninle benim aramda ne var?” diye sordum birden. Çünkü bir gariplik olduğu belliydi. Başından beri belliydi.

Yüzünü buruşturdu. “Düşündüğün gibi bir şey değil.”

“Biliyorum- yani... yani anladım. Başka bir şey olduğunu hissediyorum.”

İlgiyle bana baktı. “Ne hissettiğini açıklayabilir misin?”

“Bir sorun olduğunun farkındayım ve Cesur’un senden pek hoşlanmadığını da anladım ama kendimi tehlikedeymişim gibi hissetmiyorum. Bana zarar vermeyeceğini sanki biliyorum.”

Bunu dememle birlikte Barut’un çehresine büyük bir acı yayıldı. Usulca kafasını sallarken acı çektiğini görebiliyordum. “Sana zarar vermem. Artık vermem.”

“Yani... bu demek oluyor ki...”

“Ailenden saklanıyor muydun?” diye sorarak dikkatimi dağıttı. Öylesine bir soru da değildi, merak ediyordu.

Yutkunarak kafamı salladım. “Öğrenilmemem gerekiyordu ama sanırım herkes kim olduğumu artık biliyor.”

“Deniz Seymen,” dedi boğazında bir yumru varmış gibi.

İşte yine irkildim. “Evet,” dedim kısık sesle. “Duyulmaması gereken o ismi artık başka biri bana söylüyor.” Histerik şekilde ses çıkararak omuz silktim. “Yakında öleceğimden eminim.”

“Neden böyle diyorsun?”

“Deniz Seymen hakkında ne biliyorsun?”

Bir süre düşündü. “Bazı ailevi olaylardan sonra Oktay Seymen tarafından ortadan kaldırılmak istendiğini biliyorum. Bir şekilde hayatta kaldığını ve kendini saklandığını da...”

Sanki cümlelerin sonunda bir yerde gizli bir artık biliyorum vardı.

Gözlerim şaşkınlıkla irileşti. “Her şeyi biliyorsun,” dedim dehşete kapılmış şekilde. “Cesur da biliyor mu?” Kafasını salladı. “Diğerleri?” Yine kafasını salladı. Titreyen ellerimle yanaklarımı sıvazlarken, “Herkes biliyor,” diye yakındım. “Herkes biliyorsa onlar da biliyordur.”

“Onlar... kim?”

“Babam... abim,” dedim, Barut yanımda kaskatı kesildi.

“Hadi babanı anlarım ama abinin bilmesi neden sorun olsun ki?”

Güçlükle konuşuyordu. Sanki kendisini kasıyor, bastırıyor gibiydi. “Çünkü o babamın oğlu,” dedim acıyla. “Ona benzer. Babam onu kendisi gibi yetiştirdi.”

Dişlerini sıktı. “Onu tanıyor musun ki?”

“Tanımıyorum ama başka bir şey olduğunu düşünemem. Anneannem beni yüzlerce kez uyardı. Uzak durmam, ortaya çıkmamam gerekiyordu ama ben ortaya çıkmışım bile.”

Oturduğumuz bankın kenarını tutan ellerinin ahşabı avuçlarının arasında sıkıştırdığını fark ettim. “Anneannen yanılıyor olamaz mı? Ona gözün kapalı güvenmekle belki de hata ediyorsundur.”

Beni ittiği düşünce çukurundan hızla uzaklaştım. “Anneannem benim hayatımı kurtardı. Yaşayabilmem için elinden geleni yaptı ve tek gayesi yaşamaya devam etmemdi. Bu yüzden beni yanıltacağını düşünmüyorum. Peki... peki ailem beni öğrendi mi? Bundan hiç haberin var mı?”

Mavi gözlerine karanlık bir ifade sindi. “Sanırım... son olanlar sırasında öğrendiler. Engel olamayacak kadar kendimi kaybetmiştim ama söz veriyorum seni koruyacağım. Onlardan korkmana gerek yok. Ne Oktay’dan ne de... Arda’dan.”

Buz gibi bir el kalbimi avuçladı. “Bana neler olduğunu anlatır mısın? Neden hatırlamıyorum?”

Güler gibi bir ses çıkardı. “Bunu benden isteme. Her şeyi iste ama bunu değil.”

“Ama neden?”

“Çünkü hatırlamanı istemiyor,” dedi yabancı bir kadın sesi ve hemen ardından kafamın arkasına bastırılan silahın soğuk namlusunu hissettim.

Barut hızla ayağa fırlayıp silahını çekerek arkama doğrulttuğunda ve arkamdaki kadını gördüğünde bir hayaletle karşılaşmış gibi donakaldı.

“Mila?”

×××

Mila... Zaten yeterince derdimiz yokmuş gibi bir de hortlağımız oldu 🫣

 

Deniz'in hafıza kaybı uzun süreli olmayacak, bunu belirtelim. Muhtemelen sonraki bölüm bunu çözeceğiz. 🤗

 

Yorumlarınızı bırakmayı unutmayın, sevgiler, kalpler ❤️❤️🥰🥰🥰

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 08.12.2025 00:53 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...