@yazarimsibirileri
|
“Hayatla dans etmeyi öğren. Sürekli ayağına basıp durursan senin canın yanar.” ××× Bir hafta sonra... Fincanımdaki çayın dumanı ağır ağır havaya süzülüyordu. Dalgın gözlerim minik buhar kümelerinin kısa süre sonra yokluğa karışmasını takip ederken aklımdan geçen düşüncelerin ucunu kaçırmıştım. Etrafımda dönen sohbetten aniden koptuğum ve zihnimin çukuruna gömüldüğüm anlardan birindeydim. Bu son günlerde sıklıkla başıma geliyordu ve işin kötüsü önünü alamıyordum. Tedirgindim. Etrafımdakilere her şeyin yolunda olduğunu, toparlandığımı ve hayatıma kaldığım yerden devam ettiğimi göstermek için tüm gücümle savaşıyordum; ancak hâlâ aynı noktaya çakılı kaldığım kendime sakladığım küçük sırrımdı. O mesajdan sonra diken üstünde yaşamaya başlamıştım. Bir gün benim için geleceklerini biliyordum ve bunun endişesi beni kısa sürede tüketmeye başlamıştı. Sessizlik beni korkutuyordu. Her an, her yerden kötülüğün karşıma çıkabileceği düşüncesi habis bir tümör gibi sinsi sinsi beynimi kemiriyordu. Önümde şaklatılan parmakla ve Hümeyra'nın, “Hey, sana diyoruz,” diye seslenmesiyle irkilerek kendimi toparlamaya çalıştım. “Yine dalıp gitmişsin,” dedi huysuzca, bakışlarında soruların gezdiğini gördüm. Ona sorun olmadığını belli etmek ister gibi gülümserken, “Tüm gece telefonla oynayınca uykusuz kaldım, dalgınım bu yüzden,” dedim yeni bir yalanı ailem olarak gördüğüm kadının kollarına bırakarak. Yonca ince boğazlı trikosunun boğaz kısmıyla oynarken, “Yarın kafeyi kapattıktan sonra sizin evde toplanalım diyorduk,” diyerek beni aydınlattı. Saçlarını her zamanki gibi tepesinde topuz yapmıştı. Sanırım güzel uyku çekememiş olan tek kişi ben değildim, çünkü Yonca'nın da gözaltları ben uyumadım diye bağırıyordu. “Olur, toplanalım,” dedim kafamı salladığım sırada. “Ne zamandır film gecesi yapmamıştık.” Yavuz hevesle, “Filmi ben seçerim,” dedi. Çevredeki ilkokullardan birinde sınıf öğretmeniydi ve son zil çaldıktan sonra genellikle yaptığı gibi Hümeyra'nın üniversitesine gider, dersinin bitmesini bekler ve gününün geri kalanını onunla geçirirdi. Bu akşam için başka planlarının olmasına rağmen öncesinde yanımıza uğramayı tercih etmişlerdi. “Lütfen aksiyon veya saçma sapan korku filmlerinden olmasın,” diye onu uyarmadan edemedim, çünkü her seferinde bu tarz filmlerle karşımıza çıkıyordu. “Tamam öyleyse son izlediğimiz filmin devam serisini getiririm.” Hümeyra, “Evet ya o film çok güzeldi. Yiğit abi almıştı-" diye gafta bulunduğunda birden masada soğuk rüzgârlar esti. Onu andığı için ve en önemlisi de sanki aramız normalmiş gibi andığı için kendisi bile durumdan rahatsız olarak yüzünü buruşturdu. “Boş verin, korku filmini tercih ederim.” Hepimiz başka bir şeyle uğraşmaya ve göz göze gelmemeye özen gösterdik. Hümeyra bir anlık boşluğa düşerek konuyu açtığı için üzgündü, yüzü asılmıştı. Öte yandan benim bakışlarımsa masamızdaki tek boş olan sandalyedeydi. İçimin sıkıştığını hissettim. Yiğit bu masaya dâhil olacak kadar bizden biriydi. Ve aynı zamanda bize bir o kadar da yabancıydı. Geçen bir hafta içerisinde Yiğit'e ne olmuştu haberim yoktu. Polis hâlâ başında mıydı yoksa babası nüfuzunu kullanarak onu çıkartmış mıydı bilmiyordum. Buraya ya da evime uğramamıştı ve ne aramış ne de mesaj atmıştı. Açıkçası durumdan memnundum, çünkü artık onunla yan yana gelemezdim. Sahtekârlığı ve uyuşturucu baronunun oğlu olması bir yana babası aramıza sivri hatları olan kırmızı çizgi çekmişti. O çizginin dışına çıkmanın ölüme yürümek olduğunu elbette biliyordum. Sandalyemi geriye doğru iterek ayaklandığımda, “Çayımı tazeleyeceğim, isteyen var mı?” diye sordum. Hümeyra ve Yonca kafalarını iki yana sallamakla yetinirken Yavuz, “Birazdan kalkmamız gerekecek, bir dahaki gelişimizde uzun uzun içeriz,” dedi yumuşak bir sesle. Kafamı sallayarak yanlarından ayrıldım ve bitirmediğim fincanımla mutfağa doğru ilerledim. Fincanı tezgâhın üzerine atar gibi bıraktıktan sonra ellerimi saçlarıma geçirerek küçük mutfağın içerisinde dolanmaya başladım. “Allah’ım ne yapacağım ben?” diye sayıkladığımın farkında bile değildim. Bu iş gittikçe canımı sıkmaya başlamıştı ve neresinden tutarsam tutayım elimde kalıyordu. Dilediğim gibi hayatıma devam edemiyordum, Hasan'ın attığı mesajı düşünmekten beynim uyuşuyordu. Ensemdeydiler ve ben keyiflerini beklerken gün geçtikçe daha çok tükeniyordum. Bu daha ne kadar devam edecekti ya da buna daha ne kadar dayanabilecektim bilmiyordum. İçime yerleşmiş olan sıkıntıyı biraz olsun bastırabilmek umuduyla koca bir solukla ciğerlerimi şişirip fincanımda kalan çayı döktüm ve yenisini doldurmaya koyuldum. Kendimle biraz daha vakit geçirmeye ihtiyacım olsa da içeridekileri endişelendirmek istemediğim için aceleciydim. Doldurduğum fincanı alıp kapıya ilerlemeden önce açık bıraktığım saçlarımı gelişigüzel topladım ve yüzümü ovuşturarak tenime canlılık kazandırmaya çalıştım. Ardından yeniden derin bir soluk alarak kapıya yöneldim. Hümeyra'nın, “Tamam artık kızmayın bir anda ağzımdan çıkıverdi işte,” dediğini duyduğumda atacağım adım havada kaldı. Moralinin bozukluğu sesine yansımıştı. Normalden daha kısık tonla konuşuyor olsa bile odaklandığımda onu duyabiliyordum. “Hâlâ bu duruma alışamadım. Hâlâ da bunu kabullenemiyorum,” diye devam etti. “Yiğit abi ya... O... Ne bileyim, iyiydi. Nasıl torbacı olur aklım almıyor. Bana gerçekten abimmiş gibi hissettirirken nasıl başkalarını zehirler aklım cidden almıyor.” “Ben de hâlâ şok içerisindeyim,” dedi Yonca. “Sanırım yokluğuna alışmam uzun sürecek. Ne kadar içime işlediğini yokluğunda daha iyi anlayabiliyorum. Böyle olacağını hiç düşünmezdim. Ben... onu ve Nehir ablayı hep birlikte hayal ediyordum.” Yavuz, “Artık böyle konuşmayı bırakmalısınız,” diye uyardı. “Onu ben de severdim ama bitti gitti. Yaptığını affedebilir misiniz?” Hümeyra ve Yonca kafalarını iki yana sallayarak karşılık verdiler. “İşte bu yüzden onu tamamen hayatınızdan çıkartmak zorundasınız. Kim bilir bize daha ne yalanlar söyledi. Torbacılar tehlikeli olur, o olmazsa arkasındakiler daha tehlikelidir. Onların piyasasına burnunuzu sokarsanız affedilmezsiniz.” “Sanki sen de içlerinden biriymişsin gibi konuşma,” dedi Hümeyra memnuniyetsiz ifadesiyle. Bunun düşüncesi bile onu rahatsız etmeye yetmişti. “Haklarında üç beş şey biliyorum. Okuldaki öğrencilerden biri onlara bulaşmıştı. Neyse konu bu değil, konu Nehir. Yiğit'in dışarı çıktığını öğrendim.” Yonca ellerini ağzına kapatırken, “Ne? Nasıl? Ne zaman?” diye dehşetle sordu. Aynı dehşet benim damarlarıma da sarılmaya başladığında elimde tuttuğum fincanı az kalsın düşürecektim. “Nasıl oldu bilmiyorum, bu sabah çıkmış belli ki arkası sağlam,” dedi Yavuz, sesi duruma sıkıldığını belli ediyordu. “Bu yüzden sizden daha titiz davranmanızı rica ediyorum. Yiğit tehlikeli biri ve onu yanınıza yaklaştırmamalısınız. Arkasında ne var bilmiyoruz ve bize zarar verebilir.” Hümeyra kabullenemez gibi kafasını şiddetle iki yana salladı. “Bize zarar vermez, Yiğit abiden bahsediyoruz. Bize zarar vereceğine inanmak istemiyorum.” “Yalancının tekiydi Hümeyra,” dedi Yavuz biraz sertçe. “Bize tonlarca yalan sıraladı, kendini yalanlarla süsleyerek sevdirdi. Elbette her şeyi yapabilir. Eğer bize değer veriyor olsaydı en başında aramıza bunca yalanı sığdırmazdı.” Kendini yalanlarla süsleyerek sevdirmişti. Kendimi yalanlarla süsleyerek sevdirmiştim. Göğsüme sivri bir kıymığın battığını hissettim. Yiğit'le o kadar aynıydık ki bu durum tüm yanlışlarımı yüzüme vuruyordu. Ben de yalanlar söylüyordum, ben de kendimi onlardan sakınıyordum ve ben de bunu onların iyiliği için yapıyordum. Akmak için gözlerime toplanan yaşları geriye itmek adına kendimi olabildiğince kasarken vücudumu saran titremenin farkında değildim. Yiğit'in neden bu yola başvurduğunu anlayabiliyordum, hatta bu lanetli geçmişe sahip olmasam belki de onu affedebilirdim bile. Ancak etrafını yalanlarla kuşatmasının nedenini anlasam da onu istemiyordum, çünkü bilmeden beni geçmişime sürüklemişti. Her şeyi affedebilirdim ama bunu affetme lüksüm yoktu. Yonca, “Doğru söylüyor,” diyerek Yavuz'a destek çıktı. “Kamera kayıtlarını izledim Hümeyra, silahı vardı. Neredeyse her zaman omzunda asılı olan o çantada silah taşıyordu! Biri bunu bana söylese inanmazdım ama gözlerimle gördüm.” "Onun ablam için doğru kişi olduğunu düşünüyordum,” dedi Hümeyra dişlerinin arasından, öfkesinin odağında Yiğit olduğunu biliyordum. “Kahretsin, birlikte olsunlar diye neler yapmadım! Şimdi şu hâle bak, kabullenemiyorum işte. O kadar kendisini sevdirmiş ki gözlerimle görsem de konduramıyorum.” Yonca yüzünü ovuşturdu. “Bizi aptal yerine koydu. Hiç şüphe uyandırmayacak kadar profesyoneldi. Şimdi düşündüğümde ne kadar tehlikeli biri olduğunu daha iyi anlayabiliyorum.” “Kesinlikle tehlikeli,” dedi Yavuz, sakalsız yüzünde ciddi ifadesi asılıydı. “Bu yüzden dikkatli olun, sizinle iletişime geçmeye çalışabilir. Nehir'i seviyor, her şeyi yalan olsa bile bu gerçekti. Zaten tüm yalanları da bundan dolayı sıraladığını düşünüyorum.” Sırf beni seviyor diye başıma gelenleri düşündükçe öfkeyle doluyordum. Ortada bana ait tek bir suç bile yoktu, ona hiçbir zaman umut vermemiştim ama mimlenen yine ben olmuştum. Tolga Zafer, oğluna sahip çıkamamasının acısını benden çıkartıyordu. Hümeyra, “Tamam dikkatli oluruz,” diye mırıldandığı sırada eşikte daha fazla dikilmeyi bırakarak mutfaktan çıktım. Beni gördüklerinde yüzlerindeki ciddiyet dağılarak her biri gülümsemeye çalıştı. Onlara aynı şekilde karşılık vermek için kendimi zorladım. Neyse ki Yavuz ayaklanarak gözleri üzerimden çekmişti. “Biz çıksak iyi olacak Nehir, Hümeyra’yı eve bırakmam gece yarısını bulabilir.” Toparlanmaya başlayan Hümeyra'yı izlerken, “İstediğiniz gibi takılın,” dedim hiçbir sorun yokmuşçasına. Yavuz, Hümeyra'yı kuzenleriyle tanıştıracaktı ve birlikte akşam yemek yiyeceklerdi. Saat henüz altıya yaklaşıyordu ve şimdi çıkarsalar ancak randevularına yetişebilirlerdi. “Ararım seni,” dedi Hümeyra trençkotunu üzerine geçirdiği sırada. Açık bıraktığı kıvırcık saçlarını eliyle düzeltti. Makyaj yapmıştı ve bedenini sımsıkı saran siyah elbisesini giymişti. Ayrıca Yavuz’un 1.85’lik boyuna az da olsa yetişebilmek adına topuklu ayakkabılarını ayağına geçirmeyi ihmal etmemişti. Yavuz da her zamanki gibi takım elbisesinin içerisindeydi. “Sizce nasıl görünüyorum? Buraya gelmeden önce eve uğradım ve geç kalmayayım diye çabuk hazırlandım. Olmuş mu?” Yonca, “Çok iyi görünüyorsunuz, ikiniz de,” dediğinde kafamı sallayarak ona katıldığımı belli ettim. Hümeyra yavaş yavaş Yavuz’un ailesiyle tanışmaya başlamıştı. Zaten bu sene okulunu bitiriyordu. Sanırım önümüzdeki yaz düğünümüz olacaktı ve ben ondan nasıl ayrılacağımı hiç bilmiyordum. İçimi rahatlatan tek şey Yavuz'un ona çok iyi bakacak olmasıydı. “Bana şans dileyin.” Hümeyra, Yavuz'un elini tutarak onunla birlikte kafeden çıkarken uğurlamak için peşlerinden gittim. Dışarı çıkmadan önce beni sıkıca kucakladı, ona sıcak tebessümlerimden birini sunmakta zorlansam da altından kalkabildim. Altın parıltıları serpiştirilmiş gibi yer yer kehribara çalan kahverengi gözlerindeki heyecan açıkça ortadaydı. O an içimden yüzündeki mutluluğun ve kalbindeki heyecanın hiç bitmemesini diledim. Hümeyra mutlu olmayı sonuna kadar hak ediyordu. Yavuz arabasını kafenin çaprazında kalan ara yere park etmişti. Sürücü koltuğuna geçmeden önce Hümeyra için kapıyı açmayı ihmal etmedi. Donuk gözlerim ikisinin üzerinde gezinirken yüzüm ifadesizdi, ancak ne zaman Hümeyra arkasına dönüp beni kontrol ettiğinde hızla gülümsemiş ve el sallamıştım. Sonra araca binmiş ve Yavuz da yerini alarak aracı çalıştırmıştı. Uzaklaşmalarını izlerken yüzümdeki yalancı gülümseme solarak yerini ifadesizliğe bıraktı. Tuhaf bir şekilde normalden daha fazla canım sıkkındı. Kaynağını düşünmeme gerek yoktu, elimde tonlarca neden vardı. İç geçirdiğim sırada kafeye girmek için yaklaşan çifte yol vermek adına kenara çekildim. Yonca'nın gelenleri sıcacık gülümsemesiyle karşılaması kulaklarıma çalınırken işimin başına dönmek için hareketlendim ve tam da o sırada caddenin tam karşısında, akan insan kalabalığının arasında, yüzünü kapüşonunun altına gizlemiş adam dikkatimi çekti. Hızla ardıma dönüp daha dikkatli baktım, birkaç araç peş peşe önümden geçerek görüşümü kısıtladı. Yol yeniden açıldığında orada kimse yoktu. ××× Kafasını yastığa koyduğu gibi uyuyanlardan değildim. Ben daha çok yatakta dönüp duran, gün boyu yaşadıklarını enine boyuna düşünen ve eğer bir sıkıntı varsa kolay kolay uykuya geçemeyenlerdendim. Son bir haftadır yatağa her girdiğimde saatlerce kıvranıyor ve gün doğduğunda uykusuz gözlerle yataktan çıkıyordum. Kendime bulabildiğim tek çare bedenimi son damlasına kadar yormaktı. Şimdi de tam olarak bunu yapıyordum. Yonca'yı eve göndereli bir saati geçmişti. Kafeyi akşam dokuz gibi kapatırdık, ancak kendime oyalanacak işler bulup vakit harcamak ve bedenimi yormak için çıkış saatimi gün geçtikçe daha çok ileri atıyordum. Bu akşam mutfaktaki tüm tabak çanağı elden geçirmiş, dolapları silip düzenlemiştim. Artık aralıksız şekilde bir şeyleri ovmaktan kollarım sızlıyordu. Kendimi bu kadar zorlamamın tek nedeni yatağa girdiğimde yorgunluktan uyuyakalmak istememdi. Eğer normal bir şekilde uyuyamıyorsam belki bu yol etkili olur diye düşünmüştüm. Kasanın bulunduğu tezgâhı ıslattığım bezle silerken, topuz yaptığım saçlarımdan kaçan tutamları elimin tersiyle geri itip kolumdaki saate kısa bir bakış attım. Neredeyse on buçuk olmak üzereydi. Daha fazla oyalanırsam bu kez ağrı sızıdan uyuyamayacaktım. Yorgun hareketlerle tezgâhın üzerinden ağır ağır geçtim. Kafenin çoğu ışığını kapatmıştım, sadece ortadaki açıktı. Olur da biri girmesin diye kepenklerin hepsini indirmiş, yalnızca kapınınkini yarıda bırakmıştım. Zaten kimsenin uğramayacağını da biliyordum. Burası batmak üzereydi, patron geçen gün doğru dürüst kimsenin uğramamasından dem vuruyordu ve iki kişi çalıştırmanın ona yük olmaya başladığından bahsediyordu. Kısacası bana kapı görünmeye başlamıştı. Zaten düşük duran omuzlarım iyece çökerken kafenin kapısının açıldığını işittim. Kepengin altından eğilerek içeri giren adama, “Kapalıyız,” diye uyarıda bulundum, beni dinlemedi. İçeri girdi ve doğrulduğunda kafasına örtülü duran kapüşonunu da geri itti. Doğrudan bana bakan yeşil gözlerinde dehşete düşmüş yansımamı görür gibiydim. “Yiğit,” diye fısıldadım gözlerimi kocaman açarken. Donup kalmış gibi tezgâhı siler hâlde öylece duruyordum. Birkaç adım daha atarak yaklaştı, sonra birden durdu. Sanki koşup bana sarılmak ister gibiydi, ancak ona engel olan bir şey vardı. “Nehir,” dedi gözlerini yüzümde, saçlarımda, kısacası tezgâhın ardında görebildiği tüm bedenimde gezdirerek. Kalan mesafeyi hızla kapatıp beni boydan boya görebileceği kadar yanıma yaklaştı ve yeniden hasar kontrolü yapıyormuş gibi tepeden tırnağa süzdü. Onu hâlâ üzerimden atamadığım şokla izlerken, “İyisin,” dedi kuşkuyla. Verebildiğim ilk tepki kaşlarımı çatmak oldu. “Burada ne işin var?” Sertçe yutkunduğunu ademelmasının aşağı yukarı hareket etmesinden anladım. “İyisin değil mi?” “Yiğit-" Cümlemi devam ettirmeme izin vermeyerek birden bana doğru atılıp bedenimi kollarının arasına çekti. Ne olduğunu bile anlayamadan kendimi göğsüne bastırılmış hâlde buldum, üstelik ellerini sırtıma öyle sıkı dolamıştı ki nefes almakta zorlanıyordum. “İyisin, yaşıyorsun,” dedi yüzünü boynuma gömerek. Üzerinden buram buram yayılan içki ve yoğun sigara kokusu yüzünden burnum sızlarken kollarının arasında çırpındım. “Bırak beni,” diyerek onu kendimden uzaklaştırıp geri gitmesini ister gibi göğsünden itekledim. “Ne yaptığını sanıyorsun? Sakın bir daha bana yaklaşma!” Sanki suratına sert bir yumruk atmışım gibi yeşil gözleri acıyla kısıldı. Çaresizliğini kalbimin derinliklerinde hissettim. Onu son gördüğümden bu yana biraz daha uzayan sakallarına, solgun yüzüne, mor ve şişkin gözaltlarına uzun uzun baktım. Geçen süre zarfında tıpkı benim gibi çöküş yaşamışa benziyordu; aramızdaki tek fark benim bunu maskelemem, onunsa açıkça dışa vurmasıydı. “Bana öldüğünü söylemişlerdi Nehir. Öldüğünü sanmıştım, günlerce.” Bunu düşünerek acı çektiği sesinden, yüzünün girdiği şekilden bile belliydi. “Aptal bir kafesin içerisinde, elim kolum bağlı, hiçbir şey yapamadan kalakaldım. Günlerce, Nehir, günlerce.” “Neredeyse,” dedim vücudumdaki tüm tüylerin diken diken olduğunu hissederken. Kuşkusuz o anları hatırlamak beni olduğumdan daha fazla germişti. Lavaboda üzerime atlamak için çırpınan o koca köpek yüzünden tüm köpeklerden korkar hâle gelmiştim, sık sık kâbuslarıma girmesi de cabasıydı. “Neredeyse ölüyordum.” Yeşil gözlerine konan acı yumağıyla yeniden bana doğru yaklaşmak istediğinde elimi kaldırarak onu durdurdum. “Senin yüzünden başıma gelmeyen kalmadı,” dedim onu ne denli yaralayacağımı düşünmeden. “Senin bencilliğin yüzünden az kalsın ölecektim! Şimdi hangi yüzle karşıma çıkabiliyorsun?” “Ben... senin yaşadığını öğrenince... Nehir... seni görmem gerekiyordu. Yaşadığından emin olmalıydım.” Duraksaya duraksaya konuşuyordu ve hissettiği korkuyu yüzünden okuyabiliyordum. “Kim sana benim öldüğümü söyledi?” diye sordum. “Baban mı?” “Onu anma,” dedi birden yüzündeki acı çizgilerinden sıyrılıp öfkeyle tıslayarak. “Onu anmanı istemiyorum.” Tutarsız tavırları karşısında kaşlarım iyice çatılırken, “Baban bunu sana neden yaptı anlayabiliyorsun, değil mi?” dedim uyarısını umursamadan. Tolga Zafer vahşi bir adamdı, kendi oğluna bile işkence çektirmekten geri kalmamıştı. Ondan korkmakta haklıydım. Yiğit sorum üzerine sessiz kalırken gözlerindeki sertliği arttırarak karşılık verdi. “Seni uyarmak istedi. Peşimde dolaşmaya devam edersen beni gerçekten öldürecek-" “Ecdadını sikerim onun!” diye hiddetle kükrediğinde yerimde sıçramaktan kendimi alamadım. Yeşil gözleri alev alevdi. Aniden ortaya çıkan öfkesi o kadar fazlaydı ki afallamıştım. Bu Yiğit benim tanıdığım Yiğit değildi. Bu Yiğit'te tıpkı babasında gördüğüm vahşilik vardı. “Sana dokunmaya kalkarsa ellerini kırarım lan!” “Ama dokundu, beni ölümün kucağına attı,” dedim tepeden konuşması sinirlerimi bozduğu için. Babası dilediğini yapabileceğini ve kimsenin ona engel olamayacağını açıkça göstermişken Yiğit'in bu parlaması gereksizdi. Öfkesi hiçbir şey yapamadığı için kendine miydi yoksa babasına mıydı onu bile kestiremiyordum. “Kukla gibi oynattı beni Yiğit, ölümden döndüm! Ne yapabildin? Hiçbir şey! Bundan sonra ne yapabilirsin? Hiçbir şey!” Duyduklarına katlanamıyormuş gibi sağa sola gidip geldi. Göğsü sık nefes alıp verdiği için şiddetle inip kalkıyordu ve gözlerindeki kana susamış canavarın yüzünde korkutucu bir sırıtış vardı. “Onu öldürürüm! Beni duydun mu? Onu öldürürüm, Nehir! Sana dokunamaz, sana kimse dokunamaz!” Öyle yüksek desibelde bağırıyordu ki ürkmekten kendimi alamamıştım. Kafede kimse olmadığı için ve Yonca eve gittiği için şanslıydım. En azından durumu nasıl açıklayacağım konusunda endişe etmek zorunda değildim. Endişe etmem gereken başka konular vardı, çünkü Yiğit'in öfkesi şiddetlendikçe dili sürçmeye başlamıştı. “Sarhoşsun, değil mi? Buraya kafan dumanlı mı geldin?” Onu tokatlama isteğimi bastırmak adına ellerimi sıktım. “Ne kadar içtin? Beni hiç düşünmüyor musun sen ya?” “İçtim lan içtim,” dedi yine bağırarak. “Ot, bok, ne bulursam içtim. Hâlâ geçmedi lan o korku. Hâlâ geçmedi o acı. Seni kaybettiğimi sandım, seni kaybettim ben. Bir bilsen,” derken kuvvetle göğsünü yumrukladı. “Bir bilsen şuranın ne kadar acıdığını... bir bilsen Nehir.” Endişe tohumları tüm hücrelerime yayılmaya başladı. Kafası iyi Yiğit ne yapardı hiç bilmiyordum ve bilmediğim şeyler beni ürkütürdü. Bu hâldeyken onunla dikleşmenin hiçbir yarar sağlamayacağını düşündüğüm için kendimi sakin olmaya zorlayarak, “Yeniden acımasın istiyorsan veda etmeliyiz,” dedim kelimelerimi süsleme gereği duymadan. Gerekirse kalbini kıracaktım, çünkü artık benden vazgeçmek zorundaydı. İkimiz için de en doğrusu buydu. Bana ürkütücü bir dehşetle baktı. “Sen beni yaşarken öldürmek istiyorsun,” dedi inanamaz bir tavırla. Kafasını delirmiş gibi iki yana salladı. “Ben sensiz olamam.” “Olacaksın, benim iyiliğimi düşünüyorsan olacaksın,” dedim elimde olmadan sesimi yükselterek. “Bu aşk bir hastalık gibi seni kuşattı görmüyor musun? Kendi kendini öldürüyorsun Yiğit! Lütfen zorlaştırma.” Sert tepkime karşılık esip gürlemek istediği her hâlinden belli olsa da öfkesini bastırmayı başararak yanıma yaklaşıp ellerimi tutmaya çalıştı. “Sana yalan söylediğim için bana kızgınsın. Bu yüzden böyle konuşuyorsun,” dedi olayı kendi istediği noktaya çekiştirerek. “Bir sürü hata yaptım ama hepsi senin içindi. Seni kaybetmemek içindi-” “Yiğit, Yiğit,” diye seslenerek sözünü kesmeye çalıştım. Aklındakilere o kadar odaklıydı ki beni çok sonra duyabilmişti. “Beni hiçbir zaman kazanamamıştın ki kaybedesin,” dedim bana uzanmak isteyen ellerini iterek. Vicdanım bu kadar sert olduğum için sızlasa da başka çarem yoktu. “Sen benim için arkadaştan, iyi bir dosttan öte değildin. Bunu babana anlatamadım bari sen anla. Biliyorsun, sana o gözle hiç bakmadığımı biliyorsun Yiğit. Olmadı, olmayacak. Bırak artık bunun peşini. Bak, baban beni açıkça tehdit etti. Eğer seninle arkadaş olmaya devam edersem yarım bıraktığı işi tamamlayacağından eminim. Beni öldüreceğini söyledi Yiğit! Benim ölmemi ister misin?” Kafasını şiddetle iki yana sallarken ellerini saçlarına geçirerek güçlü bir haykırış kopardı. “Ölmeyeceksin, ölmek yok, ölmeyeceksin,” diye onlarca kez tekrarladığında gözümde bir deliden farksızdı. Saçma sapan hareketler yapıyor ve hırsını çıkartacak hiçbir şey bulamadığı için daha çok çıldırıyordu. O an anladım ki onunla konuşmak boşunaydı. Kafası dumanlıydı, dediklerimi inatla anlamak istemiyordu ve onunla vakit geçirerek kendimi tehlikeye atıyordum. Bu yüzden buna son vermek adına bir adım geri çekilirken, “Bitti. Beni buradan taşınmaya zorlama, yeter artık. Seni hayatımda istemiyorum,” dedim anlaması için vurgulaya vurgulaya. “Çık git buradan, bir daha da gelme.” Delirmiş gibi bana doğru atılıp kollarımı kavrarken, “Gidemezsin, izin vermem,” dedi tükürcükler saça saça. “Benden bir adım uzağa gidemezsin lan, unut bunu!” “Canımı yakıyorsun,” dedim dişlerimin arasından. Çırpındım, ancak ondan kurtulamadığımda tenime geçirdiği parmakları yüzünden acıyla bağırdım. “Bırak beni! Bırak Yiğit, bırak! Hayatımda sana yer yok, istemiyorum, sevmiyorum! Neden anlamamak için bu kadar ısrarcısın?” Benim aşırı tepkime karşılık, “Neden?” diye fısıldadı. Sesi o kadar güçsüzdü ki hâlâ ona değer veren aptal tarafımın vicdanı sızlamıştı. Sesi o kadar acılıydı ki bulunduğumuz bu andan nefret etmiştim. “Neden beni sevmiyorsun?” dediğinde ses tonu birkaç kat daha sertleşmişti ve konuşmaya devam ettiğinde desibeli iyice yükseltmişti. “Neden beni hiç sevmedin? Ben seni köpek gibi severken sen neden beni hiç sevmedin lan?” “Beni seviyordun diye seni sevmek zorunda mıydım? Sevmedim işte, nedeni mi olması lazım? Kabul etmedi kalbim seni!” Kurtulmak için çırpındım, beni bırakmak bir yana dursun daha sıkı tuttu. “Bırak! Kendinden nefret ettirmeden önce çık git hayatımdan!” Kafasını yeniden şiddetle iki yana salladı. “Gidersen ölürüm, gidersen ölürüm ben. Gitmek yok. Gitmeyeceksin,” derken üzerime üzerime gelerek beni arkamdaki duvara yapışmak mecburiyetinde bıraktı. Bedenini yıkılmaz bir dağ gibi önüme diktiğinde yutkundum ve gittikçe kontrolünü kaybeden Yiğit'e dehşetle baktım. “Yiğit-" “Gitmeyeceksin,” diye kükreyince, “S-sakin ol,” dedim sayıklar gibi. Üzerime doğru eğildiğinde onu uzak tutmak için kalkan ellerimi bileklerimden yakalayıp başımın iki yanına sertçe çarparak sabitledi. Canımın acısıyla dişlerimi sıktım. Tavrı zerre kadar yumuşaklık taşımıyordu ve ne yaptığının farkında mıydı emin olamıyordum. Bana bakan tanıdık gözlerinin derinliklerindeki canavarla göz gözeydim. “Gitmeyeceksin, benimle kalacaksın! Beni seveceksin,” dedi dişlerinin arasından. “Sadece beni seveceksin!” Ondan kurtulmak adına delicesine çırpındım. Okun yaydan çıkması misali kontrolünü iyice kaybetmişti ve bu işin gittikçe kötüleşeceğini o an anlamıştım. Ancak gözümün önünde başkalaşan, canavarlaşan adamın üzerime bıraktığı şoktan sıyrılamıyordum. “Yiğit,” dedim ağlamak üzereymiş gibi. “Bırak ne olur, korkuyorum. Beni korkutuyorsun. Başka zaman yeniden konuşalım lütfen, lütfen bırak.” “Bırakmam!” derken avını elinden almaya çalışan sırtlana dişlerini gösteren kaplan misali hırladı. O kadar yakınımdaydı ki sert ve sık solukları doğrudan yüzüme vuruyordu. İçki kokusuna karışan ağır sigara kokusu midemi bulandırmıştı. Bileklerimi var gücüyle sıkması ve duvara bastırması yüzünden hissettiğim acıyı daha fazla gizleyemeyerek boğuk bir inilti dudaklarımdan döküldüğünde bakışlarının oraya kaydığını fark ettim, dudaklarıma. Niyetini anladığım anda kafamı dehşetle iki yana sallayıp, “Yiğit, hayır, hayır, yalvarırım yapma,” diye haykırdım. Beni duymadı, sözlerim kulaklarına ulaşamadan havada dağıldı. Ellerimi kafamın tepesinde birleştirerek tek eliyle kavradı ve diğer eliyle de tüm yaptıklarına rağmen zarar vermekten korkarcasına saçlarıma dokundu. Gözleri hâlâ dudaklarımdayken, “Senin öldüğünü söylediklerinde,” diye fısıldadı ağır ağır. Cümlesinin devamını getirmeden önce bana doğru eğilip burnunu yanağıma bastırdı ve tenime sürte sürte saçlarıma doğru kaydırdı. “Bir pençe kaburgalarımın arasına girip kalbimi avucuna aldı. O kadar sıktı ki tırnaklarının kalbime battığını hissettim. Yere düştüm, sonra kalktım, sonra yine düştüm, yine kalktım. Gün gece oldu, gece güne döndü. Ben düştüm, kalktım, düştüm kalktım. Her düştüğümde ölmeyi diledim, her kalktığımda yavaş yavaş öldüm. Öldüm ben Nehir. Hâlâ nefes alınıyorken ne kadar ölünüyorsa o kadar öldüm.” Saçlarımı kokladığını hissettim. Derin derin soluklandı. Bense gözlerimi sımsıkı kapamış bu anın bir an önce son bulmasını diliyordum. “Özledim seni,” diye fısıldadı daha sonra. Ummadığım şekilde ellerimi serbest bıraktığında ona karşı kullanabileceğim herhangi bir şey bulabilmek için yaslandığım duvarı yokladım, ancak tezgâh uzağımdaydı ve telefonum da kasanın oradaydı. “Sarılsana bana.” “Yiğit-" “Sarıl!” Kulağımın dibinde bağırmasıyla irkildim. Gözlerim yanmaya başladı. Nefes alamaz hâldeydim. Başka zaman olsa, tüm bunlar yaşanmamış olsa ona sarılmakta tereddüt etmezdim, ancak şu anda bunun düşüncesinden bile midem bulanıyordu. Yine de onu daha fazla delirtmemek için kendimi zorladım. Kollarım yavaşça havalandı ama yarı yola bile varamadan havada asılı kaldı, gözlerimden birkaç damla tam da o an döküldü. Yiğit, “Nehir,” diye fısıldadı, soluğu tenime çarpıp geçti. Burnu hâlâ kulağımın biraz üzerinde, saç diplerimin başladığı yerdeydi. “Buna ihtiyacım var, Nehir. Sana ihtiyacım var.” Sesinden muhtaçlık akıyordu. Ellerim yumruk şeklini alırken yavaşça kollarımı sırtına doladım. Dışarıdan gören biri bunu yapmayı istemediğimi, zoraki yaptığımı kolaylıkla anlayabilirdi. Ona sarılmayı değil, onu itmeyi istiyordum, ancak yalvarır gibi konuşması karşısında yanlış yaptığımı bile bile kalbini kırmamayı seçmiştim. “Senden ayrı kalamıyorum.” “Yiğit-" “Şşş,” diyerek yeniden lafları ağzıma tıkadı. “Özledim seni,” diye tekrarladı. “Çok, çok özledim.” Sonra şakaklarımdan aşağıya soğuk suların dökülmesine neden olarak dudaklarını yanağıma bastırdı. Yay gibi gerildim. “Ne? Ne yapıyorsun?” dedim onu itmeye çalışarak. Tepkimi umursamadan dudaklarını yanağımda kaydırdı. Hedefinde dudaklarım olduğunu anlamak zor değildi. Çırpındım. “Yiğit! Kendine gel!” “Seni istiyorum,” diye sayıkladı. “Sadece seni istiyorum.” “Lütfen, lütfen sonradan pişman olacağın şeyler yapma,” dedim sesimin yalvarır gibi çıkmasına engel olamayarak. “Senden nefret etmek istemiyorum, lütfen.” Beni sabit tutabilmek adına elleriyle yüzümü kavrayıp başımı ardımdaki duvara yasladı. Hareketleri orantısız ve sertti. İşin kötüsü canımı yaktığının farkında bile değildi. Gözlerimden kayan yaşları görmüyor gibiydi ya da sözlerimi duymuyordu. “Benimle ol,” diye fısıldadı. “Benim ol.” Dudaklarıma doğru yaklaştığını gördüğümde kafamı şiddetle iki yana sallayarak ona engel olmaya çalışırken, “Yapma,” diye sayıklıyordum. Göğsüme koca bir kaya konmuş gibiydi, nefes almakta zorluk çekiyordum. Delicesine bağırmak istiyor, sesimi çıkartamıyordum. Derken tam da bu sırada kafenin kapısının yerinden sökülmek istenir gibi açıldığını duydum. Yiğit’in dudakları dudaklarıma dokunmak üzereyken duraksadı, elleri gevşedi. Başı kapıya doğru döndüğünde bunu fırsat bilerek onu var gücümle ittim. Nihayet beni duvarla arasında sıkıştıran bedeni önümden çekilip, dengesini sağlayamadığı için ardındaki tezgâha çarparken hızla ondan uzaklaştım. Kimin geldiğinde bakamayacak kadar kendimi kurtarma peşindeydim, ancak ne zaman ki onun sesini duymuştum, işte o zaman tüm vücuduma elektrik verilmiş gibi irkilmiştim. “Eceli gelen köpek cami duvarına işer bilirim,” dedi Cesur Çağlayan mermer kadar sert bir sesle. “Ama senin kadar ölmeye heveslisini de ilk kez görüyorum.” Yiğit hızla doğruldu. Yüzündeki ifade Cesur'u gördüğünde avına saldırmak üzere olan yabani bir hayvanın ki gibi vahşileşti. Bana gerçek öfkesini gösterdiği konusunda yanılmıştım, asıl şimdi gerçek öfkesini görüyordum. Birkaç adım gerilemekten kendimi alamadım. Sırtımı ortada bulunan kolona yaslarken Cesur'a daha çok yaklaştığımın farkında değildim. Yiğit, “Senin burada ne işin var lan?” diye sordu. Bağırmamıştı, ancak öyle sert konuşmuştu ki yutkunmaktan kendimi alamadım. Düşmanına bakar gibi bakıyordu, Cesur'u bir kaşık suda boğmak istediği her hâlinden belliydi. Cesur ise ondan zerre kadar etkilenmediğini belli edercesine kafasını hafifçe sağ omzuna doğru yatırdı. Siyahlar içerisindeydi ve sanki uzun bir koşudan çıkmış gibi göğsü şiddetle inip kalkıyordu. “Dışarıdaki arabaya bin Nehir,” dedi gözlerini Yiğit'in üzerinden ayırmadan. Aldığı komutu yapmaya programlanmış robotlar gibi ayaklarım hareketlendi. Sorgulamadım, Yiğit'ten uzaklaşmak istiyordum. “Sakın!” diye kükredi Yiğit. Adımlarım bıçak gibi kesildi. Bu bağırışı diğerlerini gölgede bırakacak kadar kuvvetliydi. Yerin sallandığına yemin edebilirdim. “Sakın Nehir!” Gittikçe çığırından çıkması karşısında inanamıyormuş gibi kafamı iki yana sallarken yeniden hareketlendim. Yiğit tonlarca küfürler savurdu, duymazdan geldim. Şu an için Yiğit'e oranla daha kontrollü gördüğüm Cesur'un yanına geçip orada durdum. Elbette arabasına binecek değildim. Sözünü dinlemem üzerine Cesur'un dudaklarına yamuk, karşısındaki insanı delirtecek sinsi sırıtışlardan biri kondu. Yiğit'e öyle bir bakışı vardı ki hiçbir şey yapmadan onu çıldırtmaya doğru adım adım ilerliyordu. “Tıpkı baban gibisin,” dedi Yiğit'e küçümseyerek bakarken. “Her şeyi elde edebileceğini sanıyorsun, istediğin olmayınca da hemen raydan çıkıyorsun.” “Sana ne lan! Sen buna karışamazsın, onunla benim arama giremezsin!” Cesur kafasını yavaşça iki yana salladı. “Baban onu bana göndererek beni olaya dâhil ettiğinde senin bundan haberin bile olmadı. Dört duvar arasında kuyruğunu kıstırmış beklemekten başka hiçbir şey yapamadın.” Yiğit bunları duymaya dayanamıyormuş gibi elini tezgâhın üzerine geçirdi. “Seni öldürürüm lan! Yok ederim seni! Onun hayatına asla dâhil olmayacaksın beni duydun mu? Siktiğimin takıntılarını git başkasında ara! Onu sana yem etmem!” Cesur bu kez daha belirgin güldü. Gözlerindeki buzdan bakış hâlâ yerini korkuyorken dudaklarına yerleşen kıvrım onu olduğundan daha ürkütücü göstermekten ileri gitmiyordu. “O gemi çoktan kaçtı,” dedi altını çize çize. “Burada suçlaman gereken ben değilim. Hesabını babandan sor, onu benim kucağıma bırakan oydu.” Son cümlesindeki her kelimeye ayrı ayrı vurgu yaparak konuşmuştu. Tüylerimin diken diken olduğunu hissederken Yiğit'in bin bir çeşit küfür sıralayarak Cesur'a doğru atılmasını izledim. Birkaç adım geri kaçmaktan kendimi alamazken kalp atışlarım ağırlaştı. Yiğit yumruğunu geçirmek için kolunu kaldırmıştı ki, öylece dikilerek gelecek darbelere karşı kendini asla korumayacakmış gibi duran Cesur, yetişemediğim bir hızla hareketlenip Yiğit'in kolunu havada yakaladı ve geriye doğru kırdı. Ardından kendi yumruğunu suratının ortasına kondurdu. Yüzümü buruşturmaktan kendimi alamadım. Kırılan kemiğin sesini duyar gibiydim ve Yiğit'in burnundan kan fışkırıyordu. Cesur'un karşısında pek şansı olduğunu düşünmüyordum; çünkü o, vücudunu geliştirmek için yıllarını harcamış biriydi ve uzun yıllardır dövüştüğü ortadaydı. Yiğit onun karşısında şu ankinden daha sağlam durabilecek olsa da kafası dumanlı olduğu için hareketleri savsaktı. “Orospu çocuğu!” dedi Yiğit boğuk bir inlemeyle. Bunun üzerine Cesur'un çehresinden kan dondurucu bir ifade akıp gitti. Yeniden saldırdığında bu kez daha sertti ve acıması yoktu. Sersemlettiği Yiğit'i sanki bez bebekmiş gibi boğazına dayadığı eliyle ayakta tutarken, “Bundan sonra sana sadece izlemek düşecek,” dedi. Yutkundum, aralarında açık seçik geçmeyen konunun odağında ben olduğumu elbette anlamıştım. “Tıpkı babanın onu bana göndermesini izlediğin gibi, benimle olmasını izleyeceksin. Ona dokunmaya kalktığın için şimdi seni öldürmüyorsam bu da canlı kalarak yaşayacağın acının daha fazla olduğunu bildiğimdendir.” Sonra Cesur, Yiğit'i yakasından tutarak yüzüne kafasını geçirdi. Çıkan ses iki kayanın birbirine çarpması gibi kulaklarımda yankılandı. Yiğit yere yığıldı ve ben Cesur'la baş başa kaldım. ×××
|
0% |