“Bazen sözler yetersiz kalır. Başlarsın cümlelerin sonunu üç noktayla tamamlamaya.”
×××
Ne düşüneceğimi şaşırdığım bir andaydım. Hayat benimle feci dalga geçiyor olmalıydı. Nasıl bu kadar kör olabilirdim? Ya da kendini saklamakta usta olan Yiğit mi çok marifetliydi?
Kafamı ellerimin arasında sıkıştırarak ağrısını azaltmaya çalıştım. Beynim karıncalanıyordu ve aynı anda yüzlerce şeyi düşünmeye çalıştığım için devrelerim yanmak üzereydi. Hâlâ şoktaydım. Kalbim hızını hiç kesmemişti, ayrıca soluklarımın düzene girdiği de söylenemezdi.
İyiden iyiye dağılmış olan saçlarımdaki tokaya sertçe asıldım, başımı daha çok ağrıtmaktan başka bir işe yaradığı yoktu. Tokayı bileğime takarken önüme dökülen saçlarımdan yükselen şampuan kokusu burnuma doluştu, yüzümü ekşittim. Başka zaman olsa bu kokuyu severdim, ancak şu anda bana Yiğit'in saçlarımı kokladığı anı anımsattığı için midemi bulandırmaktan öteye gitmiyordu.
Cesur sol tarafımdaydı, arabayı kullanıyordu. Yine de sık sık dönüp bana baktığını biliyordum. Neden onun arabasındaydım, hangi ara koltuğa oturmuştum hiçbir fikrim yoktu. Beni kafeden çıkartışını hayal meyal hatırlıyordum. Yaşadıklarım henüz çok tazeydi ve hâlâ, tüm bunların mimarı olan kişinin Yiğit olması şokuyla savaşıyordum. Yakıştıramıyordum ve yakıştıramadıkça daha kötü hissediyordum. Eğer Cesur gelmeseydi ne kadar ileriye gidebilirdi düşünmek bile istemiyordum. Ürperdim. Diken diken olan tüylerimi eski hâline getirmek istercesine kollarımı ovuşturdum. Bu sırada Cesur uzanıp aracın ısısını arttırdı.
“Üşüdün mü?”
Kafamı kısaca iki yana salladım. Ona bakmak istemiyordum, onunla konuşmak da istemiyordum. Allah'ım, onun burada ne işi vardı ki? Filmlerdeki gibi en ihtiyaç duyduğum anda ortaya çıkıvermişti. Ne yazık ki onu kurtarıcı beyaz atlı prens olarak görmediğim için içimde minnet namına hiçbir duygu yoktu.
İkinci kez evime doğru giden yolda yabancı bir arabadaydım ve yine yolu tarif etmeme ihtiyaç yoktu. Kafe evime oldukça yakın olduğundan aracın sokağıma ulaşması fazla sürmemişti. Cesur uygun bir yere arabayı sokarken yanaklarımın içini kemiriyordum. Evin ışıkları yanmıyordu, Hümeyra dönmemişti. Saatin kaç olduğunu kontrol etmek için çantamdan telefonumu çıkarttığımda ancak gelen mesajı görebilmiştim.
“Gecikeceğim, beni beklemeden yat.”
Telefonu elimde çevirmeye başladım. Araç tamamen durmuştu ve artık inmem gerekiyordu. Ancak oturduğum yere çökmüştüm. Omuzlarımda tonlarca ağırlık varmış gibi hareket edesim gelmiyordu.
“Eğer açsan-"
“Değilim,” dedim birden, lafını ağzına tıkarcasına. Hâlâ midem bulanıyordu, bir şey yiyebileceğimi sanmıyordum. Tek istediğim haşlak suyla duş almak ve yatmaktı.
“O it bir daha yanına yaklaşamayacak, rahat olabilirsin,” dediğinde sesindeki öfke ortadaydı. Yiğit'i haşat ederken gözlerindeki ölüm arzusunu görmüştüm. Onu öldürmek istiyordu, onu öldürebilirdi ama nedense bunu yapmamıştı. “Önlemini en başında almalıydım,” dedi daha sonra kendi kendine konuşur gibi. Bu kez kendisine kızdığını fark ettim.
“Neden oradaydın?” diye sordum yavaşça. “Nasıl tam da o an orada olabilirsin?”
“Buna mı takıldın? Seni takip ettiriyordum,” dedi dünyadaki en normal işten bahseder gibi. Kafamı ona doğru çevirdim. Tam tepemizdeki sokak lambası doğrudan aracın içerisine vurduğu için yüzünün her ayrıntısını rahatlıkla görebiliyordum. Sakallarını birkaç gün içerisinde kesmiş olmalıydı, yeni yeni çıkmaya başlamışlardı. Saçları yine dağınıktı. Giydiği siyah gömlek vücudunu ikinci bir deri gibi sarıyor, emek harcadığı kaslarını açıkça sergiliyordu.
“Beni takip ettiriyordun?” dedim inanmakta güçlük çekercesine. Ne hakla ne gerekçeyle bunu yapabilirdi? “Tuna bana bir daha rahatsız edilmeyeceğimi söylemişti.”
“Günlerdir en ufak bir şeyden rahatsız oldun mu?”
Olmamıştım. Peşimde biri varsa bile varlığını bana hiç hissettirmemişti. “Yine de bu rahatsız edilmediğim anlamına gelmiyor.”
“Seni öylece Tolga Zafer'in önüne bıraksam daha mı iyiydi?”
“Benim savaşım seni neden ilgilendiriyor ki?”
“Bu savaşa ben de dâhil edildim.”
“Ama seni ben dâhil etmedim.”
“Artık bir önemi yok,” diyerek ne söylersem söyleyeyim umursamayacağını belli etti. Hâlâ avuçlarımda tutmaya devam ettiğim telefonu sinirimi çıkarmak istercesine sıktım.
“Üzerimden ne hedeflemeye çalıştığını anlayamıyorum. Yiğit'e söylediklerin-"
“O an öyle konuşmam gerekiyordu, üzerinde fazla durma.”
Kaşlarım çatıldı. Öyle net konuşmuştu ki öylesine söylenen sözler olmadığına emindim. “Bundan sonra peşimde olmayacaksın yani öyle mi? Seni bir daha görmeyeceğim?”
“Beni dilediğin an görebilirsin,” dediğinde dudağının kenarı hafifçe kıvrılmıştı. Neyi kast ettiğimi anlamış olsa da sözü sağa sola çekmeyi tercih etmesi karşısında gözlerimi kısarak ona ters bir bakış attım.
“Ayrıca bundan sonra hep peşinde olacağım, belki fark edeceksin belki etmeyeceksin.”
Kaşlarım hayretle havalandı. Açıkça bunu yüzüme karşı söylemesini beklememiştim. “İlla buradan taşınmam, izimi kaybettirmem mi gerekiyor?” dedim dişlerimin arasından. Aslında bunun seçenekler dâhilinde bile olmadığını biliyordum.
“Deneyebilirsin,” dedi gözlerinden taşan alayla. “Gittiğin yere senden önce gitmiş olurum. Seçtiğin evi senden önce bilirim. Bana izini kaybettiremezsin, Nehir.”
İsmime yaptığı tuhaf vurguyla ürperirken, “Kimlere kaybettirdiğimi bilmiyorsun,” dedim homurdanır gibi. Öylesine konuştuğumu düşünüyor olmalıydı ki sözlerimin üzerine hiç düşmedi. Oysa havadan atmıyordum.
“Boş çabalara girmene gerek yok, kaçmaya çalışmakla kendini yorma. Arkanı kolluyor olacağım, kimseden zarar görmeyeceksin.”
Yutkundum. Bu durum içime su serpmekten çok iyice gözümü korkutmuştu. “Beni öldürmek için hevesli olduğunu biliyorum. Şimdi neden yaşatmaya çalışıyorsun?”
Aracın konsolunda duran sigara paketini eline aldı. “Dirin daha çok işimi göreceği için buradayım ve bu yüzden arkanı kollayacağım,” derken paketi bana doğru uzattı. Üzerinde düşünmeden yarısı bitmiş sigara paketinden bir dal çektim. Ardından Cesur paketi ağzına yaklaştırıp içerisinden bir dalı dudaklarıyla kıstırarak çıkardı. Onu izlerken nefes almayı bıraktığımı çok sonra fark edebilmiştim. Her hareketini dikkatle incelemekten kendimi alamıyordum. Paketi aldığı yerine bırakırken bu kez çakmağa uzandı. “Seni ben öldürmemişim, Tolga'nın öldürmesine hiç izin vermem,” dedi dudaklarının arasına kıstırdığı sigara yüzünden yarım yarım konuşarak. Çakmağı yakıp sigarasını tutuşturdu, ardından da karanlıkta ay gibi parlayan çakmağı bana doğru uzattı.
“Yaşayacaksın. Bu onu daha çok delirtecek.”
Sinirden gülerek çakmağı avucundan sertçe çekip aldım. “Sizin sidik yarıştırma kurbanınız olmaya niyetim yok,” dedim dişlerimin arasından. “Peşimde dolanmanı istemiyorum. Başımın çaresine bakarım, her zaman baktım.”
Kendi tarafında bulunan camı yarıya indirip içine çektiği dumanı ağır ağır dışarıya saldı. Bu sırada keskin gözleri üzerimde geziniyor, beni çözmeye çalışırcasına didikliyordu. “Tolga'nın geçen süre zarfında seni odağına almamasının sebebi Yiğit'in ona köpek gibi yalvarmış olmasıydı. Sözde senden uzak duracağına dair yeminler vermiş ama içeriden çıkar çıkmaz soluğu senin yanında aldı.” Sigaradan yeni bir yudum alarak sözlerine ara verdiğinde sabrımı sınadığını biliyordum. Bu yüzden tek kelime etmeden devam etmesini beklerken kendi sigaramı tutuşturdum. Ara sıra sigara içerdim, ne tam bağımlısıydım ne de uzak kalabiliyordum.
“Tuna şu anda onun leşe dönmüş bedenini evinin önüne bırakmıştır,” derken kolundaki büyük saate kısa bir bakış attı. “Emin ol oğlunun neden o hâlde olduğunu ve nereye gittiğini biliyor. Saldırmak için an kollayacak.”
“Beni iyice hedef tahtasının ortasına çektiğin için bir de teşekkür mü etmeliyim?” diye sordum öfkeyle. Suratına yumruğumu geçirmek istiyordum. Nasıl o, Yiğit'in yüzünü dağıtmışsa ben de onun yüzünü dağıtmak istiyordum.
“Sana bir şey olmayacak,” dedi ufacık şüpheye yer vermeden. “Korkma, istediğin gibi hayatına devam et. Bu olay artık Tolga ve benim aramda.”
“Nasıl bu kadar emin konuşabiliyorsun? Hangi birini engelleyebilirsin? Tolga'yı mı? Bana sürekli iğrenç imalarda bulunan Hasan'ı mı? Yoksa artık tanımakta zorlandığım Yiğit'i mi? Bir tane değiller ve tehlikede olduğumun farkındayım.”
Bakışlarının sertleştiğini yakaladım. “Hasan iti sana ne tür imalarda bulunuyor?”
“Aklına ilk ne geldiyse o,” dedim önemsizmiş gibi. Aslında üzerinde düşündükçe hepsinden çok beni ürküten oydu. Gerçi Yiğit’in adını da artık onun yanına yazabilirdim. Fiziksel acılara dayanabilirdim ama onlar doğrudan ruhuma saldırmak istiyorlardı.
“Yanına yaklaşsa haberim olurdu,” dedi kaşlarını çatarken. “Sana ulaşmaya mı çalıştı? Ne yaptı, söyle bana.”
“Şu şekilde davranmayı kes,” dedim birden kendimi tutamayıp bağırarak. “Beni düşünüyormuşsun gibi!” derken bunu kabul etmediğimi belli etmek istercesine kafamı hızlı hızlı iki yana salladım. “En son beni mekânında istemiyordun, şimdi ne bu hâller? Sana ne benden? Ölmemi istemiyor muydun zaten? Herkes gibi! Diğerlerinden hiçbir farkın yok!”
“Ölmeni isteseydim şu anda üzerine toprak atılıyor olurdu,” dedi mermer kadar sert bir sesle. Sessizce yutkundum. “Ölmeni isteseydim,” diye yeniden söze girdiğinde koltuğunda iyice bana doğru döndü. “Kalbin kulaklarıma ulaşacak şekilde atmıyor, sık sık nefes almana rağmen doyuramadığın göğsün oynamıyor olurdu.”
Tam da söylediği gibi kalbim delicesine atıyor ve göğsüm durmaksızın inip kalkıyordu. Onun yanında rahat değildim. Bana zarar vermeyeceğini biliyordum, bunu hissettiriyordu ama onda beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Karanlık dünyaya ait olmasından başka, çözemediğim, adlandıramadığım bir durumdu. Belki de ondan korktuğum için bu şekilde hissediyor olabilirdim. Evet, ondan korkuyordum. Bu korkumun kaynağı onun yeraltına ait olduğunu bilmemdendi.
“Beni rahat bırak,” dedim sertçe. “Etrafımda dolanman dikkatleri üzerime çekmekten başka bir işe yaramayacak. Yaşamamı çok mu istiyorsun, o zaman benden uzak duracaksın.”
“Şuna açıklık getirelim,” diye söze girdiğinde yüzündeki ifade en az kullandığım ses tonu kadar sertti. “Sen nasıl yaşıyorsan öyle yaşamaya devam edeceksin, ben de geri kalanıyla ilgileneceğim. Başka seçenek yok. Sana başka seçenek sunmuyorum.”
“Sen ne-"
“Ayrıca,” dedi üstüne basa basa ve lafımı ağzıma tıkayarak. “Hedef tahtasında olduğun doğru, ancak arkanda ben varım. Değil Tolga, Hasan ve Yiğit, sülalesi gelse sana dokunamaz.”
Beni düşündüğü için ya da bana acıdığı için bunu yapmıyordu, tüm gayesi Tolga'yı daha da çıldırtmaktı. Sonuçta adam benim ölmemi istiyordu ve Cesur da beni yaşatacağını açıkça beyan ediyordu. Devamının ikisi arasında çekişme hâlinde ilerleyeceğini tahmin edebiliyordum ama ortada dönen isim bana ait olduğu için rahatsızdım. İki tarafın da ağzında ben olacaktım ve bunun düşüncesi bile tiksindiriciydi.
“Beni aranızdaki husumet uğruna ortaya meze yapacaksınız-"
“Dediğimi duymuyor musun?” dedi yine sözlerimin devamını tamamlamama fırsat sunmadan. Bu kez gözlerindeki bakış çok daha sertti. “Sana bir şey olamayacak diyorsam olmayacak. Sözüme güven.”
“Senin gibilere güvenmek aptallıktır,” dedim içmeyi unuttuğum sigaranın ucunda biriken külleri araladığım pencereden dışarıya savururken. Ona bakmadan sigaradan içime çekip ciğerlerimi zehriyle doldurdum.
“Benim gibiler hakkında sağdan soldan duyduğun hikâyeler dışında bildiğin bir şey yokken çok kendinden emin konuşuyorsun,” dediğinde pek de bozulmuş gibi görünmüyordu. Daha çok alaylı bir ifadesi vardı.
“Bilmediğimi nereden biliyorsun? Belki biliyorumdur. Belki ben de bu dünyadanımdır,” dedim kendime ördüğüm kırmızı çizgilerin sınırında gezmekten çekinmeyerek. Beni parmağında oynatabileceği sıradan insanlar gibi görmesi canımı sıkıyordu.
Gözlerini benden bir an olsun ayırmadan sigarasından soluklandı ve içine çektiği soluğu yine bana bakarak havaya savurdu. Konuşmak için dudaklarını araladığında gözlerimin oraya kaymasına engel olamadım, sakladığı tehlikeli tebessümü görmememin imkânı yoktu.
“Bu dünyadan olsan seni tanırdım, Nehir.”
İşte yine adımın altını özellikle çizerek söylemişti. Gerildiğimi belli etmemeye çalışırken, “İsmimle derdin mi var?” diye sormaktan kendimi alamadım.
“Sevmedim,” dedi sanki bu soruyu bekliyormuş gibi. “Sana yakışacak daha güzel bir isim olabilirdi.”
Beklemediğim tepkisine karşılık aralık kalan ağzımı kapatırken kafamı hafifçe iki yana sallayarak sigarayı dudaklarıma götürdüm. Benimle eğleniyor muydu yoksa ciddi miydi anlamak imkânsızdı.
“Neyse ne, artık gitmeliyim. Bu akşam için sana teşekkür etmeyeceğim,” dedim araçtan inmek için hazırlandığım sırada. Sigarayı dışarıya atıp, telefonu da çantama yerleştirdim. Saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdıktan sonra bir elim kapının koluna giderken yavaşça ona doğru döndüm. Elinde tüten sigarasıyla beni izliyordu. Koyu kahve gözlerinde saklı olan o kadar çok şey vardı ki gölgelerini görebiliyordum ama ne olduklarını okumak çok zordu. Sürücü koltuğunda oldukça iri duran bedeni göz korkutucuydu. Sataşmayı isteyeceğim son kişi bile değildi, ancak ona sataşmak isteyen bir yanım olduğunu da biliyordum. Sadece duruşuyla ya da bakışıyla beni kolayca kışkırtabilirdi.
“Arkamı kollayacağın için de teşekkür etmeyeceğim,” dedim kapının koluna asıldığım esnada.
“Arkanı kollayacağıma inanıyorsan sorun yok,” diyerek yeniden ona doğru dönmemi sağladı. Şu anda kapı hafif aralıktı ve serin hava doğrudan bacaklarıma saldırıyordu.
“İnanmalı mıyım?”
Kafasını salladı. “Seni koruyacağım. Kimseden zarar görmeyeceksin.”
“Ya senden zarar görürsem?”
Sigarayı tuttuğu elini açık pencereden dışarıya uzatıp ucunda biriken küllerini savurdu ve öylece kaldı. “Herkesten zarar görebilirsin ama benden zarar görmeyecekler listesinin başındasın.”
Soluğumun kesildiğini hissettim. “Neden?” diye sorarken sesim kısık, bakışlarım meraklıydı.
“Nedeni önemli mi? Sen sonucuna odaklan.”
“Seni bir daha görecek miyim? Yani... bu akşamki gibi... birden... Bak, arkadaşlarımın olan bitenden haberleri yok, olmasını da istemiyorum. Beni onlara açıklayamayacağım bir durumun içerisine düşürme.”
“Sorunları saklamayı seven birine benziyorsun,” dediğinde içime titrek bir soluk çektiğimi gizledim. “Sırlar günün birinde ayağına dolanır. Neden anlatmıyorsun?”
“Çünkü bu dünyaya bulaşmalarını istemiyorum. Onlar temiz kalmalı.”
“Senin kirlenmende sorun yok mu?”
“Ben hiç temiz olmadım,” dedim dudağımın kenarının kıvrılmasına izin vererek. Hafifçe kaşlarını çattı, gözlerinde biriken soruları görüyordum ama cevapları vermeye niyetli değildim. Bu yüzden konuşmanın bittiğini belli edercesine aracın kapısını geriye ittirdim ve başka bir şey söylemeden inip evime doğru ilerledim.
×××
Uykusuz gecelere bir yenisini daha eklemiş, bu yüzden de sabah uyanamamıştım. Evden nasıl çıktığımı hatırlamıyordum. İşe neredeyse bir saate yakın geç kalmıştım. Çalan alarmı ertelediğimi düşünerek yanlışlıkla kapattığım için bu hâldeydim. Yonca merakından aramamış olsa öğleni devirir, asla uyanmazdım. Zira neredeyse sabah ezanı okunurken uyuyabilmiştim.
Hümeyra gece yarısına doğru geldiği için ve bugünkü dersi geç saatte olduğu için onu uyandırmadan evden ayrılmıştım. Üstüme başıma ne geçirdiğime bile bakmamış, hatta yüzümü dahi yıkayamadan çıkmak zorunda kalmıştım. Sersem bir hâlim vardı. Neredeyse koşar adım yolda ilerlerken kafamı toparlayamıyordum. Hâlâ ayılamadığımı yüzüme bakan herkes anlayabilirdi.
Neyse ki kafe evime yakındı ve kısa sürede kendimi önünde bulmuştum. Yeni temizlediğimiz camlardan içeriye baktığımda birkaç kişi görür gibiydim ve Yonca'nın neden ısrarla aradığını anlamıştım. Yardıma ihtiyacı olmalıydı. Kapıyı hızla geri itip içeri daldığımda onu tezgâhta bir şeyler hazırlarken buldum. Masalardan ikisi doluydu ve adamın biri kasada oturuyordu. Yüzü Yonca'ya dönük olduğu için sadece yan profilini görebiliyordum ve bu bile kaşlarımı çatmama yetmişti. Çünkü bu adam buranın sahibi olan Sefa Tongay değildi ama onun yerine oturuyordu.
Yonca beni gördüğü anda, “Abla!” dedi sanki kurtarıcısıymışım gibi. Bu tepkisi daha çok kaşlarımı çatmama neden olurken kasadaki adam sandalyesiyle birlikte bana doğru döndü.
“Demek tembel garson da teşrif edebildi.”
Bu Akın'dı. Bana genişçe sırıtarak bakan ama aynı anda gözlerinde şeytanların dans ettiği bu adam Akın'dan başkası değildi. Onu burada bulmayı beklemediğim için çenem yere düşecekmiş gibi açılırken, beni dumura uğratmış olmayı umursamadan konuşmaya devam etti.
“Daha ilk günden gözüme battın. Seninle işimiz mi var yoksa?”
“İlk kez böyle bir şey oldu Akın Bey. Normalde asla geç kalmaz, benden bile önce gelir,” diye müdahale etti Yonca. Gayesi beni kurtarmaktı biliyordum ama ben o çukura yeni düşmemiştim.
“Avukatlığa gerek yok,” diyerek Yonca'ya çattığında ellerimi sıktım. Kendini beğenmiş yüzüne tırnaklarımla yol açma isteğiyle savaşırken Yonca'nın da kaşlarını çattığını fark ettim. Genel itibariyle Yonca pek etliye sütlüye karışan bir tip değildi. Çoğunlukla sessizi oynardı ve kendisine haksızlık yapılsa bile sesini çıkartmayacak mizaca sahipti. Ancak şu anda kızdığını ve Akın'dan hoşlanmadığını netçe hissedebiliyordum.
Onlara doğru yaklaşırken tepkilerimi bastırmaya çalıştığım için içime doluşan öfkeyle savaşmak zorunda kalıyordum. “Siz kimsiniz?” dedim sıkılı dişlerimin arasından. Yonca yanımda olmasa tepkim çok daha farklı olabilirdi.
Akın rahat bir tavırla ardına yaslanırken gözlerindeki alay ortadaydı. Benimle eğlendiği her hâlinden belliydi. “Burayı satın aldım. Kafenin yeni sahibi benim,” dedi yanağındaki gamzeleri ortaya sererek. Bu hâliyle göze sevimli, sıcak görünüyor olsa da altında yatan gerçeklikle ne yazık ki tanışıktım.
“Bizim neden hiç haberimiz olmadı?” diye sorarken ona inanamayan gözlerle baktım. Benimle dalga geçiyor olmalıydı.
“Olması mı gerekirdi?” derken yerimi bilmem gerektiğinin altını çizercesine tek kaşını kaldırdı. “Sefa Tongay burayı satmaya pek hevesliydi. Ben de yatırımlık bir yer arıyordum.”
“Burasının miladını doldurduğu ortada. Yatırım düşünen birine göre değil,” demekten kendimi alamadım. Ses tonumun tersliği ortadaydı ve Yonca'nın dikkatini çektiğini fark etmiştim, gözleri şaşkınlıkla irileşmişti.
“Yeni iş aramanızı istemeyecek kadar vicdanlı biri olduğumu düşün öyleyse,” dedikten sonra Yonca'ya döndü. “Laptopumu şurada unutmuşum, onu bana getirir misin?” diye rica etti. Bu kibar davranışının altında Yonca'yı uzaklaştırmak istemesinin yattığını elbette fark etmiştim. Yonca olan bitenden habersiz hızla kafasını sallayarak köşedeki masaya doğru ilerledi. Onun uzaklaşmasını izlerken iyice tezgâha yaklaşıp, “Bu da ne demek?” diye tısladım. Sesim kısık çıksa da öfkem belirgindi, ancak Akın'ın pek de umurundaymış gibi görünmüyordu.
“Yeni patronun benim demek. Yerinde olsam benimle iyi geçinirdim.”
“Daha dün Cesur'la konuşmuştum. Siz ne yapmaya çalışıyorsunuz Allah aşkına?”
“Seni sağlama alıyoruz,” dediğinde bundan onun da memnun olmadığını yakalamakta zorlanmadım. Sinirden çığlık atmak istiyordum, ancak Yonca’nın yaklaştığını fark ettiğim için kendimce homurdanmak dışında hiçbir şey yapamamıştım. Akın ise son dakika golünü atmayı ihmal etmemişti.
“Bu gece senin için çanlar çalıyor. Dışarda güvende olmayacaksın. Teklifi kabul et, bana zorluk çıkartma.”
Kaşlarım çatıldı. Ne demek istediğini soramadan Yonca yanımıza gelmişti. Hırsla tırnaklarımı avuçlarıma geçirdiğim sırada Akın işinde ciddi patron edasıyla laptopuna uzanıp kapağını kaldırdı. “Artık ikinizle de tanıştığıma göre bu faslı geçebiliriz,” diye mırıldanırken gözleri laptopun ekranındaydı. Dışarıdan bakan biri için işiyle ilgili görünebilirdi, ancak tümüyle rol kestiğini biliyordum. Tek sorun beni bile inandıracak kadar ciddi davranmasıydı.
“Burası aldığım birkaç kafeden biri, kendi markamı oluşturacağım. Emin olun yakında burası büyüyecek ve gelişecek. Gerekli hazırlıkları yapmaya başladım, köklü değişikliklere gideceğiz. Bir süre daha bildiğiniz gibi takılabilirsiniz. Her neyse bunları daha sonra da konuşabiliriz. Tüm çalışanlarımla bir çeşit tanışma ve kaynaşma gecesi yapmayı düşünüyorum,” dediğinde sonunda konuya girdiğini anlamıştım. “Bu gece kulüpte parti vereceğim. Her ne kadar sen,” diyerek beni işaret etti. Benimle uğraşmak adına hiçbir fırsatı kaçırmayacağını belli etmekten geri kalmıyordu. “Geç kalarak hakkını kaybetmiş olsan da bugüne özel görmezden geliyorum. Birbirimizi henüz pek tanımıyor olabiliriz ama güzel bir başlangıç olacağını düşünüyorum. Partiye davetlisiniz, yanınızda istediğinizi getirebilirsiniz. Saat onda, Yeraltı Kulübü’nde.”
“Yeraltı Kulübü’nde mi?” dedi Yonca, onca cümle içerisinde tek ilgisini çeken yerin bu kısım olduğu yüzünden bile belliydi. Oraya aşina olmasına şaşırmamıştım, çünkü adı kulaktan kulağa dolaşan en gözde mekânlardan biriydi.
“Oraya bizi alacaklarına emin misiniz?”
Akın tek kaşını kaldırarak bedenini Yonca'ya çevirdi. “Neden almasınlar? Daha önce gittin mi?”
“Yani... Gitmedim ama-"
“Öyleyse peşin hükümlü olmamanı tavsiye ederim. Benim misafirlerimi kimse geri çeviremez, güven bana.”
“Tamam, geliriz,” diye hızla duruma müdahale ettim. Yonca'nın şaşkın bakışlarını görmezden gelerek benden habersiz bana biçilen programa gönülsüzce de olsa dâhil oldum, çünkü ortada başka seçenek görünmüyordu.
“Güzel. Bugün erken çıkabilirsiniz. Gece istediğiniz gibi eğlenebilmeniz için yarın da tatilsiniz. Şimdi iş başına, haydi. Şuradaki adamın çayı bitmiş, yenisini teklif ederek başlayabilirsiniz.”
Göğsümü derin bir solukla şişirdim. Sanırım ben ne Yeraltı Kulübü’nden ne de oranın sahibinden yakamı kurtarabilecektim. Kurtulmaya çalıştıkça daha çok içine gömüldüğüm bataklık gibiydi.
Ve biliyordum, bir gün orada boğulacaktım.
×××
Aynadaki aksim çok güzel görünüyordu. Kendime özen göstermeyeli uzun zaman olduğu için biraz tuhaf ve anlamsızca heyecanlı hissediyordum. Üzerimde ince askılı, dekolteli, kısa ve yetmezmiş gibi hafif yırtmacı olan bir elbise vardı. Tabii ki kendi seçimim değildi, Hümeyra'nın tercihleri doğrultusunda hareket eden kuklaya dönmüştüm. Kan kırmızısı ve saten olan bu elbiseyi onun kına gecesinde giyerim düşüncesiyle almıştım. Kız kıza olacağımızı bildiğimden açıklığına önem vermemiştim, ancak planladığımın aksine çok daha farklı bir yerde kullanacaktım. Bu durumdan hissettiğim rahatsızlık yüzümden okunuyordu.
“Biraz güler misin? Çok güzel oldun,” dedi Hümeyra saçlarımla olan işini nihayet bitirdiğinde. Hafif dalgalar katarak hareketlenmelerini sağlamıştı. Tuvalet masasının önündeki pufta oturuyordum ve kendimi tamamen Hümeyra'nın maharetli ellerine bırakmıştım. Makyajımı yapmış, saçlarımı şekillendirmişti. Ortaya çıkardığı eser gerçekten güzeldi, ancak bana rahatsızlık veren gideceğimiz mekân ve gireceğimiz dünyaydı. Üstelik açıkça bu gece tehlikede olacağımı öğrenmiştim, gerginliğimin esas kaynaklarından biri de buydu.
“Ruju biraz daha sürmeli miyim?”
“Bence bu kadar yeterli, lütfen,” dedim sesimin yalvarır gibi çıkmasına engel olamazken. Dudaklarım kıpkırmızıydı. Kabul etmeliydim ki kırmızı rengini seviyordum. Kumral saçlarıma ve mavi gözlerime en çok kırmızıyı yakıştırırdım ama bu gece için kot pantolon ve gömlek giymeyi, işten çıktığım gibi gitmeyi tercih ederdim.
“Hem teklifi kabul ediyorsun hem de isteksiz duruyorsun,” dedi Hümeyra kaşlarını çatarak. “Gitmek istemiyorsan neden kabul ettin?”
“İsteksiz değilim ama... sence de...” Ne diyeceğimi bilemeyerek etrafa bakındım. En sonunda gözlerim yine aynadaki aksimi bulduğunda, “Böyle çok iddialı olmadı mı?” diye soruverdim.
“Oraya hayatımızda kaç kez gideceğiz ki? O yüzden bu geceyi iyi değerlendirmeliyiz. Hayatımızdaki en güzel gece gibi, tamam mı?”
Yavaşça kafamı sallarken gülümsemeye çalıştım. Hümeyra, Yeraltı Kulübü’nün adını duyduğu anda deliler gibi sevinmişti. Böyle bir teklifi öylece kabul etmeyeceğimi bildiği hâlde sorgulamamıştı bile. Ben de kafamızı dağıtmamız için önümüze çıkan şans olduğundan bahsederek durumu geçiştirmiştim.
“Herkesin böyle patronu olur inşallah, adamı şimdiden sevdim. Bayağı zengin olmalı, neden işi bitmiş bir kafeyi almış ki? Tuhaf.”
“Yatırım amaçlıymış.”
“Bence daha çok har vurup harman savuracak parası var gibi,” dedikten sonra umurunda değilmiş gibi omuz silkti. “Boynun boş görünüyor, uygun bir kolye takmalıyız.”
Tam da bu sırada diğer odada hazırlanmakta olan Yonca seslendi. “Hümeyra, fermuarımı kapatır mısın?”
“Tamam canım geliyorum.”
“Ona hangi elbiseni verdin?”
“Fuşya olanı beğendi. Tam ona göre, çok açık değil, sıfır dekolte, sıfır hareket,” dediği sırada gözlerini devirdi. “İkiniz de benim arkadaşım olamayacak kadar sadecisiniz.”
Gülümsedim. “Çok güzel görünüyorsun,” derken aynadan onu izliyordum. Işıl ışıldı. Gümüş payetli elbisesinin içerisinde resmen parıldıyordu. Hümeyra güzel bir kadındı, ancak makyajla bambaşka bir güzelliğe erişirdi. Görenin bir kez daha dönüp bakacağından emindim. Sanırım bu gece Yavuz'un işi hayli zor olacaktı.
“Yonca'ya yardım edeyim ve sonra hemen çıkalım olur mu? Yavuz’u çok beklettik.”
Kafamı sallayarak onu onayladım. Hümeyra topuklu ayakkabılarından çıkan hoş sesle birlikte odadan ayrılarak Yonca'nın yanına geçti. İkisinin kendi aralarında konuşmalarını yarım yamalak duyarken gözlerim yeniden aynadaki aksime düştü. Oraya yansıyan mavi gözlerimdeki korkuyu, endişeyi görebiliyordum. Ne kadar maskelemeye çalışsam da belliydi. Eğer Hümeyra kendisini Yeraltı Kulübü’nün heyecanına bu kadar kaptırmamış olsa o da bu farklılığı okuyabilirdi.
Derin bir solukla ciğerlerimi şişirdiğimde omuzlarım havalandı. Cesur'la yeniden karşılaşacağımı bilmek beni anlamsızca geriyordu. Kafenin Akın’a devredilmesi saçmalığını ve bu geceki tehlikenin ne olduğunu ondan öğrenme niyetindeydim. Ben onları yanımda istemedikçe daha çok ayağıma dolanmaya başlamışlardı. Bunun ya şimdi önünü alırdım ya da beni ele geçirmelerine izin vermiş olurdum.
Soluğumu gürültüyle dışarıya verirken bomboş görünen boynuma gözlerim ilişti. Hümeyra haklıydı, bir kolyeye ihtiyacım vardı. Tuvalet masamın çekmecesini karıştırarak takılarımı koyduğum küçük kutuyu çıkardım. İçerisindeki birkaç kolye arasında kaybolmuş başka bir kutu daha vardı. Gözlerim doğrudan onu bulduğunda diğerlerini eleyerek minik kutuyu çıkarıp kapağını açtım. Bu kolye benim için çok özeldi. Yetimhaneye ilk bırakıldığım dönemde tanıştığım çocuklardan birinin armağanıydı; Sarp'ın. Onu hiç unutmamıştım ve unutmayacaktım. Tüm o kaybolmuş hâlimi toparlayan, beni yeniden ayağa diken ve bana hep destek olan bir çocuktu. Ona minnettardım. Ailesi tarafından bulunup alınmamış olsa ve aramızdaki bağ kopmamış olsa hâlâ hayatımda olacağından emindim. Ancak ne kadar giderken günün birinde mutlaka geri döneceğini söylese de ve hatta bu kolyeyi de sırf o yanımdaymış gibi hissedeyim diye bana bırakmış olsa da geri dönmemişti. Aradan yirmi koca yıl geçmişti. Ne zaman bu kolyeye baksam anılar zihnimde canlanırdı ve onu özlediğimi hissederdim.
Zamanın gazabına uğramış olan kolyeyi özenle kutusundan çıkardım. Zinciri artık solmuş ve eskimişti. Ortasında bulunan bozuk para büyüklüğündeki yuvarlakta aslan ayağına benzer motif vardı ve arka kısmında Sarp yazıyordu. Ne kadar koruyup kollamış olsam da onca yıl içerisinde üzerinde onlarca çizik oluşmuştu. Artık fazlaca eskidiği için zarar görmesinden ya da onu kaybetmekten korkuyordum. Bu yüzden onu kutusunda saklardım ve çoğunlukla takmazdım. Ancak bu gece için kullanabileceğimi düşündüğüm sırada Hümeyra kapıda belirerek, “Sakın o tarihi eseri takacağım deme,” dedi homurdanır gibi. Ardından hızla gelip takı kutumu karıştırdı ve birini seçerek boynuma taktı.
“Bu daha güzel oldu. Diğerini çok sevdiğini biliyorum ama kötü görünüyor. Sana kaç kez yaptırmayı teklif ettim, onu bile kabul etmiyorsun. Bu yüzden onu takmana izin vermiyorum.”
Su damlası şeklinde uzanan ucu göğüs çatalıma doğru düşen kolyenin üzerinde küçükten büyüğe doğru sıralanmış taşlar vardı. Elbiseyle iyi bir uyum yakaladığını göz ardı edemezdim. Sarp'ın kolyesini özenle kutusuna geri koyarken Yonca nihayet kapıda görünebildi.
“Abla çok şık olmuşsun. Erkek olsam seni kaçırmazdım.”
Saf bir hayranlıkla konuşması ikimizi de güldürdü. Yavaşça yerimden kalkarak topuklu ayakkabılarımın üzerinde dikildim. İkisi de benden daha yüksek topuklular giymiş olsa bile hâlâ ikisinden de uzun duruyordum.
“Ah, gelin, kardeş kucaklaşması yapalım. Ne zamandır böyle bir fırsatımız olmamıştı. Bu gece bize ilaç gibi gelecek,” dedi Hümeyra kollarını açıp Yonca ve beni davet ederken. Sanki bunu bekliyormuşuz gibi ikimiz de hızla atıldık. Üzerimizden taşan parfüm kokuları birbirine karıştı ve yüzümüze koca gülümsemeler yerleşti. Hümeyra'nın telefonu çalmaya başladığında arayanın Yavuz olduğunu bildiğimiz için dudaklarımızdan kıkırtılar döküldü. Adam aşağıda bir saate yakındır bekliyordu ve hazırlanmakla meşgul olduğumuzu bildiği için yukarı çıkmamıştı.
“Ağaç oldu canım sevgilim,” dedi Hümeyra çağrıyı cevaplandırıp çıkmak üzere olduğumuzu söylemeden önce.
Birlikte aşağıya inip Yavuz’un arabasına bindiğimizde ve ondan tonlarca iltifat aldığımızda var olan heyecanım biraz daha artmıştı. Gergindim, stresliydim ve aynı zamanda midem kasılacak şekilde heyecanlıydım. Bunun kaynağı neydi çözemiyordum.
“Üç güzel kadını yamyamlardan nasıl koruyacağım şimdi? Sakın yanımdan ayrılmayın ve çok içmeyin,” dedi Yavuz sıkıntıyla. Onu her zaman jilet gibi takım elbisesinin içerisinde görmeye alışık olduğum için dağınık saçları ve sadece siyah bir gömlekle oluşu gözüme tuhaf gelmişti.
“Üzgünüm ama ben içeceğim. Bu gece evden çıkabilmek için kırk takla attıktan sonra kafamı dağıtmadan dönmem,” dedi Yonca. Ön koltukta, sevgilisinin yanında oturan Hümeyra kıkırdayıp, “Kaç kez Yeraltı Kulübü’ne gidebileceğiz ki dibine kadar eğlenelim. Umarım içkiler bedavadır. Patronunuzla tanışabilecek miyiz? Adama teşekkür etmem lazım, bence büyük bir teşekkürü hak ediyor,” dedi Akın'ın cömertliğini takdir edercesine. Bilmediği bu cömertliğin tamamen düzmece olduğuydu.
Devam eden sohbetteki ana konu Yeraltı Kulübü’ydü. İçerisini merak ediyorlar ve bunun üzerinde konuşup duruyorlardı. Sessiz kalmayı tercih etmem sanırım bir tek Yavuz'un dikkatini çekmişti. Dikiz aynasından bana attığı birkaç bakışta gözlerinde biriken soru işaretlerini yakalamıştım. Şüphelenmemesi tuhaf olurdu, çünkü beni iyi tanıyordu ve Hümeyra ile Yonca gibi kulübün büyüsüne kapılarak heyecandan hiçbir şeyi göremez durumda değildi.
Söylenilen saate doğru kulübün sokağına ulaştığımızda gerginliğim iyice tırmandı. İlk gelişime oranla sokak çok daha canlı ve kalabalıktı. Peş peşe dizilen araçlar valeler tarafından alınıyordu. Yavuz aracı onlara teslim etmek için yanaştığında kalbim delicesine atmaya başladı. Kulübün adının yazılı olduğu ışıklı tabeladan gözlerimi alamıyordum.
Bir süre önce buraya ölüme gönderilmiştim.
Şimdiyse yaşayabilmek için içeri girecektim.
Hümeyra ve Yonca araç durduğu anda heyecanla aşağıya indiğinde bir süre öylece kalkakaldım, elimi kaldırıp kapıyı açacak gücü kendimde bulamadım. Buraya ilk gelişimi, taksiden inip tereddütle kapıya yaklaşışımı, korumalarla konuşmamı birer birer hatırladım. Gözlerimin önüne düşen anılarda yüzüm hep korku çizgileriyle doluydu.
“Nehir, sen iyi misin?” diye sordu Yavuz. Aracın kapısını açsa da inmemişti. Tek kaşı durumu sorgularcasına havadaydı. “Bir sorun mu var?”
Gülümsemeye çalıştım. “Hayır, yok. Sadece biraz heyecanlıyım.”
Başka bir şey söylemesine ve eşelemesine izin vermeden hızla araçtan indim. Dışarıya adım atar atmaz kapıdaki görevlilerin göz hapsine girdiğimi fark edince ciğerlerimi titrek bir solukla şişirdim. Korumalardan biri kulağındaki kulaklığa dokunarak bir şeyler söyledi. Muhtemelen geldiğimizi içeriye haber etmişti.
“Bizi kapıdan kovmazlar değil mi?” diye sordu Hümeyra, sesindeki endişeyi yakalamıştım. Her ne kadar şaka yollu konuşmuş olsa da kendisini bu mekâna girip çıkanlarla bir tutmadığını anlayabiliyordum. Ona göre bizim gibi sıradan birilerinin buraya girebilmesi imkânsız gibi bir şeydi.
“Kovarsalar olay çıkartırım,” dedi Yonca kıkırdayarak. “Sanırım patronun adını vermemiz yeterli olur.”
“Adı neydi şu mübarek, patronların en hası olan adamın?”
“Akın Çağlayan. Biraz garip, uyuz bir tipe benziyor. Yine de jesti için bile onu sevebilirim.”
Yüzümü ekşitmekten kendimi alamadım. Acaba onu gerçekten tanısaydılar hakkında yine bu şekilde konuşur muydular merak ediyordum. Ayrıca soyadlarının aynı olmasından yola çıkarak anladığım kadarıyla Akın, Cesur'un gerçekten kardeşiydi, lafın gelişi ona abi diye seslenmiyordu.
Kapıdan girerken hiçbir sorun yaşamadık, korumalar yolumuzu açmak dışında hiçbir şey yapmadı. Hümeyra ve Yonca önden ilerlerken etrafın büyüsüne kapılmış, hayran hayran sağa sola bakınıp duruyorlardı. Yavuz’un geriden geldiğini düşünüyordum ta ki, “Açıkçası bundan pek hoşlanmadım,” dediğini duyana kadar. Hemen yanımdaydı.
“Hangi işveren elemanlarını böyle bir yere götürür? Çok pahalı bir mekân. Adam o kadar zenginse neden işi bitmiş bir kafeyle uğraşıyor?”
Elbisemin etek kısmını düzeltme bahanesiyle zaman kazanmaya çalıştım. Ona geçerli nedenler sunmam gerekiyordu, şüphesini uyandırmak istemiyordum. “Bazı zenginlerin şımarıkça para harcamalarını bilirsin. Sanırım yeni heyecanlar peşinde,” dedim omuz silkerek. “Kafenin etrafındaki dükkanları da satın almış, genişletecek. Aslında yer merkezde sayılır, güzel işletilirse iyi kazandırır. Eski patron pek üzerine düşmüyordu, yenisi olması gerektiği gibi ilgileneceğe benziyor.”
Yavuz iç geçirdi. “Bilmiyorum beni rahatsız eden bir şeyler var.”
“Onunla tanışırsın, belki tanıştığında bu rahatsızlığın kaybolur,” dedim topu Akın'a atarak. Madem işe karışmıştı bazı problemleri onun çözmesi gerekiyordu. Yavuz beni onaylarken tam da aslan heykelinin yanından geçiyorduk. Heykelin vahşi çehresi içimi buza döndürdüğünde yutkunmaktan kendimi alamadım. Bazı ailelerin kendilerine seçtikleri simgeler olduğunu bilirdim. Bunu genelde güçlü aileler yapardı. Simgelerinin yer aldığı her şey onlarındı ve dokunulmaz sayılırdı. Önden yapılan ufak bir uyarı gibiydi. Bir aileye ait olduğu bilinen simge bir yerde ya da birinin üzerinde görüldüğünde oradan uzaklaşılırdı. Anladığım kadarıyla aslan da Cesur ve ailesinin simgesiydi. Akın'ın boynunda, kulağının arkasında bile dövme olarak bu simge yer alıyordu. Onlar uzak durulması gerekenlerdi, ancak benim için bu saatten sonra öyle bir şans yoktu.
Asansörlerin önünde sağa sola bakınan ve bizi bekleyen Hümeyra ve Yonca'ya baktım. Benim için artık şans yoktu, evet, ama onlar için her zaman vardı. Bense onları buraya sürükleyerek tehlikeye atıyordum. Bir an için geri dönmeyi düşündüm, adımlarım kesildi. Tüm bunlar saçmalıktan ibaretti. Geri dönmeli, ailemi toplayıp kaçabildiğim kadar kaçmalıydım.
Yavuz yanımdan geçip Hümeyra'ya elini uzatarak onu göğsüne çekti ve eğilip çıplak omzuna dudaklarını bastırdı. Bu sırada ciğerlerime derin bir soluk çekerek kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Cesur'la konuşacaktım, içimi rahatlatması gerekiyordu, daha doğrusu içimi rahatlatmak zorundaydı.
“Asansörle mi çıkalım yoksa merdiveni mi kullanalım? Yeraltı Kulübü yerin altında değil miydi? Kafam karıştı.”
Hümeyra'nın çaresiz kalmış gibi kaşlarını kaldırarak konuşması kulaklarıma ulaştı. Üst kata çıkan merdivenler vardı ve nereye gittiğini bilmiyordum ama kulübe nasıl gidileceğini biliyordum. Hızla ilerleyerek çağrı düğmesine basıp kapıların açılmasını sağladım ve herkesten önce asansöre bindim. Yüzümü onlara dönünce beni tuhaf bakışlarla izlediklerini fark ettiğimde gülümsemeye çalıştım.
“Gelin, kulüp aşağıda. Bir dergide okumuştum.”
Neyse ki pek de üzerinde durmadılar. Asansör aşağıya doğru hareket etmeye başladığında müzik sesi gittikçe güçleniyordu, tıpkı kalp atışlarım gibi. Sonra asansör durdu, kapılar açıldı ve müzik hızla kulaklarımıza saldırdı. Bu şarkıya aşinaydım, Dharia’nın August Diaries adlı parçasının remix versiyonuydu ve kesinlikle coşkulu bir müzikti. Hümeyra ve Yonca'nın heyecanla çığlık atmalarını duyduğumda gülümsemekten kendimi alamadım. Her şey bir yana ciddi anlamda mutlu görünüyorlardı. Belki de tüm kuruntularımı kenara bırakmalı ve onların neşesiyle neşelenmeliydim.
“Akın Bey'i görebiliyor musun?” diye sordu Yonca. Yanıma yaklaşmış ve duyabilmem için biraz bağırmıştı. Etrafta şöyle bir göz gezdirdiğimde bar kısmındaki Özgür'ü fark ettim. Ancak Akın ya da Cesur'dan iz yoktu. Kafamı iki yana sallayarak cevap verirken Hümeyra sabırsızca Yavuz'u ve Yonca’yı kollarından tutarak çekiştirdi.
“Boş verin, illa ki buluruz ilerleyen dakikalarda. Hadi biraz eğlenelim, hadi.”
“Ben önce bir şeyler içeceğim,” diyerek geride kalıp onların dans edenlere karışmalarını izledim. Işıklar göz alıcıydı ve müzik insanın kanını kaynatırcasına coşkuluydu. Gözlerim birini arıyormuş gibi etrafta dolana dolana bar kısmına yaklaştım. Özgür'ün beni fark etmesi pek uzun sürmedi. Bakışları üzerime odaklandığında yüzüne serseri sırıtışlarından biri kondu ve ıslık çaldığını duydum.
“Vay vay vay, ben de diyorum mekânın ışığı birden neden arttı. Göz alıcısın Nehir.”
İltifatına karşılık vermedim. Özgür sıcakkanlı, neşeli ve yakındı; ancak en az diğerleri kadar tehlikeli olduğunu biliyordum. Kafama silahını dayamış, korkudan ölebileceğimi umursamadan beni korkutmuştu. Ona baktığımda bu anıyı hatırlamayı bırakabilir miydim emin değildim. Bu yüzden beni güzel karşılamasını görmezden geldim.
“Hafif bir şeyler verir misin?”
Hızla shaker bardağını kaparak kokteyl karışımlarından birini yapmaya koyuldu. “Görüşmeyeli nasıl gidiyor? Herhangi bir sorun var mı?” diye sorduğunda niyetini çözmeye çalıştım. Beni düşündüğü için mi soruyordu yoksa laf olsun diye mi konuşuyordu emin olmak kolay değildi.
“Aslına bakarsan hayatıma girdiğinizden beridir işler pek de yolunda gitmiyor,” dedim çekinmeden. Buraya ilk geldiğinde korkudan olduğu yerde titreyen kadın değildim. Elbette yine korkuyordum ama artık her şey kontrolüm altındaydı.
“Aslına bakarsan,” diyerek beni tekrarladı. “İlk önce sen bizim hayatımıza girdin.”
“En azından ben çıkmasını bildim, değil mi? Siz onu yapmadınız.”
Hazırladığı kokteyli bardaklardan birine boşaltarak önüme bıraktı. Ardından da ellerini tezgâha dayayarak hafifçe bana doğru eğildi. “Eğer hayatından çıkarsak ortada hayatın falan kalmayacak, bundan haberin var mıydı?” diye sorduktan sonra cevabı hatırlamış gibi duraksadı. “Ah, tabii ki var! Yoksa tekrar buraya neden gelesin, değil mi? Hem de arkadaşlarınla. Şu kıvırcık saçlı kız için kendini tehlikeye atmıştın sanırım? Neydi adı, Hümeyra mı?”
Sırıtan yüzüne karşılık ben de güldüm, ancak bu gülüş fazlasıyla soğuktu ve gözlerimden taşan alevler onu tutuşturmak istercesine kuvvetliydi. Önüme bıraktığı bardağa parmaklarımı sararken, “Onun adını ağzına alma,” diye uyardım. “Yaptığınız iyiliğin altına yeni tehditler mi yatıyor yoksa?”
“Bak, bizimle dikleşmek sana bir şey kazandırmaz. Seninle iyi olabiliriz Nehir, bu senin elinde,” derken samimi görünüyordu ve benimle uğraşmayı bırakıp geri adım atmıştı. “Emin ol kazançlı çıkarsın. Ve tabii ki tehdit falan yok. Dilediğin gibi eğlen, seni koruyor olacağız.”
“Neden bunu yapıyorsunuz anlayamıyorum? Sadece Tolga’yı daha çok delirtmek için mi? Altında başka bir şey aramalı mıyım?”
“Orasını abim bilir, o ne derse o.”
İçkimden yavaşça yudumladım. Tadı yumuşacıktı ve kesinlikle güzeldi. “Onunla görüşmem gerek,” dediğim sırada hemen sağ tarafımda benim yaşlarımda bir adam belirdi. Yüzü tanıdıktı, sanırım ünlülerden biriydi, ancak adını hatırlayamıyordum. Uzun saçlarını ensesinde bağlamıştı ve sakalları da hayli uzundu.
“Selam Özgür, bir cin yolla dostum,” derken Özgür'ü iyi tanıdığı her hâlinden belliydi. Üzerine oldukça bol gelen tişört giymeyi tercih etmişti ve pantolonu yırtıklarla doluydu. Boynundan sarkan onlarca kolye en çok dikkatimi çeken noktasıydı. Göz ucuyla da olsa kendisine baktığımı fark ettiğinde sanki fırsatını bulmuş gibi, “Merhaba,” diye atıldı.
“Merhaba,” dedim içkimden yudumladıktan sonra. Gözlerindeki ilgiyi görmememin imkânı yoktu. Kabul etmem gerekirse kesinlikle çekici bir adamdı ama yanlış kadını gözüne kestirmişti. Hiçbir zaman öylesine ilişkilerin kadını olmamıştım, ki zaten elle tutulur herhangi bir ilişkim bile yoktu.
“Gözlerinizin tonu ne kadar da farklı. Daha önce hiç böyle canlı mavi görmemiştim. Nadir yetişen çiçek gibi.”
Gözlerim çoğu mavi gözlünün sahip olduğu kadar sıradan bir maviydi, bunu biliyordum. Yine de çabası karşısında kendimi gülerken buldum. “Teşekkür ederim,” dediğim sırada Özgür'ün, “Bu Yiğit'lerin kaderi yanlış kadına düşmek sanırım,” diye homurdandığını duydum. Yanımdaki adamın da dikkatini çekmiş olacak ki, “Bir şey mi dedin dostum?” diye sordu.
“Yok be Yiğit'im sen keyfine bak,” dedi Özgür geçiştirir gibi. Ardından bana döndü. “Abim orada.”
Çenesiyle gösterdiği yere omzumun üzerinden kafamı çevirerek baktım. Kalabalığı tarayan gözlerim Cesur'u nokta atışıyla buldu, oysa etrafa ilk baktığımda onu görememiştim. Bu açıdan tamamen merkezi konumda olan bir locada oturuyordu. Akın da yanındaydı ve başka bir adam ile dört kadın daha vardı. Ancak Cesur'un bakışları doğrudan benim üzerimdeydi, hatta içkisini dudaklarına götürürken bana öyle keskin bir bakışı vardı ki bir an için nefes alamamıştım. Geldiğim andan beri burada olduğunu ve beni fark ettiğini bilmek tüylerimi diken diken etmişti.
Yanımda benimle konuşmaya çalışan adamın sözleri kulaklarıma bile ulaşamadan yavaşça oturduğum koltuktan indim. Yanına gidip uluorta onunla konuşamazdım. Kısaca etrafta göz gezdirdiğimde Hümeyra ve Yavuz'u birbirlerine sarılarak gülüşürken ve Yonca’yı da adamın biriyle tatlı tatlı konuşurken yakaladım. Keyifleri yerinde görünüyordu. Yine de odak noktaları her an bana dönebilirdi ve onların yanında Cesur'la konuşurken yakalanırsam durumu açıklamam çok zor olurdu. Bu yüzden uzaklaşmaya karar verdim. Arka tarafa açılan kısma doğru ilerlerken Cesur'a baktım. Peşimden geleceğini biliyordum, ki beni yanılmayarak ayağa kalktığını görmem çok uzun sürmemişti. Hızla önüme dönüp nedensizce yükselen nabzımı bastırmaya çalışarak adımlarımı düzgün atmaya özen gösterdim. Tehlikeli bir adamın peşine düştüğü avıymış gibi hissetmekten kendimi alamazken kuruyan boğazımı ıslatmak adına birkaç kez yutkundum.
Nihayet arka tarafa ulaştığımda bir nebze daha sessizliğe erişebilmiştim. Lavaboların ve dövüş geceleri soyunma kabinleri olarak kullanılan kısmın bulunduğu koridora girmek istemedim, bana o geceyi hatırlatıyordu. Bunun yerine kızıl ışıklarla aydınlatılmış diğer koridora girdim ve köşeyi döner dönmez sırtımı duvara yaslayarak beklemeye başladım. Kızıl ışık canlıydı, tüm ayrıntıları netçe görebiliyordum.
Bana yaklaşan adım seslerini ayırt edebilmek için tüm dikkatimi toplamıştım. Kalbim delicesine atıyordu ve göğsüm körük gibi inip kalkıyordu. Neden bu denli tepki verdiğimi çözemiyordum. Kendime sakin olmayı emretmelerim Cesur'un da köşeyi döndüğünü görmemle havaya karıştı, yutkunamadım. Tam önümde durduğunda koridorun darlığından dolayı aramızda pek de mesafe kalmamıştı. Yavuz da bu gece siyah gömlek giymişti ve onun gibi onlarcası bunu tercih etmişti, ancak şöyle bir gerçek vardı ki hiçbiri Cesur kadar iyi taşımıyordu. Gömleğinin üstten açık olan birkaç düğmesinden görünen vücudu bir kaya gibi sertti. Özenle yontulmuş, şekil verilmiş heykeller gibiydi.
“Hoş görünüyorsun,” dediğinde bakışları üzerimde değil doğrudan gözlerimdeydi. “Çok,” diye sonradan ekleme yaptığındaysa başka zaman olsa, onunla başka şartlar altında tanışmış olsam buna gülebilirdim.
“Bana açıklama yapman gerekiyor,” dedim içime titrek bir soluk çekerken. Bakışları ağırdı ve karşısında kendimi çıplak kalmış gibi hissetmeme neden oluyordu.
“Sor, ne bilmek istiyorsun?”
Neden her konuştuğunda vücuduma iğneler batıyordu? Ses tonunun tokluğundan ya da duruşundan bile kendine güven akmasından mı kaynaklıydı? Yoksa Özgür içkime başka bir şeyler mi karıştırmıştı? Ya da özel bir anmış gibi süslenip püslenip hazırlandığım için mi tuhaf hissediyordum?
“Bana neden o kadar dikkatli bakıyorsun?” diye sorduğumda kesinlikle sormayı düşündüğüm soru bu değildi. Dudakları kıvrıldı, gülüşü tüm ilgimi çekerken gözlerimin oraya kaymasına engel olamadım.
“Kırmızının başka bir tene bu kadar yakışmayacağını düşünüyordum,” dediğini duyunca aldığım soluk boğazıma kaçtı. “Bundan sonra tek seçeceğin renk bu olmalı.”
Boğazımı temizleyerek kendimi toparlamaya çalıştım. Nasıl tanıştığımızı bilmesem aramızda bir çekim olduğunu ya da beni tavlamaya çalıştığını düşünebilirdim. Ama neyse ki bunlar seçenekler dâhilinde bile değildi.
“Akın'ın-"
“Ben gönderdim,” dedi hızla. “Artık orası bana ait. Bana ait bir yerde çalışacaksın.”
Kelimelere yaptığı vurgu mideme krampların saplanmasına neden oldu. “Böyle bir şeye ne gerek vardı?”
“Güvenliğin için en uygunu buydu. Merak etme Akın göz önünde olmayacak.”
Yutkundum. “Güvenliğim bu kadar mı önemli?”
“Seni koruyacağımı söylemiştim. Bana inanmamış mıydın?”
“Ama... ama tüm bunlar biraz fazla değil mi?”
“Sınırım yoktur. Sınırları sevmem.”
İşte yine altından tonlarca anlam çıkartabileceğim şeyler söylüyordu. Açıkça sınırsızlığına değinmesi beni ürkütmeliydi, ancak daha çok kalp atışım hızlanmıştı.
“Bu gece... neden buradayım?”
“Tolga’nın harekete geçeceği yönünde haber aldım. Hiçbir yerde buradaki kadar güvende olmayacağın için buradasın.”
“Bu geceyi atlattım diyelim. Peki ya yarın?”
“Bu gece ona açıkça senin dokunulmazlığını ilan ettim,” dediği sırada terleyen avuçlarımı sıktım. Bir an önce soluklarımı düzene koymalıydım. “Artık sana saldırmaz, saldıramayacağını bilir.”
“Onu üzerine çekiyorsun, tehlikeli değil mi?”
Güldü. Öyle bir gülüştü ki tehlike zaten benim der gibiydi. “Aramızda kapanması gereken defterler var ve onun doğrudan bana saldırmayı artık öğrenmesi gerekiyor.”
“Siz... düşmansınız, değil mi?”
Kısaca kafasını salladığında tüm vücudumun gerildiğini hissettim. “Çok düşmanın var mı?”
“Her zaman oldu, her zaman olacak.”
“Çünkü bu dünya böyle bir kuyu,” dedim kendi kendime konuşur gibi ama beni duymuştu. Bunu gözlerinin hafif kısılmasından anlamıştım.
“Bir şeyler biliyorsun,” dedi kendinden emin bir tavırla. “Yetimhanede büyüyen, sicili tertemiz olan birine göre çok şeyler biliyorsun.”
Telaş hızla kanıma karışmaya başladı. “Beni mi araştırıyorsun?”
“Sorun yanlış,” derken güldü, ancak bu gözlerine ulaşamayan bir gülüştü. “Kaçıncı kez araştırıyorsun diye sormalısın.”
Allah'ım bacaklarım titremeye başlamıştı. Geçmişimin kurcalanması asla isteyeceğim bir şey değildi. Toplanıp sandığa gömülen ve üzerine tonlarca toprak atılan gerçekliklerin ortaya çıkması benim için ölüm çanlarının çalması demekti.
“Nehir,” dedi yine adımı tuhaf bir vurguyla telaffuz ederek. Bana bakışları donuklaşmıştı, bir sorun vardı. “Kaç yaşındasın?”
“Zaten biliyorsun-"
“Sadece cevap ver.”
“Yirmi sekiz,” dedim büründüğü garip hâli çözmeye çalışırken.
“Hangi yetimhanede kaldın?”
Kaşlarım daha derinden çatıldı. Bunları sorgulaması beni kuşkulandırıyordu, sanki bir şeyleri bilir gibiydi ve teyit etmeye çalışıyordu.
“Beyazıt'ta kaldım.”
“Adın Nehir,” dedi.
“Adım Nehir,” dedim. Boğazıma bir ilmek dolandı, nefes alamadım. Cesur tekrarladı.
“Adın Nehir.”
Kafamı salladım. “Beni araştırmakla vakit kaybetme. Bana baktığında ne görüyorsan o kadarım, oyum.”
“Sana baktığımda ne görüyorsam o değilsin,” dedi aynı soğuk tebessümle. Ardından sanki bu garip konuşma hiç olmamış gibi, “İçeri geç, yokluğun dikkatlerini çekmesin. Yavuz şüpheleniyor, gözleri üzerindeydi,” dedi.
Yavuz'u tanımasına şaşırmadım. Şaşırdığım nokta Yavuz'un benim hâl ve hareketlerime dikkat ettiğini bile biliyor olmasıydı. “Sen nasıl-" diye söze girmiştim ki vazgeçtim. Kafamı hafifçe iki yana sallayıp, “Bu kadar etrafımda olma,” dedim daha sonra. “Bu yanlış.”
Umursamadı. Geçmem adına kenara çekilip yolumu açtı. “Evimde dilediğince eğlen, sorunları düşünmeyi bana bırak.”
Kendimi kafamı sallarken bulsam da sorunlar aklımdan çıkacak gibi değildi. Yine de üstelemedim. Yaslandığım duvardan destek alarak bedenimi öne ittirdim ve ona son kez baktıktan sonra yavaşça arkamı döndüm. Henüz iki adım atmıştım ki, “Daha sık kırmızı giymelisin,” dediğini duyunca adımlarım sekteye uğradı.
“Bu renk senin için yaratılmış.”
Arkama dönüp bakmadım, hiçbir şey söylemedim. Hızlı adımlarla, kaçar gibi oradan uzaklaştım. Peşimden gelmedi, gelmediği için memnundum. Onu görmeden birkaç dakika geçirip kendimi toparlamaya ihtiyacım vardı. Garip bir şekilde yanındayken değişik hissediyordum. Kabul etmem gerekirse haddinden fazla ilgili tavrından, beni koruma ısrarından ve yıkılmaz bir dağ gibi durmasından etkilenmiştim. Davranışlarının altındaki nedenleri sorgulamayan, çıkarları olduğunu umursamayan bir yanım vardı. İşte bu yanımı öldürmek pahasına ondan kurtulmalıydım. Aksi hâlde işler istemediğim bir hâle bürünebilirdi.
Kulübe yeniden döndüğümde Yavuz, Hümeyra ve Yonca'yı Akın'la aynı locada otururken buldum. Beni ilk fark eden Yonca oldu ve yanına çağırmakta gecikmedi. Saatler saatlere eklendi, sohbetler uzadı, müzik hiç durmadı ve ben kafamı dağıtmak adına bir şeyler içip durdum. Gözlerim sürekli etrafta gezindi, ancak bir daha aradığım kişiyi göremedim.
Gecenin sabaha erişmeye yüz tuttuğu vakitlerde ancak kulüpten çıkmak için hareketlendik. Hümeyra ve Yonca kollarını birbirlerinin omuzlarına atmış, kafalarını tokuşturmuş bir vaziyette birlikte şarkı söyleyerek asansörden çıktılar. Bayağı içmiş ve eğlencenin dibine vurmuşlardı. Bense çakırkeyiftim. Onları dudaklarımdan ayrılmayan sırıtışla izliyor birkaç adım peşlerinden ilerliyordum. Yavuz da yanımdaydı ve o araba kullanacağı için bir bardaktan fazlasını içmemişti. Aramızda en çok kendisinde olan oydu.
“Akın’ı sevdim, aklı başında, düzgün biri.”
Güldüm. Saatler önce şu anda çıkmak üzere olduğumuz kapıdan içeriye girerken ki tereddütleri Akın'ın ona dostuymuş gibi davranmasıyla erimişe benziyordu. Bundan hem memnundum hem de değildim.
“Senden onay aldıysa iyidir.”
“Senin de kafan iyi değil mi? Çok içtiniz, hiç laf dinlemiyorsunuz.”
Kendi kendime kıkırdadım. “Aklı başında patronumuz yarın bize kıyak geçti, iş yok.”
Yavuz homurdandı, ben yeniden kıkırdadım. Nihayet dışarıya çıktığımızda serin hava yüzüme çarparak az da olsa beni kendime getirdi. Korumaların yanında dikilen Tuna'yla kısa bir anlığına göz göze geldiğimde kafasını eğerek bana selam vermesini aynı şekilde karşıladım. Valelerden biri aracımızı getirmek için ortalıktan kayboldu. Ve sonra sokağın başından bir araç çıktı, hızlıydı. Virajı alırken çıkardığı acı fren sesi kulaklarımda uğuldadı, uğursuzluğu sezen kalbim tekledi. Yola yakın duran ve hâlâ umarsızca şarkı söylemeye devam eden Hümeyra ve Yonca'ya gözlerim kaysa da hiçbir tepki veremedim, her şey çok hızlı gelişti. Siyah transtorper önümüzden geçerken arka kapısı açıldı.
İki namlu dışarıya uzandı ve onlarca kurşun sıkıldı.
×××