@yazarimsibirileri
|
Nefes al. Göğsüm ağrıyor. Göğsüme keskin, sivri bir şey batıyor. Nefes ver. Kalbim kasılıyor, yerine sığmıyor; eziliyor. Kalbim ölüyor. Nefes al. Yaşıyorum. Kalp atışlarım o kadar yükseliyor ki beni sağır ediyor, hiçbir şey duyamıyorum. Hızlı hızlı nefes alıyorum ama ciğerlerime dolan oksijen değil; kan kokusu, zehir. Kurşunlar sustuğunda geriye basıp giden araçtan çıkan kulak tırmalayıcı ses kaldı. Onlarca adamın etrafıma doluştuğunu çıkan bağrışlardan anlayabiliyordum. Yüzüm birinin göğsüne gömülüydü ve beni sıkı sıkı tutuyordu. Bu Tuna'ydı. Silahlar ortaya çıktığı saniyede üzerime atılmış, beni hedef tahtasından çekmişti. O kadar hızlıydı ki zaman kavramını yitirmiştim. Aslında korkunun esiri olduğum için şaşkındım. Birinin bana sert bir yumruk atmasına ihtiyacım vardı, çünkü zihnimin içerisinde deli gibi dolansam da çıkış yolunu bulamıyor, girdiğim şoktan çıkamıyordum. “Siktir, kaçtılar!” “Kimdi lan bunlar?” “Tolga Zafer'in adamlarıydı!” Beni kendime getiren yumruk işte bu oldu. Tenim acımadı, canım acıdı. İrkildim. Buz gibi bir su saç diplerimden başlayıp şakaklarımdan kayarak aşağıya doğru indi, geçtiği yollardaki kan akışımın durduğunu hissettim. Tuna'nın beni kulübe doğru sürüklediğini fark ettiğimde kafamın içerisinde bir tuşa basılmış gibi kendime gelip ondan kurtulmaya çalıştım. “Bırak! Bırak beni! Hümeyra! Bırak beni dedim sana! Yavuz’u Yonca'yı göreceğim, bırak beni!” Çığlıklarım tüm sokağı inletiyordu. Tuna zayıf bir adamdı. Benim deli gücüm karşısında zorlanmaya başladığında iri kıyım adamlardan biri yardımına koşup beni bir bez bebekmişim gibi belimden kavradı ve kulüpten içeriye soktu. Girmemek için çırpınsam da adamı tekmeleyip vurmaya çalışsam da eşiğinden geçtiğim kapıya tutunmayı denesem de tüm çabalarım kifayetsizdi. Yine de var gücümle çığlık atmaya devam ediyordum. Ne dediğimden haberim bile yoktu. Hümeyra'yı görmek istiyordum. Yavuz'u, Yonca'yı merak ediyordum. İyi olduklarından emin olmam gerekiyordu. Delicesine çırpınış ve bağırışlarımın hiçbiri beni tutan adama sökmüyordu. Sonunda benimle daha kolay baş edebilmek adına kollarımı da yakalayarak belimi kavradı. Artık tamamen etkisizdim ya da o öyle olduğunu düşünüyordu. Aklıma gelen seçeneği hiç düşünmeden uyguladım. Tüm gücümle kafamı geriye doğru itip adamın yüzüne çarptım. Beynim büyük bir sarsıntıya uğrasa da adam anlık refleksle ellerini çözüp hızla yüzünü yokladı ve bu sırada ben serbest kaldım. Dışarıya, dostlarıma dönmek için hareketlendiğim esnada biri beni kolumdan yakaladı. Şaşırmamam gerekirdi, çünkü etrafım adam doluydu. Ancak beni yakalayan sıradan biri değildi, Cesur Çağlayan'dı. “Nehir,” dediğinde sesinden bile kaşlarını çattığını anlayabiliyordum. Vahşi bir hayvan gibi yeniden çırpınmaya, saldırmaya hazırlanırken beni tutanın o olduğunu anladığımda yavaşça yüzümü ona doğru döndüm. Akın ve Özgür de hemen arkasındaydı. Cesur'un koyu kahve gözleri yüzümü turladı, iyi olup olmadığımdan emin olmak istercesine tepeden tırnağa tüm bedenimi gözden geçirdi. Kaşlarını çatmış bana bakarken, “Kim yaptı?” diye sordu. Soru bana mıydı emin değildim, zaten Tuna hızla cevap vermişti. Benim tek yapabildiğim soluk soluğa kalmış bir halde öylece durmaktı. Haykırmak istediğim her şeye rağmen sessizlik öyle zordu ki işkenceden farksızdı. “Tolga Zafer saldırdı. Nehir'i vurabilirlerdi,” dedikten sonra ses tonunu daha kısık tuttu, sanki benim duymamı istemiyor gibiydi. “Ama hedef o değildi abi.” Cesur gözlerini nihayet benden çekerek Tuna'ya döndüğünde kaskatı kesilmiş çehresini yan profilden izlemeye devam ettim. Kızgındı, o da tıpkı benim gibi hızlı hızlı soluk alıp veriyordu. Aramızdaki tek fark benim olduğum yerde delicesine titrememdi. Dudaklarım mühürlenmiş gibi yan profilini izlemeye devam ettiğim adamın konuşmadan, tek kelime etmeden sadece Tuna'ya bakarak gözleriyle sorduğu soruyu yakaladım. Nefesim kesildi, gelecek cevabı beklerken dudaklarım her an çığlık atacakmışım gibi aralandı. Ve Tuna hafifçe kafasını iki yana salladı. Bunun anlamını biliyordum, bunun anlamı iyi değildi. Dudaklarımdan kaçan hıçkırığı tutmaya bile çalışmadım, yaşlar gözlerimden boşalırken kolumu sertçe çekerek Cesur'dan kurtardığımda hızla benden tarafa döndü. Geriye doğru kaçmama engel olmak ister gibi yeniden elini uzattığı sırada hiç aklımda olmayan bir şeyi yaptım, ona vurdum. Elim birden havaya kalktı ve yanağına öyle kuvvetli indi ki çıkan ses tüylerimi diken diken etti. Etrafımdakilerin irkildiğine şahit oldum. Cesur'un başı sağ tarafına doğru meyletti ve öylece kaldı. Dişlerini sıktığını, kendisini kastığını görebiliyordum, yine de ne bir daha dönüp bana baktı ne de tek kelime etti. Çıplak elimle kor parçalarını avuçlamışım gibi derim sızlarken, “Sakın bana dokunma. Sakın bir daha bana dokunma,” dedim sıkılı dişlerimin arasından. Yüz ifadesi biraz daha sertleşti. Öfkeliydi, kızgındı, burnundan soluyordu. Övündüğü gücüne açıkça saldırılması onu delirtmişe benziyordu. Ayrıca karşımda bu duruma düşmek onu en çok çıldırtan noktaydı, emindim. “Seni tanıdığım güne lanet olsun,” dedim tüm nefretimi ona yüklemekten çekinmeyerek. Hâlâ zangır zangır titriyordum. “Sana güvendiğim için bana da lanet olsun,” dediğimde yanağımdan kayan yaşların tenimi yaktığını hissettim. Cesur bunu duymaya dayanamıyormuş gibi gözlerini sıkıca yumdu. Pek de kendimde değildim. Vücudumda dolaşan alkol, etrafımı kuşatan korku ve dehşetin karşısında köşesine çekilse de hâlâ kontrolü elinde tutuyordu. Yaşadığım travmadan ötürü ayakta durmakta zorlanıyordum ve içkinin de etkisiyle olduğum yerde salınıyordum. Gözlerimden yaşlar boşalıyordu, ancak asıl noktaya odaklanmaktan kaçınıyordum. Dışarıda beni bekleyen her neyse bununla yüzleşecek gücüm yoktu. Ancak kalbimi boğan korkunun asılsız olduğuna kendimi inandırmak ve onları kontrol etmek zorundaydım. Hümeyra, Yavuz, Yonca... Onlar benim hayatımdaki en değerli parçalardı. Daha fazla vakit kaybetmemem gerektiğini düşünerek harekete geçtim, kimse beni durdurmadı. Hiçbiriyle göz göze gelmeden dışarıya çıkarken Cesur'un gelişen güvenlik açığından dolayı Tuna'ya esip gürlediğini duyabiliyordum ama umurumda değildi. Dışarıdaki insan kalabalığı o kadar fazlaydı ki önümü göremedim. Zaten ağladığım için görüşüm bulanıktı. Etrafımdakilere çarpa çarpa ilerlerken benim yeniden dışarı çıktığımı fark eden adamlardan birinin beni yakalamaya çalışacağını anladığımda yaralı bir hayvan gibi tüm gücümle haykırdım. “Bırak!” “Bırakın,” dedi hemen peşimden dışarıya çıkan Akın. Sesini duysam da dönüp ona bakmadan ilerledim. Görüşümü kapatan iri kalıplı adamlar Akın'ın emrinden sonra sağa sola çekildiklerinde kalbimi tekleten ve beni ateşin kucağına düşmüşüm gibi terleten o manzarayla burun buruna geldim. Hümeyra’yı, Yavuz’u ve Yonca'yı tıpkı benim gibi birilerinin arkasına sığınmış görmeyi beklerken üçünü de yerde hareketsiz yatarken görmek göğsüme kör bıçak sapladı, nefes alamadım, olduğum yerde donup kaldım. Tenimi delen, bedenimi kana bulayan kurşunlardan birine sahip değildim. Yaralanmamıştım ama neden en büyük yarayı alan benmişim gibi hissediyordum? Zihinsel acı, fiziksel acıyla kıyaslanamazdı. Fiziksel acıya dayanabilirdim, bedenime onlarca kurşun saplansa bilincim kapanana kadar acı çekerdim, sonrası huzurlu olurdu. Ancak zihinsel acı öyle değildi, sonu yoktu ve içten kanatıyordu. İçten içe öldürüyordu ama aynı zamanda yaşamaya devam ediyordum. Yavuz’un gözleri kapalı olsa da birileri başındaydı ve karnındaki yaraya tampon yapıyorlardı. Bu iyiydi, iyiye işaretti. Ancak Hümeyra ve Yonca orada, soğuk asfaltın üzerinde yapayalnız bırakılmıştı. İşte bu kötüydü. Hayır, bu sadece kötü değildi; bu benim için canlı canlı gömülmek gibiydi. Nefes aldıkça ağzıma toprak doluyordu, toprağın tadını alıyordum. Yonca yola doğru savrulmuş, yüzüstü uzanıyordu. Hareketsizdi. Bedeninin etrafında gittikçe büyüyen kan birikintisi midemi düğüm düğüm etti. Hümeyra ise sanki yatağında yatıyormuş gibiydi. Kıvırcık saçları asfaltın üzerine yayılmış, boylu boyunca yerle bütünleşmişti. Kafası sol omzuna doğru düşmüştü. Giydiği gümüş payetli elbisesine yakışmayan kızıl kan göğsünden aşağıya doğru süzülmeye devam ediyordu. Benim dostum, hayatın bana sunduğu şans olarak gördüğüm kan bağı olmayan kardeşim, ailem, yarına umutla bakmama neden olan yaşam kaynağım orada, soğuk zeminde hareketsiz yatıyordu. Ona doğru ağır adımlarla ilerlerken hiç olmadığım kadar üşüyordum. Ellerim çıplak kollarımda geziniyor, tenimi soğuktan korumaya çalışıyordu. Aslında tek yaptığım tırnaklarımı derime geçirmek ve bilinçsizce kendime zarar vermekti. Kafamın pek yerinde olduğunu söyleyemezdim. Bu alkolden kaynaklı değildi, bunun kaynağında acı vardı. Hümeyra'nın yanına vardığımda adımlarım birden kesildi, dizlerimin üzerine yığıldım. Aniden saldıran ağlama krizini ellerimi ağzıma bastırarak geri göndermeye çalıştım, Hümeyra ağlamamı asla istemezdi. Ona göre hep gülmeliydim, gülmenin beni olduğumdan daha güzel gösterdiğini düşünürdü. Artık nasıl gülecektim? “Allah'ım lütfen...yalvarırım... Lütfen onu bana bırak, lütfen. Herkes gitti o kalsın lütfen, lütfen, lütfen,” diye sayıkladığımın pek farkında değildim. Herkes nefesini tutmuş beni izliyormuş gibi hissetsem de çevrede yol kapandığı için kornaya asılıp duran şoförler, manzarayı görünce bağrışanlar, kaçıranlar vardı. “Yeniden buna dayanamam, yapamam,” derken omuzlarım sarsıla sarsıla ağladım. Göğsümde öyle büyük bir ağırlık vardı ki kalbim patlayacak ve kaburgalarım ikiye ayrılacakmış gibi hissediyordum. Bir süre sessizce ağladım, dua ettim. O kadar dua ettim ki bir zaman sonra içim umutla doldu, filmlerdeki mucizelerin gerçekleşeceğini sanarak hızla gözyaşlarımı kuruladım ve Hümeyra'ya dokunmaya cesaret ettim. Titreyen elim önce kıvırcık saçlarını okşadı, saçlarını sevdim. Aklıma onlara abuk sabuk şekiller vererek çılgınlar gibi eğlendiğimiz gecelerin hatıraları düştü, hıçkırdım. Daha sonra elim usul usul yanağına doğru kaydı, soğuktu, çok soğuktu. Bunu yabancıladım, çünkü Hümeyra sıcacık biriydi. Kocaman sevgisi herkese yeterdi. “Nefes al,” diye fısıldadım yavaşça. Göğsü inip kalkmıyordu. “Nefes al, Hümeyra, yalvarırım nefes al.” Güçlükle yutkundum. Az önce içime dolan o aptal umudun parçalandığını hissedebiliyordum ama o minik parçalar bile gerçeği kabullenmemin önünde engeldi, bana hâlâ olumlu düşündürebiliyorlardı. Elimi soğuk yanağından çenesine doğru kaydırdım ve sol omzuna düşmüş başını kendime doğru çevirdim. Hümeyra'nın gözleri açıktı ama alışageldiğim o canlılık artık yoktu. Orada dehşetin ve acının izleri asılı kalmıştı. Güzel dudaklarının kenarından kan akıyordu ve artık gülümsemiyordu. Artık asla gülümsemeyecekti. Korkuyla çığlık attım ve elimi öyle sert geri çektim ki Hümeyra'nın kafası zemine çarptı, içim sızladı ama korkum daha ağır bastı. Yerde sürünerek geriye doğru kaçarken bu kez Yonca'nın bedenine çarptım, üstüm başım onun kanına bulandı. Ellerime bulaşan kanlara bakarak var gücümle çığlık attım. Delirmek böyle bir şey miydi? Ya da acıdan ölmek buna mı benziyordu? Çünkü artık dayanamıyordum ve patlamanın eşiğindeydim. Gözlerim kararıyordu. O karanlıkta beni bekleyen ışığın olmadığını biliyordum ama buraya kadardı, buraya kadar dayanabilmiştim. Canım bedenimden sökülürmüş gibi sarsıldım ve Hümeyra ve Yonca'nın arasında yere yığıldım. Soğuğu hissettim ama Hümeyra'nın teni kadar, Yonca'nın kanı kadar soğuk olmadığını fark ettim. Ben tam burada öldüm ama gömülmedim. ××× Kara bulutlar gökyüzünde dolanıyordu, onları izliyordum. Fırsatını bulduğunda minik aralıklardan sızan güneş ışığı zayıftı, çok geçmeden bulutlar tümüyle gökyüzünü kapatacak ve güneşi bir daha göstermeyecekti. Sabah mıydı yoksa gün akşama mı dönüyordu emin değildim. Zaman kavramını yitireli kaç gün olmuştu? Kaç gündür nefes alan ceset gibiydim? Artık gözyaşı dökmekten sızlayan gözlerim içim gibi kararmış olan gökyüzünden yavaşça koparak aşağıdaki manzaraya düştü. Cüzi miktardaki kalabalığın önünde iki tabut yan yanaydı, namazları kılınıyordu. Hümeyra ve Yonca... Ayakta durmama yardım eden iki kadın koluma girmişti, kim olduklarını bile bilmiyordum. Hemen yanımda Yavuz'un annesi vardı, ağlıyordu, içini çeke çeke ağlıyordu hem de. O, Hümeyra'yı çok severdi. Kendi kızlarından asla ayırmazdı. Gözlerindeki acıyı görebiliyordum. Evladını kaybetmiş bir annenin acısıydı. Hatta iki evladını birden kaybetmişti. Yavuz yaşıyordu ama ona baktığımda hiçbir yaşam belirtisi göremiyordum, çünkü o da o gece orada Hümeyra'ya birlikte ölmüştü. Tek fark tabutta yatmaması, hâlâ nefes almaya devam etmesiydi. Yonca'nın amcası ve yengesi de buradaydı. Kuzeni Erdem gelmeye tenezzül etmemişti, umurunda bile değildi. Yengesinin sahte gözyaşları ve kendini paralaması orada bulunan herkesin sinirlerini germişti, bense onu duymuyordum bile. Kimseyi duymuyordum. Hümeyra'ya sürekli sataşan Yavuz'un kız kardeşleri dahi gözyaşı döküyorlardı, görmüyordum. Kalabalığa karışan bazı kendini bilmezler olayı bilip bilmeden kendi kafalarında kurdukları senaryolar üzerinde konuşuyorlardı, duymuyordum. Çevrede önlem almış adamlar herkesin dikkatini çekmişti, bense ilgilenmiyordum. İhtiyacım olacağı anda yardımıma koşacakmış gibi köşede bekleyen, gözümün içine bakan Tuna'ya bakmıyordum ya da herkesten geri planda duran, arkadaki araçlardan birinde olduğunu bildiğim Cesur umurumda değildi. Bana sakin olmam için ne vermişlerdi haberim yoktu. Desteksiz ayakta durmaya takatsizdim, sanki can bedenimden çekilmiş gibiydi. İçim çığlık çığlığayken dışarıya verdiğim tek tepki kesintisiz akan gözyaşlarımdı. Ancak imam namazı ve duayı bitirip defin kısmına geçmeye hazırlandığında yeni doğmuş ceylan gibi sersem ve dengesiz adımlarla ileri atılmak istedim, beni sıkı sıkı tuttular. Beceriksizce çırpındım, bastırdılar. Metanetli olmamı söyleyenlere çenelerini kapamaları gerektiğini haykırmak istesem de sustum. Çocukluğunu bildiğim, beraber büyüdüğüm, bana aile olan genç kadının tabutunun omuzlanmasını ve mezara götürülmesini öylece izlemek zorunda kaldım. Ben onu çok yakında gelinlikle göreceğimi hayal ederken kefenle görmüştüm. Elinde çiçekle onu bekleyecek olan Yavuz, şimdi tekerlekli sandalyede biri tarafından itilerek sevdiği kadının peşinden götürülüyordu. Tepkisizdi, ruh gibiydi. Bir çeşit şok geçirdiğini düşünüyordum, çünkü ağlamıyordu bile. Onunla konuşmaya çekiniyordum. Yüz yüze gelmekten bile kaçınıyordum. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi gözlerinde bir ölünün bakışını taşıyordu. İkincisi sevdiği kadın benim yüzümden ölmüştü. Aldığım nefes zehir bulutu gibi ciğerlerime yayılarak beni kavurdu. İzlediğim tabloda yaşananların hepsi benim yüzümdendi. Büyüyüp serpilirken her adımında yanında olduğum ve uğursuz hayatıma dâhil ettiğim Hümeyra benim yüzümden o tabutta yatıyordu. Hayatının her anını ezilerek geçirmiş, köle gibi çalıştırılmış Yonca benim yüzümden yaşamı solanlardan biriydi. Suçluluk duygusu o kadar ağırdı ki altından kalkamıyordum. Birisi karşıma geçip her şeyin sebebi olduğumu haykıracak diye ödüm kopuyordu. Bunu bilmek ağırdı ama yüzüme vurulması çok daha ağır olurdu. Başkasından duymaya dayanamazdım. “Ben olmalıydım,” diye sayıkladım kendi kendime. “Orada yatan ben olmalıydım. Üzerine toprak atılan ben olmalıydım.” İlk toprak atıldığında hıçkırarak yeniden hareketlendim, engel olmam gerekiyordu. Ancak beni bırakmadılar, çabalasam da gücüm yoktu. “Atmayın yalvarırım. Almayın benden onları.” Biri yüzümü sıvazladı, kafama dolanmış şaldan çıkan saçlarımı düzeltti. Bir başkası içmem için su uzattı ama içemedim. Söylenilenleri anlamıyordum, sözler beynimi daha çok yoran gürültüden ibaretti. “Beni örtün toprakla,” dedim içim bana dar gelmeye başlarken. Mezarlar hızlı hızlı kapatılıyordu ve atılan her kürek sanki benim üzerime atılıyormuş gibi nefes alamıyordum. İçime çektiğim soluklar o kadar gürültülüydü ki sağlık problemleri yaşayan hastalardan beterdim. Can çekişiyormuşum gibi sesler çıkartıyordum ve bunun farkında bile değildim. Hüngür hüngür ağladım, ayakta duramayıp yere çöktüm, aklım başımdan çıktı ama canım çıkmadı, ölecek gibi oldum ama ölmedim. Beni yatıştırmak için söylenenler içimdeki yaraya şifa olmadı, sayıkladıklarımı kimseler anlamadı. Son kürek atıldı ve son dua yapıldı. Etraftakilerin çıkardığı onca gürültünün arasında, kendimi iyice kaybettiğim o sıralarda gözüm Yavuz'a ilişti. Yüzünde tek bir mimik bile oynamayan Yavuz, oturduğu tekerlekli sandalyeyi iterek iyice mezara yaklaştı. Bir süre öylece durup taze toprağı inceledi. Henüz yaptırılmamış ahşap mezar taşına uzun uzun baktı. Sonra ellerini sandalyenin koçaklarına yerleştirip destek alarak bedenini ayağa kaldırdı; aslında pek de kaldıramadı gücü yetmeyince bedenini yere doğru kaydırdı. Yardım etmek isteyen ya da yarasından dolayı onu geri oturtmak isteyenleri kendinden uzaklaştırdı. Sanki kimseyi duymuyor, görmüyor gibiydi. Tek odak noktası sevdiği kadını örten toprak yığınıydı. Hümeyra'ya dokunmak ister gibi zangır zangır titreyen elini toprağa doğru uzattı ama bir süre değdiremedi. Değdirdiğindeyse eli taze toprağa daldı, toprağı avuçlarının arasında sıktı ve bir anda o toprağa öyle sıkı sarıldı ki bana o karanlık geceyi aratmayacak acıyla kavruldum. Yavuz ilk kez o zaman ağladı. Omuzları sarsıla sarsıla, kimsesiz kalmış bir çocuk gibi ağladı. Onu görenler, başta annesi ve kız kardeşleri olmak üzere orada bulunan ve kalpleri sevginin ne olduğunu bilen herkes onunla birlikte ağladı. Sonra yağmur yağmaya başladı ve anladım ki gökyüzü bile acısana ortaktı. Daha fazlasına dayanamadım, beni tutan ellerden hışımla kurtulup ağlaya ağlaya oradan kaçar gibi uzaklaştım. Nereye gittiğimi bilmeden sadece koştum. Kimsenin bana derman olmayacağını biliyordum, bana derman olacak kişi artık toprağın altındaydı. Artık ondan başka bana tek bir şey derman olabilirdi. O da ölümdü. ××× Tabeladaki ismi sokağı aydınlatacak kadar parlak olan o meşhur Yeraltı Kulübü’nün bulunduğu sokakta, hatta tam karşısında, yolun diğer tarafında kaldırımda duruyordum. Gecenin ilerleyen saatleriydi, ancak kapısındaki yoğunluğu azımsayamazdım. Orada dakikalardır dikilen beni fark etmeden içeriye girip çıkan onlarca kişi vardı. Bu benim için pek de önemli değildi, çünkü varlığımı fark eden çoktan etmişti. İnce ince yağmur atıyordu. Açık saçlarımdaki tomurcuklar sokak lambalarının altında parıldarken, paltosuz olduğum için soğuktan titriyordum. Yine de soğuğu hissettiğim söylenemezdi. Kalbi buz tutmuş biri dışarıdaki soğuktan etkilenir miydi? İkinci kez değer verdiklerimle sınanmıştım. İkinci kez ailemi kaybetmiştim. İlkinde daha küçüktüm, toparlanmak ve hayata umutlu bakmak daha kolaydı. Büyüdükçe unutmuştum, Hümeyra unutturmuştu. Hatta öylesine unutmuştum ki peşimdeki laneti bir gün ona da bulaştırabileceğimi hiç düşünmemiştim. Sıradan bir hayatım olabilir sanmıştım ama sanırım benim alın yazım bu çukurdan hiç çıkamamaktı. Ben bu bataklığa aittim. Ve bu bataklık bana iyi gelen herkesi yutmaya ant içmişti. İçinden çıkmak için çırpınsam da çıkamıyordum. Teslim olduğumdaysa beni içine kabul etmiyordu. Sanki asla ondan kurtulamayacağımı, ömrümün sonuna kadar onunla yaşayacağımı göstermek ister gibiydi. Kapıdaki korumaların gözleri üzerimdeydi. İçeriye çoktan haber uçurduklarını biliyordum, her hareketimi inceliyorlardı. Neden buradaydım, ne yapacaktım? Cesur'un bir gölge gibi peşimde olduğunu biliyordum. Adamları her adımımı izliyor, nereye gitsem beni takip ediyorlardı. Amacı neydi artık üzerinde düşünmekten yorulmuştum. Peşimi bırakmıyordu ve bırakacak gibi de değildi. Ama bu gece tüm ipleri kopartacaktım. Orada ne kadar dikili kaldığımın üzerinde düşünmeden kalıplaşmaya doğru giden bedenimi yavaşça hareket ettirip sanki ezip geçebilecekmişim gibi korumaların üzerine üzerine yürümeye başladım. Karşıdan karşıya geçerken arabalara hiç bakmadım, aniden yola çıktığım için fren yapmak zorunda kalan birinin kuvvetle kornaya asılmasını umursamadım. Korumaların önüne dikildiğimde gergindim. Bana öyle bir bakışları vardı ki kendimi sürekli sorun çıkartan problemli biri gibi hissetmiştim. Sanki benimle uğraşmaktan ya da beni görmekten bile sıkılmışlardı ama yine de önümden çekildiler. Sorgulamadan, hiçbir şey söylemeden geçmeme izin verdiler. Sertçe yutkundum. Burada istenmiyordum. Evime gidemiyordum, kapısından bile giremiyordum, çünkü her köşesi Hümeyra'yla olan anılarımızla doluydu. Yavuz’dan kaçıyordum, birbirimize destek olabilecekken onunla aynı yerde bulunmanın düşüncesi bile beni geriyordu. Hiçbir yere sığamıyor, göğsüm acımadan nefes alamıyordum. Tek dileğim bu berbat durumun son bulmasıydı. Bunun son bulması için buradaydım. İçeriye girip asansöre doğru ilerlerken asansörlerden birinin kapısı iki yana açıldı. İçerisinden çıkan Tuna'yla kısa bir anlığına göz göze geldiğimde her ne söyleyecekse yuttuğunu fark ettim, ağzı aralık kaldı. Bakışları tepeden tırnağa üzerimde dolandı. Sanırım berbat hâlim onu şaşırtmışa benziyordu. Can simidimmiş gibi karnıma bastırdığım çantanın üzerinde oyalanan bakışlarını yakaladığımda çantayı daha sıkı kavrayarak adımlarımı hızlandırdım. Asansöre binip kapının kapanmasını beklerken Tuna'ya bakmaya özen gösterdim. Kuşkuyla çatılan kaşları ve sorguyla gerilen yüzüyle karşı karşıya gelmeye niyetim yoktu. Asansörün kapıları kapanırken onun da hareketlendiğini fark ettim, peşimden gelecekti. Günlerdir bana acıdan başka hiçbir şey hissettirmeyen kalbimin hızlandığını fark ettim. Vücudumdaki titreme iyice şiddetlenmişti. Ayrıca buzdan farksız bedenime rağmen terlemeyi başarmıştım. Kapılar iki yana açıldığında müzik beni yutar gibi içine çekti, rahatsızlıkla yüzümü ekşitmekten kendimi alamadım. İşte dünya böyle bir yerdi; birileri acıdan kıvranırken birileri de delicesine eğlenmeye devam ediyordu. Kalabalığın umurunda bile değildim, herkes keyfinin peşindeydi. Her şey tıpkı buraya ilk geldiğim akşamdaki gibiydi. Ben yine stresten mideme saplanan ağrılar yüzünden iki büklümken diğer herkes kıvrak danslarıyla geceyi şenlendiriyorlardı. Aradaki tek fark o gece buraya geldiğimde içimde kaybetme korkusu vardı; şimdiyse onun yerinde büyük bir acı yer alıyordu, çünkü ne kadar kaybediliyorsa o kadar kaybetmiştim. Ardımdan kapıları açılan asansörü ve Tuna'nın, “Nehir,” diye seslenmesini umursamadan hızlı adımlarla kalabalığa karıştım. Alanın tam ortasına geldiğimi düşündüğümde şöyle bir etrafımda dönerek çevreme bakındım ve bar bankosuna ellerini yaslamış, kaşlarını çatarak bana bakan Özgür'le göz göze geldim. Akın da hemen yanında, yüksek koltuklardan birinde oturuyordu ve onun da bakışları üzerimdeydi. Cesur’u arasam da görünürde yoktu. Sertçe yutkunarak sıkı sıkıya tuttuğum çantanın fermuarına asıldım. Yamuk yumuk bantladığım iki paketi elime aldığımda kısa bir an duraksadım. Kalkıştığım şeyle bir kez daha yüzleştim ve acımın ancak bu şekilde dineceğini kendime hatırlatarak cesaretimi arttırdım. Ve sonra titreyen ellerle tuttuğum paketlerden birini havaya kaldırdım. Doğrudan Özgür'e bakarken onun önce gözlerini kıstığını sonraysa dudaklarının girdiği şekilden küfrettiğini yakaladım. Akın oturduğu yerden ayağa fırlarken çevrem ne yaptığımı fark etmeye başladı ve etrafımda umarsızca dans edenler bir bir durarak, sanki hastalıklıymışım gibi hızla benden uzaklaştılar. Çanta elimden kayarak yere düştü ve dehşetle bana bakan kalabalığın ortasında yapayalnız bırakıldım. Derken müzik birden kesildi, artık tek duyulan kulaktan kulağa doluşan fısıltılardı. “Evet, ne düşünüyorsanız o,” dedim aniden vücudumu basan korkuyu görmezden gelerek. Havada tuttuğum kolumun titriyor olmasını yok sayarken, “Bu pakette uyuşturucu var,” diye bağırdım. “Delirmiş bu,” dedi biri. “Buranın kuralını bilmiyor mu?” dedi diğeri. “Ya çok sarhoş ya çok aptal.” “Kendini Boğaz Köprüsü'nden atsan daha acısız olurdu.” Yutkundum. Bunu söyleyen her kimse niyetimi herkesten iyi anlamıştı. Aptal gözyaşları gözlerime hücum ederken kendimi konuşmaya zorladım. “Buraya, Yeraltı Kulübü'ne uyuşturucu soktum. Burada uyuşturucu satıyorum, almak isteyen var mı?” Etrafımdakiler benden iyice uzaklaştı. Bu beni biraz daha korkuturken arka tarafa açılan kapının oradaki hareketlilik dikkatimi çekti. İnsanlar sağa sola çekilerek yolu açarken oradan kimin çıkacağını bilmek alacağım soluğun yarıda kalmasına neden oldu. Sonunda Cesur Çağlayan ortaya çıktığında suratındaki ifade mermerden farksızdı. Umduğum gibi onu kızdırmıştım, peki şimdi neden daha çok korkuyordum? “Çıkın,” dedi Cesur, ateş gibi yanan gözlerini bir an olsun benden ayırmadan. “Hepiniz çıkın! Herkes çıksın!” Bağırmamıştı ama yemin edebilirdim ki sesi kulaklarımı çınlatmıştı. İnsanlar içeride bomba var ihbarını duymuş gibi kaçışmaya başladı. Biri bile dönüp ardına bakmıyordu. Bana ne olacağı kimsenin umurunda değildi, herkes kendini kurtarmanın peşindeydi. “Siz de çıkın,” dedi Cesur hâlâ bana bakmaya devam ederken. Bunu yanına yaklaşan Özgür ve Akın'a dediğini fark ettim. Özgür itiraz edecek olsa bile Akın hızla müdahale etti. “Bırak ikiz, kendisi kaşındı,” dedi bana ters bir bakış atarak. Bir kez daha yutkundum. Özgür yaptığımın yanlış olduğunu yüzüme vurmak ister gibi ağır ağır kafasını iki yana salladıktan sonra Akın'la birlikte oradan ayrıldı. Tuna da onlarla beraber asansöre bindi. Sanırım dışarıya çıkan başka kapılar da olmalıydı, çünkü kısa sürede koca kulüpte kimse kalmamıştı. Şu anda ne derece kızdırdığımı bilmediğim Cesur'la baş başa kaldığımda kalbim o kadar hızlı atıyordu ki ondan başka bir şeyi duyamaz hâldeydim. İçimde kalan son cesaret kırıntılarını birleştirerek elimdeki paketleri Cesur'un ayaklarının dibine attım. “Al, işte, göz göre göre buranın kuralını bozuyorum,” dedim sesimden akan dikliğe rağmen ayaküstü zangır zangır titrerken. “Bu kez kimse beni tehdit etmedi ya da zorlamadı. Her şeyi göze alan benim. Bile bile buraya uyuşturucu soktum, bile bile yaptım. Hadi, ne yapacaksan yap! Bitir artık şunu.” Sona doğru sesimin yakarışa dönmesine engel olamamıştım. Karşısında dik durmak zordu, hüngür hüngür ağlamak istiyordum. Her şey gittikçe saçma bir hâl almaya başlamıştı. Ben burada ne yapıyordum? İyice aklımı kaybetmiştim ve doğru düşünemiyordum. İşin kötüsü bunun farkında bile değildim. Cesur hareketlenerek yanıma yaklaştı. Geriye kaçmamak için ayaklarımı iyice yere bastırarak onu bekledim. Tam önümde durduğunda her şeyden önce sıktığı parfümün kokusu burnuma doldu, ferahtı. Yüzünü rahatça görebilmek için kafamı kaldırdım, doğrudan gözlerine bakıyordum, korkusuzmuş gibi... Korkusuzca ölüme meydan okuyormuş gibi. Ne düşündüğünü ya da ne yapacağını bilmek imkânsızdı ve bu beni daha çok geriyordu. Kolunun havalandığını gördüğümde bana vuracağını düşündüm. Bedenimi kasarken gözlerimi kırpmamak için tüm gücümle savaştım. O ise kaldırdığı elini yavaşça, incitmekten korkar gibi dikkatlice yanağıma yerleştirdi. Yanağımı kaplayan sıcaklık nefesimi keserken aramızda geçen bu anın ilk karşılaşmamızla olan benzerliği tüylerimi diken diken etti. Karşısında öleceğimi düşündüğüm, korkudan titrediğim gece gözümde canlandı. Şimdi ki hâlimin o zamandan hiçbir farkı yoktu. Ama Cesur'un vardı. “O kadar mı acıyor?” diye sordu yavaşça. Alev alev yanan gözlerindeki sert şefkat beni kucakladığında şaşkına döndüm. Baş parmağını hafifçe tenime sürterken, “Ölmeyi isteyecek kadar çok mu canın acıyor?” dedi. Bu soru beni darmaduman etti. Neyi amaçladığımı kolayca fark etmesi ve bana şefkatle yaklaşması daha çok canımı yaktı. Dudaklarımdan kaçan hıçkırığa engel olamazken gözlerimden boşalan yaşları da durduramadım. Karşısında sağlam durmaya çalışmam buraya kadardı, bir sözüyle beni yerle bir etmişti. Cesur yanağımdaki elini boynuma ve oradan da omzuma kaydırarak beni yavaşça göğsüne doğru çekti, direnemedim. Beni öldürmesini, tüm bu işkenceyi bitirmesini umarak mekânına geldiğim adamın koynunda ağlıyordum. Bu yanlıştı. Bu tümüyle yanlıştı. Yumruk yaptığım elimi göğsüne geçirirken canını acıtmaktan uzak olduğumu biliyordum. “Öldür beni,” dedim hıçkırıklarımın arasından. “Bitir şunu, dayanamıyorum. Çok acıyor, canım çok acıyor.” “Çok acır, bilirim,” dedi çenesini kafama dayadığı sırada. Sesinde saklı olan hüzün hızla bana saldırdı. Bir an ağlamayı keserek öylece kaldım. Ne hissettiğimi anlayabiliyor muydu? Dayanamayıp kendimi öldürmek istediğimi ama bunu yapacak kadar cesaretli olmadığım için bu yolu seçtiğimi biliyor muydu? “Ölmek istiyorum,” dedim bir kez daha kendimi kaybettiğim sırada, elimi yeniden göğsüne geçirdim. “Ben onsuz ne yapacağım? Hümeyra benim ailemdi; tek dostum, kardeşimdi. Yonca... Yonca arkadaşımdı. Yavuz... yüzüne bakamıyorum, benim yüzümden yapayalnız kaldı. Bilemezsin. Ne kadar acıttığını asla bilemezsin. Sen hiç kimsesiz olmadın, sen hiç ailesiz kalmadın. Bilemezsin,” diye sayıkladım. Bu sırada Cesur'un tuhaf bir hâle büründüğünü, bedeninin kaskatı kesildiğini yakalayamadım. “Hayatım başıma yıkıldığında küçücüktüm. Beni yetimhaneye bıraktılar tek başıma, kimsesiz. Hümeyra benim kaybettiğim ailem oldu, ben ona tutundum, ondan destek aldım. O yüzden sen bilemezsin bunu...” Kafamı şiddetle iki yana salladım, ıslak burnum tişörtüne süründü. “Bilmezsin. İkinci kez ailemi kaybettim, sen bilmezsin. İkinci kez kimsesiz kaldım, sen bunu bilmezsin.” “Ben de yetimhanede büyüdüm,” dedi hiç beklemediğim bir anda. Beni yeniden şoka uğrattı, yeniden hareketsiz kalıp nefesimi tuttum. “O yüzden bilirim kimsesizliği,” dedi, güçlükle yutkundum. Cesur derin bir soluk aldığında şişen göğsüyle birlikte kafam havalandı. “Yıllar sonra sahip olduğum kardeşimin cansız bedenini kollarımda taşıdım. O yüzden bilirim kaybetmeyi. Bilirim içindeki acıyı. Zamanla azalacak ama hiç kaybolmayacak, hep orada duracak, hep kanayacak. Şifası yok. Kaybetmenin şifası yok.” Dalgındı, sanki kendi kendine konuşuyordu. Acısını hissetmiştim ve haklıydı, şifası yoktu. Yaşlar daha şiddetli yanaklarımdan süzülürken ondan kurtulmak istedim, uzaklaşmama izin vermedi. Pes etmem çok çabuk gerçekleşirken, “Nefret ediyorum senden,” diye tısladım. “Hepsi senin yüzünden oldu! Onları senin yüzünden kaybettim! Neden hayatıma karıştın ki, neden? Bıraksaydın-" “Bıraksaydım sen ölecektin.” “Keşke ben ölseydim,” dedim haykırırcasına. “Keşke hiç dokunmasaydın, karışmasaydın... keşke hiç karşıma çıkmasaydın. Hepsi senin suçun,” dedim kendime suçlu olarak onu seçerek. Böyle yapmak daha kolaydı, birini günah keçisi ilan etmek omuzlarımdaki ağırlığın bir nebze de olsa azalmasına olanak sağlıyordu. “Dediğin gibi oldu, kimse bana dokunmadı. Yaralanmadım, ölmedim, o gece orada beni vurmadılar ama sıkılan kurşunlar doğruca kalbimi hedef aldı. Senin yüzünden,” dedim içli içli ağlamayı sürdürürken. Artık ayaklarımda derman kalmamıştı. “Hepsi senin yüzünden. Başıma gelen her şey senin yüzünden. Neden beni korumak istedin ki? Neden bu kadar umurundaydım? Bıraksaydın tek ölen ben olacaktım! Benim yüzümden yine başkaları öldü, artık buna dayanamıyorum.” Kafamı şiddetle iki yana salladığım sırada daha fazla ayakta kalamadım. Bedenim kendisini bıraktığında Cesur seri bir hamleyle elini bacaklarımın altından geçirip beni kucakladı. Ondan uzaklaşmak istesem de kolumu kıpırdatamayacak hâldeydim. Bir şeyler sayıklamaya devam ediyordum ve acının beni tamamen ele geçirmesine izin vermiştim. “Dayanamıyorum, dayanamıyorum... başkalarının ölmesine artık dayanamıyorum...” “Sana yemin ederim ki bunu onlara ödeteceğim,” dedi daha çok kendi kendine konuşur gibi. Hareket ediyordu ve beni nereye götürdüğünün bile farkında değildim. Hıçkırdım. “Senden nefret ediyorum.” “Bazen ben de kendimden nefret ediyorum.” “Hepsi senin yüzünden,” diye sayıkladım. Buna sessiz kalmayı tercih etti. Bense aynı kelimeyi sayıklaya sayıklaya zihnime sızan karanlığa teslim oldum, kendimden geçtim. Cesur yaptığım fevriliğe rağmen bana en ufak ters tutum göstermemişti ya da kızıp bağırmamıştı. Bunun yerine beni bağrına basmış, yatıştırmak ister gibi saçlarımı okşamıştı. Daldığım o karanlık çukurun içerisinde, bilincimi kaybetmişken bile aklımda bu vardı. Neden bana ayrıcalıklıymışım gibi davranıyordu? Neden bana bakarken gözlerinde hep o şefkati görüyordum? Tüm bunları Tolga Zafer'den intikam alma bahanesiyle yapmıyordu, bunun altında başka bir şey vardı. Bundan şüphelenmiyordum, bundan emindim. ×××
|
0% |