Yeni Üyelik
9.
Bölüm

9. BÖLÜM

@yazarimsibirileri

Çoğunlukla Bağdatlı lakabını kullanmayı tercih eden Hasan, kapıyı tutan iki adamın kendisine saygıyla selam vermesini kafasını sallayarak karşıladı. “Nedir durum?” diye sorarken dudakları arasında kıstırdığı kürdanı habire çeviriyordu.

“Aynı abi, değişen bir şey yok.”

Eliyle işaret vererek kapının açılmasını istediğini belirtti. Adamlardan biri hızla sözsüz emrini yerine getirdiğinde Hasan ellerini ceplerine tıkarak odaya girdi. Kendi odasından hiçbir farkı bulunmayan alanda gözlerini ağır ağır gezdirdi. Sonunda odadaki koltukta kendinden geçmiş bir şekilde yatan adamı kadrajına aldığında çehresinden geçen şeytani sinsiliği bastırmaya bile çalışmadı. Sahip olduğu tek dayısı olan Tolga Zafer'in, sahip olduğu tek oğlu olan Yiğit'le anlaşabildiği söylenemezdi. Hatta bazen onsuz her şeyin daha iyi olacağını düşünürdü, çünkü Yiğit problem çıkartmak dışında hiçbir işe yaramazdı.

Koltukta oturur şekilde sızan ve yüzü tanınmayacak hâlde olan adama iyice yaklaşarak ona kafasını iki yana sallayarak baktı. Cesur Çağlayan’dan yediği dayaktan sonra kendine gelmesi birkaç gün sürmüştü. Herif, Yiğit'i iyi benzetmişti. Yüzü gözü şişlik ve morluklarla doluydu. Patlamış, ayrıca kuruyup çatlamış dudakları hafif aralıktı. Onu uyandırma endişesi taşımadan gürültüyle hareket ettiği için Yiğit ara sıra kıpırdansa da gözlerini açmamıştı.

Hasan, “Şu hâline bak,” dedi yazık dercesine kafasını sallarken. “Adam seni dümdüz etti. Kaç kez daha senin yüzünden yeraltında dayıma gülecekler? Düşüncesiz it.”

Ona karşı beslediği öfkenin ucu bucağı yoktu. Sahip olduğu statüyü umursamadan rezil rüsva etmesine artık katlanamıyordu. Çünkü Hasan, olduğu konuma gelebilmek için çok uğraşmış, dayısının gözünde kalabilmek için dişini tırnağına takmıştı. Yiğit ise doğuştan birçok hakka sahipti ve buna rağmen gerekeni yapamayacak kadar aptaldı.

“Gün gelecek seni tamamen bitireceğim,” dedi yemin edercesine inançla. “Yerini aldığımda neyi kaybettiğini ancak anlayacaksın ve işte o zaman iş işten geçmiş olacak, kuzen.”

Yiğit yine hafifçe kıpırdandı, ancak yine uyanmadı, belki de uyanamadı, çünkü önündeki sehpanın üzeri boş içki şişeleriyle ve tozlarla doluydu. Fakat Hasan onu uyandırmak için güzel bir yol bulmuştu. Yarım kalan içki şişelerinden birine uzandı ve içindeki sıvıyı Yiğit'in kafasına yaklaştırıp hiç acımadan suyu yüzüne boca etti. Hasan'ın nezdinde Yiğit güzel uyandırılmayı bile hak etmiyordu.

Genç adam çarpılmış gibi yerinden sıçrayarak uyandı. “Ne? Ne oluyor lan?” diye bağırırken ellerini yüzüne götürüp ıslaklıktan kurtulmaya çalıştı. Zar zor aralamayı başardığı göz kapaklarının ardından tepesindeki adamı seçebildiğinde, “Hasan!” diye adını haykırırken yerinden kalkabilse onun boğazına yapışacağı sesinden bile okunuyordu. Ancak Yiğit elini bile kaldıramayacak hâlde uyuşmuş durumdaydı.

“Uyandırma servisini beğenmedin galiba,” dedi Hasan alayla. “Ama sen adam olana kadar böyle be Yiğit. Ya adam olursun ya adam ederiz.”

“Ulan bu piçliklerinin hesabını soracağım senden,” dedi Yiğit öfkeyle. Dili sürçüyor, kelimeler dudaklarından eksik ve hatalı dökülüyordu. Hasan'ı pataklama arzusuyla yerinden kalkmak istese de tek yapabildiği koltukta biraz kaykılmaktan ibaretti.

“Bu saldırgan hâllerin seni dümdüz eden Cesur’a da sökseydi ya,” dedi Hasan. Dudaklarındaki sinsi sırıtış insanı delirtecek cinstendi. “Bir araba dayak yedin hâlâ akıllanmadın lan.”

Yiğit ellerini yumruk yaparken, “Siktir git başımdan!” diye bağırdı. Hasan'la hiçbir zaman anlaşamamıştı. İlişkileri hep sürtüşmeyle geçerdi ama son olaylardan sonra onu görmeye bile tahammülü yoktu.

“Ne kadar da hatır bilmezsin. Baban yanına bile uğramıyorken her gün seni görmeye geliyorum ama yine de yaranamıyorum, şuna bakın hele.”

“Babam bugün yanıma uğramaz, yarın uğramaz ama bir gün illa ki uğrar, çünkü bana mecbur. Ben onun tek oğluyum. Ama sen, sen sadece sığıntısın! Ağzınla kuş da tutsan yerin belli, asla ilerisi olmayacak,” dedi Yiğit, Hasan'ın suratındaki neşeyi dağıtmak istercesine hırsla. Günlerdir bu odadaydı. Tek görebildiği ihtiyaçlarını karşılayan görevliler ve her gün gelip sinirlerini bozarak giden Hasan'dı. Cezalı çocuklar gibi odalara kilitlenmek hayli canını sıkmaya başlamıştı ve bu durum sinirlerini iyice gerdiği için kendisini tamamen içkiye ve uyuşturucuya vurur olmuştu. Öyle ki kendinde olduğu anlar bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı. Kafası hep dumanlıydı ve bütünleşmek üzere olduğu koltuktan neredeyse hiç kalkmadığı için vücudu hareketsizlikten dolayı sızlıyordu.

“Kendini vazgeçilmez olarak görüyorsun ama bilmelisin ki yaptıkların bir değil iki değil, bini aştı. Artık dayımın sana sabrı kalmadı be Yiğit'im,” dedi Hasan söylenenlerden hiç gocunmamış gibi. Ancak onu dikkatli inceleyen biri gözbebeklerine yayılan öfkeyi ve nefreti kolayca ayırt edebilirdi. “Senin görevlerini bana devretti. Senin savsakladığın, bir kadın uğruna boşladığın her işi ben yürütüyorum şu an.”

Genç adam önemsiz bir şey duymuş gibi kafasını sallayarak geçiştirdi. “Güzel. Ben geri dönene kadar hevesini almış olursun işte.”

Bu alaylı sözler Hasan'ı çileden çıkartmaya yetmişti. Diliyle evirip çevirdiği, hırsını çıkardığı kürdanı odanın bir köşesine tükürürken gözlerini öfkeyle kıstı. “Neden bu odaya tıkıldığını hiç düşündün mü?” diye sorduğunda ipin ucunu koparmıştı. Elindeki kozları kullanmak için bundan iyi an olamazdı.

“Dayım senin yeni bir aptallık yapmayacağından emin olmak istedi. Sen burada zavallı gibi içip kendinden geçerken dışarıda neler oldu bir bilsen... Ah, be Yiğit, sana o kadar acıyorum ki.”

Yiğit zaten bundan korkuyordu. Zaman kavramını kaybetmiş durumdaydı. Kendinde olduğu anlarda sürekli olanları ve Nehir'i düşünmüştü. Yaptığının affedilir hiçbir yanı yoktu, bunu biliyordu. Ancak yine de aklı kadındaydı. Nezaretten çıktığında babasıyla konuşmuş ve ona yeminler sıralamıştı. Sözde Nehir'e bir daha yaklaşmayacak, onu hayatından tamamen çıkartacaktı. Fakat Yiğit ondan ne zaman vazgeçebilmişti ki? Aynı gün soluğu onun yanında alacak kadar kayıp hâldeydi.

“Ne oldu? Bir şey mi yaptınız? Ne oldu lan? Konuşsana it herif! Nehir iyi mi?”

Hasan, “İyi olmaz mı? Bıraktığından çok çok daha iyi hâlde,” dedi yeniden keyiflenerek. Yiğit'in kafasının dumanlı olmasını ya da söylediklerini yeterince anlayamayabileceğini umursamadı. Belki de yarım saat sonra bu konuşmalar hiç olmamış gibi devam edecekti ama yine de artık hiçbiri Hasan'ın umurunda değildi.

“Cesur Çağlayan'ın kollarında hangi kadın iyi olmaz ki?”

“Ne? Ne diyorsun lan? O it ne alaka?”

Yiğit'in iyice çıldırmış hâline karşılık sırıttı. “Valla biz de anlamadık be kuzen. Senin aylarca peşinden koştuğun, uğruna işlerini ve geri kalan her şeyi elinin tersiyle kenara ittiğin kadın; senin öldürülesi dövüldüğünü izledikten sonra seni ne aradı ne de sordu. Yetmedi kulübe girdi.” Duraksadı ve sözlerinin devamını getirirken her kelimeye sinsi bir vurgu yapmayı ihmal etmedi.

“Sana yüz vermeyen o kadın, gitti Cesur'un koynuna girdi.”

“Senin ecdadını sikerim! Ağzını topla lan doğru konuş beni delirtme!” dedi Yiğit dili sürçe sürçe. Hasan'a saldırmak için yerinden fırlasa da iki adım bile atamadan Hasan'ın ayaklarının dibine yığıldı.

“Haklısın, yerinde olsam ben de delirirdim. Şu hâline bak hâlâ onun için endişe dolusun. Zarar gördüğünü düşünerek korkudan köpek gibi titredin. Merak etme dayım ona dokunmadı ama onu ölmekten beter etti. O da soluğu Cesur'un kollarında aldı.”

Hasan, Yiğit'in çıldırmışçasına yeri yumruklamasını ve tonlarca küfür sıralamasını ellerini ceplerinden çıkarmadan izlemeye devam etti. Onu böyle görmekten zevk alıyordu. Buraya gelirken kesinlikle niyetinde bunları söylemek yoktu, ancak onu bu noktaya getiren Yiğit olmuştu. Bir nevi kendi cehennemini kendi hazırlamıştı.

“Yalan değil, yeraltı bununla çalkalanıyor,” dedi genç adamı biraz daha kudurtmak istercesine. “Güzel kadındı. Adamın dikkatini çekmiş belli, sarışınları sevdiğini bilirsin.” Göz kırptı. “Yerinde başkası olsa o saniye öldürecekken onun yaşamasına izin verdi, hem de iki kez. Artık kadın gönlünü nasıl hoş ediyorsa-"

“Senin belanı sikerim! Hayatını sikerim lan senin! Öldürürüm seni Hasan,” dedi ayağa kalkmak için çabalayarak. “Yemin ederim ki seni yaşatmam! Ölmek için inletirim seni!”

Hasan savrulan tehditlerden korkmadığını belli edercesine sırıtarak kafasını salladı. “Hiçbir sikim yapamazsın. Adam senin kadınını elinden aldı, sense yediğin dayakla kaldın. Düştüğün rezilliğe bak. Millet arkandan gülüyor. Hâlâ derdin o kadın mı? O zaman bil ki vazgeçmediğin sürece kaybetmeye devam edeceksin. Dayım onu bu kez sağ bıraktı ama bir dahakine bırakmaz.”

Yiğit'in haykırdığı küfürleri duymazdan gelerek kapıya doğru döneceği sırada duraksadı ve bir şeyi söylemeyi unuttuğunu belli edercesine, “Buradan ne zaman çıkarsın bilmiyorum kuzen. Suratının insan içine çıkabilecek şekle gelmesi uzun süreceğe benziyor. Ama buradan çıktığında seni bekleyen iki mezar olduğunu bil,” derken Yiğit'in gözü dönmüş hâlini de umursamadı. “Dayım seni bizden üstün tuttuklarınla terbiye etmeyi seçti. Dediğim gibi ya adam olursun ya adam ederiz. Şimdilik o iki kız öldü ama bu şekilde taşkınlık yapmaya devam edersen ölen Nehir olur.”

Sonra Hasan çıldırma noktasına getirdiği adamı geride bırakıp salına salına dışarıya çıktı. Ardından kapıları kapatan adamlara, “Yeniden toz ya da içki almasına engel olun. Aklı başına gelsin ki neler olduğunu daha iyi anlasın,” diyerek ıslık çala çala oradan uzaklaştı. Delirmiş gibi küfredip bağırıp çağıran Yiğit'in hâlâ duyulan sesi, dudaklarına yerlermiş olan şeytani sırıtışı arttırdı. Tolga Zafer bu yaptığını duysa belki de kızacaktı, ancak Hasan bunu göze almıştı. Yiğit'i iyice zıvanadan çıkartmak gözden düşürmek için en sağlam yoldu ve bunu keşfettikten sonra kimse onu yolundan çeviremezdi.

×××

Kirpiklerim titreyerek açıldı. Yarı aydınlık odada, henüz görüşüm netleşmemişken bile yabancı bir yerde olduğumu hemen kavradım. Gözlerimi açmamı kolluyormuş gibi son olanlar hızlı hızlı zihnime doluştu. En son Cesur'un kollarında olduğumu hatırlıyordum. Şimdiyse burnumu ne tarafa çevirsem onun gibi kokan yataktaydım. Huzursuzca kıpırdandığım sırada, “Ah, uyandın mı?” diye soran o tatlı ve hafif aksanlı ses kulağıma çalındı. Sanki uygunsuz bir şekilde basılmışım gibi hızla doğrulurken endişeyle sağ tarafıma, sesin geldiği yöne döndüm. Orada, yatağın yanına çektiği koltukta oturan ve o taraftaki duvara monte edilmiş abajurun yaydığı ışığın altında elindeki kitabı okuyan bir kadın vardı.

“Sen de kimsin?” diye kaba bir şekilde sorarken üzerimi kontrol ettim. Kıyafetlerim yerinde değildi. Kalçalarıma kadar inecek bol bir tişört giyiyordum ve altımda iç çamaşırım dışında hiçbir şey yoktu. “Kıyafetlerime ne oldu? Kim çıkardı?” dedim onun konuşmasına fırsat vermeden hızlı hızlı.

“Lütfen sakin ol Nehir. Ben çıkardım, başka kimse yoktu, yemin ederim. Islanmıştın ve o şekilde yatmana izin veremezdim,” dedi en az benim kadar hızlı konuşup durumu açıklamaya çabalayarak. Türkçe’nin anadili olmadığını anlamak zor değildi, özellikle hızlı konuştuğunda bunu daha net fark etmiştim. Temkinli davranarak onu tepeden tırnağa tarayıp gözüme batacak ters bir bakış ya da sinsi gülüş aradım ama hiçbir şey yoktu. Bakır tonlarındaki saçlarının sardığı çehresinde sinsilik saklı değildi. İri, zümrüt yeşili gözleri sıcak ve kaba tepkimden dolayı endişeli bakıyordu.

Yeniden, “Kimsin sen?” diye sorarken üzerimden attığım örtüyü geri çekip göğsüme kadar içine sığındım. Aslında üşümüyordum, tenim sıcaktı, ancak içimde ölümün soğukluğunu taşıdığım için daha fazla sıcaklık istiyordum.

“Adım Eva,” dediğinde onu daha dikkatli inceledim ve sanki ne düşündüğümü anlamış gibi, “Aslen Birleşik Krallık'ta doğdum, annem İngiliz ama babam Türk,” diye durumu açıkladı. “Bu arada ışıkları açmam senin için sorun olur mu?”

Kafamı iki yana salladım. O ışıkları açarken bense onu izliyordum. Düğmeye dokunmasıyla birlikte odanın dört bir yanı aydınlandı, alışana kadar gözlerimi kısmak zorunda kaldım. Daha sonra etrafı keşfe çıkmakta gecikmedim. Genel olarak baktığımda sade, klasik yatak odası takımına eklenen deri köşe koltuktan oluşan bir odaydı ve her yanından bir erkeğe ait olduğu belli oluyordu. Pencerenin olmaması dikkatimi çekerken, “Neredeyim?” diye sormaktan kendimi alamadım, aslında cevabı biliyordum.

“Burası kulüpte Cesur abinin kendine ait odası. Dün gece...” Ne diyeceğinden emin olamayarak gözlerini kaçırdı. “Senin için biraz zordu sanırım. Kendinden geçmişsin o da seni buraya taşımış.”

Sertçe yutkundum. Hatırlamak istemediğim anlardan biriydi ve üzerinde düşünmeye dahi tahammül edemiyordum. Bazen insan çaresiz kalıyordu ve aslında yanından geçmeyeceği yol kurtuluş yoluymuş gibi görünüyor, sonucunu düşünmeden o yola girebiliyordu. İşte ben de böyle bir anın kurbanı olmuştum.

“O nerede?” diye sorarken boğazım kupkuruydu. Bana olan sakin tavrını hatırladıkça yutkunmakta zorlanıyordum. Sanki yaramı tanırmış, bilirmiş gibi elini yanağıma koymasını ve göğsünde ağlamama izin vermesini düşündükçe yeniden gözlerim doluyordu. Beni bu basit hareketleriyle yerle bir etmeyi başarmıştı.

“Dışarı çıkmıştı ama dönmek üzeredir.”

“Saat kaç?” diye sordum yeniden odada gözlerimi gezdirirken. Duvarları boştu ama yatağın solunda kalan komodinin üzerinde dijital saatlerden biri vardı. Ayrıca bitmiş bir serum da bulunuyordu.

“Öğlen oldu, acıktın mı?”

Kafamı iki yana sallayarak karşılık verirken kollarımı kontrol ettiğinde açılmış damar yolundan kalan minik ize rastladım. Eva ben sormadan atıldı.

“Cesur abi senin için doktor çağırdı. O da biraz dinlenmenin iyi olacağını düşünüp sana serum takıp içine yatıştırıcı bir şeyler karıştı. Şimdi nasıl hissediyorsun? Uyandığında daha iyi hissedeceğini söylemişti.”

Buna histerik bir gülümseme bahşettim. “Bedenen iyiyim. Ama buradaki ağrıya hangi serum çare olur ki?” dedim elim kalbimin üzerine konarken.

“Arkadaşların için gerçekten üzgünüm. Akın böyle sonuçlanacağını hiç tahmin etmediklerini söyledi. Ben o gece burada değildim, New Forest'e, annemin yanına gitmem gerekmişti, yeni döndüm,” dediğinde soğuk bir ürperti teninden kayıp gitmiş gibi irkildi. Sanırım yaşanılanları gözünde canlandırmak bile onu ürkütmüştü. Bense o anları bizzat yaşamıştım.

“Eşyalarım nerede?” diye sordum açılan konudan hızla uzaklaşarak. Acım tazeydi ve üzerinde konuşmak yaramı deşmekten ileriye gitmeyecekti.

Eva ayaklanıp arkasında bulunan dolaba doğru ilerledi. “Senin için kıyafet ayarladım. Hepsini yeni aldım, bedenine uyacaklarını düşünüyorum, bu konuda pek yanılmam,” diye sürekli bir şeyler anlatıp dururken katlı bir şekilde kenarda duran kıyafetleri alarak bana uzattı. Bir an için ona baktığımda Hümeyra'yı görür gibi oldum. Neşeli, güleç, hayat dolu birine benziyordu.

“Kaç yaşındasın Eva?” diye sormaktan kendimi alamazken sertçe yutkundum. Bir an için Cesur'un bu soruyu bana sorduğu anı hatırladım ve tuhaf davranışına cevap bulur gibi oldum. Ben Eva'yı Hümeyra'ya benzetmiş, benzer yanlarını aramaya koyulmuştum. Acaba onun da niyetinde bu mu vardı? Beni kıyasladığı kişiyle benzer yanlarımın olup olmadığını mı teyit etmeye çalışıyordu?

Eva daldığım düşünce âleminden beni çekerek, “Yirmi dört yaşındayım,” diye cevap verdiğinde dudaklarımı buruk, kırık bir gülümseme yokladı. Onlarla aynı yaştaydı. Hümeyra ve Yonca'nın daima kalacağı yaştaydı.

“Sen kaç yaşındasın?”

“Yirmi sekiz,” dedim uzattığı kıyafetleri alırken cansız sesimle.

“Ah, benden büyüksün. Sana nasıl hitap etmeliyim? Abla dememi ister misin-"

“Hayır!” diye bağırdım elimde olmadan. Eva ani tepkimle yerinde sıçradı. Sesimi daha nazik bir tonda tutmayı bile denemeden, “Bir daha kimsenin bana öyle seslenmesini istemiyorum,” dedim güçlükle yutkunduğum sırada. “Bir daha kimse bana öyle seslenmeyecek.”

“Tamam, sen nasıl istersen. Ben sadece bazıları bu konuda titiz oluyor diye sormak istemiştim.”

Ellerimle yüzümü sertçe sıvazladım. Boğazıma oturan yumruyu gidermek için peş peşe yutkundum. Eva iyi birine benziyordu. Normal bir anda karşılaşsak asla kırmak, çıkışmak istemeyeceğim biri olurdu, ancak şu anda sinirlerim hayliyle yıpranmıştı ve başkasını düşünecek hâlde değildim.

“Sana yiyecek bir şeyler hazırlayacağım. Bar kısmında seni bekliyorum tamam mı? Giyinip yanıma gel,” dedi Eva, yeniden dikkatimi üzerine çekerek. Saklamaya çalışsa da bana ters tepki vermemden çekinircesine bakıyordu ve benim için üzüldüğünü görebiliyordum.

“İstersen duş da alabilirsin. Banyo şurada.”

Gösterdiği yere bakmadım, odanın içerisinde yer alan kapıyı işaret ediyordu. Israrla gözlerimi ondan ayırmamamdan rahatsız olmuş olacak ki, “Pekâlâ, ben çıkayım. Unutma, bar kısmında olacağım,” diye hatırlatarak gerisin geri kapıya doğru birkaç adım attı.

“Neden benimle bu kadar ilgileniyorsun?” diye sordum bir anda. Bu onu durdurdu.

“İyi olmanı istiyorum hepsi bu, kötü bir niyetim yok.”

“Beni hiç tanımıyorsun.”

“Bu önemli mi? Birinin iyi olmasını istemen için onu tanıman mı gerekir?” diyerek beni üzerinde düşünmeye itti.

“Haklısın, gerekmez. Ama ben burada pek istenmeyen ve sorun çıkartan biriyim. Diğerleri bana bakarken bir probleme bakıyormuş gibi bakıyor. Sense arkadaşına bakar gibi bakıyorsun. Ben senin arkadaşın değilim.”

Eva beceriksizce gülümsemeye çalıştı. “Kim bilir, belki arkadaş oluruz?”

“Olmayız,” diye kestirip attım. “Bir daha kendime arkadaş edinme hatasına düşmeyeceğim. Bir daha olmayacak.”

Çünkü bir daha değer verdiğim biriyle sınanmayı göze alamam.

“Tamam,” diyerek kafasını salladı. Ne kadar ılımlı durmaya çalışsa da keskin bıçak gibi yüzüne savurduğum sözler canını sıkmışa benziyordu. “Cesur abiyi arayıp ne zaman döneceğini sorayım. Sen de üzerini değiştir.”

Yeniden kapıya yönelmesini, “Burada çalışanlardan biri misin?” diye sorarak ikinci kez engelledim.

“Yani... evet... tertip düzenle ilgilenirim, çalışanlar arasında sorun çıkarsa ya da başka bir şey onları hallederim. Plan programı düzenlemelerine yardımcı olurum.”

“Tuna gibi.”

Kafasını salladı. “O dışarıyı halleder ben de içeriyi.”

“Onların nereye ait olduğunu biliyor musun?” diye sorduktan hemen sonra kafamı hafifçe iki yana sallayarak güler gibi bir ses çıkardım. “Elbette biliyorsun.”

Eva gözlerini kaçırdı. “Acıkmışsındır, seni bekliyorum,” diye yarım ağız mırıldanarak başka bir şey söylememe izin vermeden dışarıya çıkıp kapıyı kapattı.

Odada yalnız kaldığımda aramızda geçen konuşmanın üzerinde pek düşünmedim. Duş almaya ihtiyaç duysam da kendimi yeniden yatağa bıraktım ve örtüyü çeneme kadar çekerek cenin pozisyonunda büzüştüm. Düşünmem gereken tonlarca şey vardı ve ben hepsinden kaçmak için savaş veriyordum. Zaten ölümü seçmemin nedeni de tüm bunlardan kaçmaktı. Belki aptalcaydı ama o kadar ağır gelmişti ki bitmesini istemiştim.

Hâlâ daha bunu istiyordum.

Nasıl devam edeceğimi düşündükçe zihnim karıncalanıyordu. Önüme baktığımda ilerleyebileceğim hiçbir yol göremiyordum, ne tarafa dönsem zifiri karanlık beni kucaklıyordu. Daha önce bir kez sıfırdan başlamıştım, biliyordum ama bunu yeniden yapamayacak kadar kırılmış ve yıpranmıştım. Yarının iyi olacağına dair tüm umutlarımı kaybetmiştim.

Kendimi ait olduğu okyanustan toprağa kusulmuş küçük, kırılgan bir balık gibi hissediyordum. Düştüğüm yerde minik yüzgeçlerimle çırpınmıştım ama çabamın yaşayabilmem için yeterli olmayacağını başından beri biliyordum. Üzerinde yattığım kumlar kavruk ve beni yutmak ister gibi içine çekiyordu. Güneş, can çekişmemi hızlandırmak istercesine iyice yükseliyor, beni sıcak ışınlarının hedefine alıyordu.

Ölüyordum.

Ölmeyi diliyordum.

Çünkü başka seçeneğim yoktu, kendime başka seçenek bulmaya yeltenmeyecek kadar yorgundum. Savaşmaktan vazgeçmiştim. Belki de bunu en başında yapmalıydım; sekiz yaşındayken. Hiç değilse bu kadar ölüme neden olmuş olmazdım.

Bulunduğum odanın kapısı tıklatıldığında ne kadar süredir öylece yattığımın bilincinde değildim. Ayrıca ağladığımı bile yeni fark etmiştim. Burnumu sertçe çekip hareketsizce yatmaya devam ettim. Kızardığından emin olduğum gözlerim kapının üzerindeydi. Tahminimce Eva beni yoklamaya gelmişti. Benden ses çıkmayınca kapı bir kez daha tıklatıldı, yine tepki vermedim. Şu anda ne yemek yemek ne de başka bir şey yapmak istiyordum. Canlanmaya ihtiyacım yoktu, çünkü ben hâlâ ölümü diliyordum.

Kapının kolu yavaşça aşağıya indi, gözlerimi yumdum. Eva'ya durumumu anlatacak takatim kalmamıştı, sadece yatmak istiyordum. Aç değildim, açsam bile hissetmiyordum. Bu yüzden yemek yiyebileceğimi sanmıyordum. İçimden uzatmadan buradan gitmesini umarken kapının önce azıcık sonraysa ardına kadar açıldığını çıkan hışırtılardan anladım. Örtünün içine iyice sinerken adım sesleri odaya doluştu ve o an gelenin Eva olmadığını fark ettim.

Kapı kapandı, sırtımdan soğuk bir ürperti kayıp gitti. Beynime ağlamayı kesmeyi emrettim, çünkü aptal gözyaşlarım ısrarla yanaklarımdan kaymaya devam ediyordu, üzerinde yattığım beyaz yastık epey ıslanmıştı. Yatağa doğru yaklaşan adım seslerini dinlerken soluklarımın hızlandığını fark ettim, tüm bedenim elektrik teli gibi gerilmişti.

“Uyumadığını biliyorum,” dedi Cesur beni ürkütmek istemezmişçesine biraz kısık sesle ve yavaşça konuşarak. Sesini duyduğumda daha çok kasıldım. Şu anda en son görmek isteyeceğim kişi bile değildi. En zayıf anıma tanık olmuştu, bu yüzden onunla yüzleşmekten kaçınıyordum.

Cesur hemen başucumda olan ve az önce Eva’nın oturduğu koltuğa oturdu. Yüzümü saklama ihtiyacıyla iyice örtünün içine sığındım. “Konuşmak istemiyor musun?” diye sordu, sessiz kaldım. “Yoksa benden mi kaçıyorsun?” Mümkünmüş gibi biraz daha gerildiğim sırada, “Eva'yla konuştuğunu biliyorum,” dedi durumu nereden kavradığını anlatmak istercesine. “Eğer daha iyi hissedeceksen onu çağırabilirim?”

“Kimseyi istemiyorum, lütfen,” dedim mırıltı gibi çıkan cansız sesimle. “Beni yalnız bırakır mısın?”

“Bırakmam,” dedi, sertçe yutkundum. “Saklama yüzünü benden Nehir.”

Adıma yaptığı tuhaf vurgu tüylerimi diken diken etti. Bunu her yaptığında beni kuşkuya düşürüyordu. Hakkımda neler öğrenmişti ve en önemlisi ne kadarını biliyordu deli gibi merak etmekten kendimi alamıyordum.

“Konuşmak istemiyorum.”

“Oysa ki konuşacak çok şeyimiz var,” dedi direncimi görmezden gelerek. “Kaldır başını, hadi.” Kafamı hafifçe iki yana salladım. “Benden mi korkuyor musun?” diye sordu bunun üzerine. “Neden ısrarla bana bakmıyorsun? Sana zarar verecek değilim,” derken bunu düşünebiliyor olacağımdan bile rahatsız hissettiğini fark ettim.

“Zarar vermeyeceğini biliyorum,” diye fısıldadım. “Açıkça bunu senden istediğim hâlde yapmadın.”

İsyankâr çıkan sesime karşılık, “Aptalca bir hareketti,” diyerek yaptığımı yüzüme vurdu.

“Aptalca olabilir ama benim için tek kurtuluş yoluydu.”

“Savaşmadan teslim olmayı kendine nasıl yakıştırabilirsin?” dedi biraz kızgınlıkla. Hâlâ aynı arzuda olmam canını sıkmış gibiydi. Söylediğine karşılık güler gibi dudaklarım eğrildi.

“Ne kadar büyük bir savaş verdiğimi bilmiyorsun. Emin ol ki son damlasına kadar savaştım ama bazen olmayınca olmuyor işte. Tutunduğum tüm dallar kırıldı, avuçlarımda parçaları kaldı.”

“Eğer yeterince savaşsaydın kırılan parçaları birleştirerek kendine tutunacak yeni dallar yapardın.”

Nihayet kafamı kaldırırken, “Beni çabalamamakla suçlayamazsın! Neler yaşadığımdan haberin yok. Ne biliyorsun ki hakkımda?” dedim farkında olmadan sesimi yükselterek. Geldiğinden beridir ilk kez onunla göz göze gelmiştim ve bu sertçe yutkunmama neden olmuştu. Beyaz tişört üzerine hâkî tonlarında gömlek giymiş, düğmelerini tamamen açık bırakmıştı. Kollarını dirseklerine kadar kıvırmıştı. Saçları taranmış, sakalları yeni yeni uzamaya başlamıştı. Her zamanki gibi derli toplu, kusur barındırmayan duruşuyla karşımdaydı. Ona karşı kendime baktığımda bitmiş birini görüyordum.

“Herkesin bildiklerini biliyorum. Ama kimseye söylemediklerin de var, eminim, işte ben asıl onları bilmek istiyorum.”

“Hâlâ beni mi araştırıyorsun?” derken gözlerimi kısıp tıslar gibi konuştum. Tepkime aldırmadan sanki her gün su içmek kadar normal bir şey yapıyormuş gibi cevap verdi.

“Evet.”

“Kafayı benimle mi bozdun? Derdin ne senin?”

“Bir şeyler gizliyorsun-"

“Eğer gizliyorsam demek ki seni ilgilendirmiyor,” diye parlarken yattığım yerden doğrularak tam karşısına gelecek şekilde oturdum. Her an tırnaklarımı ona geçirecekmiş gibi gerilmiştim ve Cesur ise beni kızdırmaktan çekiniyormuş gibi durmuyordu.

“Demek ki hâlâ uğruna savaştığın bir şeyler var,” dedi dudağının kenarını hafifçe kıvırarak. Tepkim onu memnun mu etmişti emin olamamıştım.

“İşte bu beni daha çok meraklandırdı.”

“Kes şunu!” diye diklenmeye devam ettim. “Eğer şunu yapmayı bırakmazsan-"

Hafifçe öne doğru eğilip bana yaklaşırken, “Ne yapacaksın? Yoksa beni tehdit mi edeceksin?” dedi gülerek. Ona karşı koyamayacağımı düşünüyordu ve bunu düşündüğü her saniye için onu pişman etmek istiyordum.

“Ne kadar tehlikeli olabileceğimi bilmiyorsun.”

“Ne kadar tehlikeli olabileceğini görmek isterim,” dedi aynı minik sırıtış yüzünde asılıyken. “Saklandığın kabuğun altından ne çıkacağına tanık olmak keyifli olurdu.”

Yumruklarımı sıktım. Benimle resmen oynuyor, kışkırtmaya çalışıyordu. “Körün gözleri açıldığında ilk kırdığı bastonu olurmuş. Gözlerimi açma hatasına düşme Cesur,” dedim uyarıyla. “Ben kör kalmayı seçmiştim, öyle kalmam daha doğru olur. Sonra benimle uğraşırsın.”

“Kabul,” dedi hiç çekinmeden.

Daha çok öfkelendim. Hızla yataktan fırlayıp tepesinde ölüm meleği gibi dikilirken sertçe omzuna vurdum. “Bana bu kadar ılımlı davranman sinirlerimi bozuyor! Silahımı sana doğrultsam bile hiçbir şey yapmadan bekleyecekmişsin gibi durmayı kes!”

Ellerini koltuğun koçaklarına yerleştirerek kendini yukarı doğru iterken hafifçe geri çekilmek zorunda kaldım. Ayağa kalktığı için şimdi bana üstten aşağıya bakan oydu. “Sen benim düşmanım değilsin,” dedi karşımda sakin kalışının nedenini açıklamak ister gibi.

Soğukça güldüm. “Ama sen benim düşmanımsın.”

“Öyleyse savaş benimle,” dedi.

Kaşlarımı mümkünmüş gibi daha derinden çatarak ona baktım ve bir süre sessiz kalıp sakinleşmeye çalıştıktan sonra daha önce de sorduğum soruyu tekrarladım. “Ne istiyorsun benden? Neden beni ayağa kaldırmaya çalışıyorsun?” derken sesim artık az evvelki kadar güçlü değil, isyankârdı. Karmakarışık bir hâldeydim, gözlerim dolmuştu. Öfkeliydim, kızgındım, nefret doluydum, aynı zamanda üzgün ve acı içinde kıvranıyordum.

“Çünkü bunu atlatacak kadar güçlü olduğuna inanıyorum. Düştüğün yerden kalkmayı istersen kalkacağını biliyorum Nehir.”

“Bunu yapacak takatim kalmadı,” derken yeniden karşısında hüngür hüngür ağlamamak için dudaklarımı birbirine bastırdım, çenem titriyordu. Sertçe yutkunup zaman kazanmak istercesine yüzümü sıvazladım. “Uğruna yaşamak isteyeceğim hiçbir şey yok, hiçbir-" diye başladığım cümlemin devamını getiremedim, yanaklarım ıslandı. Beni yeniden böyle görmesini istemediğim için arkamı dönüp ondan uzaklaşmak için hareketlendiğimde kolumu yakalayarak bana engel oldu.

“Sana bunu yapmalarına izin verme. Ayağına çelme taktılar, düşüşünü keyifle izlediler. Ölmeyi dileyerek onların ekmeğine yağ sürüyorsun. Çabasız senden kurtulacaklar,” dedi her kelimeyi aklıma kazımak istercesine vurguyla. Eli çeneme tırmanıp titreyişini durdurmak istercesine parmaklarını tenime değdirdi. Daha çok ağlamak ve kendimi toparlamaya çalışmak arasında kalakaldım. Madem ondan kendimi saklayamıyordum hiç değilse ben onu görmemeyi seçebilirdim. Buna binaen gözlerimi sıkıca yumdum, daha iyi hissettirdi ve az da olsa ağlama ihtiyacımı bastırabildim.

“Böyle sessizce boyun eğmeyi ben sana yakıştıramıyorum. Sen nasıl kendine yakıştırabiliyorsun?”

Sertçe iç çektim. “Boyun eğmektense ölmeyi tercih ederim.”

“Dün gece... hem boyun eğdin hem de ölmeyi tercih ettin,” diye hatırlattı.

“Dün geceyi konuşmak istemiyorum,” derken yanağımın içini ısırıyordum. “Kendimi kaybettiğim bir andı. Sert bir düşüş yaşadım, bunu yüzüme vurup durma.”

“Ama hâlâ daha kendini bulabildiğin söylenemez. Hâlâ düştüğün yerdesin.”

Göz kapaklarım yavaşça açılırken, “Bana neyi ima etmeye çalışıyorsun?” diye sordum. Artık gözyaşı yoktu, sadece yanaklarımdaki yapışkan his kalmıştı. Kriz anı geçmişti, bunu daha rahat soluk alıp verişimden bile anlayabiliyordum.

“Savaşmanı istiyorum,” dedi elini nihayet çenemden çekerek. Konuşacağımı anlayıp beni susturdu. “Sana bunu yapanlardan intikamını alabilirsin. Seni öldürmeden ölüme itenlerden hesabını sorabilirsin. Yarını karşılamak için kendine neden mi istiyorsun, işte, buna tutunabilirsin.”

“Onlarla işim bittiğinde...” Cümleme devam etmeden önce derin bir soluk alıp omuzlarımı dikleştirdim. “Ya sıraya seni koyarsam? Seninle savaşırsam?”

Güldü. “Zevkle karşılarım.”

Bunu canımı yakmaktan zevk alacağı için dememişti, daha çok o derece gözümü karartmış olmamdan hoşlanacağı için böyle konuşmuştu. Kafamı hafifçe iki yana sallayarak etkisinden kurtulmaya çalışırken, “Aklımı intikamla çelmek istediğinin farkındayım. Ama bu yol benim için daha tehlikeli,” dedim bir gölge gibi peşimden gelen geçmişime atıfta bulunarak, elbette derdimin ne olduğunu anlamadı.

“Bir kez tadını aldığında ne kadar tehlikeli olduğunu asla umursamayacaksın. Tolga'ya acı çektirmek istemez miydin? Kıvrandığını görmek, canının yandığını görmek, senin gibi düştüğünü görmek içine su serpmez miydi?”

Ellerimi kulaklarıma kapatıp odanın içerisinde sağa sola gitmeye başladım. Sözleri ayrı yaptığı sinsi vurgu ayrı aklımı bulandırıyordu. İçimde saklı olan intikam arzusunun birden baş kaldıracağını asla düşünmezdim, hatta bugüne kadar intikamcı biri olduğumu bile düşünmezdim. Ama şimdi kendime baktığımda tam da Cesur'un söylediklerini istediğimi fark ediyordum.

“Bunu nasıl yapabilirim?” dedim hızla. Kendime güvenmiyordum, dahası aklım hâlâ karmakarışıktı. Ayrıca anlık fevrilikle olaya atıldığımın farkındaydım. Bu öylesine dâhil olabileceğim bir konu değildi, enine boyuna düşünmem gerekiyordu. Odanın içerisinde volta atmaya devam ederken Cesur'a bakmadan konuştum. Aslında daha çok kendi kendime konuşuyordum.

“Ben onlar kadar güçlü değilim. Aslında ben hiç güçlü değilim. Bir silahım bile yok, hiçbir şey yapamam. Onlara nasıl ve nerden saldırabileceğimi de bilmiyorum. Zaten... onlara nereden saldırılır ki? Ne onları benim kanadığım gibi kanatır? Yapamam, yapabileceğim hiçbir yol yok...”

Cesur bu kendi kendime sürüp giden çırpınışımı, “Ben sana yardım ederim,” diyerek böldü. Ona doğru döndüm, sözünde ciddi görünüyordu ve art niyet taşımıyordu.

“Onlardan intikam almanı sağlarım. Sen sadece bunu gerçekten isteyip istemediğini düşün. Savaşmak mı yoksa boyun eğmek mi? Karar ver Nehir.”

Boyun eğmektense ölmeyi tercih ederdim.

Boyun eğmektense ölmeyi tercih eden bir soydan geliyordum.

Ve işin acı yanı bugüne kadar yeterince boyun eğmiştim. Bunu birine karşı değil, kaderime karşı yapmıştım. Belki de artık kaderime bile başkaldırmanın zamanı gelmişti.

“Ben buralardayım. Dinlen, istediğin bir şey olursa Eva halleder. Eğer konuşmak istersen saat fark etmez,” dedi ellerini ceplerine tıktığı sırada. “Senden tek istediğim kendini toparlaman ve ne yapacağına karar vermen.”

Kafamı salladım. Cesur ağır adımlarla odadan çıkıp gitti. Ardından kapattığı kapıya uzun uzun baktım. Beni çektiği yola çok kolay girebilirdim, bunun şimdiden farkındaydım. İntikam için ellerini sıvazlamaya başlayan yanım oldukça hevesliydi. Arkamda olacağını bilmek beni daha çok cesaretlendirmişti, inkâr edemezdim.

Ben, ait olduğu okyanustan kovulmuş, içine gömüldüğü kumların arasında, cayır cayır yanan güneşin altında ölümü bekleyen küçük, kırılgan bir balıktım.

Umudumu kaybettiğim anda üzerime bir adamın gölgesi düşmüş, önce beni güneşten korumuştu. Sonraysa elini sıcak kumlara daldırmış ve beni terk edildiğim yerden almıştı.

O adam; küçük, kırılgan balık için çabalıyordu.

Ve küçük, kırılgan balık; o adamın avuçlarındaki denizde yeniden nefes almaya başlamıştı.

×××

Islak saçlarımı üzerime giydiğim kazağın içerisinden çıkarttım. Kurutmakla uğraşmayı pek sevmezdim, genellikle tarayıp kendi hallerinde bırakırdım. Şimdi de öyle yaptım, sadece açık bırakmak yerine gelişigüzel bağlayarak topuz yapmayı seçtim. Fırçam olmadığı için tarayamamıştım ve bu yüzden normalden fazla karışık görünmelerine omuz silkerek karşılık verdim.

Eva benim için kot pantolon ile kırmızı bir kazak ayarlamıştı. Bedenimi doğru bilmesine şaşırmamıştım, bazıları bu konuda yetenekliydi. İç sesim hızla, Hümeyra gibi, dedi. Omuzlarımın düşmesine izin vermeden odadaki boy aynasının önünde dikilmeye devam ettim. Gözaltlarım mosmordu. Zayıflamıştım. Sahi en son ne zaman yemek yemiştim? Buna cevap veremedim. Mavi gözlerim yorgun bakıyordu ama bitmiş gibi değildi.

Artık ölmeyi arzulamıyordum.

Öldürmeyi arzuluyordum.

Cesur gittiğinden beridir üzerinde düşünüp durmuştum, saatler geçmişti. Ve vardığım sonuç intikamdı. Hâlâ bazı tereddütlerim olsa da bunu istediğimi fark etmiştim. Hiç günahım yokken üzerime oynayan Tolga Zafer'e bana yaşattıklarının bedelini ödetecektim.

Ve Cesur'a.

Her ne kadar bana yardım etse de onu affedemeyen ve hep suçlu gören bir yanım vardı. Onun da canını yakmak istiyordum. Bu işin sonucunda ruhunu kaybetmiş, merhametsiz birine dönüşmek gözümü korkutuyordu. Yeraltının karanlık dünyasına ait insanlara dönüşmekten korkuyordum ama artık kaçmayacak, akışına bırakacaktım. Yıllarca uzak durmak için verdiğim savaş yine yeraltında sonlanmıştı. Bumerang gibi hep aynı yöne dönüp durmamın bir nedeni olmalıydı. İşte bu yüzden artık çabalamayı bırakıyordum.

Ciğerlerime derin bir soluk çekerek kendimi daha da cesaretlendirmeye çalıştım. Bugüne kadar hep acı çekmiştim artık rolleri değiştirmenin zamanı gelmişti. Hümeyra'nın ve Yonca'nın acımasızca benden koparılmasının hesabını soracaktım. Üzerinde düşündükçe bunu onlara borçluymuşum gibi hissediyordum. Sanki huzur bulmaları için bunu yapmak zorundaydım ya da Cesur sandığımdan daha iyi aklıma girmeyi başarmıştı.

Artık kabuğumdan çıkmanın vaktinin geldiğini düşünerek kapıya doğru yöneldim. Daha iyi hissediyordum, acı hâlâ yerinde olsa da intikam düşüncesi onunla savaşmama yardım ediyordu. Ağır adımlarla dışarı çıktığımda beni karşılayan dar koridorun en sonundaki odada olduğumu fark ettim. Gideceğim tek yön sol tarafa doğru uzanıyordu ve dört bir yana döşenmiş LED ışıklar sayesinde aydınlıktı. Müzik sesi gelmiyordu ki bu normaldi, burasının akşamdan sonra hareketlenmeye başladığını anlamak zor değildi.

Koridoru takip ederek geçtiğim odalardan birinin aralık kapısından gözlerim kayıp giderken duyduğum sesle birlikte adımlarım birden kesildi. Bedenim koridora, kafamsa kapıya dönük kalakalmıştım.

“Hay sizin yapacağınız işe sokayım lan nerede kaldınız?”

Sitemle homurdanan kişi Akın'dan başkası değildi. Soru sorduğu kişiden gelen cevabı duymayıp, Akın'ın yeniden konuşmaya başlamasıyla birlikte onun telefonla görüştüğünü anladım.

“Neden bu kadar uzun sürdü? Burada işler boka sarmaya başladı Özgür,” dedi ciddileşen bir tavırla. Nedensizce gerilmeye başladım.

“Konu abim ve takıntıları, başka ne olabilir?” Sinirli bir soluk aldı. “Nehir'in dün gece bizi soktuğu durum çok can sıkıcı, biliyorsun. Herkes onun ölüm haberini almayı bekliyordu. İkinci kez Özgür, ikinci kez ona hiçbir şey olmadı ve dünkü taşkınlığı başkalarına cesaret verecek olursa-" Sanki Özgür lafını kesmiş gibi duraksadı. Yeniden konuştuğunda sesi çok daha öfkeli geliyordu. “Hay sokayım söylentisine! Özgür, ortadaki sorunu görmüyor musun yoksa görmezden mi geliyorsun? Nehir bizim için sorun tamam mı? İyi biri olabilir, zararsız biri olabilir, hatta dünkü saçmalığı canı yandığı için yapmış olabilir hepsine eyvallah. Ama abim onu korumaya ve yanında tutmaya pek hevesli. Sana yeni planından bahsedeyim mi? Tolga itinden intikam alsın diye Nehir'e yardım edecekmiş!”

Başımdan aşağıya bir kova kaynar su boşalmış gibi irkildim. Akın'ın durumdan rahatsız olduğu o kadar ortadaydı ki üzerine uydurabileceğim hiçbir kılıf yoktu. Şokla doldum. Açıkçası daha ilk adımımda birinden veto yiyeceğimi ve bunun beni derinden sarsacağını hiç düşünmemiştim.

“Beni dinlemiyor, Nehir’e takmış, iyice takıntı hâline getirmiş. Çabuk gel, buna bir çözüm bulmamız gerekiyor. Nehir buradan gitmeli.”

Akın son sözünü söylemişti. Burada istenmiyordum. Birden ayazda kalmış gibi rüzgâra tutuldum, kollarımı kendime sararak bedenimi ısıtmaya çalışırken ayaklarımda tonlarca yük varmış gibi güçlükle oradan uzaklaştım. İçimde yeşeren umutların yeniden karanlığa gömüldüğüne şahit olmak bana çok ağır geldi. Şokla açık kalan ağzıma elimi bastırdım. Burası benim evim değildi ve buradakiler de ailem değildi. Hepsi bana yabancıydı. Bunu yeni idrak ediyormuşum gibi ikinci bir şok dalgası üzerime çullandı. Beni sorun olarak görüyorlardı, çünkü sorun çıkartmak dışında hiçbir şey yapmamıştım.

Hata yine bendeydi. Buraya ait olmadığımı biliyordum ama neden burada olduğumu sorgulamamıştım ve yetmezmiş gibi Cesur'la anlaşmaya doğru gidiyordum. Aptaldım. Ben istenmeyendim. Bu yıllar öncesinde de böyleydi, şimdi de değişen hiçbir şey yoktu.

Kimse beni istemiyordu.

Herkese bir şekilde rahatsızlık veriyordum.

Gözlerime hücum eden yaşları bastırarak kulüp kısmına ulaştım. Cesur bar alanında oturuyordu. Sırtı bana dönüktü ve elinde tuttuğu bardaktan bir şeyler içtiğini anlamıştım. Eva yanında, ayaktaydı. Onun yüzü bana dönük olduğu için varlığımı hemen fark etti. İfademi seçene kadar bana geniş bir gülümseme bahşederken suratıma sinen hüznü fark ettiğinde dudaklarındaki gülümseme yavaşça soldu. Bu sırada Cesur, Eva'nın bakışlarını takip ederek omzunun üzerinden bulunduğum tarafa döndü. Beni görür görmez bir şeylerin ters gittiğini hissetmişçesine ayağa kalkıp elindeki bardağı bankonun üzerine bıraktı.

“Nehir,” diye adımı dillendirirken sesinde saklı olan soru işaretlerini görmezden geldim. Bana doğru yaklaşmasını izlemek boğazıma birkaç düğüm atılmasına neden olmuştu. Tıpkı dün geceki gibi yine burada, koynunda ağlayabilirdim. Herkes bana problemmişim gibi bakarken onun ilgi göstermesi, yaralarımı sarmaya çalışması tüm gücümü emen kanser hücresiyle eşdeğerdi.

“Ne oldu? Bu hâlin ne?” diye sordu dolu dolu olan gözlerime kaşlarını çatarak bakarken. Bir damla gözyaşımı akıtmamak için kendimi kastım. Karşısında dik ve kendimden emin durmaya özen gösterdim. “Kararımı verdim,” dedim buzdan farksız sesimle. “Vaat ettiklerini istemiyorum. Gideceğim.”

Daha çok kaşlarını çattı. Sanki cevabımın aslında bu olmadığından emindi ve tuhaf hâlim onu kuşkulandırmıştı. Aldırmamaya çalışarak çıkışa gitmek istedim, kolumdan yakaladı. Hızla ve sertçe. Canımı yakmıyor olsa da ani tepkisi ürkmeme neden olmuştu. Hatta Eva bile yerinde sıçramış, endişeyle, “Abi lütfen sakin ol,” deme gereği hissetmişti. Cesur ise sadece bana bakıyordu ve koyu kahve gözlerindeki bakış geçen her saniye daha çok sertleşiyordu.

“Buz parçası gibisin. Ne oldu?”

Kolumu ondan kurtarmaya çalıştım, izin vermedi. İzin vermediği gibi beni iyice kendine doğru çekti. “Bir şey olmadı. İntikam almanın bana göre olmadığını anladım,” dedim histerik bir gülmeyle. “Bu yüzden yardımına ihtiyacım kalmadı. Gitmek istiyorum.”

Cesur'un delicesine dişlerini sıktığını görebiliyordum. Yanağındaki bir kas kalp gibi atıyordu. Onu bu kadar öfkelendiren neydi çözememiştim. Ortada bir problem olduğunu mu hissetmişti yoksa sorun tamamen gitmek istememde mi yatıyordu? Çünkü fark etmiştim ki ne zaman gitmekle ilgili konuşsam koyu kahve gözlerindeki sertlik artıyordu.

“Bir şey oldu,” dedi ısrarla. Üstelemesi iyice sinirlerimi bozduğunda onu var gücümle ittim. İstese beni bırakmazdı, gücüm onun yanında filin sinekle yan yana durması gibi minicikti, ancak geri çekilmeyi seçerek kolumu serbest bıraktı.

“Ne olduysa oldu, bu kadar ilgilenmeyi bırak. Benimle bu kadar ilgilenmeyi bırak!” diye bağırdım elimde olmadan. “Gitmek istiyorum hepsi bu. İntikam istemiyorum, burada kalmak istemiyorum, seni görmek de istemiyorum! Sadece gitmek istiyorum.”

Bir şeyler söyleyecekmiş gibi olsa da dudaklarını sıkıca birbirine bastırarak sözlerini yuttu. Bu sırada Eva yanımıza gelerek Cesur'un koluna elini yerleştirip onu geri çekmek istedi. Cesur ise kolundaki elden kurtulup öfkeden dolayı koyulaşan gözlerinin hedefinden beni ayırmadı. Engel olmak istediğini açıkça görebiliyordum ama bunu yapmamak için kendini tutuyordu. Odada benimle uzun uzun konuşan sakin adamdan eser yoktu. Dün gece mekânını bastığımda bile bu kadar sinirlenmemişti.

“Bir şey oldu ve bunu benden saklıyorsun!”

“Bir şey olduğu yok,” diye direttim. “Kararımı verdim ve sana söyledim. Artık beni rahat bırak.”

Aceleyle ardımı dönüp asansöre doğru ilerledim. Burnundan sert bir soluk verdiğini duysam da duymazlıktan geldim. Sert tavrı beni ürkütmüş, buradan derhâl uzaklaşma hissiyle dolmama neden olmuştu. Neredeyse koşarcasına asansöre ulaşmaya çalışırken asansörün bulunduğum kata indiğini fark ettim. Bu iyiydi, burada daha az vakit geçirmiş olacaktım. Ben bunu düşünürken asansör durdu ve kapıları yavaşça açıldı. İçerisinde iki kişi vardı. Tuna önde duruyordu, arkadakinin yüzünü görememiştim, ancak Tuna'nın duraksaması sanki kötü bir şey olacağını hissetmişim gibi benim de duraksamama neden oldu. Sonra Tuna arkamda kalan Cesur'a baktı ve ağır adımlarla asansörden çıkarak arkasındaki kişinin görüş alanıma girmesini sağladı. Göğsüme bıçak saplanmış gibi nefesim kesilirken, “Yavuz,” diye fısıldadım. Şok dalgası tepeden tırnağa bedenimi turladı. Soğuk bakışları tüylerimi diken diken etti. Bana öyle bir bakışı vardı ki sanki birbirimizi hiç tanımayan iki yabancıydık. Tanıdığım Yavuz’dan geriye kalan kabukla yüzleşmek beni o geceye geri döndürecek kadar sarsmıştı.

İşte tam da o an, aslında o gece Yavuz'u da kaybettiğimi anlamıştım.

Yavuz gözlerini öylesine birine değdirmiş gibi üzerimden çekip asansörden çıktı. Yürürken zorlandığını fark ettiğimde sertçe yutkundum, tam olarak iyileşmediği ortadaydı. Onu uzun zaman sonra ilk kez sakallarını uzatmış görüyordum. Normalde her gün tıraş olmaya özen gösterir, çoğunlukla takım elbise giyerdi. Şimdiyse siyah bir pantolon ve yine siyah bir kazak tercih etmişti. Ayrıca Hümeyra'nın sürekli parmaklarını daldırdığı, oynamaktan hoşlandığı saçlarını kısacık kestirmişti. Dış görünüşündeki değişim bile onun artık eskisi gibi olmadığını kanıtlar nitelikteydi.

Yanımdan geçip giderken onunla birlikte ardıma doğru döndüm. Şok hâlâ yüzümde asılıydı. Yavuz’a bir şeyler söylemek istesem de aralanan dudaklarımdan kelimeler can bulamadı. Sanki ben orada değilmişim gibi yanımdan geçip Cesur'un hemen yanında adımlarını durdurdu ve ona başıyla selam vererek, “Abi,” dedi.

Kafama bir şeyle vurulmuş gibi sarsıldım. Cesur’un elini Yavuz'un omzuna koyarak dostunu karşılarcasına sıkmasını dehşetle izledim. Tüm bunlar uyanamadığım bir kâbusun parçası olmalıydı.

Tüm bunlar kâbustan ibaret olmalıydı.

×××

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%