@yazarkasa
|
Bindiğimiz tren kulaklarımızı yırtan metalik sesler ve homurdanmalar çıkartarak Haydarpaşa tren garına yanaşırken oturduğum sert ve rahatsız koltuktan kalkıp ağrısından duramadığım belimi esnetmeye ve iyice hissizleşen ayaklarımı hareket ettirerek kendine getirmeye çalışıyordum. Hiç beklediğim gibi bir yolculuk olmamıştı. Kendimi Hogwarts’a giden 9 ¾ treninde gibi hissetmek için oldukça çabalamıştım. Ama yolculuk tam bir hayal kırıklığıydı. Sorun trenin büyülü olmaması da değildi üstelik. Onu bir şekilde hayal gücümle ayarlayacaktım. Ama sorun trenin yürüyen bir demir yığını olması, koltukların rahatsız olması, içerisinin kalabalık ve havasız olması, yaşlı ve huysuz bir ejderha gibi homurdanarak ilerlemesi, artık beynime işleyen gürültü ve gıcırtı bir de yanımda hiç susmadan bana hayat hikayesini hatta tüm akrabalarını kötüleyerek anlatan teyzeydi. Eğer bir asam olsaydı teyzeyi oracıkta kurbağaya çevirir ve hiç vicdan azabı çekmezdim. Artık kendisini öpecek bir prens mi bulur yoksa vıraklaya vıraklaya ortalarda mı gezerdi onu Allah bilir. Neyse ki eziyet bitti diye geçiriyordum içimden ama Han bana bu mutluluğu yaşatmayacağına ant içmiş gibiydi. Zaten yol boyunca o rahatsız koltukta horuldayarak uyuması yeterince sinir bozucu değilmiş gibi bir de bitmeyen enerjisi ile her yeri tutulmuş bedenimle dalga geçiyor beni çileden çıkarıyordu. Kahrolsun pis enerjik ergenler! Han koyu kumral saçlarını savurarak yanıma gelip beni çekiştirmeye başlamıştı. “Hadi abla daha vapura bineceğiz. Unuttun mu söz vermiştin?” Ah bir de vapur vardı değil mi? Vapur maceramızın trenden daha eğlenceli geçmesini ümit ederek gülümsedim. “Unuttur muyum Han zadem? Uydu haritasından nasıl gideceğimize bile bakmıştım. Şu demir yığınından bir kurtulalım da hemen vapura binelim. Benim temiz hava almaya ihtiyacım var.” Han neşe ile gülümsedi. Güldüğü zaman yeşil gözleri parlıyordu. Onun mutluluktan iyice gevşemiş sevimli suratına bakıp sakinleşmeye çalıştım. O da büyük şehre geldiği için heyecan doluydu. Benim heyecanımın bir kısmını trendeki teyze sömürmüştü. Ama kardeşimin neşesi ile kendime gelir gibi oldum. “Gülhan evladım. Yardım et de şunları yüklenelim.” Babam on kiloluk zeytin bidonunu, tereyağı ve yumurta dolu küfeyi alırken Han, aslında ismi Gülhan ama biz ona kısaca Han diyoruz böylesini daha çok seviyor ama babam öyle kısaltmaları sevmediği için gerçek ismini kullanmayı tercih ediyor yani farklı kişilerden bahsettiğimizi düşünmeyin diye açıklıyorum, büyük bavullardan birini ve içi kim bilir neyle dolu olan büyük ihtimalle yüz kilo ağırlığında bir başka erzak çuvalını aldı. Eh bana da kocaman bir bavul kalmıştı. Şikâyet etmedim. Çünkü benim için hafif bir yüktü. Koca bavulu sürüye sürüye trenden inip Haydarpaşa garının çıkışına doğru babamla kardeşimi takip ettim. Manzara fantastikti. Deniz olmayan küçük bir şehirde büyüyen benim gibi köylü bir kız için bu mavi manzarayı, koşuşturan insanları, irili küçüklü tekne ve vapurları görmek büyük bir olaydı. Resim yapma yeteneğim yoktur. Ama bir manzaraya bakarken her zaman onu nasıl tuvale çizerdim acaba diye düşünürüm. Manzarayı zihnime bir tuval gibi kazırım. Kitap okurken zihnimdeki tuvallerden birini seçer onu kullanırım. Devasa mavilik beni kendimden geçirmişti. Hayatımda ilk defa gördüğüm vapur ürkütücü bir canavar gibi bağırınca korku ile yerimde sıçradım. İstanbul ilk anda gözümü korkutmuştu. Kendimi cesur bir kız olarak tanımlayabilirdim ama o an hiç bilmediği bir masal diyarında kaybolmuş yalnız ve ürkmüş küçük bir kız çocuğu gibi hissediyordum. Üstelik dünyayı kurtaracak özel gücümün ne olduğunu da henüz keşfetmemiştim. Çok sıradan ve küçüktüm. Acaba Harry de Hogwarts’ı ilk gördüğünde böyle mi hissetmişti? Büyülü bir diyarda tek başına? Üstelik mürver bir asam bile yok! Vapur trene göre daha konforluydu. Tek kötü yanı suyun üzerinde durmak için bir o yana bir bu yana yalpalamasıydı. İçim bir hoş olmuştu. Erkek kardeşim vapurun içinde salına salına gezerken ben mide bulantısı ve dehşet karışımı bir hisle beraber manzarayı içime çekmeyi tercih etmiştim. Sonuçta vapurun her yeri aynı yöne gidiyordu. Bir o taraftan bir bu taraftan bakmanın manası yoktu. Boşa enerji israfı. Vapurun en büyük sorunu park etmedeydi. Vapurun iskeleye yanaşması ve durması arasında midem kendi isyan bayrağını çekmiş ya içimdekileri çıkar ya da ben çıkarmasını bilirim diye bana kafa tutmuştu. Ama direndim ve midemde olan midemde kalır prensibimden ödün vermedim. Midem sonunda vazgeçti ama bana güzel bir baş ağrısı bırakmayı da ihmal etmemişti. Böylece vücut ağrılarıma yenisi de eklenmiş halay çekerek kutlamaya yapmaya başlamışlardı. Başım mideme midem belime ben hepsine! “Baba ne olur bir taksi tutalım. Biliyorum çok paramız yok ama bu yüklerle yürüyemeyiz o kadar yolu.” Babam inatçı biri değildir. Evlatlarına kıyamaz. Ve çabuk ikna olur. Ama paramız kısıtlı olduğu için gelmeden önce bir yol çizelgesi ile nelere bineceğimizi nasıl gideceğimizi planlamıştık ve babam planının bozulmasından hiç hoşlanmaz. Daha doğrusu o sıralama bozulunca ne yapacağını şaşırır. Ama muhtemelen kireç rengine dönmüş yüzümü ve alnımda biriken terleri ki İstanbul o sabah oldukça sıcaktı, görünce başını uysalca salladı. Han da taksi tutma fikrine sevinmişti. Gürbüz bir oğlan çocuğu olmasına rağmen taşıdığı yük hafife alınacak gibi değildi. Zavallı şehzadem terler içinde kalmıştı. O kadar koşmasaydın vapurda pis ergen! Zor zahmet bir taksi durdurduğumuza taksici yükümüzü görünce gözlerini devirip söylenmeye başlamıştı. “Siz de mi taşı toprağı altındır deyip köyden İstanbul’a göç ettiniz?” diyerek alay bile etmişti. Ama babam sessiz adamdır ve tanımadığı insanlarla tartışmayı pek sevmez. Hatta tanıdığı insanlarla da tartıştığını söyleyemem. Genelde susar ve kabullenir. Bu yüzden bir cevap vermemiş ve adam da kendi kendine söylenmekle yetinmişti. Gideceğimiz adresin yazılı olduğu kağıdı iyice yıpranmış eski ama tertemiz yıkayıp geceden ütülediğim ceketinin cebinden çıkardı babam. Ön koltuğa geçip adama gideceğimiz yeri söyledi. Biz de Han’la arka koltuğa geçip her iki cama yapışarak geçtiğimiz yolları ağzımız açık seyretmeye başladık. Yollar kalabalıktı. Bir sürü ev, iş yeri, cafcaflı tabelalar, koşturan insanlar, birbiri ardınca ilerleyen arabalar vardı. Korkunçtu. O deniz manzarasının ardından virane bir şehre ayak basmıştık sanki. Hansel ve Gratel’deki çikolatadan ev misali büyülü bir manzaranın ardında insanı yiyip bitirecekmiş gibi duran cadı suratlı bir İstanbul hayatı yaşanıyordu. Yavaş ve uzun bir yolculuk oldu. Ama hiç sıkıcı değildi. Akmayan trafik ya da kalabalık insanlar bana yorucu değil aksine eğlenceli, hayat dolu görünüyordu. Babamın İstanbul’a gidiyoruz ben her şeyi ayarladım dediği o ilk anda kanatlarım olsaydı başka bir gezegene kadar havalanabilirdim belki. Hiç ümidim yoktu oysa. Ama canım babam Aksoyların köye geldiğini öğrenince gidip yardım istemiş. Aslında başını eğmez kimseye minneti yoktur. Ama evlatları için de hiç yüksünmez. Serhat Aksoy yani köyümüzün medarı iftiharı olan ünlü cerrah çok hasta olduğu için babam oğlu ile konuşmuş. Serhat doktorun hanımı Semiha Aksoy da yine bizim köyün bir zamanlar ağası olan toprak zengini babasından kalan mirasla beraber zenginlik içinde büyümüş bir kadın. Kendisini hiç görmedim. Köye geldikleri kısıtlı zamanlarda öyle herkesle görüşmüyorlardı. Aslında pek kimse ile görüşmüyorlardı desek daha doğru olur. Zengin arkadaşları ile hafta sonu tatili yapıp gidiyorlardı. Şato gibi bir evleri vardı. Acaba İstanbul’daki evleri nasıl? Babamı bahçe işlerine bakması için işe aldıklarına ve bize küçük bir müştemilat verebileceklerini söylediklerine göre güzel bahçeli bir evde oturduklarını söyleyebilirdim. Müştemilat size de fazla züppe işi gelmiyor mu? Eski ve kibirli bir tabir sanki. Sahip olan için zenginlik içinde oturan için fakirlik göstergesi. Yine de başımızı sokacak bir evimizin olması ve babamın da eline ufak tefek bir maaş geçecek olması beni mutlu etmeye yetiyordu. Çünkü okuyabilecektim. Eniştemin benden çaldığı onca sene için canım yansa da yeniden başlamak için bir fırsatım olmuştu. Babam Aksoylarla konuştuktan sonra hızla hazırlanmıştık. Tavukları ve inekleri, küçük bahçemizdeki ekinleri satmış ve parası ile yol hazırlığı yapmıştık. Tarlayı da vakti gelince toplamak üzere öylece bırakıp evimizi kilitleyerek yola çıkmıştık. Bu kadardı işte. Erzakımız ve az bir şey paramız vardı. Babam beni ve erkek kardeşimi okutmak için bizi İstanbul’a böyle bir yoklukla getirmişti. Gözlerimden süzülen bir damla yaşı İstanbul manzarasına armağan ettim. Bir süre sonra şehrin keşmekeşinden uzaklaşıp daha seyrek evlerin olduğu bir bölgeye geçiş yapmıştık. Yolculuğumuzun sonu lüks villaların sadece dış duvarlarının göründüğü bir mahalleye gelmişti. Evler gerçekten güzel olmalıydı. Tabi yüksek duvarlarla çevrili olmasalar daha çok şey görüp onları hayal alemime katabilirdim. Ama dış duvarları bile bizim köydeki birçok evden daha güzeldi. İçeride neler olduğunu düşünemiyordum bile. Öyle lüks bir duvarın önünde durduk ve şoför geldiğimizi söyledi. Taksimetrede yazan rakamı görünce kalbime hafif bir sancı girdi ama babam cebinden buruşmuş birkaç kağıt para çıkarıp sessizce parayı ödeyip arabadan indi. Eşyalarımızı da alıp geniş duvarlarla çevrili evin demir parmaklık gibi görünen dış kapısına yöneldik. Benim aklımda ödediğimiz para vardı. Keşke otobüse binip kalan yolu yürüseydik diye hayıflanıyordum. Önüne çuval, bidon ve eski bavullarımızı yığdığımız siyan demir işlemeli arkasında beyaz renkte bir paravanı olan süslü ve şık kapıda bekliyorduk. Zile bastık. Ama buradan zili nasıl duyacaklar diye düşünmeden edemedim. Ben de bilgisayar mühendisi olacaktım işte! Bir süre birbirimize bakıp acaba yanlış mı geldik diye aklımızdan geçirirken kapı nazlı bir şekilde açıldı. Böyle bir kapının gıcırdayarak açılmasını beklerdim. Ama sessiz ve sakindi. Zengin kapısı böyle oluyordu demek ki. Bizim evin kapısı bile daha gürültülü açılıp geleni bağıra çağıra karşılıyordu. Kapıyı açan adam normal giyimli, orta yaşlı biriydi. Ama adamın duruşundan onun bir çalışan olduğunu anlamıştım. Aslında bir zengin neden bahçe kapısına kadar gelip de kapıyı açacaktı ki? O yüzden gelen adam bize kimi aradığımızı sorduğunda derdimizi güzelce açıklamayı ve Semiha Hanımı arayıp bunu onaylamasını sabırla bekledik. Semiha Hanım kendisine telefonda ne söyledi bilmiyoruz. Çünkü konuşurken bizden uzaklaşmaya özen göstermişti. Sonunda ikna olmuş bir şekilde dönüp bize güler yüzle ‘hoş geldiniz’ dedi. “Semiha Hanım bahçe işleri için geldiğinizi söyledi. Buyurun sizi kalacağınız yere götüreyim. Benim adım Cemal. Ben de evin getir götür işlerine bakıyorum işte. Bahçe ile de ben ilgilendim bir süre. Ama ottan böcekten anlayan birinin gelmesine sevindim. Akşamları kaşıntıdan uyuyamıyordum.” “Bahçe ilaçları alerji yapmıştır,” diye atladı Han. Sağlık lisesinde okuyacaktı bu sene. En büyük arzusu doktor olmaktı ve sağlıkla ilgili her konuşmaya düşünmeden dalmak gibi gereksiz hobileri vardı. Cemal anlayışla gülümsedi ve elini saçına götürüp başını kaşıdı. “Olabilir,” dedi. “Ben de öyle düşünmüştüm.” Bu sırada ağaçlık bir yolun ortasında sanki gizli kalmış, üzerinden geçen birkaç ayağın baskısı ile otların ezildiği için ince bir yol çizilmiş bir patikadan yürüyorduk. “Eviniz şu patikanın sonunda olacak. Aslında biz çalışanlar evin arkasında kalıyoruz ama bahçe işleri için buraya bir baraka yapılmış yanında da kalacak bir yer var.” Babam şaşkınlığını gizleyememiş bir şekilde etrafını inceliyordu. “Bayağı geniş bir arazisi var evin galiba.” Bizim tarlaları toplasan bu evin arazisi kadar etmezdi doğrusu. İstanbul’da böyle bir arazi bulunduğunu öğrenmek beni şaşırtmıştı. Ben daha çok gökdelen gibi apartmanlarda lüks içinde yaşayan insanlar hayal ediyordum. Ama burası yeşilliğin içinde geniş bir araziydi. “Evet. Burası İstanbul’un biraz dışında kalıyor. Genelde çiftlik evleri, bağ evleri gibi geniş arazili evler oluyor. Beyefendi hastalandığından beri burada kalıyorlar. Normalde şehre daha yakın bir yerde yaşıyorlardı.” Evet, burası hiç de İstanbul gibi değildi. Bildiğin köy havası vardı. Kalacağımız evi görünce sevindim. Yıkık dökük, ahırdan farksız, bakımsız bir ev bekliyordum. Ama öyle değildi. Tek katlı sevimli bir evdi. Önü açıktı. Bizden önceki çalışan bahçeye bir sürü çiçek ekmişti. Yan tarafında bahçe eşyalarının konduğunu düşündüğüm bir ardiyesi vardı. “Siz eve yerleşin. Hanımefendi sizi uygun zamanda çağıracağını söyledi. Ben de gideyim artık.” Eşyalarımızı sürüyerek eve geçtik. Evin içi bizim köydeki mütevazi evimizden daha konforluydu. Buzdolabı, fırın hatta bulaşık makinesi bile vardı. Banyoda küvet, salonda güzel bir televizyon vardı. Eşyaları yerleştirip odaları paylaştık. Bu sırada Han’la biraz birbirimize girmiş olabiliriz. Ama babam erkeklerin tek bir odada kalmasını ve benim küçük olan odayı almamı söyleyince kavgamız durulmuştu. Gayet adil bir karar vermişti canım babam. Ben hızlıca bir duş alırken babam da köyden getirdiğimiz erzakları toparlayıp kahvaltı sofrası hazırlamıştı. Mis gibi tereyağlı yumurta, köy peyniri, salamura zeytin ve bahçeden sabah topladığımız yeşillikler. Yeşillikler biraz ölgün ve domatesler de ezilmişti ama yine de lezzetli bir kahvaltı yaptık. Tam çayımızı keyifle içiyorduk ki kapımız çalındı ve küçük bir kız çocuğu bize hanımefendinin akşam yemeğinden sonra bizimle görüşeceğini o zamana kadar dinlenebileceğimizi söyledi. Akşam yemeği akşam yedide yeniliyormuş. Ama öğlen ezanı yeni okunuyordu. Han’la ikimiz yolculuğun heyecanını yorgunlukla değiştirmiştik. Namaz kıldıktan sonra kendimizi yataklarımıza atarken babam bahçelere bakmak için etrafı gezinmeye çıkmıştı. Uyandığımda ikindi vakti geçmek üzereydi. Babam sessizce oturmuş bulmaca çözüyordu. En sevdiği eğlencelerden biriydi. Bu yüzden bulduğumuz bütün bulmaca kitaplarını, gazete eklerini babam için saklardık. Çözdüğü sudoku kitabını ilçeye indiğimde marketten almıştım. “Ne yapıyorsun burada? Sen dinlenmedin mi babacığım?” Elimi babamın omuzlarına koyup hafifçe masaj yapmaya başladım. Babam başını geriye atıp yüzüme baktı. Yorgun görünüyordu. Her zamanki gibi. “Bulmaca çözmek beni uykudan daha çok dinlendiriyor. Hem kafamı meşgul ediyor.” “İyi o zaman,” deyip babamın yanağına bir öpücük kondurdum ve su ısıtıcıya su koyup bahçeye çıktım. Oturacağımız evin önünde küçük bir bahçe vardı. Buraya masa çıkarıp kahvaltımızı burada yapabiliriz diye düşündüm. Hava sıcaktı. Yaz gelmemişti ama bahar sıcak havayı bağrına basmaya hazır bir anne gibi kollarını açmıştı. Bahçenin ağaçlıklı patika yolunda biraz ilerledim ve bu ağaçlara tırmanmayı, dallarında saatlerce kitap okumayı ne kadar istediğimi fark ettim. Sonra o devasa binayı gördüm. Görmemek mümkün değildi. Uzaydan bile görünsün diye dev bir boyutta inşa edilmiş gibiydi. Aksoyların köydeki evlerine her zaman hayran olan ben, bu evi görünce kararımı değiştirmiştim. Bu ev üç katlı, ihtişamlı ama bir yandan da sade ve modern bir binaydı. Köydeki ev gibi şekilsiz ve abartılı süsleri yoktu. Önünde kocaman bir bahçe, bahçenin ortasında yüzme havuzu kenarında plaj sandalyeleri ve duvar diplerinde çeşitli bodur ağaçlarla süs bitkileri vardı. Evin ikinci katında bizim köydeki tarlanın büyüklüğünde bir balkon vardı. Balkonda mobilyalar da vardı ama onları net görememiştim. Elbette pahalı ve modern mobilyalardı hepsi. Ağanın kızı ve cerrahların prensine de böylesi bir ev yakışırdı. Suratımı asarak kendi küçük barakamıza geri döndüm. Bir İstanbul Masalı dizisinin setine düşmüştüm sanki. Derin bir nefes aldım. Burası sessiz ve sakin bir yerdi ve havası da temiz ve ferahtı. Bunca yolu köyümden az öteye gelmişim gibi hissetmek için mi tepmiştim? Ben kendimi Adnan Ziyagil’in yalısı gibi deniz kenarında, önünden arabalar geçen işlek bir yerde hayal etmiştim. Yalının devasa pencerelerinden bakıp üzerimize doğru gelen vapurları seyredemeyecek miydin yani? Hayal kırıklığımı babama belli etmemeye çalışarak mutfağa geçtim. Babam elinden geleni yapmış ve sonuçta bizi okul için İstanbul’a kadar getirmişti. Ona minnet borçluydum. Ama bu sıkıcı yer İstanbul muydu? Öyleyse eğer filmlerde dizilerde gördüğüm neydi benim? Paralel evren mi? Kendime bir büyük bardak kahve yapıp – kahveyi de mutfak dolabında bulmuştum- bahçeye çıktım. Bahçede küçük bir salıncak vardı. Biraz paslanmış ve sallanırken gıcırdayan bir salıncaktı. Minderleri de yıpranmıştı. Muhtemelen diğer evdekilerin atmaya kıyamayıp hibe ettiği eşyalardan biriydi. Ama güzel ve keyifliydi. Yaz akşamlarında burada uzanıp kitap okuduğumu, gökyüzüne bakarak fantastik alemlere daldığımı, ateş gücü olan büyülü bir veliaht prensle ya da kanatları olan bir Peri Lorduyla maceralara koştuğumu hayal edebilirdim. Karşıdan gelen iki minik bedeni fark ettiğimde gözlerimi kısıp baktım. Bir tanesi sabah gelen minik kızdı. Diğeri ondan bir iki yaş büyük olduğunu düşündüğüm bir erkek çocuktu. Ellerinde küçük kaplar vardı. Yalpalayarak bizim eve doğru geliyorlardı. “Annem,” dedi küçük kız iyice yakınıma gelince. Nefes nefese kalmıştı. Soluklanmadan önce elindekileri bana uzatıp oğlana da bir kaç göz işareti yaptı. Çocuk dalgınca bana bakıyordu. Bir anda irkilip o da elindeki kapları uzattı. “Annem,” diye tekrar etti küçük kız. “Size yemek gönderdi. Aslında biz akşam hep beraber yiyoruz yemekleri ama onlar yeni geldi yol yorgunudur dedi. O yüzden bu akşamlık biz getirdik. Zaten yemekten sonra yaşlı cadı,” bir an durdu ve öksürüp bozardı “Yani Hanımefendi ile görüşecekmişsiniz. Yemeğinizi yiyince evin arka tarafına gelirseniz tanışabiliriz. Yani istersen.” Hipnoz olmuş gibi kızı dinliyordum. O kadar ciddi ve kendinden emin bir tavrı vardı ki küçük bedenine koca bir kadın sıkışmış gibi duruyordu. Yanında çocuk suspus olmuş bir şekilde beni izliyordu. “Senin adın ne?” diye sordum küçük kıza. Bir yandan da getirdikleri kapları ellerinden aldım. “Adım Eyşan.” Yok artık! İçimden bir soru cümlesi geçti; hani şu dizideki Eyşan mı? Ama bunu kıza sormadım tabi. Yanındaki oğlanı gösterdim parmağımla. “Bu da senin abin mi?” Kız başını çocuktan yana çevirip uzun saçlarını omzundan savurarak attı. Gerçekten tam bir Eyşan havası vardı kızda. “Hayır. O Cengiz amcanın oğlu Ali. Cengiz amca bize ve büyük evdekilere yemekler yapıyor. Ali’nin annesi Şebnem teyzeyle beraber.” Aslında onların kardeş olması büyük bir mucize olurdu. Eyşan esmer güzeli bir kızdı. Ali ise sapsarı bir çocuktu. Yine de güvenilir sorularla devam etmek daha iyiydi. Eyşan da gözümü korkutmuyor değildi. “Senin annenle baban da burada mı çalışıyor?” Kız gözlerini devirdi. Sanki ona cevabı çok bariz olan saçma bir şey sormuşum gibi. Evet durum öyleydi ama küçük bir kızın bunu yüzüme vurması hoşuma gitmemişti. “Evet tabi ki. Evin bütün işlerini annemle babam yapar.” Daha fazla soru sormadım. Yiyecekler için teşekkür edip yemeğimizi yedikten sonra geleceğimizi söyledim. Eyşan Ali’yi hareket ettirmek için dürtmek zorunda kalmıştı. Ama geldiklerinden daha hızlı bir şekilde artık iyice kararan patika yolda ilerleyip kaybolmuşlardı. Yemekler sıcaktı ve güzel kokuyordu. Öyle güzel kokuyordu ki Han bile kokuya uyanıp yarı baygın gözlerle mutfağa dalmıştı. Hemen sofrayı kurdum. Evin mutfağında tabak, çanak eksiği yoktu. Bu da ayrı bir şükür sebebiydi. Yemeğimizi yedikten sonra Han’ın iyice açılan gözleri ve babamın her zamanki yorgun duruşunu da alıp minik Eyşan’ın küçük ev dediği asıl villanın yanına sokulmuş yavrusu gibi olan yere geçtik. Burada herkes telaşla koşturuyordu. Akşam yemeği için sofra hazırlanıyor yemeklere süslü sunumlar yapılıyordu. Sanki evdekiler tam saatinde ve eksiksiz bir sunumla yemek yemezlerse açlarından öleceklermiş gibi bir telaş sarmıştı herkesi. Bir yandan tepsiler tabaklar havada uçuşurken ocakların hepsi açılmış Ali’nin anne ve babası olduğunu düşündüğüm ellili yaşlarını geçmiş iki insan üzerindeki tencerelerdeki yemekleri süslü porselen sunum tabaklarına dolduruyordu. Tamamen bulaşık israfı! Biz köyde tencereyi ortaya koyar hepimiz aynı kaba kaşık sallarız. Ama zenginlik başka bir şey tabi. Onlar dünyanın tüm nimetlerini sömürmeyi kendilerine hak olarak gördükleri için bu kadar müsrif davranmaları normaldi. Bu sırada yanımdan geçen esmer bir kadın elindeki tepsilerle beraber önümde durup bana “hoş geldiniz. Siz yeni bahçe bakıcısının kızısınız değil mi?” diye sordu. Sanki yoldan geçen insanlar her gün mutfağa dalıyormuş gibi rahattı. Ayrıca siması küçük kıza benziyordu. “Evet,” diyebildim. Ve o sırada bana çarpmak üzere olan sarışın bir kızdan kaçmak için bir iki adım yana kaydım. Gelirken bahçede Cemal’e rastlamıştık. Sigara içiyordu. Babam ve Han’a içeri girmemesinin daha iyi olacağını ortalığın biraz karışık olabileceğini söylemişti. Keşke ben de dışarıda kalsaydım. Burada kendimi gereksiz ve fazlalıkmış gibi hissediyordum. “Sen geç otur bir sandalyeye,” dedi esmer kadın. “Birazdan servise başlarız. Buradaki telaş biter. Hem kalabalık da azalır. Gözün korkmasın.” Gülümseyerek uzaklaştı. Masaya oturup bir süre mutfağa girip çıkanları gözlemledim. Herkes acele ile işini yapmanın derdine düşmüştü. Yaklaşık on beş dakika sonra odadaki kalabalığın büyük kısmı kaybolmuştu. “Herkes nereye gitti?” diye sordum şaşkınca. “Masa kurulmuştur. Şimdi servis yapıyorlardır canım.” Bana cevap veren yemekleri servis edilecekleri tabaklara aktaran kadındı. “Siz Şebnem hanımsınız sanırım,” dedim. Siması küçük Ali’ye benziyordu. Sarışın ve hafif kilolu bir kadındı. Şuh bir kahkaha attı. “Sen bayağı akıllı bir kıza benziyorsun tatlım. Evet ben Şebnem, memnun oldum. Senin adın ne?” Şebnem abla, ona abla demeye karar vermiştim ne yani teyze mi demeliydim, bir sandalye çekip masaya oturdu. “Adım Gülce,” dedim çekingen bir tavırla. Şebnem abla yanıma doğru sokulmuş ve önüme bir bardak sıcak çay koymuştu. Kendisi için de bir bardak çay alıp karşıma geçti. “Memnun oldum Gülce. Ne güzel değişik bir ismin varmış öyle.” “Annem gülleri çok severmiş de.” Her zaman yaptığım açıklamaydı. Ama ne zaman bunu söylesem kalbimi cızırdatan bir hüzün dalgası yalıyordu. Şebnem abla çay bardağına üç tane küp şeker atıp karıştırmaya başladı. “Hangi kadın gülleri sevmez ki?” O sırada elinde çay bardağıyla bir adam yanına oturdu. “Haklısın hayatım. Her kadın bir güldür çünkü.” “Ah Cengiz,” dedi Şebnem abla. Başını geriye atıp hafifçe cilveli bir yumruk attı adamın omuzuna. “Nasıl da anlıyor kadın ruhundan. Değil mi ama?” Ortaya kussam ayıp olur mu diye merak ederken dudaklarımı birbirine bastırıp gülümsemeye çalıştım. Gözümün önünde cilveleşen yaşlı insanları seyretmek pek de hoş değildi. Babamlar da içeri gelince grubumuz kalabalıklaşmıştı. Herkes çayını bitirip birbiri ile tanışınca Şebnem abla ayağa kalkıp ortalığı toparlamaya başladı. “Hadi Cengiz. Geç kalmadan eve geçelim.” Diğerleri mutfağa geri dönmeden Şebnem abla ve kocası evden çıkmışlardı. Ben şaşkınca arkalarından bakıyordum. Cemal açıklama yapma gereği hissetmişti. “Onlar yakında oturuyorlar. Sabah gelip akşam giderler. İşleri yemek hazırlamak zaten. Kahvaltı için de hazırlık yapıp bırakırlar geceden.” Ben herkesin yatılı kaldığını sanıyordum. Sonuçta burası şehre uzak olan büyük bir evdi. Ve dizilerde aşçılar beyaz uzun geceliği ve uzun kuyruklu kukuletası ile gece elinde gaz lambası ile evi gezinen tombul adamlar değil miydi? Asilzadeler yemeklerini bitirmiş olmalıydılar. Kirli olmasına rağmen sanat eseri gibi görünen porselen yemek takımının parçaları mutfağa giriş yapıyordu hızla. Sarışın güzel bir kız önümde durdu. “Hanımefendi sizinle görüşecek. Salona geçtiler.” Kıza şaşkınca baktım. Salonu bulabilir miydim? Evde başıboş gezmek ne kadar güvenliydi? Hanımefendi ile görüşmek istiyor muydum? Görüşmesem olur muydu? Yol yorgunuyuz bugün desem yarın görüşelim desem ayıp olur muydu? Bu kız neden bu kadar güzeldi? Hamuru ne kabartıyordu? “Hadi kardeşinle babana da haber verelim.” Kız gülümseyerek bana elini uzattı. Çok güzel bir kızdı. Sarı saçları iri mavi gözleri vardı. Saçlarını arkadan toplayıp at kuyruğu yapmıştı. Yüzünde hiç makyaj yoktu ama makyaj varmış gibi parlıyordu. “Ben Leyla bu arada. Sen de köyden gelen kızsın değil mi? Bahçe işleri için gelmişsiniz.” “Evet,” dedim çekinerek. “Ben Gülce. Memnun oldum.” Leyla bana sıkıca sarılırken ismimin çok güzel olduğundan bahsediyordu. Hem güzel hem de sıcakkanlı bir kızdı. Evde ilk kıskanacağım kız olabilirdi. İsmimi ilk defa duymuş. Şaşırmamıştım. Babam ve kardeşimle de tanıştıktan sonra bizi salona kadar götürmek için yanımızda kaldı. Evin içi köyden gelen bir kız için oldukça şatafatlı görünebilirdi. Ama eğer televizyondaki dizileri izlediyseniz gözünüze gayet normal gelebiliyordu. Ablam sağ olsun onlarda kaldığım süre boyunca zengin oğlan fakir kız dizilerini kusturana kadar izletmişti. En azından rahmetli annemin daha seçkin bir dizi tercihi vardı. Leyla bizi tavanı çatıda biten, geniş cam duvarlarla çevrili bir odaya getirdi. Burası çok ferah görünüyordu. Sanki balkonu kapatıp eve katmaya çalışmışlardı. Salon dedikleri yer ayrı bir arsada gibi duruyordu. Evin içinden salona inen merdivenler ve aşağıya bakan balkona benzer yerler vardı. Değişik bir mimari yapının içine düşmüştüm sevgili okuyucular. Size böyle hitap edebilir miyim? Sonuçta hayatımı anlatacağım. Aramızda bir samimiyet olmalı değil mi? Semiha hanım pahalı olduğu belli olan krem rengi bir tekli koltuğa Hürrem Sultan gibi oturmuş elindeki kahve fincanını dudağına dayamıştı. Bizi görünce hiç istifini bozmadı. Ne de olsa ağa kızıydı. Oturuşu, duruşu hatta tavrı bile ben ağa kızıyım diye bağırıyordu. Hele bakışlarındaki küçümseme insanı ezik hissettirecek cinstendi. Ağa dizilerindeki kötü kadınlar Semiha hanıma bakıp rollerine çalışsa yeterli olabilirdi. “Bunlar mı?” diye sordu Semiha Hanım. Gözlerini kısmış bizi inceliyordu. Zayıf bir kadındı. Yüzü buruş buruştu. Yaşlıydı ama düğünlerde gençlere taş çıkaran şu yaşlılara benziyordu. Hepimizi gömer sonra da kendine bir bardak kırmızı şarap doldurup kötü kadın kahkahası atarak şöminenin başında keyif yapardı. “Evet anne,” dedi genç, yakışıklı ve karizmatik bir bey. Çok şık siyah bir takım elbise giyinmişti ve gerçekten çok yakışıklıydı. Kahverengi saçları, biçimli yüz hatları ve fit bedeni ile gönlüme anında taht kurmuştu. Bence bu adamdan çok güzel bir veliaht prens çıkabilirdi. Tam da hayal ettiğim o prenslere benziyordu. “Seninle konuşmuştuk. Köye gittiğimizde babamla görüşmüştü Mehmet amca.” Veliaht prensim bülbül gibi şakıyordu. Babama amca demesi beni biraz bozmuştu. Aramızda bu kadar resmiyete gerek yok kısaca baba desen yeter diyecektim. Ama ortamı durduk yere germek istemedim. Daha ilk bölümden saçmalamayalım değil mi sevgili okurlarım? Ama baştan sizi uyarmalıyım. Yakışıklı erkek gördüğümde dayanamam ben. Hayaller alemine dalarım. Hepsine âşık olma potansiyelim vardır. Sonuçta boşa gitmesin diye yani. Ama onların haberi olmaz genelde. Haberleri olunca işin bütün büyüsü kaçıyor çünkü. Yakışıklı prens bir anda çirkin kurbağaya dönüşüyor. Neyse konumuza dönelim. Babam ezilip büzüldü. İki büklüm oldu adam. Ne diyeceğini bilemedi. “Evet,” dedi yarı ölgün bir sesle. “Serhat beyimle konuştuk. Bahçelere bakabileceğimi söyledi.” “Bunlar da kızın ve oğlun olmalı. Siz de hoş geldiniz.” Prens gibi prens olan bu yakışıklı adam sempatik ve sıcakkanlıydı. Annesi gibi bize kibirle bakmıyor odadaki diğer erkek gibi ürkütücü bir sessizlikle bizi izlemiyordu. Şimdi günahını almayayım belki aklından bir sorunu falan vardı onun da. Han’la başımızı eğip hoş bulduk dedik. “Sen üniversiteyi kazandın sanırım. Baban okumanı çok istiyordu. Hangi bölümü kazandın?” “Şey evet,” derken boğazımdaki bir gıcık yüzünden sesim boğuk çıkmıştı. Hafifçe öksürüp konuşmaya daha özgüvenli bir şekilde devam etmeye çalıştım. “Bilgisayar mühendisliğini kazandım.” Bunu söylediğimde babamın bile duruşu dikleşmişti. Benimle gurur duyduğunu o kadar belli ediyordu ki ona bakarken içim burkuluyordu. “Aferin sana. Kayıt yaptırdın mı?” “Şey yarın gidip yaptırmayı düşünüyorum.” Parayı ancak denkleştirmiştik ve İstanbul’a da bu sabah gelmiştik. Kayıt yaptırmak için birkaç günüm kalmasına rağmen erkenden gidip işlerimi halletmek istiyordum. “Yani sorun olmazsa…” diye mırıldandım. Zor nefes alıyordum. Kendimi baskı altında hissediyordum. Ayrıca odadaki ilgi kaynağı olmak da pek hoşuma giden bir şey değildi. Veliaht prensimle cadaloz annesi bizimle ilgilense de odadaki diğer adam kendi halinde takılıyor gibiydi. Gerçi ben konuşunca biran şaşkınca bana bakmıştı. Galiba dilsiz olduğumu düşünüyordu. “Yok sorun olmaz. Değil mi anne?” Yaşlı kadın oğluna ilgisizce bakıp omuz silkti. “Hatta sabah dokuz gibi hazır olursan seni bırakabilirim.” Prensim sabah beni beyaz atıyla alacaktı. Ben o kapının önünde yatmaz mıydım geceden? “Size zahmet olmazsa. Yani yolunuzun üstü değilse…” “Tamam canım sıkıntı olmaz.” Babama dönüp bahçe ile ilgili konuşmaya başlayınca Han’la ikimiz uslu iki misafir çocuğu gibi oturduğumuz koltukta sessizce sıramızı beklemeye başladık. Semiha Hanım söze pek karışmıyor arada oğluna “Kayacığım bahçeye şunu da eksinler, Kayacığım şu ağaca da bir bakılsın,” diye talimat veriyordu. Kayacığım da “Tamam anne ilgilenir Mehmet amca, değil mi?” diyerek sevimli bir şekilde karşılık veriyordu. Kayacığım şu yanağa da bir öpücük alalım o zaman? İlk bölümde saçmalamayayım mı demiştim ben? Eh beni zamanla tanıyınca bunun çok mümkün olmayacağını anlayacaksınız. Neyse. Bir süre babamla konuştuktan sonra diğer genç adam sıkılmış olmalıydı. Kahvesi de bitmişti. “Ben çıkıyorum abi. Gece beklemeyin,” dedi. “Tamamdır Rüzgâr. Zaten artık seni beklemeyi bıraktık. Sen kafana göre takıl.” Sesini duyduğumda beynimde havai fişekler bir o yana bir bu yana saçılmaya başlamıştı. Küçük yangınlar cereyan ederken beynimde yangın söndürme sirenleri çalıyordu. Şaşkınlığım yüzüme yansımış olmalıydı. Odadan çıkarken dikkatle genç adamın hareketlerini izliyordum. Bir ara başını çevirip bana baktı. Kuzguni siyah renginde olan kulak memesi hizasında uzattığı dağınık saçları ağır çekimde savruldu. Dudakları hin bir şekilde kıvrılırken parlak mavi bir safir gibi parıldayan gözlerini kırpınca olduğum yerde düşüp bayılmamak için derin bir nefes aldım. Aleykum selam sevda kuşu… |
0% |