@yazarkasa
|
Beni getirdikleri hücrede neredeyse yirmi kız vardı. Bazıları yarı baygındı. Bazıları acılar içinde inliyor ya da sayıklıyordu. Birkaçı ise başımda dikilmiş bana sorular soruyor ve beni rahatlatmaya çalışıyordu. Onlara gözyaşı ve hıçkırıklarımın arasında kısa cevaplar veriyordum. İçerisi havasız ve basıktı. Kırmızı loş bir ışık içeriyi aydınlatmaktan çok kızıl bir ışık tutulan korku evine çeviriyordu. Arada keskin bir kusmuk kokusu genzimi yakıyordu. Kızların yaşlarının ne kadar küçük olduğunu fark ettiğimde kalbimi birinin sıktığını hissettim. Küçücüklerdi. Üzerlerinde yıpranmış gecelikler vardı. Buradan kurtulmak için her şeyi yapacak kadar alçalmalarını bekliyorlar onların özgürlüklerini kısıtlayarak ve onlara uyuşturucu madde vererek işkence ediyorlardı. Bu kızlar fuhuş için hazırlanıyordu. Bağımlı ve korkak. Aciz ve tutsak hissetmeleri isteniyordu. Güçsüz olduklarını bilmeleri isteniyordu. Ve elbette hepsinin yüzünde morluklar, kabuk bağlamış yaralar da vardı. Şiddet de görüyorlardı! Dehşet içindeydim. Yaşadığım dünyada böylesine acı çeken küçük kızların olduğunu görmek beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Ve şimdi ben de onlardan biriydim! Artık ağlamıyordum. Gözyaşım gözümde kurumuştu. Artık korkuyordum. Önümdeki gelecek beni ürkütüyor ve kedere boğuyordu. Babam erkek kardeşim… Onları görebilecek miydim? Yaşadığın yoğun duyguların, hızlı ve hareketli gecenin, bu havasız ve basık mahzenin belki de o şerefsizin içeceğime kattığı ilacın da etkisi ile kendimi yorgun ve halsiz hissetmeye başladım. Belki derin kederim beni bunalıma sokuyordu. Uykum gelmişti. Yorganıma sarılıp ağlayarak uyumaya çalışırken başımda dikilen kızlar da kendi yataklarına çekilmişti. Neler yaşadığımı, neler hissettiğimi biliyorlardı. Kendileri de aynı çaresizliğe düşmüşlerdi. Acıma saygı duyuyorlardı. Uykumdan büyük bir gürültüyle uyandım. Mahzenin demir kapısına vuruluyordu. Güçlü darbelerle yıkılmaya çalışılıyor gibiydi. Anahtarı olmayan birinin kapıyı tekmeleyerek açmaya çalışması gibiydi. Ama darbeler içeriye bir bomba düşmüş gibi boğuk ve tok sesler çıkarıyordu. Tavandan parçalar kopup yere düşüyor yataklar yerinden oynuyordu. Kızların çoğunluğu korkmuş ve mahzenin arka tarafına, kapıdan uzak köşeye sokulmuştu. Ne olduğunu anlamaya çalışırken gelen güçlü bir darbenin ardından ben de kendimi onların yanında bulmuştum. Bazı kızlar yerlerinden kalkamayacak kadar baygındı. Onlar için endişelensem de gözlerimi kapıdan ayırmadan beklemeye devam ettim. Bir darbe ve içeride yankılanan gümbürtü! Sanki deprem oluyordu. Bir daha… Ya da savaş çıkmıştı ve biz de iki ateş arasında kısılıp kalmıştık. Sonra bir daha… Kalbim göğüs kafesimin içinde çırpınıp dururken nefes alamıyordum. Bir darbe daha… Kapının menteşeleri iyice gevşiyordu. Kurtarıcılarımız mı gelmişti yoksa ölüm fermanımız mı okunuyordu? Son bir darbe… Ve kapı büyük bir gürültü ile bağıra çağıra yere düştü. İçerisi toz ve dumanla kaplanırken ışıklar önce acıya direnen bir hasta gibi titreşmiş ve sonra da sönmüştü. Zaten pek bir işe yaradıkları söylenemezdi. Bundan sonrası kulaklarımı boğan bir gürültü ve kalbimi yoran bir karmaşadan ibaretti. Kızlar çığlık çığlığa bağırırken içeri el fenerlerinin tiz ışıkları ile beraber girer insanlar ateş böcekleri gibi mahzene doluşuyordu. “Korkmayın! Biz polisiz. Korkmayın! Sizi kurtarmaya geldik!” Kızlar birbirine şaşkınca bakıyordu. Polis mi? Kurtulmak mı? Bunlar bizim durumumuza o kadar uzak kelimelerdi ki… Şaşkınlıktan önce ne yapacağımızı bilemedik. Sonra kızların çoğunun birbirine sarılıp kurtulduk diyerek ağladığını gördüm. Ama ben hissizleşmiştim. Beynim neler olduğunu idrak edemiyordu. Buraya daha saatler belki dakikalar önce gelmiştim. Bir mahzende zamanın hesabını tutamıyorsunuz. Belki günler geçmişti. Ama öyle olsa ilaç, yiyecek gibi şeyler verirlerdi. Sadece uyumuştum. Ne kadar uyuduğumu bile hatırlamıyordum. Sonra gürültüye uyandım. Her şey allak bullak oldu. Neredeyim? Neler oluyor? Algılarım kapanmış ve duyularım hissizleşmişti. Ağlayamıyor, korkamıyor hatta konuşamıyordum. Neler oluyor diye bile soramadım. Araba farına yakalanmış bir tavşanın otobanın ortasında afallaması gibiydi halim. Her giren polis bir kızı battaniyeye sarıp nazikçe dışarı çıkarıyordu. Beni de aldılar. Yumuşak bir battaniyeyi bedenime sardılar. Yanımdaki kadın polis bir elini sırtıma koymuş beni yürümem için yönlendiriyordu. Mahzenin dışına çıktığımızda gözlerim kamaştı. Bir sürü polis arabası sürekli değişen sarılı kırmızılı ışıklarını yakmıştı. El fenerleri, ambulansların ışıkları dışarısını panayıra çevirmişti. Yanımdaki polis beni bir ambulansa doğru götürürken birinin bana seslendiğini duydum. Sesi uzaktan geliyordu. Ama o kadar tanıdıktı ki. Telaşlı, meraklı ve korkmuş… “Gülce! Gülce!” Koşarak yanıma geldi. İçimde kabaran bir öfkenin göğsümü daralttığını hissediyordum. Öfke beni ele geçirmek için tüm damarlarımı zorluyordu. Yumruklarımı sıktım. “Gülce!” dedi yanıma geldiğinde. Bana baktı. Ve sımsıkı sarıldı. Tıpkı bir annenin kaybettiği çocuğunu bulduğunda sarıldığı gibi. Tıpkı bir babanın aylar sonra eve gelip eşine, çocuklarına sarıldığı gibi. Öyle güzel sarıldı ki onu itemedim. Kendimi onun kollarında güvende hissediyordum. Oysa bu adam saatler önce beni buraya göndermemiş miydi? Kızı kaça okursun Baba? Gözlerimden yaşlar hızla akmaya başlarken tüm gücümle Rüzgar’ın göğsünü dövmeye başladım. “Beni sen gönderdin buraya! Senin yüzünden oldu her şey! Sana güvenmiştim!” Bu sefer sansürlüydü konuşmalarım. Küfür etmedim. Lanet okumadım. Sadece sitem ediyordum. Çünkü beni onun kurtardığını biliyordum. İçimden bir ses beni burada bırakmayacağını söylese de o bir fısıltı gibiydi bir zamanlar. Şimdi haykıra haykıra söylüyordu. Rüzgâr seni terk etmedi! “Biliyorum gülüm. Haklısın küçüğüm. Biliyorum…” Sadece beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Kendini korumuyordu. Giderek daha güçsüz vurmaya başlarken o beni sımsıkı sarmaya devam etmişti. Sonunda yumruklarım kesilse de söylenmeye devam ettim. “Çok korktum. Ben ölüyordum korkudan. Senin yüzünden kötü yola düşecektim.” “Sana bir şey olmasına asla izin vermezdim.” Sesi kısık ve boğuktu. Ama içimi ısıtacak kadar samimi ve güven vericiydi. Kendimi onun kollarına teslim ettim ve ağlamaya devam ettim. “İsterseniz sizi eve bırakalım. Sonra bir ara ifade verirsiniz. Zaten buralar karıştı.” Tanımadığım bir erkek sesi Rüzgar’la konuşurken benim yüzüm hala onun göğsündeydi. Bebeğini sakinleştirmeye çalışan bir anne gibi göğsüne bastırmıştı. Bundan şikayetçi değildim. Ona çok kızgındım. Ama bir yandan da tek ilacım onun kokusu, onun teni, onun tadıymış gibi hissediyordum. Hem zehrim hem de panzehrimdi o benim. Hem yaram hem yara bandım. Bir ekip otosuna bindik. Arabanın tepesindeki çakarlı ışıkları sessizce yanıp sönerken karanlık trafikte ilerliyorduk. Son bir kez kalabalığa baktım. Ambulanslar sirenlerini öttürerek acele ile kalkıyor sonra bir yenisi geliyordu. Bir sürü polis arabası farlarını açmış eski bir kulübeyi aydınlatıyordu. Artık oradan başka kız çıkmıyordu. En azından yürüyerek değil. Artık sedye ile çıkanlar vardı. Onlar ayağa kalkamayacak durumda olanlardı. “Neden ben? Bunca polis varken neden beni seçtin?” Artık ağlamıyordum. Sesim duygusuz ama tepkili çıkmıştı. Öfkem sönmemiş sadece uykuya dalmıştı. Ekip otosunda daha dik, daha sağlam durmuştum. Artık oradan kurtulduğuma ikna olmuştum. Hatta bunun bir oyun olduğunu ve Rüzgar’ın beni bırakmadığını anlamıştım. Kalbimi asıl yoran onun ihanetiydi. Kızı kaça okursun Baba? Oradaki kızlar da sevdiklerinin ihaneti ile mi yıkılmıştı? Her acı unutulurdu ama ihanetin sızısı kalpte daima iz bırakırdı. O kalp bir daha asla aynı atmazdı. Değil mi? “Çünkü sen olmasaydın başaramazdım.” Başka bir şey konuşmadık. Rüzgar’ın ılık bedeninden ayrılıp battaniyeme sarındım ve arabanın camından dışarıyı seyretmeye çalıştım. Görüntüler karanlıktı ve hızla akıyordu. Gecenin kör bir saatinde olduğumuz şehrin ıssızlığından belli oluyordu. Tek tük arabalar, ışığı yanan birkaç ev ve yol boyu kapalı dükkanlar vardı. Rüzgar’ın evi yakınlarda değildi. Ama boş yolda gelmemiz uzun sürmemişti. Usulca siteye girmiş ve hiç konuşmadan eve gelmiştik. Rüzgâr elimi bırakmamıştı. Ben cansız ve halsiz hissediyordum. Bir yandan da beni bırakmasını istemiyordum. Tüm dünya dışarıda kalsın istiyordum. O kızları, öyle bir dünyayı unutmak bir daha hatırlamamak istiyordum. Eve girdiğimizde Rüzgâr durdu. Elleri ile yüzümü iki yanından tutup ona bakmam için başımı kaldırdı. Bana baktığında suratı asıldı. Parmağını sağ gözümün etrafında gezdirdi. Muhtemelen kıllı ayının vurduğu yerdi ve morarmıştı. Rüzgâr ne kadar nazik dokunmaya çalışsa da canım yanmıştı. Yüzümü kastım. “Acıyor mu?” diye sordu. “Acım umurunda mı?” Ona surat asmak, azarlamak hatta yumruklamak istiyordum. Ama o ne yaptı? Tam da gözümün kenarına dudaklarını bastırdı. Pislik! Dudakları tüy gibi yumuşak ve akşam güneşi gibi ılıktı. Gözlerimi kapatıp bu anın büyüsünden kendimi korumaya çalıştım. İçimde, kalbimde bir şeyler eriyordu. Ölüyorum müdür bey! “Umurumda.” Gözümü açtığımda onun dudağının kenarındaki yarayı fark ettim. Hala kırmızıydı. Kabuk bağlamaya başlamıştı. Elimi dudağının kenarında gezdirirken bana tuhaf bir şekilde bakıyordu. “Keşke daha sert vursaymışım.” Gülümsedi ve elini yanağına götürdü. “Yeterince sertti merak etme. Tüm gece ağrısını çektim.” “Beter ol!” Bir hışımla içeri girdim. Rüzgâr da peşimden geldi. Salona geçince pencerenin önünde durup zifiri karanlıkta parlayan renkli ışıklarıyla makyajı akmış bir fahişeye benzeyen İstanbul manzarasına baktım. “Duş almak ister misin?” Üzerime mahzenin ağır havası sinmişti. Elbiselerim kayış gibi olmuş tenime batıyordu. Cildimde yapış yapış bir his vardı. Kendimi pis hissediyordum. “Ben senin yüzünden kötü yola düşecektim. Gelmiş salonunda duruyorum. Bana duş alır mısın diyorsun? Manyak mısın? Az kalsın…!” Sesim yükselmişti. O kadar öfkeliydim ki cümlemin devamını getiremedim. Garip sesler çıkarıp ayağımı yere vurdum. “Sana bir şey olmasına izin vereceğime inandın mı? Benden şüpheye düştün mü gerçekten?” Sesi alınmış, gücenmiş gibiydi. Sanki oyunun en başından beri farkında olacağımı düşünmüştü ve benim o kadar zeki bir kız olmayışım onu hayal kırıklığına uğratmıştı. “Tam bir şerefsiz gibi davrandın.” Gülümsedi. “İyi rol yaparım.” “İçeceğime uyuşturucu kattın.” Kahkaha attı. “Saçmalama Gülce. Sana uyuşturucu vermesinler diye öyle söyledim. Ayrıca o suda sadece sana ilaç verirlerse kusman için bir şeyler vardı. O kadar. Kanında uyuşturucu yok rahat olabilirsin.” Sustum. İstanbul manzarasını izlemeye devam ettim. Rüzgâr konuştukça ona hak verdiğimi ve kalbimin yumuşadığını hissediyordum ve bu beni öfkelendiriyordu. “Duş almak istiyorum.” “Tamam,” dedi anlayışlı bir ses tonuyla. “Senin için temiz havlu ve giysiler koyacağım.” Biraz daha manzaraya baktım. O kızlara ne olduğunu düşündüm. Kurtulmuşlar mıydı? Acıları dinmiş miydi? Mutlu muydular? Korkuyorlar mıydı? Kalbimin daraldığını hissediyordum. Bir avuç kız kurtulmuştu belki o zalimlerin elinden. Ya diğerleri? Onlar gibi kaç tane çocuk vardı kim bilir? Camdaki yansımadan Rüzgar’ın salona girdiğini gördüm. Öylece ayakta durmuş bana bakıyordu. Hiçbir şey söylemeden odadan çıktım ve misafir odasındaki duşa girdim. Girmeden yatağın üzerindeki havluyu yanıma aldım. Banyoda ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum. Ilık suyun Rüzgar’ın dokunuşu kadar iyi hissettirmiyor olması ben rahatsız etmişti. Kendimi bu çılgın hayalden, olmayacak duadan kurtarmaya çalışırken duşun altında boğulmak, nefessiz kalmak istediğimi hatırlıyorum. Hayır ben bir rüzgâr gülü değilim! “Gülce, iyi misin?” Suyu kapattığımda kapının telaşla çalındığını fark etmiştim. “Bir süredir ordasın da… Ben şey... Seni merak ettim…” “İyiyim. Çıkacağım birazdan. Odadan çıkarsan sevinirim. Üzerimi giyineceğim.” Sapık gibi odamda bekleme be adam. Hayır zararın olmaz belki ama yine de hoş değil. Geysin diye önünde giyinip ağda yapacak halimiz yok. Gel sırtımı kesele dememi mi bekliyordu kapıda acaba? Banyodan çıktığımda yatağın üzerindeki temiz kıyafetlere baktım. Bedenime uygun, etiketi üzerinde duran yeni kıyafetler vardı. Hepsi güzel ve kaliteli görünüyordu. Nedenini sorgulamadım. Gül kurusu renginde çiçekli bir pijamayı giyip saçımı havlu ile hafifçe kuruladım. Yatağın içine girip yorganı üzerime serdim. Biraz sonra Rüzgâr odadan içeri girdi. Usulca yatağa yanaştı ve yanıma oturdu. “Saçlarını kurutmalıydın.” Bir şey söylemedim. Belki sessiz durursam gider diye düşünüyordum. Kendimi yorgun ve mutsuz hissediyordum. Ayağa kalkıp içeri gittiğinde hayal kırıklığına uğramıştım. Neden kalacağını düşünmüştüm ki? Birkaç dakika sonra geri geldi. Yine yatağa oturdu. Ve ıslak saçlarımı taramaya başladı. İçeceğime ilaç katmamış olabilirdi ama ruhumu kendine müptela etmişti. Beni uyuşturucuma yani kendisine alıştırmıştı. O ilaç değildi. Zehirdi. “Oradayken kendimi öldürmeyi düşündüm,” dedim. Durdum. Bir şey söylemesini bekledim. Ama o usulca saçlarımı taramaya devam etti. “Sonra çıkınca seni öldürmenin daha akıllıca olacağına karar verdim.” Kesik bir gülüş attı. “Zeki bir kızsın.” Saçlarımı taramayı bitirdiğinde küçük bir havluyla kuruladı. Ayağa kalktı. Odadan çıkacağını anladığımda kalbim telaşla çarpmaya başladı. Beni yalnız bırakırsa… “Onca polis varken neden o kızları sen kurtarmaya çalıştın?” “Unuttun mu? Ben Don Kişot’um. Yel değirmenleri ile savaşmak benim işim.” “Sen bir çocuk doktorusun.” Durdu ve yeniden yatağa oturdu. Ona sırtım dönüktü. Elini saçlarımda gezdirdiğini yumuşak dokunuşlarından hissedebiliyordum. “Bütün o çocukların sorumluluğunun üzerimde olduğunu hissediyorum.” Sustum. Sustu. Suskunluk bizi birbirimize daha da yakınlaştırıyordu. Sessizlik tüm direncimi, Rüzgar’a karşı duran irademi kıran balyoz darbesi gibi kalbime vuruyordu ha bire. Parmakları saçlarımın arasında tatlı tatlı dolaşıyordu. Sonra tok ve melodik sesinin kulaklarıma kavurucu bir yaz gününde esen meltem gibi dolduğunu hissettim. Uyumadan önce hatırladığım tek şey buydu. “Ben kuşlardan da küçüktüm bir gece vaktiydi, aşk tuttu elimden benim. Geçtim düşler sokağından bir gece vaktiydi. Ceplerimde hacı yatmazlar. Yağmur yağsa… uykum kaçsa… bir kuş konsa badi parmağıma… ağlardım bir başıma...” Gözlerimi açtığımda gün doğmuştu. Güneş odanın içini aydınlatırken sıcaklığını da esirgememişti. Başımı gömdüğüm ılık nesne bir yastık değilse ne olabilirdi? Bir anda yataktan fırlayarak kalktığımda Rüzgâr da uykusundan uyanan bir prenses gibi gözlerini açtı. “Şey kardeş kardeş uyumuşuz. Sorun yok.” Kendi kendime söyleniyordum. Rüzgâr soru sormamıştı ama yüzüme şaşkınca bakıyordu. Durumu kurtarmam lazımdı. “Sabah olmuş.” Gerindim. Rüzgâr yatakta oturur pozisyona geçti. Bana bakmaya devam ediyordu. Bakmasana be lazer gözlü adam! “Ben lavaboya gideyim o zaman.” Elimle banyonun kapısını işaret edip koşarak içeri girdim. Yüzüm yanıyordu. Utanmıştım. Heyecanlanmıştım. Sırtımda çırpınan kanatlarım kalbimi gıdıklıyordu. Defalarca yüzümü yıkadım. Beş dakika kadar oyalandıktan sonra derin bir nefes alıp banyodan çıktım. Rüzgâr yatakta değildi. Göğsümde tuttuğumun bile farkında olmadığım nefesimi derin bir rahatlama eşliğinde boşaltırken ağır adımlarla salona geçtim. Çantamı sehpada gördüğümde şaşırdım. Onu Rüzgar’ın motosikletinde bırakmıştım. Sanırım. Çantamdan telefonumu çıkarıp saate baktım. Saat daha dokuz bile olmamıştı. Betül defalarca aramış ve onlarca mesaj yazmıştı. Onu rahatlatacağını umduğum bir mesaj yazdım ve tıkırtıların geldiği mutfağa doğru geçtim. Rüzgâr ekmek dilimlerini arasında kaşar peyniri ve salam koyuyordu. “Tost mu yapacaksın?” “Çay da yaptım yanına. Sallama çay tabi. İdare edersin artık.” Rüzgâr ekmekleri tost makinasına koyarken dalgınca onu izledim. “Yardım edebileceğim bir şey var mı?” “Buzdolabından kahvaltılıkları çıkarabilirsin.” Kahvaltılıkları çıkardım. Domates ve salatalık doğradım. Ben masayı kurarken Rüzgâr tostları pişirmişti ve ocakta haşladığı yumurtaları soğuk suya tutmaya başladı. Yumurtalardan bir tanesini alıp kabuğunu soymaya başladım. “Elin yanmıyor mu? Bunlar hiç soğumamış.” Rüzgâr eline üfleyerek kabuklarla mücadele ediyordu. Onu böyle görünce kıkırdadım. “Bana sıcak gelmiyor. Senin kadar hassas değilim herhalde.” Prenses! Sessizce kahvaltımızı yapmaya başladık. “Bugün okula gitmek istemiyorum. Evde durabilir miyim? Akşam yurda geçerim.” Rüzgâr elindeki kupayı dikkatli bir şekilde masaya koydu. “Tabi ki. İstediğin kadar kalabilirsin.” Sesi düşünceliydi ama başka bir şey söylemedi. Ben de konuşmadım. Sessizce kahvaltımı yapmaya devam ettim. Tost lezzetliydi. Ama canım hiçbir şey yapmak istemediği gibi ağzımda da tat yok gibiydi. Kahvaltım bitince tabakları toplamaya başladım. “Sen içeri geç istersen. Ben toparlarım buraları.” Gülümsedim. “Yardım edebilirim. Sakat değilim. Sadece biraz yorgun hissediyorum.” Ve mutsuz. Mutfağı toparladıktan sonra Rüzgar’ın telefonu eline alıp hastaneyi aradığını ve işe gidemeyeceğini söylediğini duydum. İçeriye elinde su ve ilaçla geldi. Tek kaşımı kaldırıp ona baktım. “Kendini daha iyi hissetmen için.” Onun elinden su içer miyim bir daha? Ona güvenebilir miyim? “Teşekkürler. Böyle iyiyim.” “Bana güvenmiyorsun değil mi?” elindeki ilacı ağzına atıp bir yudum su içti. “Bak ben de içiyorum. İkimize de iyi gelecek. Zor bir gece geçirdik.” İlacı ve suyu bana uzattı. Ona bu kadar çabuk inandığım için kendime kızsam da ilacı elinden alıp ağzıma attım ve bardakta kalan suyu içtim. Çünkü iradesi çok güçlü bir kızım. Beni bilirsiniz. “İzin kullanmana gerek yoktu. Tek başıma kalabilirdim. Hem böylesi daha doğru olurdu.” Rüzgâr kanepeye oturup televizyonun kumandasını eline aldı. “Ben de yorucu bir gün geçirdim. Dinlenmeye ihtiyacım var. Ne diyorum? Hani senin şu çok sevdiğin film vardı onu mu izlesek?” “Yürüyen Şato’yu mu izleyeceğiz?” Sesim gereğinden fazla hevesli çıkmış olabilirdi. Rüzgâr gülümseyerek bana baktı. “Evet, onu izlemeliyiz.” Televizyonu açtı ve filmi buldu. Ben de çekmeceden battaniyeyi çıkardım. Rüzgârın yanına sokuldum. Film başladığında Rüzgâr beni kendisine çekip başımı göğsüne yatırdı. “Böyle daha iyi,” diye mırıldandı. “Evet,” dedim iyice gevşemiş bir sesle. Howl’un şatosu homurdanarak ve gıcırtılı sesler çıkararak televizyonda göründüğünde garip bir rahatlama hissettim. Kendimi evimde gibi huzurlu hissediyordum. “Biliyor musun?” dedim. “Senin yanımda kendimi rahat hissediyorum. Sanırım gey olduğun için.” Derin bir nefes aldı ama bir şey söylemedi. “Aslında buraya mı taşınsam diyorum. Ne de olsa yurttan çok bu evde kalıyorum.” Bu sefer güldü. Güldüğünü göğsünün kabarmasından anladım. Ama yine konuşmadı. “Belki Betül’ü de alırız. Tek başıma sıkılırım. Sen nöbetteyken falan.” “Oldu canım. İşi bırakıp evimi pansiyona çevireyim istersen.” “Aslında güzel olurdu,” dedim iyice mayışmış bir sesle. “Sus artık küçük cadı. Filmden bir şey anlamadım senin yüzünden.” Sustum ve onunla en sevdiğim filmi izledim. Bu özel bir andı. Bir daha konuşmadık. Zaten filmin yarısında uyumuş olmalıyım. |
0% |