@yazarkasa
|
Akşamın kızıl peçesi kalkmış ve gecenin siyah yüzü kendini göstermişti. Hava artık iyice serinlemiş yaz mevsimi dünyadan elini eteğini çekmişti. Üzerimdeki elbise sıcak tutacak bir kıyafete benzemiyordu ve ben bir hırka almayı bile akıl edememiştim. Bu elbiseye uyacak hırkam ya da montum yoktu belki ama yine de bir ceket almış olmam gerektiğini marinadaki onca lüks arabanın yanına park ettikten sonra arabadan inince fark etmiştim. Denizin varlığı da soğuk havayı perçinliyor ve serin bir esinti insanın teninin üzerinden buz gibi geçiyordu. Arabadan indiğimizde kollarımı göğsümde kavuşturdum. Ne kadar top olursam o kadar sıcak olurum. Öyle derdi annem. Ayaklarımı da popomun altına alabilsem top olup ısınabilirdim. Ama böyle bir konfora sahip değildim o an. Işıkları yanan bir gemiye, aslında buna lüks yat diyorlardı sanırım ama bana göre kocaman bir gemiydi, gideceğimizi anlamıştım. Çünkü diğer bütün gemicikler sessiz sakin dururken bu büyük, devasa geminin ışıkları bir diskonun tavanındaki, bu disko topunu da dizilerden biliyorum çaktırmayın, ışıklar gibi yanıp sönüyordu. Önünde insanlar içine girmek için sırada bekliyordu. Ve gördüğüm kadarıyla arka tarafında da eğlenen insanlar vardı. “Bir yat partisine mi gideceğiz?” Rüzgâr aracının arka kapısını açıp içinden bir şey aldı. Onu beklerken gözüm ilerideki zengin kalabalığındaydı. Hepsi gerçekten çok şık giyinmiş kadın ve erkekler vardı. Kadınlar çıplak erkekler rahat giyinmişti. Tam zengin işi! Rüzgâr omzuma kırmızı, yumuşak kumaştan bir şal koyduğunda ona şaşkınlık ve minnetle baktım. Kendisi de siyah bir gömlek ve altına siyah keten bir pantolon giymişti. Küt siyah saçları ve “Aklında nasıl bir yer vardı?” Pavyon gibi mesela. Betül sokmuştu bunu da aklıma. Kız bu seni pavyona götürmesin bak dikkat et kötü yola düşeceksin diyerek uyarmıştı. Ben de ona Rüzgâr beni nereye sürüklerse koşarak giderim hatta onun elinden zehri bile şerbet diye içerim demiştim Jüliet edasıyla. Sonra beni yastıkla boğmuştu. Gerçekten boğdu. Nefessiz kaldım neredeyse ölüyordum. Aptal aşıklar, midemi bulandırıyorsunuz diye homurdanıyordu. Bence kıskandı. Rüzgâr’a bir şey söylemedim. Ağır adımlarla lüks yata doğru ilerlemeye başlamıştık. Aklım oradaki insanların neye benzediği sorusuna cevap arıyordu. “Üzerindeki kıyafetle seni pavyona getireceğimi, konsomatris olarak çalıştıracağımı falan düşünmedin değil mi?” Düşündüm. Ne var bunda? Geçmişin pek iç açıcı değil Mavi kuş. Beni uyuşturucu çetesine sattığını unuttum sanma. Yine bir şey söylemedim. Lüks yatın önüne gelmiştik. Önümüzde iki çift vardı. Birbirlerine sarılmış konuşuyorlardı. En öndeki çift bir çalışanın yardımı ile yata binerken bir anda içime korku düştü. “Ben yüzmeyi bilmiyorum. Yani… şey…” Rüzgâr gülümseyerek bana baktı. Arkamıza da bir çift gelmişti. Kadın beyaz mini bir elbise giymiş adam da beyaz keten bir takım giymişti. İki beyaz kedi gibi sarmaş dolaş birbirlerine karışmışlardı. Biz Rüzgârla resmi daireden yeni çıkmış iki memur gibi mesafeliydik. “Ben seni kurtarırım küçük kız. Biliyorsun bu benim işim.” Bana göz kırptı içim bir hoş olsa da ona ölçülü bir şekilde gülümsemeye çalıştım. Bir an aklıma Betül’ün asık suratı geldi onu hemen yok ettim. Rüzgâr’a güveniyordum. Saf ve aptal bir aşık olabilirdim. Ama bundan mutluydum. Onun yanında sürüklenen bir yaprak olmak beni mutlu ediyordu. Mutlu olmak haklı olmaktan çok daha güzel bir duygu değil mi ama? “Ama sen yine de suya düşmemeye çalış,” dedi Rüzgâr. Sıra bize gelmişti. Önümüzdeki görevli bana elini uzatıp pek de sağlam görünmeyen küçük köprü gibi bir yoldan geçirmek istemişti. Ama Rüzgâr ondan önce davranıp elimi sıkıca tuttu. Elleri sıcaktı. Benimkiler buz gibiyken onun elleri ateş gibiydi. Elimi tutup diğer eli ile belimden destek oldu. Kendimi Howl’un kollarında gökyüzünde yürüyüp çatılardan atlayan Sofia gibi hissediyordum. O filmi izle artık! Birkaç adımlık mesafeyi temkinli adımlarla geçerken yatın üzerinde durduğu soğuk ve derin suların ürkütücü laciverti ile yüzleşmiştim. Biranda durdum ve dizlerim titremeye başladı. Kısık bir sesle yalvarır gibi konuştum. “Ben gelemem. O gemiye binemem.” Rüzgâr belimdeki elini sırtımda gezdirirken anlayışla yüzüme bakıyordu. “Yapabilirsin. Benim yanımdayken sana bir şey olmasına izin vermeyeceğimi biliyorsun değil mi? Denizden korkmana gerek yok. Hiçbir şeyden korkmana gerek yok. Ben hepsiyle savaşırım.” Derin bir nefes aldım. O anımdayken denizden korkmama gerek yok. İçimi ferahlatan bir gerçekti. Bunu içimden tekrar ederken son adımımı da attım. Ama geminin zemini de çok sağlam değildi. Ayağımın altında kayıyor bir o yana bir bu yana yalpalıyordu. “Keşke pavyona gitseydik.” Rüzgâr bir kahkaha attı. “Çok istiyorsan seni bir gün götürürüm. Ama sevebileceğin bir yer olduğunu sanmıyorum.” İstemiyordum ama bunu söyleyecek fırsatım olmamıştı. Bir adam önümüzde durup Rüzgâr’a gülümseyerek bakınca biz de durmuştuk. “Hoş geldin doktor. Seni burada görmek beni şaşırttı. Ama mutlu da etti. Yanındaki güzel bayan kim?” Adam önümde eğilip elini uzatınca tokalaşacağımızı düşünüp ben de elimi uzattım. Ama o elimin üzerine ıslak dudaklarını bastırınca çiğ bir balığa ellemiş gibi hissettim. Suratımı ekşitmemek için çaba sarf etsem de bunu başardığımı sanmıyordum. Rüzgâr beni kendine yaklaştırınca onun sıcak bedeninin içine gömülmek istedim. “Kız arkadaşım. Gülce.” Bana hayranlıkla bakıyordu. Gerçekten kız arkadaşıymışım ve bana aşıkmış gibi. İyi rol yapıyordu. Ama ben onun kadar iyi bir oyuncu değildim. Gözlerimi ondan kaçırmam uzun sürmemişti. Bana böyle bakması canımı acıtmıştı. Gerçek olmayacak kadar güzel. Bir yalan olduğu için zehirli ve ölümcül. Ona inanabilirdim. Biraz daha baksam gerçekten sevgili olduğumuza ben bile inanabilirdim! “Memnun oldum Gülce Hanım. Ben de Tolga Karahan. Buyurun ön tarafa geçin. Sonra yine görüşürüz.” İçerisi dediği dışarısıydı aslında. Yatın denizde kalan tarafına doğru yürüyorduk. Mesafe uzun değildi ama yol biraz dardı. “Neden öyle bakıyorsun küçük kız? İyi misin?” Dalgınca ön tarafa bakıyordum. Oradaki insanlara. Hepsi çok şık giyinmişti. Taşlı kıyafetler, önü olan ama arkası olmayan kıyafetler, köyde elbisenin içine astar niyetine bile giyemeyeceğim transparan kıyafetler. Ben yanlarında oldukça masum ve usturuplu kalıyordum. Rüzgâr’ın zevkine teşekkür etmeliydim. “Beni kız arkadaşın olarak tanıtınca potansiyel kısmetlerini kapatmıyor musun? Yani senin şey olduğunu bilmeseler de ne bileyim.” Kaşlarını çatıp bana baktı. Ne dediğimi anlamamış gibi bakıyordu. Ama anlamıştı. Ne garip. “Benim ne olduğumu?” Rüzgâr önümüzden geçen bir görevlinin taşıdığı tepsiden içecek alıp süslü bardaktaki kehribar rengi sıvıdan bir yudum içti. “Ben de bir şeyler içmek istiyorum.” Rüzgâr kaşlarını kaldırarak bana baktı. Sorusuna bilerek cevap vermemiştim ve bunun farkındaydı. “Bu içecekler alkollü. Senin alkol kullanmanı istemiyorum küçük kız. Ayrıca sorularımı geçiştirdiğini de fark etmedim sanıyorsun ama ben sadece seni zorlamamaya çalışıyorum. Ama unuttuğumu sanma.” Gözlerimi devirdim. Resmen misafirlikte azarlanan küçük bir kız gibi durmuş Rüzgâr’ı dinliyordum. “Peki patron. Ne yapacağım? Burada böyle bir heykel gibi durup sessizce bekleyeyim mi?” Rüzgâr’ın dudakları hin bir gülüşle kıvrıldığında nedende yanaklarım kızardı. Bana bakışları hoşuma gitmemişti. Belki de gitmişti. Bilmiyorum. Hoşuma gitmesi hoşuma gitmemiş de olabilir. Garson bana sert bir içki getir kafam çok karışık! “Patron mu? Sevdim bu uysal hallerini. Ama sen bu değilsin biliyorum. Kendin ol. Ne yapman gerektiğini söylememe gerek olmayacağını biliyorum. Sen akıllı bir kızsın.” Akıllı bir kız olabilirim ama müneccim de değilim! Sürekli bilinmeyen bir yolda neyle karşılaşacağımı bilmeden yürümek oldukça yorucu bir işti. Onun peşine takılırken neyle karşılaşacağımın bir garantisi yoktu. Beni güçlü sanıyordu. Ama bana küçük kız diyordu. Aslında hangisi olduğumu ben bile bilmiyordum. O biliyor muydu acaba? Bu sırada yanımıza oldukça güzel bir kadın geldi. Sarı saçları dalgalı ve dağınıktı. Üzerinde iddialı, kısacık pembe pullu bir elbise vardı. Yok artık! Büşra Sutaşı’ydı gelen. Onun hafif makyajlı yüzünü ve iddialı elbisesinin içindeki taş gibi vücudunu gördüğümde kendimi ikiye katlayıp çantamın içine saklamak istedim. Büşra Rüzgar’ın kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Bir an onun kulağını yaladığını sandım ama sadece fısıltı ile konuşuyordu. İç gıcıklayıcı bir konuşması vardı. Filmlerde ‘İşin bitmedi mi koçacağım?’ diye seslenip yatağa çağıran kadınlar gibi görünüyordu. Ve benimle hiç ilgilenmemiş sadece Rüzgar’la konuşmuştu. Bu da oldukça sinir bozucu bir durumdu. Neyse ki başka bir adam kolundan çekiştirip onu dans etmek için zorladı. Yanımızdan ayrılmak zorunda kaldı. “Bence ben de bir şeyler içmeliyim. Meyve suyu yok mu? Sert olanlarından.” Etrafımızdaki kadınlara baktıkça kendimi küçültüp yok etmek, toza dönüşüp eve uçarak dönmek istiyordum. “Sakin ol küçük kız. İnan bana sen hepsinden çok daha güzelsin.” Öyle miyim gerçekten der gibi yüzüne baktım. Gülümsedi ve eğilip yanağıma kısa bir öpücük bıraktı. Değdiği yeri yakıp geçen dudaklarından haberi var mıydı acaba? Derin bir nefes aldım ve kendi kendime tekrar ettim. Buradaki kadınlardan çok daha güzelim çünkü Rüzgâr böyle düşünüyor. Bu düşünce hoşuma gitmişti. “Ee ne yapacağız? Burada öylece bekleyecek miyiz?” Rüzgâr elindeki kristal bardağı dudağına götürüp büyük bir yudum aldı ve boşalan bardağı bir kenara bıraktı. “Beklemek istemiyorum. Onun yerine dans etmeye ne dersin?” Olmaz derim. Çünkü dans etmeyi bilmiyorum. Dans nedir ya? Amerikan filmlerindeki okul balolarında mıyız? Halay desen varım da bu müzikte sizinle değilim maalesef. “Dans etmeyi bilmiyorum ben. Ayağına basar seni rezil ederim.” Rüzgâr elimden tutup beni sahnede birbirine sarılmış romantik müziğin keyfini çıkaran eşlerin yanına doğru sürükledi. “Önemli değil. Bilmeni gerektiren bir şey yok. Sadece belime sarıl ve başını omzuma yasla.” Dansın böyle bir şey olduğunu sanmıyordum. Ona tek kaşımı kaldırıp baktım. “Tamam nasıl rahat hissediyorsan öyle dur. Ama iki metre uzağımda da durmasan iyi olur.” Rüzgâr ellerini belime koyduğunda irkildim. Dokunuşu yumuşacıktı. Ama bir yandan da o kadar sıcak ve acı vericiydi ki kendimi toparlayamadım. Kafam allak bullak olmuştu. İçmeden sarhoş olmak böyle bir şey olmalıydı. “Ellerini omzuma uzatabilirsin mesela.” Boş gözlerle Rüzgar’a baktım. Giydiğim ayakkabıların hatırı sayılır topukluları ile bile Rüzgar’ın boyuna yaklaşamamıştım. Ellerimi çekinerek omzuna attım. Ona bu kadar yakın olmak nefesimi kesiyordu. “Böyle daha iyi.” Rüzgâr bedenini daha da yaklaştırdığında başımı göğsüne yasladım. Bir rüzgâr gibi kokuyordu. Çiçekler, deniz, tazelik, uzak diyarlardan gelen bir kokusu vardı. Bana fantastik bir ülkede bir prensle dans ediyormuşum gibi hissettiriyordu. Müzik yavaş ritimliydi. Kendimi rüzgârın akışına bırakmıştım. Tek yaptığım onun göğsüne yaslanmak ve bir masalda gibi hissetmekti. “Buradakilerin ilgisini çekmiş olabilirsin gül güzeli. Bundan hiç hoşlanmıyorum. Hem çok güzel görünmeni istiyorum. Hem de kimse seni görmesin bana kal istiyorum.” Başımı Rüzgar’ın sıcak göğsünden kaldırıp onun yüzüne baktım. Bana bakmıyordu. Etrafı inceliyor sanki birini ya da bir şeyleri arıyor gibiydi. “Sana kısmetlerini kapatacağımı söylemiştim.” Kısa bir sessizlik oldu. Neredeyse ayağına basacaktım ama son anda durup adımımı düzeltmemi bekledi. “Benim kısmetim zaten kapalı. Bence kısmetimi açman daha kötü. Ve sen bana bu kötülüğü çoktan yapmış olabilirsin.” “Şey olduğun için mi öyle konuşuyorsun?” Burnundan soludu. Biran duracak gibi oldu ama sonra belime daha sıkı sarıldı. “Ben zannettiğin o şey değilim küçük kız. Kendi kendine element uydurmaktan vazgeç.” Kendi kendime mi uydurdum? Siz şahitsiniz ben bunu bir yerimden uydurmadım. Kendi söylemedi mi? “Bana kadınlardan hoşlanmadığını kendin söylemiştin. Yalan mıydı?” Sesim öfkeli ve alıngan çıkmıştı. Neden kızmıştım? Neye kızmıştım ben böyle? Yalan olmasına mı? Yoksa bildiğim gerçeği duymak üzere olmama mı? “Sana erkeklerden hoşlandığımı söylediğimi hatırlamıyorum küçük kız. Ayrıca bunu bil diye söylüyorum; sana asla yalan söylemem.” Başımı tekrar göğsünden kaldırdım. Durdum ve bana ışıldayarak bakan safir gözlerine dikkatle baktım. “Asla mı?” “Asla. Eğer bunu yaparsam kalbime ihanet etmiş olurum.” Başımı göğsüne, tam da kalbinin üzerine koydum ve kalp atışlarının huzur veren sesini dinledim. Kalbine ihanet etmekten korkan adam, rüzgâr kokan adam, yel değirmenleri ile savaşan adam… onun kollarında olmak Howl’la gökyüzünde dolaşmak gibiydi… İzlediğim filmlerde, okuduğum kitaplardan çok daha güzeldi. Bu anın hiç bitmemesini isterdim. Ama bitmişti. Şarkı bittiğinde herkes pistten ayrıldı. Ben pistten değil de yurdundan ayrılan küçük bir kuş gibi hissediyordum kendimi. Sonra hareketli bir şarkı çalınca pist tekrar doldu. Ama romantik çiftlerle değil. Eğlenmek coşmak isteyen, çakır keyif yolcularla. Bir masaya geçtiğimizde masada çubuk havuç, salatalık olan kâseden sebze kemirmeye başladım. Rüzgâr etrafını gözlerken bir adam yanımıza geldi. İri kahverengi gözleri olan sert bakışlı bir adamdı. Burnu kocamandı. Gerçekten o kadar büyüktü ki burnuna ikinci bir sefer bakmadan edemedim. Karadeniz burnu değildi patlıcan burun dedikleri burunlardandı. Tombul ve iri. Kilolu ve boylu bir adamdı. Yanımıza geldiğinde gülümseyerek hoş geldiniz dedi ve bu güzel bayan kim diyerek beni sordu. Bunlar partide yaşadığımız klasik muhabbet cümleleriydi. Ama sonra patlıcan burunlu şişman ve zengin adam Rüzgar’a özel konuşmak istediği bir şey olduğunu söylediğinde bir şeyler olduğunu sezmiştim. “Ben birazdan dönerim. Sen keyfine bak,” dediğinde Rüzgar’a gülümseyerek tamam demiştim. Ama onu beklerken ellerim terlemiş aklımın semalarında uçuşan binlerce düşünce gelip kalbimin ortasına konuvermişti. Buraya gelmemeliydim, burada olmamalıydım! Ucunun bana dokunmasından korkuyordum. Bir yandan Rüzgar’ın dönmemesinden korkuyordum. Böyle lüks bir yatta, eğlencenin aktığı bir ortamda ne olabilirdi ki? Yel değirmenleri nerede Rüzgar? Senin görüp de benim göremediğim, görmediğim halde peşine takıldığım yel değirmenleri nerede? Masadaki bütün sebzeleri kemirmiştim. Yoldan geçen garsonlardan küçük poğaçalardan almıştım. İçecek olarak da meyve suyu istemiştim. Meyve suyu bile kokteyl bardağındaydı ve rengarenkti. Alkolsüz olduğuna garsonu yemin ettirdikten sonra içmeye başladım. Elimde minik peynirli poğaçalardan ve süslü bardaktan içtiğim meyve suyumla yatın geniş alanında dans edenleri izliyordum. Gece ilerledikçe içerideki cemaat da coşmaya başlıyordu. Köşede yüksek bir yerde bir DJ vardı ve insanları nasıl dans ettireceğini biliyordu. Ellerinde bardakları ile dans edenler, birbirine sarılıp müziğin ritmini hiçe sayarak dans edenler, delirmiş gibi sağa sola yalpalayanlar vardı. Kenarlarda oturma yerleri vardı ve dans etmek değil de sosyalleşmek için gelen daha ağırbaşlı, oturaklı insanlar burada gruplar halinde oturup muhabbet ediyorlardı. Ben tek başıma düdük gibi beklerken birkaç defa dans için teklif bile almıştım. Zengin ve yakışıklı tiplerden üstelik. Hepsini kibarca ret etmiş ve Betül2ün burada olsa bana ne diyeceği konusunda birkaç cümle düşünmeden edememiştim. Birkaç şarkı sonra Rüzgâr masaya geri döndü. Yüzünde ciddi ve düşünceli bir ifade vardı. “Gitmemiz gerekiyor gül güzeli.” Son bir kez pistte dans edenlere ve etrafa göz gezdirdi. Ne aradığını merak etsem de sormadım. Şalıma sıkıca sarındım ve son lokmamı ağzıma atıp meyve suyumdan da büyük bir yudum aldım. Her nereye gidiyorsak aç olmak istemiyordum. Ayrıca buradaki ikramlar gerçekten lezzetliydi. Rüzgâr durup beni lokmalarımı bitirmemi beklerken başını hafifçe yana eğdi. Sanki küçük bir çocuğun oyun oynamasını izler gibi beni seyrediyordu. “Bakma şöyle, yediklerim boğazıma diziliyor. Acele ediyorum.” Rüzgâr bakışını değiştirmedi. Değişen tek şey yüzüne iyice yayılan gülümsemesiydi. “Acele etmeni istemiyorum. Bu kadar aç olduğunu bilseydim önce bir şeyler yemeyi teklif ederim.” “Yurttan erken çıkınca,” dedim ve bardağın dibinde kalan meyve suyunu içip ağzımdaki lokmayı yumuşattım. “Öğlen yemeğini kaçırdık. Güzellik salonunda da çay ve kahvenin yanında kurabiye verdiler ama. Acıkmışım sanırım.” “Bunu düşünmeliydim. Seni aç bıraktığım için üzgünüm. Ama şimdi gitmemiz gerekiyor. Kapıda bizi bekliyorlar.” Kim bekliyor? Neden bekliyor? Bizi mi? Bütün sorular içime içime akarken Rüzgar’ın elimi tutup beni dışarı doğru yönlendirmesi ile beynimin şalteri bir anlığına şak diye atıvermişti. “Nereye gidiyoruz?” diyebildim nefeslerimin ve hızlı adımlarımızın arasında. Durmadan yanımızdan birileri geçiyor ve biz arada sıkışıp kalıyorduk. Rüzgâr durdu. Yanımızdan birileri geçiyordu. Ben yatın kenarlıklarından birine sırtımı yaslamıştım. Neredeyse düşmek üzere gibi hissediyordum. Ama Rüzgâr belimden tuttuğu için düşmekten korkmuyordum. Ama onun yüzü yüzüme yaklaştığında ve nefesini tenimde hissettiğimde kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Denize değil rüzgâra düşmekten korkuyordum! “Sakın korkma. Gördüklerin acı verici olabilir. Ne olursa olsun bana güven.” Ona baktım. Safir gibi parlayan gözlerine. Sonra gözlerimi kapattım ve o gözlerin bana ne anlatmak istediğini düşündüm. Acı verici ne görebilirdim bilmiyordum. Ama Rüzgâr yanımdayken bana sadece onun bakışları, dokunuşu acı verebilirdi. Ama bu acı bile güzeldi. Rüzgâr yanımdayken kanatlarına değil ona güvenen, uçmaktan korkmayan, kendini rüzgâra teslim eden küçük bir kuştum. “Sana güveniyorum mavi kuş. Peki ne yapacağım?” Rüzgâr kulağıma eğildi. Nefesi tenimi gıdıklıyordu. Sesi boğuk ve keyifsizdi. “Sadece yanımda dur. Birinin yanımda durmasına ihtiyacım var.” Durdu ve nefes aldı. “Yanımda durmana bu akşam daha çok ihtiyacım olacak.” Onun yanında duracaktım. O yel değirmenlerine koşarken ben onun rüzgarında savrulup yok olacaktım. Biliyordum. Sonu olmayan bir masaldı bu. Yorgun savaşçı bir prensle yanından ayırmadığı küçük bir kız. Bizim masalımızdı bu. |
0% |