Yeni Üyelik
16.
Bölüm

Bölüm 15

@yazarkasa

Rüzgâr elimden tutup beni yattan indirdiğinde gerçekten bizi bekleyen arabalar ve adamlar vardı. Bir tanesi partiye girişte tanıştığımız Tolga beydi. Diğerleri kilolu, kaba saba adamlardı. Hepsi koyu renk takım elbise giymişti. Gecenin bu saatinde pavyona gidecek iş adamlarına benziyorlardı. Pavyon da aklımdan çıkmıyor bu akşam!

Tolga bey telefonda konuşuyordu. Bizi görünce başıyla selam verip arabasına geçmemizi işaret etti. Aracı pop starların konsere giderken kullandığı lüks minibüslerdendi. İçerisinde mini buzdolabı olan, karşılıklı iki deri koltuk, küçük bir televizyon ekranı, bardaklar atıştırmalıklar ve bir araçta bulunmasını anlamsız bulduğum bir sürü şey vardı.

Deri koltuğa oturdum. Rüzgar da yanıma oturdu. Elimi sıkıca tutuyordu. Yabancı bir arabadaydım. Ve etraftaki tipler de pek güvenilir değildi. Ama rüzgar yanımdaydı. Rüzgar benden yanaydı. O yüzden nereye eserse essin onun peşinden sürüklenecektim.

Kısa süre içinde Tolga beyin iri bedeni arabaya giriş yaptı. Karşımızdaki deri koltuğa oturduğunda şoför arabayı çalıştırdı.

“Kızı evine bırakabiliriz,” dedi Tolga bey başı ile beni işaret ederken. Bana kız diye hitap etmesi beni huylandırmadı desem yalan olur.

“O da benimle gelecek. Faydası olabilir.”

Rüzgar kesin ve kararlı konuşuyordu. Allah’ım son anda yine bir şeyler yaparsa bu sefer onu öldürebilirim değil mi? Günah olmaz değil mi?

“Sen öyle diyorsan doktor. Sorun değil. Kız yorulmasın diye demiştim ben.”

Adamın bakışları çok rahatsız ediciydi. Pavyonda dansözleri iştahla süzen adamlar gibiydi. Hayır bunu nereden biliyorsun diye sormayın. O kadar dizi izlemişliğimiz var. Pavyon sahneleri çık aklımdan!

Rüzgar bir elini belime dolayıp bedenimi kendisine yaklaştırdı. Ona yaslanıp uyumak istedim. Omzuna başımı yatırmak ve kokusunu içime çekmek istedim. Ama karşımızdaki adam arsız bakışları ile bakarken bunu yapamadım.

“Çok sürmez yolculuk. Siz rahatınıza bakın.”

Adam yeterince rahattı zaten. Kendine bir kadeh içki doldurdu. Bize de teklif etti ama Rüzgar bir şey içmeyeceğimizi söyledi. Benim adıma da konuşuyordu. Bu adamın dikkatini çekmişti.

“Kız dilsiz mi yoksa? Güzel kız ama biraz ürkek göründü bana.”

Adam beni dikkatli bakışları ile süzerken aklımda onu göbeğinden deşiyordum.

“Hayır dilsiz değilim. Konuşmaya değer bir durum olmadığı için sessiz kalmayı tercih ediyorum sadece.”

Başımı dikleştirmiştim. Rüzgar bana baktı. Gülümsüyordu.

“Ve oldukça da cesur bir kızdır. Ürkek görüntüsüne aldanmayın.”

Adam bir süre konuşmadı. Camlar koyu renk olduğu için dışarıyı net göremiyordum. Çünkü geceydi ve geçtiğimiz yollarda da ışıklandırma zayıftı. Şehrin dışına doğru çıkıyorduk.

“Bir şey ihtiyacınız olursa adamlara söylersiniz. Benim acil bir işim çıktığı için sizi bırakıp partiye geri döneceğim. Bizimkiler sizi bırakır. Sonra ben seni arar bilgi alırım doktor.”

Rüzgar bir şey söylemedi. Düşünceli görünüyordu. O neyle karşılaşacağımızı biliyor ve kendini buna hazırlıyordu. Bense eskort bir kız gibi onun yanında gidiyordum. İşlevsizdim. Ne göreceğime de emin değildim. Evet, şimdi de eskort kız fantezisi ile boğuşuyorum. Betül git başımdan!

Rüzgar elimin üstünü yavaşça okşarken benim burada ne işim var diye sorgulamaya başlayacaktım ki araba durdu. Varacağımız yere gelmiş olmalıydık. Ben oturduğum koltukta gıcırtılar eşliğinde yavaşça doğrulurken araba bir daha çalışıp ilerlemeye başladı.

“Geldik sanırım,” dedi Rüzgar.

Bir bahçe kapısında eve giriş yapmıştık. Yıkık dökük eski bir evdi burası. İki katlı ve köhne bir binaya benziyordu.

“Geldik doktor. Siz inin. Bizim partiye dönmemiz gerekiyor. Haberleşiriz seninle.”

Arabadan indiğimizde bizimle beraber gelen iki araçtan dört adam daha olduğunu fark ettim. Onları arabaya binmeden önce de görmüştüm. Bir tanesi bize yaklaşırken diğerleri eve doğru ilerliyordu.

“Doktor bey, ben Serdar. Size eşlik edeceğim.”

Konuşması kaba bir şiveyle bozuluyordu. Tombul bir yüzü vardı. Esmer teni ve gür bıyığı ona sert bir hava katıyordu. İri yarı ve korkutucu görünüyordu.

Eve doğru yürümeye başladık. Bakımsız bir bahçesi vardı. Her tarafı yabani ot bağlamıştı. Yoldaki karoların arasından bile otlar fışkırıyordu. Evin dışı gecenin karanlığında ürkütücü perili evlere benziyordu. Derin bir nefes aldım. Burada ne bulacağımızı bilmiyordum ama iyi bir şey olmadığı konusunda şüphem yoktu.

Çelik kapıdan içeri girerken böyle eski ve yıkılmak üzere olan bir eve neden çelik kapı taktıklarını düşündüm. Ve kapıdaki kameralar ne içindi? Nereye geldik? Beynim oradan kaçarak uzaklaşmam için uyarı sinyalleri verirken aptal kalbim sevdiceğinin yanında kal onu koru diyordu. Aptal işte!

Dar bir girişten girdik. Ev akımsız ve pisti. Ve içerisi buz gibiydi. İlk olarak mutfağın yanından geçtik. Eski dolapları olan bir mutfaktı. İçerisi pizza kutusu ve plastik yemek kutuları ile dolmuştu. Koridordan hızlıca geçip merdivene geldik. Ev küf kokuyordu.

Merdiveni çıkarken inleme seslerini ve şiddetli öksürük seslerini duyabiliyordum. Bir kişiden gelmiyordu. Sanki üst kat çocuk doluydu ve hepsi de öksürüp inliyordu. Rüzgar’a baktığımda dişlerini sıktığını ve kaşlarını çattığını gördüm. Neyle karşılaşacağımızı biliyordu. Ben bilmiyordum. Bu seslerin neye işaret ettiğini anlayamıyordum. Belki bir radyodan ya da açık kalmış bir televizyondan geliyordu. Biliyorum, beynim de aptallaşmaya başladı.

Önümüzdeki adam bizi bir odanın kapısına getirdi. Kapının önünde telefondan bir şeyler izleyen iki adam vardı. İkisi de çirkin suratlı, pala bıyıklı ve iri yarıydı. Bizi görünce oturdukları yıkık dökük kanepeden ayağa kalktılar.

“Bir gelişme var mı Kutay?”

Buradakilerin yanımızda gelen adama saygı duyduğu belliydi. Aralarında ast üst ilişkisi olmalıydı. İki adam da ceketlerinin önünü iliklemiş saygılı bir şekilde karşılık vermişti.

“Aynılar abi. Öksürükleri tıksırıkları giderek artıyor. Bazılarının ateşi de var. Doktorun verdiği ilaçları veriyoruz ama kusuyorlar.”

Kusmuk kokusunu kapının önünden bile alabiliyordum. Öksürük sesleri ve inlemeler dayanılmaz bir şekildeydi. Onlarca çocuk içeride can çekişiyormuş gibi. Onları görmek istemiyordum. O kızların görüntüsü hala aklımdayken başka bir acıya dayanamazmışım gibi hissediyordum.

Ama yanımızdaki adam kapıyı açtı. İçeride onlarca çocuk vardı. Bir sürü ranza ve hepsi doluydu. Hepsinde çocuklar yatıyor bazıları öksürüyor bazıları inliyordu. Bazıları yarı baygın yatıyordu. Rüzgar adamın bir şey söylemesini beklemeden ilk ranzanın alt katında yatan çocuğun yanına gitti. Eli ile alnını yokladı. Başını minik göğsüne dayayıp nefes alışlarını dinledi. Göz kapaklarını açıp onunla konuşmaya çalıştı. Sonra başka bir çocukla sonra diğer çocukla…

“Ne kadar zamandır böyleler?”

“Birkaç gündür hepsi ateşlenip öksürüyor. Öncesinde birkaçında vardı. Bir de kusuyorlar.”

Adam kusmuk kokusundan iğrenir gibi dudaklarını büktü. Şu an odadaki en mide bulandırıcı olanın kendisi olduğunu bilmiyordu. İğrenç mahluk! Küçücük çocukları buraya doldurup sancılar içinde kıvranırken onları sadece izlemişler.

“Başka doktor görmedi mi?”

Rüzgar bir çocuğun ağzını açmış boğazını kontrol ediyordu.

“Ameliyatları yapan cerrahımız var. Birkaç öksürük ilacı yazdı. Ama düzelmediler.”

Adam o kadar ilgisiz o kadar duygusuzdu ki bütün sinirimi öfkemi ondan çıkarmak istiyordum. Çocuklara bakmıyordu bile!

“İlaçları düzenli verdiniz m?”

Rüzgar sert bir şekilde konuşunca adam irkildi. Eli beline gitti. Benim ellerim titremeye başlamıştı. Bu çocuklar ölmek üzereymiş gibi görünüyordu.

“Bilmiyorum. Buradaki adamlara talimat verdik. Vermişlerdir.”

Adam kararsızdı. İlaçların verilip verilmediğini hiç umursamamış ve merak etmemişti bile.

“Bu çocuklar zatürre olmuş! Ciğerleri iltihap sarmış. Balgam yüzünden nefes bile alamıyorlar!”

Rüzgar’ın elini tuttum ve sakin olmasını söylemek ister gibi sıktım. Bana baktı. Şaşırmış görünüyordu. Ama bir anlık şaşkınlığının ardından çatık kaşları yavaşça düzeldi. Artık öfkeli değildi. Ama öyle hüzünlüydü ki ağlayacakmış gibiydi.

“Biz ne bilelim doktor muyuz? Öksürük şurubu verdik işte. Yemekleri de iyiydi. Biz de böyle hasta olsunlar istemezdik.”

İstemezdiniz tabi! Kim bilir onları hangi suç için kullanacaktınız? Organ mafyası mı, uyuşturucu ticareti mi yoksa çocuk suistimalleri mi? Bu çocuklar ne için buraya toplanmıştı? Belki de bu şekilde hasta olmaları ve bu işlere bulaşmadan ölmeleri onlar için daha hayırlıydı. Daha az acı çekerlerdi.

“Onları kurtaracağım…. Onları kurtaracağım…” diye sayıkladı Rüzgar. Sonra yerinden doğruldu. Üzerindeki deri ceketi çıkarttı. Yanımızdaki adama bir sürü ilaç ismi söyledi.

“Nebulatör makine lazım. Her çocuk için bir tane. Ve serum için aparatlar. Vücutlarında sıvı kalmamış. Ayrıca kan tahlili de yaptırmamız lazım. Vücutlarında iltihap olabileceğini düşünüyorum.” Durdu. Saçını sıkıntı ile alnına götürdü. “Bu çocukların hastaneye gitmesi lazım!”

Bu çocukların kurtulabileceğini düşünmüyordum. O kadar hasta görünüyorlardı ki… ve bakımsızdılar. Pistiler. Yatakları pislik içindeydi. Oda ter ve kusmuk kokuyordu. Çok zayıftılar. Günlerdir doğru dürüst beslenmemiş gibi görünüyorlardı.

“Onları hastaneye götüremeyiz. Ama hastaneyi buraya getirebiliriz doktor. Söylediğin malzemeleri getireceğim. Sen başka ne lazım onu söyle.”

Rüzgar sıkıntı ile nefesini verdi. Parmaklarını burun kemerine götürüp düşünmeye başladı.

“Kaç çocuk var?”

Adam kapıya baktı. Orada kimseyi göremeyince biran duraksadı. Kararsız görünüyordu.

“En son on sekiz çocuk vardı.”

Aralarından ölen olmadıysa on sekiz çocuk vardı burada. Gördüklerim erkek çocuklardı. Neden hepsi erkekti? Eğer kız çocuk varsa da onu görememiş ya da ayırt edememiştim.

Bu çocuklar ateşler içinde yanıyor, öksürüyor ve yarı baygın bir şekilde yatıyordu.

“Neden hepsi baygın gibi? Başka ne ilaç verdiniz?”

Adam biranda gerildi. Rüzgar bunu nereden çıkarmıştı? Bu çocuklar hasta olduğu için böyle değil miydi?

“Biz… Şey… çok ağlıyorlardı. Yetişemeyince onlara sakinleştirici bir şeyler verdik.”

Rüzgar derin bir nefes aldı ve öfke ile bağırdı.

“İlacın adını söyle!”

Adamın bakışından tereddüde düştüğünü görebiliyordum. Rüzgara cevap mı verse onun kafasına bir kurşun sıkıp hiç uğraşmasa mı bilemiyordu. Gerçi ne kadar zor bir durumda olduklarının farkındaydılar. Bu çocuklar ölüyordu. Onlara insan gözüyle bakıp değer verdiklerini sanmıyordum. Ama onlar bu adamların sermayesiydi. Bir şekilde işleri, paraları batıyordu. Çocukları kurtarmaları gerekiyordu. işi bu raddeye getirmiş olmaları da ne kadar umursamaz olduklarının göstergesiydi. Çocukların öksürmesi, üşümesi ya da ateşlenmesini bugüne kadar önemsememişlerdi. Şimdi ise kuyruğu tutuşmuş kedi gibiydiler. Rüzgar onların belki de son şansıydı.

Adam cevap vereceği sırada bir çocuk su diye inleyince komidine benzer eski bir çekmecenin üzerinde duran pis sürahiden bir bardağa su doldurdum ve çocuğun yanına gittim. Adamla Rüzgar’ın daha sonra ne konuştuğunu bilmiyordum. Çünkü su verdiğim çocuk elimi sıkıca tutmuş ve beni bırakma anne diye sayıklamaya başlamıştı. Gözlerimden yaşlar oluk oluk akarken beni de annemin bıraktığını ona söylemek isterdim. Ama sadece geçecek, iyileşeceksin, ben buradayım gibi şeyler mırıldanıp duruyordum.

Rüzgar gelip omzuma dokunduğunda küçüklüğümde annemin de olduğu ve hastalandığım bir anıma takılıp kalmıştım. Birden irkildim. Rüzgar yanıma oturdu ve elini yanağıma getirdi.

“Ağlama küçük kız.”

Sesi teskin ediciydi. Güven veriyordu. Huzur veriyordu. Ona destek olmaya gelmiştim ama artık benim teselliye ihtiyacım vardı.

“Onlar çok hasta. Ölecekler mi?”

Hıçkırıklarımın arasında zor konuşuyordum. Rüzgar bana bir peçete uzattığında elimi tutan çocuktan çekmek zorunda kaldım. Ateşi vardı. Elleri buz gibiydi. Onu ısıtmak için dünyayı yakabilirdim. Bütün bu çocukları ısıtmak için dünyayı yakabilirdim.

“Ölmelerine izin vermeyeceğim merak etme gül güzeli. Onları iyileştireceğiz.”

Daha çok ağlamaya başladım. Ağlarken omuzlarım sarsılıyordu. Ama sessizdim. Diğer adamların beni duymasını istemiyordum. Rüzgar bana sıkıca sarıldığında onun kokusunu içime çektim. Bana o an, köydeki tepeyi hatırlattı. Kendimi onun şefkatine bıraktım. Kendimi sakinleştirmek ve ağlamayı kesmek istiyordum ama duramıyordum.

“Peki iyileşince ne olacak? Bu çocuklar zaten ölmeden ölmüş.”

Başımı Rüzgar’ın ılık bedeninden ayırdım. Burnumu çektim. Sonra elimdeki peçete ile yüzümü sildim.

“O zaman da onları kurtaracağız buradan. Her şey sırayla küçük kız. Bu çocukların önce sağlığa sonra özgürlüğe ihtiyacı var.”

Başımı salladım. Bana hüzünle bakıyordu. Onun gözlerinde gördüğüm kararlılık bana da güç vermişti.

“Benim yanımda kalır mısın küçük kız? Eğer bunları kaldıramam dersen seni bırakmalarını isteyebilirim.”

Gitmemi istemediğini gözlerinden görebiliyordum. Bakışları kalmam için yalvarıyordu. Ama bana bir seçenek sunmuş ve gidebileceğimi söylemişti. Sana gitme demiyorum ama gitme Lavinya…

“Yanında kalmak istiyorum mavi kuş. Sen istediğin sürece her zaman yanında kalmak istiyorum.”

Kararlılıkla başımı dikleştirmiştim. Gözlerimin içine baktığında ve kararım konusunda sessizce beni sorguladığında aynı şekilde ona bakmaya devam ettim. Ama yanağıma ılık bir öpücük bırakıp da kulağıma teşekkür ederim diye fısıldadığında o kadar güçlü duramadım. Sesi boğuk ve minnet doluydu. Dudakları tenime değdiğinde kalbime ılık bir his dolup taşmıştı. Onun için dünyayı yakardım! Ve o ateşin içine hiç düşünmeden atlardım.

O gece bize yardım eden iki izbandut gibi adamla beraber çocuklara ilk müdahaleyi yapmıştık. Aslında bütün işi Rüzgar yapmıştı. Serum yolu açmış, kan almış, ilaçlarını ayarlamıştı. Ben annemin hastalığı döneminde serumunu ayarladığım için onları kontrol etmeye, çocukların ilacını ve makinelerini takip etmeye, ateşlerini ölçmeye çalışmıştım. Geri kalan ayak işlerini diğer iki adam halletmişti.

Yorucu bir gece olmuştu. Beni fiziksel yorgunluk etkilememişti ama ruhum o gece on yaş daha yaş almış ve yıpranmıştı. Çocukların öksürükleri, inlemeleri beni yormuştu. Bazı çocukların arapça sayıklaması ise daha dehşet vericiydi. Bu çocuklar kimdi? Kimi kimsesi var mıydı? Bu çocuklar neden buradaydı? Onlara ne olacaktı? Aklımda binlerce cevapsız soru vardı. Aslında cevabını öğrenmek istemediğim sorulardı bunlar. Onları bilmesem, onları görmesem ve düşünmesem çok daha hafif olurdum. Ama artık onları biliyo görüyor ve acılarını hissediyordum.

“Kalbim ağrıyor doktor…” dedim gecenin yorgunluğunda elindeki pis çay bardağından koyu bir çayı yudumlayan Rüzgar’a.

Çok yorulmuştu. Gözlerinin altı şişmiş, zümrüt mavisi göz bebeğinin etrafı kızarmaya başlamıştı. Gece gibi koyu, kuzguni saçları dağılmıştı.

Elimi avucunun içine aldı. Elleri gecenin soğuğuna, karanlığına hatta karamsarlığına inat sıcacıktı. Tıpkı gözlerinin tüm karanlıkları yaracak kadar parlak olduğu gibi…

Elimi sıkıca tutup göğsüne bastırdı. Kalp atışlarını hissedebiliyordum. Kalbi avucumun içinde atıyordu. Ah be mavi kuş.. Ben de kalbimi versem ellerine… alır mıydın onu?

Rüzgar’ın kalbi çırpınan bir kuş gibi avucumun içinde atıyordu. Gözleri gözlerime kenetlenmişti. Yorgun ve hüzünlü… Gökyüzünde parlayan mavi bir yıldız gibi gözleri gözlerimin içinde geziniyor sanki orada bir şeyler arıyordu.

“Seni ağrıyan kalbinden seviyorum küçük kız…”

Ona şaşkınca baktım. Ne diyeceğimi bilemedim. Biran nutkum tutuldu. Yerde miyim gökte miyim bilemedim. Sadece gülümsedim ama yanağımda süzülen gözyaşını durduramadım. Rüzgar parmakları ile gözyaşımı silerken gözlerimi kapattım. Ne hissedeceğimi bilemiyordum.

Sonra bir şey oldu…

Dudakları dudaklarıma değdi. Yumuşak ve ılık bir dokunuştu bu. Şehvetli ve ateşli değildi. Sadece küçük bir dokunuştu. Kalbim dudaklarımda atarken gözlerimi açmaya korkuyordum.

Yorgunluktan uyuya kalmıştım ve bir rüya mı görüyordum yoksa?


Loading...
0%