@yazarkasa
|
“Beni öptün,” dedim sayıklar gibi kısık bir sesle. Nefesi hala yüzüme değiyordu. Parlak mavi gözleri gözlerimin tam karşısındaydı. Güneşli bir günde ışığı yansıtan duru bir göl gibiydi. Gözlerinin altında siyahlıklar vardı. Bakışları duru ve yorgundu. “Beni öptün,” diye tekrar ettim bu sefer daha yüksek sesle. Kaşlarımı çattım ve elimi dudaklarıma götürdüm. “Küçük bir öpücüktü. Yapma. Irzına geçmişim gibi tepki veriyorsun.” Yüzsüz! Küstah! Aptal! Ya ben bu adama aşık oluyorum galiba. “Neden yaptın bunu?” Kaşlarımı çatmaya çalışıyordum ama onlar daha çok küçük Emrah gibi dalgalı bir şekilde kıvrılmaya meyilliydiler. Ağlayabilirdim. Nedenini bilmiyorum. Ama ağlayabilirdim. Ağlamak istiyordum. Ama yapmamam gerekirdi. Rüzgar kısa bir şaşkınlık anı yaşadı. Kaşlarını havaya kaldırdı ve dudaklarını birbirine bastırdı. “Bilmiyorum,” dedi boğuk bir sesle. Ve yine beni en hazırlıksız zamanımda yakalayıp tekrar öptü. Bu sefer daha uzun ve daha gerçekçi bir öpücüktü. “Sanırım bunu yapmayı uzun zamandır istiyordum.” Onu kendimden uzaklaştırmak, sertçe itmek istedim. Ama bunu sadece aklımda yapabilmiştim. Bedenim pamuk şekerden yapılmış bir yığındı ve onu hareket ettiremiyordum. Pamuk şeker! Kendimi aynen böyle hissediyordum. Rüzgar bir süre alnını alnıma dayadı ve durdu. Gözlerini kapattı ve sakin bir şekilde sessizce bekledi. Bir ara uyuduğunu sandım ve onu dürtsem mi diye düşündüm. Ama kendimi o kadar mayışmış hissediyordum ki nasıl hareket edeceğimi unutmuş bir bebek gibiydim. Bir yandan midemde yangınlar çıkmış ve tüm vücudum bu yangından nasibini almış gibi yanıyor bir yandan da otokontrol mekanizmamı devreye sokmak için gereksiz bir çaba harcıyordum. Rüzgar yüzünü uzaklaştırdığında dilim ağzımın içinde hissiz bir şekilde kaybolmuş gibiydi. Ne diyeceğimi ne hissedeceğimi bilmiyordum. Tek bildiğim olmaması gereken bir şekilde onun dokunuşundan etkilendiğimdi. Ve bu dokunuşa kendimi bu kadar kaptırdığım için önce Rüzgar’a sonra kendime kızmak istiyordum. Ama kızamıyordum. Kalbim pamuktan bir şekerdi ve ben onu kontrol edemeyecek kadar yorgundum. Tam ağzımı açmış bir şeyler söylemek için dilimi toparlamaya çalışırken arkamızdan bir inilti sesi geldi. İnilti sesi Arapça mırıltılara dönüştü. Muhtemelen Suriyeli mülteci bir çocuktu bu. Arapça konuşmasa diğer çocuklardan bir farkı yoktu aslında. Rüzgar da benim gibi dönüp çocuğun olduğu yöne baktı. Onun inlemesi bitmeden bir başka çocuğun öğürmeleri ve kusma sesi geldi. Çocuk boğulur gibi olunca Rüzgar telaşla yerinden kalktı ve ranzaların arasında gezmeye başladı. Benim aklımda onlarca hatta binlerce soru işareti vardı. Bayram değil seyran değil bu gey beni niye öptü? Peki ben neden bu kadar etkilendim? Kendimi bu kadar kaptırmam yorgunluktan mıydı? Rüzgar nasıl hala ayakta durmayı başarabiliyordu? Ben gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. Hem kalbim hem aklım hem de bedenim yorgunluktan tükenmek üzereydi. Saatlerdir buradaydık. Çocukların hepsi ağır hastaydı ve onca seruma, iğneye hatta makineye rağmen durumlarında belirgin bir düzelme olmamıştı. Neredeyse şafak sökmek üzere olmalıydı. Burada zamanı ayırt edebileceğim ne bir saat ne de bir pencere vardı. Hep karanlık, hep kasvetli hep hastalıklı olan bir odadaydık. Ruhum karanlık bir örtünün altında kalmış gibi hissediyordum. Bir yandan Rüzgar’ın dokunuşunu tekrar tekrar hatırlayıp içime ılık bir duygunun akmasına izin veriyordum. Ruhum o anlarda karanlık battaniyenin altından usulca çıkıp kalbimin kanatlarını okşuyordu. Garip bir ruh halindeydim. Bir süre daha çocuklarla ilgilendik. Kusanlar vardı. Ateşi yükselenler, nefesi kesilenler. Bazılarına serum bazılarına makine veriyorduk. Rüzgar ranzalar arasında bir o yana bir bu yana gidip geliyordu. Ateşi çıkmış bir çocuğun başını şefkatle okşarken gördüm onu. Gözlerim yaşardı. Çocuk için mi üzüldüm yoksa Rüzgar’ın merhameti mi beni etkilemişti bilmiyorum. Bir süre sonra yorgunluktan nefes alamayacak hatta ayakta duramayacak kadar bitap düşmüş bir sandalyeye çöküp kalmıştım. Gözlerim kapanmak için ısrar etse de kendimi uyanık tutmaya çalışıyordum. Rüzgar yanıma geldi ve bana bir anahtar uzattı. “Bu arkadaşlar seni benim evime götürecek. Eve git. Sıcak bir duş al. Karnını doyur ve dinlen. Dersin varsa dinlendikten sonra okula gidebilirsin.” Şaşkınlıkla Rüzgar’a baktım. Yorgun ama kararlı görünüyordu. Bana gitmek ister miyim diye bile sormamıştı. Gitmem gerektiğini söylüyordu. “Seni burada tek bırakmak istemiyorum.” Ben de en az onun kadar kararlı durmak isterdim. Ama yorgundum. Kalbim burada kalmak istiyordu ama bedenim buna dayanabilecek enerjiye sahip değildi. Rüzgar ellerini yanaklarıma bastırdı. Yüzüm avucunun içinde kalmıştı. Kendimi bırakmak sonsuza kadar öyle, nefes bile almadan öylece durmak isterdim. “Çok yorgunsun Gülce. Git ve dinlen. Ben de çocuklar biraz toparlanınca eve geçerim. Bu gece bana yeterince yardım ettin. Teşekkür ederim.” Ve yine o masum dokunuş. Küçük ve tehlikeli bir öpücük. Dudaklarımın üzerine bir tüy gibi değer dudakları. Ve yanaklarımdan süzülen gözyaşları… “Seni burada bırakmak istemiyorum.” Annesinden ayrılmak istemeyen huysuz bir kız çocuğu gibi hissediyordum kendimi. Ama artık ona yardım edecek durumda değildim. “Burada bir köşede yatıp dinlenebilirim. Gitmeme gerek yok ki…” Ağlamaktan kesik kesik konuşurken bir yandan da burnumu çekip nefes almaya çalışıyordum. Yorgundum ve sanırım sinirlerim de laçka olmuştu. Rüzgar alnıma bir öpücük bıraktığında kalbim fokurdasa da onun beni tekrar tekrar öpmesini ve sıkıca sarılıp hiç bırakmamasını diliyordum. “Eve git gül güzeli. Ben de geleceğim.” “Söz veriyor musun? Gelecek misin?” Artık gerçekten küçük bir kız çocuğu gibi hissediyordum. Bana söz verirse dünya yıkılsa bile geleceğinden şüphem olmayacaktı. Oysa buradan çıkabileceğine inancım kalmamıştı. Burası dipsiz, karanlık bir mağara gibiydi. Sonu belirsiz ve kötücül. “Söz veriyorum küçük kız. Yanına geleceğim ve seni neden öptüğümü sana anlatacağım. Ama şimdi gitmelisin.” Dudaklarım sızladı. Gözlerimden akan yaşlar kontrolümden çıkmıştı ve onları uzun bir süre durdurabileceğimi sanmıyordum. Sahi beni neden öptün Rüzgar? Neden? “Unuttun mu? Ben senin Sancho’num. Bensiz yel değirmenleri ile savaşamazsın ki sen. Seni bırakamam ki ben.” Rüzgar başımı göğsüne yaslayıp bana sıkıca sarıldı. Bir eli saçlarımda diğer eli sırtımda geziniyor ve beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Ah her dokunuşunun beni daha da heyecanlandırdığını, içimdeki her bir kor tanesinin alev almasına sebep olduğunu biliyor muydu acaba? Bilemezdi! “Bu gece yeterince yanımda durdun. Sen olmasaydın yel değirmenleri ile savaşamazdım. Bunu biliyorsun. Ama sen böyle yorgun ve güçsüzken ben de kendimi güçlü hissedemiyorum. Aklım sende kalıyor. Sana yaptığım kötülüğü...” Cümlesini tamamlamasına izin vermeden acele ile ve biraz da sesimi yükselterek araya girdim. “Sen bana kötülük yapamazsın ki!” “Seni yanımda sürükleyerek sana iyilik mi yapıyorum küçük kız? Ben bencil bir adamım. Hep yanımda olmanı istiyorum. Ama şimdi gitmeli ve benim için kendini toparlamalısın. Çünkü bencil yanım seni hep iyi görmeyi de istiyor.” Derin bir nefes aldım. Rüzgar’ın beni güçlü ve kararlı halimle görmesini istiyordum. Eğer ona ayak bağı olmak istemiyorsam ve benden destek almasını bekliyorsam ben de güçlü olmalıydım. “Tamam,” dedim göz yaşlarım yanağımdan akarken olabildiğim en kararlı tavrı takınarak. “Gidip dinleneceğim ve seni bekleyeceğim. Sen de çabuk gel olur mu?” Gülümsedi. Gözlerinde gurur ve yorgunluk birbirine karışmış bir şekilde bana bakıyordu. “Geleceğim gül güzeli. Geleceğim.” Onun sözünü aldım, öptüm ve bağrıma bastım. Geleceğini biliyordum. Ama yine de aklım, kalbim hatta siyah örtülerin altına saklanmış ruhum bile burada kalacaktı. Ben sadece yorgun bedenimi peşimde sürükleyerek götürecektim. Tüm isteksizliğimi yalancı bir kararlılık maskesinin altına gizledim. Üzerimdeki ceketi çıkarıp Rüzgar’a uzattım. Sandalyeye astığım şalımı aldım. Üzerimdeki pahalı elbise kusmuk ve küf kokuyordu. Kırışmış ve yıpranmıştı. Saçlarım iyice dağılmıştı. Yüzüme düşen tutamları alıp kulağımın arkasına ittim. Gülümsemeye çalıştım ama dudaklarım titremiş ve istediğim gibi kıvrılmamıştı. “Hadi git artık huysuz kız.” Rüzgar gülümsedi. O duygularını gizleme konusunda benden daha başarılıydı. Ben ne kadar istesem de mutluymuş gibi yapamadım. “Yoksa son bir öpücük mü bekliyorsun?” diye sordu arsızca. “Son mu?” diye mırıldandım. Ama bu arsızca bir isteğin dışavurumu değildi. Onu son kez görüyor olmaktan ölesiye korkuyordum. Rüzgar kesik bir kahkaha attı ve beni alnımdan öptü. “Bunun bir sonu olabileceğini sanmıyorum gül güzeli.” Başımı önüme eğdim. Ne demek istediğini anladığımda yanaklarıma sıcaklık yayılmaya başladı. Bunun bir sonu olmamalıydı? Sonsuza kadar sürebilir miydi? Lütfen… Dudaklarımı birbirine bastırıp ağlamamak için kendimi tuttum. “Görüşürüz,” derken hala içimde bir umut vardı bana kal demesi için. Ama demedi. “Görüşeceğiz gül güzeli.” Ona uzun uzun baktım. Yorgunluktan şişen göz altlarına, yorgun gözlerine, gözlerinin etrafında oluşan çizgilere dikkatle baktım. Hepsini hafızama kazıdım. Bu onu son görüşüm olabilirdi. Neden bilmiyorum en kötücül yanım kulağıma hep kötü sonlar fısıldıyordu. Onu burada yaşatmayacaklarını, işleri bitince bir ormana götürüp kaybedeceklerini söylüyordu. Ona inanmak istemiyordum. Ama içimdeki şüpheden ve korkudan da kurtulamıyordum. Rüzgar’ın yorgun adımlarla odaya girişini ve ranzadaki çocuklardan birinin ateşini ölçmesini izledim. Ona ne kadar bağlandığımı o an daha iyi fark etmiştim. Ben onunla ölüme bodoslama koşarak atlardım. Onun yanında dünyaya kafa tutardım. O varsa en tehlikeli macera bile bana La Fontaine masalı gibi gelirdi. “Hadi bacım, araba bekliyor. Bir an önce seni bırakıp geri dönelim. Zaten alacağımız bir sürü ilaç var daha.” Yanımdaki ayıcık homurdanarak beni uyarmasa orada öylece durup Howl’umu saatlerce izleyebilirdim. Ama yanımdaki iri bedenli, enine olduğu kadar boyuna da gelişmiş adam beni bu haktan mahrum etmişti. Ağır adımlarla adamı takip ettim. Rutubetli, eski evin gıcırdayan merdivenlerini ve pis koridorlarını geçip dışarı çıktık. Güneş tepemizdeydi. Masmavi gökyüzüne başımı kaldırıp derin bir nefes alıp temiz havayı içime çektim. Kendimi suçsuz olduğu halde müebbet hapis cezasına çarptırılıp on sekiz sene sonra suçsuz olduğu anlaşıldığı için salıverilen bir mahkûm gibi hissediyordum. Çıktığıma memnundum ama sanki içeride ciğerlerim kurumuştu ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Koyu renkli, son model arabaya binip o eski evden uzaklaşırken içimde gurbete gidip ailesini geride bırakan bir yolcunun hüznü vardı. Yollara aynı hüzün ve tükenmişlikle bakarken insanların yanından hızla geçişlerimizi, evlerin ve dükkanlarının bir görünüp kayboluşunu ve yüksek binaların ürkütücü sessizliğini seyrettim. Arabadan inip Rüzgar’ın yaşadığı apartmanın önüne geldiğimde öylece durdum ve binaya baktım. Bomboş… Boş ve ıssız görünüyordu. Soğuk ve karanlık. Yalnız ve hüzünlü. Ve daha birçok şeyi anımsatıyordu bana. Ağır aksak adımlarla eve çıkarken Rüzgar’ın ne halde olduğunu düşünmeden edemedim. Ne yapıyordu? Yorgunluktan bitmiş olmalıydı. Öksüren, nefesi daralan hatta balgam kusan çocukların içinde tek balına kalmıştı. Ona yardım eden iki yardımcı vardı. Ama tek doktor Rüzgar olduğu için ranzalar arasında koşturan ve sürekli tetikte bekleyen oydu. Derin bir nefes alıp kapıyı açtım ve isteksizce içeri girdim. Acı bir tat boğazımdan yukarı çıkarken göz yaşlarımı serbest bıraktım. Ne çok acı vardı. Ne çok acı çeken insan… acıların en büyük payını güçsüz ve masum insanların üzerine yüklemiştik. Masum kızlar, küçük çocuklar… ne çok acı Allah’ım… kalbim acıyor… Ilık bir duş almaya öyle ihtiyacım vardı ki… Ama hiç gücüm kalmamıştı. Salondaki kanepeye kendimi atıp ayaklarımı karnıma çekerek uzandım. Ağlarken uyuya kalmışım. |
0% |