Yeni Üyelik
18.
Bölüm

Bölüm 17

@yazarkasa

Saçlarımda dolaşan ılık ve yumuşak bir dokunuşun tenimde oluşturduğu his ile karma karışık rüya aleminden ondan da karışık dünya alemine geri döndüm. Aslında uykum açılmamıştı hatta gözlerimi bile açmamıştım. Ama o tanıdık dokunuş, burnumu gıdıklayan aşina olduğum koku beni kendine çekiyordu. Gözlerimi zorla da olsa açtım ve karşımda yorgun ve bitkin bir yüzle bana bakan Rüzgar’ı gördüm. Onu görmek kalbime tarifsiz bir rahatlama da getirmişti.

“Gelmişsin,” dedim mayışmış ve uyanamamış mahmur bir sesle.

“Sana geleceğimi söylemiştim,” dedi Rüzgâr yüzünde yorgun ama tatlı bir tebessümle. Ona bakmaktan kendimi alamıyordum. Yattığım yerden doğrulmak için bile hareket etmemiş ve bana bakışlarından mahrum kalmamak için gözlerimi dahi kırpmamıştım.

“Çocuklar nasıl oldu? Seni nasıl bıraktılar?”

Yerimden hızla doğrulunca Rüzgâr da ayağa kalktı.

“Çocuklar biraz daha iyi. En azından hepsi tehlikeyi atlattı diyebilirim. Bundan sonra yapabileceğim tek şey onları sık sık kontrol edip verdiğim talimatları ve ilaçları doğru veriyorlar mı diye bakmak olacak.”

Bakışlarımı yere indirdim.

“Yani hepsi iyileşecek mi?”

Sesimde söylediğine inanmayan bir insanın kararsız tınısı vardı. O kadar hastaydılar ki iyileşebileceklerini sanmıyordum.

“Bazılarında kalıcı hasarlar olabilir. Özellikle ciğerlerinde. Ama hepsini iyileştirmeye çalışıyoruz. En azından öyle ümit ediyorum.”

Rüzgar benden çok daha fazla umutlu görünüyordu. Hatta bende hiç olmayan bir duygu ile karşımda duruyordu. O çocuklar için üzülmekten başka kalbime değen bir duygu yoktu benim.

“Ya sonra? İyileşseler ne olacak ki?”

Başım önümde ellerim dizlerimde duruyordu. Bakışlarım ellerime odaklanmıştı. Sesim titrese de ağlamaklı olduğum için değil öfkemden titriyordu. Ne olacaktı? O çocukları daha iyi bir hayat beklemiyordu k? Kim bilir iyileşseler bile ne kadar yaşayabileceklerdi? Ya da ölmüş olmayı dileyecek kadar acı bir hayat önlerinde onları bir zebani gibi beklemiyor muydu? Bu onların ilk hastalıkları değildi ve son hastalıkları da olmayacaktı.

Elimin üzerine değen ılık temas ile irkildim. Başımı kaldırdım. Rüzgar’ın yorgun bakışlarını yakaladım. Ne kadar yorgun olsa da gözleri pahalı bir mavi safir taşı gibi ışıldıyordu.

“Onları kurtaracağım Gül güzeli. Bana güvenmiyor musun?”

Ona güveniyordum. Ama yine de bunun nereye gideceğini bilmiyordum. Yel değirmenleri artık yel değirmeni değildi. Onları ben de görebiliyordum. Ve gördüklerim beni korkutmuştu. Onlar koca, güçlü ve tehlikeli canavarlardı.

“Güveniyorum,” dedim kısık ve boğuk bir sesle. Başımı yine önüme eğdim.

“Hadi gel,” dedi Rüzgar ve elimden çekiştirdi. “Burası çok rahatsız. Benim yatağıma gidip biraz uzanalım.”

Elimi geri çektim. Rüzgar durdu ve bana baktı.

“Ne oldu?” diye sordu.

“Seninle gelemem. Seninle aynı yatakta uyuyamam.”

Başımı iki yana hızla salladım. Hayır, onunla beraber yatacak değildim. Bunu daha fazla sürdüremezdim. Ben böyle yetiştirilmiş bir kız değildim.

“Neden? Daha önce beraber yatmıştık. İyi bir uyku arkadaşı değil miyim? Horluyor muyum yoksa? Ağzım mı kokuyor?”

Rüzgar kaşlarını çatmış yüzüme bakarken istemeden kıkırdadım.

“Hayır. Öyle bir şey değil. daha önce gaydin.”

Rüzgar gözlerini devirdi.

“Değildim.”

Homurdandım.

“Tamam ben öyle sanıyordum. Ama şimdi durum farklı.”

Rüzgar kafası iyice karışmış ve davranışımdan hiçbir şey anlamamış gibi bana bakıyordu. Anlamasını beklemiyordum zaten. Bugüne kadar ondan kendimi sakınmamıştım. Şimdi birden kendimi geri çekmem bana bile garip geliyordu. Ama artık işler ciddiye binmişti ve ben korkuyordum. Geri dönülmez bir noktaya gelmekten, kendi sınırlarımı paramparça edip kendime ihanet etmekten korkuyordum. Sen beni anlıyor musun sevgili okuyucu? Lütfen anladığını söyle. Zira ben bile kendimi anlayamıyorum.

“Nedir fark? Seni kullanacağımı mı düşünüyorsun? Yoksa beni…”

Sevmiyor musun? Böyle diyecekti. Bunu biliyorum. Bunu sormasını istemiyordum. Bu soru kalbimi parçalayacakmış gibi sivri ucuyla ha bire duvarlarımı dürtüyordu zaten.

“Öyle bir şey değil mavi kuş. Ben.. ben yapamam. Çünkü böyle yetişmedim. Bu yanlış. Ben küçük bir köyde büyüdüm. Namusu için yaşayan küçük bir toplulukta… ben…”

“Tamam küçüğüm. Sen nasıl istersen öyle olsun.”

Rüzgar bana gülümseyerek bakıyordu. Ama gözlerinde onu hayal kırıklığına uğratmışım, sevgisini karşılıksız bırakmışım gibi kırgın bir bakış vardı.

“Üzgünüm,” dedim başımı eğip ve gözlerimden akan yaşlara engel olamadım.

Rüzgar elini çeneme koyup yüzümü kaldırdı ve parmakları ile göz yaşlarımı sildi.

“Bunların hepsini konuşacağız küçüğüm. Ama şimdi zamanı değil. çok yorgunuz. İkimiz de. Daha doğru bir zamanda birbirimize kalplerimi açıp gösterebiliriz. Ama şimdi, sen nasıl istiyorsan öyle olsun. Sana kırgın değilim. Kendini bunun için üzme. Tamam mı?”

Kalbimi bir kuşun kanadı yavaşça okşamış ve sakinleştirmişti sanki. Hıçkırıklarla ağlamaya başlarken burnumu çektim ve başımı aşağı yukarı salladım.

“Tamam, o zaman ben duşa giriyorum.”

Bir an sen de gel der mi diye durup bekledim. yani bu konuşmanın üzerine öyle bir şey yapmazdı değil mi? Yok artık!

“Sana yiyecek bir şeyler hazırlamamı ister misin?”

“Aç değilim. Ama sıcak birer kahve içebiliriz istersen.”

Gülümsemeye çalıştım ama o kadar ağlamıştım ki dudaklarım titredi. Rüzgar usulca başını eğip dudaklarını yanağıma bastırdığında nefesim asitli bir zehir gibi göğsüme dolmaya başlamıştı. Ve o odadan çıkana kadar nefesimi tuttuğumun farkında bile değildim. Bir anda omuzlarım çöktü ve kalbim atmayı bıraktı. Zaman durdu. Oda buz kesti. Vücudum soğuktan titremeye kalbim ruhumu terk etmeye başladı. Ruhum çekilip kalbim daralırken göz yaşlarım yine yeniden yanaklarıma boşalıyordu. Neden ağladığımı bilmiyordum. Belki yorgunluktan. Belki de dile getiremediğim duygularımın ağırlığından… kim bilir sevgili okuyucu, belki de kendime bile itiraf edemediğim kadar çok seviyordum onu. Ve kendi sevgimden korkuyordum.

Kendimi toparlayınca telefonumu kontrol ettim. Betül’den gelen 17 cevapsız arama ve yüzlerce mesaj vardı. Endişeli ve kaygılı mesajlar bir yerden sonra öfkeli ve küfürlü mesajlara dönüşmüştü. Betül benim ağzıma etmek için telefonun başında beklemiyorsa ben de Gülce değildim.

Beklediğim gibi telefonu bağırıp kızarak, bana özel ve güzel küfürler, tehditler savurarak açmıştı. Onu sakinleştirmek kolay olmamıştı. Betül’ü tanıdıysanız onun ne kadar orijinal kurgular ürettiğini tahmin etmişsinizdir. Polisi aramak üzereymiş. Ama neyse ki Yağız’ı aramış. Eh oda Betül’ü almış ve Rüzgar’ın evine getirmeyi kabul etmiş. Birazdan burada olurlarmış. Eh bir Yağız eksikti şimdi. Ve bunlar neden siyam ikizi gibi hep beraberdi? Ne zaman bunu irdelesem Betül beni tersliyordu ama artık işler hepimiz için karmakarışık hale gelmişti. Kimse kimsenin ilişkisini irdelemeyecek kadar kafası kaşıktı hepimizin. Yumağa dolanmış bir kedi misali elimizi kolumuzu aşka kaptırmış ama bunu asla kabul etmemeye yemin etmiş gibiydik.

Dört kişilik kahve malzemesini hazırlayıp kahve makinesini çalıştırdım. Mutfaktaki dolapları karıştırıp biraz abur cubur aradım ama evde yıllardır kimse yaşamamış gibiydi. Tabaklar bile tozlanmaya başlamıştı. Tencereler içinde hiç yemek pişmemiş gibi tertemiz ve yepyeni görünüyordu. Neyse kahve de yeterli deyip bir sandalyeye oturdum ve dalgınca kahve makinesinden kendim için hazırladığım kahvenin bardağa doluşunu izlemeye başladım. Kahve bardağa dolarken ömrümün de boş bir kaba dolup elimden giden zamandan ibaret olduğunu hatırladım. Felsefe yapacak zaman değildi belki ama o çocukları gördükten sonra nereye baksam acı görüyordum.

Kahve dolduğunda Rüzgar’ın tanıdık kokusu bir yağmur sonrası topraktan yükselir gibi mutfağa dolmaya başlamıştı. Başımı mutfağın kaısına çevirdiğimde bornozlu ve saçları ıslak bir Rüzgar görmek beni geriyordu. Kendimi bir anda Howl’u banyoya taşıyan Sofia gibi hissediyordum kendimi. Hani Howl’un iç çamaşırı merdivende düşmüş ve Sofia da başını yukarı kaldırıp ona bakmamaya çalışmıştı. İşte o sahne! Hala izlemedim filmi demeyin sakın bana. Çok kızarım.

Ama seni hayal kırıklığına uğratacağım sevgili okuyucu. Hayır yanlış anlama, benim öyle bir beklentim yoktu zaten. Ama Rüzgar gayet giyinikti, saçları hafif nemli olduğu için kuruttuğu belli oluyordu. Üzerine lacivert düz ama nedense üzerinde sanki ipekten ya da dünyanın en değerli kumaşından yapılmış gibi duran bir eşofman takımı vardı. Saçları hafif nemli, simsiyah ve dağınıktı. Saçlarının dağınıklığı bana kalbimi hatırlatıyordu. Ve onları her savuruşunda kalbimde bir şeyler savrulup darmadağın oluyordu.

“Kahve hazır mı?” diye sordu Rüzgar. Beni nasıl çarptığının ve büyülediğinin farkında bile değildi. Belki de farkındaydı ve bundan garip bir haz alıyordu. Kim bilir?

“Hazır sayılır,” diye cevap verdim dalgınca.

“Misafir mi bekliyoruz?” Kahve makinesinin yanındaki bardakları gösterdi bir eliyle. “Yoksa ikişer ikişer kahve içeriz diye mi düşündün?” yorgunluğunu üzerinden atmıştı. En azından bir kısmını. Gözleri daha dingin ve ışıl ışıl bakıyordu. Gülümsediğinde ona gözlerimi devirdim. Adama aşığız diye de her esprisine gülecek değildim herhalde.

“Betül’le konuştum. Yağız’la beraber buraya geliyorlarmış.”

Rüzgar kaşlarını kaldırdı. Kahve fincanı elinde tam ağzına götürecekken havada kalmıştı.

“Yağız da mı geliyor?” diye sordu düşünceli bir sesle. Bir şekilde Betül’e her şeyi anlatacağımın farkındaydı ama Yağız konusunda kararsız görünüyordu. Yağız sınavda beklemediğimiz konudan çıkan kazık sorular gibiydi.

“Evet, Betül biraz sinirliydi bana ulaşamadığı için korkmuş. Ona engel olamadım. Beni dinlemedi zaten. Biz geliyoruz, bizi bekle dedi kapattı telefonu.”

Rüzgar kahvesinden bir yudum aldı. gözü uzak bir noktaya takılı kalmıştı.

“Yağız’ı severim. iyi çocuktur. Ama onu bu işlere bulaştırmak ne kadar doğru bilmiyorum.”

Muhtemelen yolda gelirken Betül bildiği her şey ötmüştür Yağız’a. Artık onu bulaştırmama gibi bir seçme şansımızın olduğunu sanmıyordum. Ama bunu Rüzgar’a söylemek istemedim. Sonuçta Ben Betül’e anlatarak başlatmıştım her şeyi. Ve o Yağız’a. Belki de Yağız bütün mahalleye anlatacaktı. İşler sarpa sarıyordu sevgili okuyucu.

Ben sessiz kalmayı tercih ederken Rüzgar dalgınca kahvesini içiyordu.

“Neyse,” dedi yine kendi kendine konuştuğu bir anda. “Hele bir gelsinler de o zaman hallolur her şey. Değil mi minik kuş?”

Umarım hallolur Mavi kuş. Ya dört kişilik bir ekip olacağız ya da her şey sarpa saracak. Bunu zaman gösterecek. Belki de Yağız kendini uzak tutup belaya bulaşmamaq4yı tercih eder ve hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranırdı. Bu benim işime gelirdi açıkçası ama Yağız’ın karakterine olan inancımı biraz zayıflatırdı. Arkadaşımı onun gibi bir adama emanet edebilir miydim sonra? Bilemiyorum.


Loading...
0%