@yazarkasa
|
Gece Betül’ün yatakta huysuz bir kutup ayısı gibi debelenmesi yüzünden uykumdan uyandım. Bir süre tavana öylece bakıp gelişigüzel bir şekilde savrulan Betül’ün el ve kol darbelerinden kendimi sakınmaya çalıştım. Bedenim yorgunluktan sızlıyor başım çatlayacak gibi ağrıyordu. Betül’ün düzenli bir şekilde aldığı nefeslerinin sesi bile bana yüksek perdede küfrediyormuş gibi hissettiriyordu. Ağrı kesici içmezsem bir daha uyuyamayacağımı biliyordum. Oflayarak yataktan kalkıp evin karanlık koridoruna doğru yerde sürünen adımlar attım. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum ama gecenin bir yarısı olmalıydı. Rüzgâr odasında, sıcak ve yumuşak yatağında uyuyordu muhtemelen. Onun yanına gidemezdim sevgili okuyucu. Sakın aklına fesat hayaller gelmesin. Uslu uslu mutfağa gideceğim ilacımı içip bir süre oturur sonra tekrar uyurum. Bu kadar basit. Plan kolay ve uygulanabilir bence. Saatlerimizi ayarlayalım ve plana uygun hareket edelim. Salonun önünden geçerken kapıdan sızan ışık huzmeleri nefesimi tutmam için yeterli bir sebepti. İçimdeki dedikoducu teyzeler “Mavi kuşun seni bekliyor hadi yine iyisin,” diyerek benimle dalga geçiyordu. Beni mi bekliyordu yoksa onu da uyku tutmamış mıydı? Derin bir nefes alıp adımlarımı hızlandırdım. Mutfağa geçip ilaç çekmecesinden bir ağrı kesici ilaç alıp bir bardak suyla ilacı içtim. Dışarıdan çok sakin görünüyor olabilirdim. Titreyen ellerimi fark etmezseniz tabi ki! Ama kalbimde ve aklımda bin bir cephede savaş veriyordum. Bir süre mutfağın penceresinden dışarıya baktım. Başımın ağrısının hafiflemesini bekliyordum. Kahve yapsam mı diye düşündüm ama uykumun açılmasını da istemiyordum. Derin bir nefes aldım ve “Yap gitsin Gülce,” diye mırıldandım. Elimde sıkıca tuttuğum bardağı bulaşık makinasına koydum ve mutfağın ışığını kapatıp koridora doğru yürümeye başladım. Salonun önünde durdum ve süzülen ışığa sanki kutsal bir mağaradan yayılan hayat ağacının o saf ışığıymış gibi büyülenmiş bir şekilde baktım. İçeri girdiğimde tüm dünyanın kaderini etkileyecek o dehşetli gerçeği öğrenebilirdim. Ya da Rüzgâr uyanık olurdu ve ben dehşete düşüp kendimi kaybedebilirdim. Gerçi ne yapabilirdim ki? Adamın üstüne atlayacak halim yoktu. Bilmiyorum belki de vardır. Ortalık çok karışık sevgili okuyucum. Kalbim karman çorman. Aklım başka telden kalbim çok başka telden çalıyor. İkisinin arasında sıkışmış ruhumsa ağlasa mı oynasa mı bilemiyor. Neyse sonuçta içeri girdim mi girdim. Yani beni tanıyorsunuz artık. Bu odanın önünden öylece geçip gideceğimi düşünmediniz değil mi? Ah bu ben kendimi nerelerde bulsam? Çekilsem sahillere, hayaller mi kursam? Odaya girdim sevgili okuyucu. Sen de heyecanlandın mı benim gibi? Nefesimi tutuyordum. Odadaki ışık kapalıydı ama televizyon açıktı. Kapıdan süzülen ışık da televizyondan geliyor olmalıydı. Ekranda Arka Sokaklar dizisinin bilmem kaçıncı tekrar yayını vardı. Rüzgâr televizyonun karşısındaki kanepede yatıyordu. Üzerinde ince bir pike örtülüydü. Ve yorgun yüzünde uykunun saf doğallığı vardı. Uyuya kalmıştı. Öylece durdum ve ona baktım. Yüzünün her bir milimine, her bir saç teline, kirpiklerinin ucuna, dudaklarının kıvrımına alıcı gözüyle inceleyerek hiç oyalanmadan dakikalarca seyrederek baktım. Sana bakmak suya bakmaktır, sana bakmak bir mucizeyi anlamaktır diyor ya Yılmaz Erdoğan bir şiirinde, işte o mısraların tam ortasındaydı kalbim. Sana bakmak mavi kuş; fantastik bir evrenin aralık kalmış kapısından süzülen doğa ve mantık üstü bir manzaraya bakmak gibi… Yüzüne düşen saçları düzeltmek, alnında biriken terleri silmek ve parmağımı ılık dudağında gezdirip nefesini tenimde hissetmek istiyordum. Ama aklımın köşelerinde yer tutmuş dedikoducu teyzeler bu hislerimi kaşlarını çatıp ayıplayarak uzaklaştırdılar. Nefes alıp verirken yükselip inen göğsünün üstüne başımı yatırsaydım başımın ağrısı geçer miydi acaba? Gözlerimi kapatıp yumuşak ve ılık bedenine kendimi bıraksaydım mesela, tüm dünya geride kalır mıydı? Ağrı kesicinin etki etmeye başlamasından mı yoksa Rüzgar’ı böyle huzurla uyurken seyretmenin verdiği keyiften mi bilmiyorum ama başımdaki ağrı hafiflemeye ve kalbime doğru ince bir sızı halinde sokulup canımı biraz da oradan yakmaya başlamıştı. Ben üzerinde bir cadının laneti olan Sofia değildim belki ama kendimi ona bu kadar yakın hissettiğim başka bir an hatırlamıyordum. Cadının lanetlediği bir kız ve onu iyileştirebilecek tek büyücü aynı odadaydık. Bu işkenceye daha fazla dayanamamış ve yanaklarıma süzülen kalp sızılarımla beraber odadan çıkıp karanlık koridordan hızla ilerlemiştim. Odaya girdiğimde Betül’ün yatakta kıpırdanıp benim yattığım tarafa bedenini atarak yer değiştirmesine bakıp bezgince nefes verdim. Sabah uyandığımda her yerim ağrıyordu. Üstelik ısrarla çalan telefon beynimin içine bağırarak küfrediyordu sanki. “Alarm mı kurdun sen sabahın körüne?” Başımı yastığın altına gömüp Betül’ün telefonun sesini kapatmasını bekledim. Betül bir şey söylemeden telefonu eline aldı ve kapatma tuşuna basılı tutup kapattı. Her yerim ağrıyordu ve artık uykum kaçmıştı. Betül’le yatmak Rüzgar’la yatmaktan çok daha günah olabilirdi. Bunu bir düşünmek lazım sevgili okuyucu. “Sanki gece meyve suyuma ilaç katıp bütün gece tecavüz etmişsin gibi hissediyorum,” dedim başımı yastığın altından çıkarıp bakışlarımı tavana sabitleyerek. “Gece Rüzgar’ın yanında uyumayınca tabi insan öyle garip fantezilere dalıyor insan.” Bir hışımla yataktan kalktım. Aslında kalkmak istemiyordum bedenim buna henüz hazır değildi. Ama o an tüm gururumu sırtıma alıp kalkmam gerekiyormuş gibi hissettim. “Neden onun yanına gidecekmişim ya? Kocam değil bir şeyim değil! Abarttın sen de iyice!” Betül yataktan yavaşça kalkıp boynunu esnetti. Penceredeki güneşliği açıp tüm güneş ışığının evin içine dolmasını bekledi. Oda daha aydınlık ve artık uyumanın mümkün olmadığı bir enerji ile dolmuştu. “Kızım adam senin sevgilin gibi davranıyor. Sen de köyden geldim yapamam edemem diye naz yapıyorsun.” “Öyle yapmıyorum bir kere,” dedim kısık ve alınmış bir sesle. Betül gözlerini devirerek bana sessiz bir cevap gönderdi. Ve “Sen kendini kandırmaya devam et namuslu köy kızı,” derken telefonunu eline alıp tekrar açmak için tuşlarına basmaya başladı. Beni kendi cevabımla baş başa bırakıp vicdan azabı çekmemi istiyordu. Başarıyordu da! Dost dediğin ağır konuşur arkadaşını kendine getirirdi de Betül’ünki tekme tokat dövmekten farksız oluyordu genelde. “Yağız işe giderken bizi alıp kahvaltıya götürebileceğini yazmış.” Şaşırdık mı? Ben şaşırmadım. “Ben de sizin Yağız’la aranızda ne olduğunu merak ediyorum Betül. Fino köpeği gibi yanında geziyor. Gölgen gibi her an yanında. Ama ne zaman sorsam beni tersliyorsun.” Betül pijamalarını çıkartıp günlük kıyafetlerini giymeye başlamıştı bile. “Aynı yatakta yatacak kadar yakınlaşmadık canım. Merak ediyorsan eğer.” Merak ettiğim o değildi ayrıca bu çok bel altı bir cevap olmuştu. Bu cevabı hazmedip yerine güzel okkalı bir suçlama geliştiremediğim için bir süre sustum. Betül’ün peşinden mutfağa giderken göz ucuyla salonun kapısından baktım. Televizyon kapatılmış, pike olduğu gibi buruşuk bir halde kanepenin üzerinde bırakılmıştı. Ve Rüzgâr yoktu tabi ki. Mutfak masasına bir not bırakmıştı. Çocukları kontrole gittiğini bizim istediğimiz zaman evden çıkabileceğimizi yazmıştı. “Hadi hazırlan da çıkalım,” dedi Betül sabırsız bir sesle. Kendine bir bardak su doldurup içemeye başladı. “Ben gelmeyeceğim Betül. Kendimi yorgun ve halsiz hissediyorum.” Ayrıca Yağız’ı görmekten bıktım. İkinizin arasında dil bilmeyen gurbetçi gibi hissediyorum kendimi. “Saçmalama kızım. Evde yiyecek insani bir şey yok. Ayrıca sonsuza kadar bu evde yaşayamazsın. Yurda dönmen gerekecek.” “Beni biraz idare edemez misin? Rüzgâr dönene kadar beklerim. Hem. O çocukların durumunu merak ediyorum. Hem de kendimi halsiz hissediyorum.” Betül gözlerini kısıp bana baktı. “Demek bu gece bir kere daha şansını denemek istiyorsun?” dedi arsızca gülerek. Onun omzuna bir yumruk attım. “Fesatsın kızım! Ben öyle mi dedim? Akşam olmadan dönerim zaten sadece Rüzgâr dönene kadar bekleyeceğim.” Betül kahkahalar eşliğinde benimle dalga geçerken hızlıca hazırlanıp bana yiyecek bir şeyler göndereceğini söyleyerek evden çıktı. Yağız her zamanki gibi kapının önünde onu bekliyordu. Eğer Howl’un yürüyen şatosu filmini izlediyseniz siz de onu benim gibi Şalgam (ya da korkuluk) karakterine benzediğini düşünebilirdiniz. Ben çok benzetiyorum. Şapşal şalgam kafa! Önce kendime kahve yapmayı düşündüm. Ama o kadar açtım ki bu fikir bile midemi bulandırdı. Buzdolabını kurcaladım ve içinde meyve, süt ve çikolata dışında yenecek bir şey bulamadım. Mutfak dolaplarında da tozlanmış tabak ve tencereler haricinde kuru bakliyat yoktu. Hey hat! Zenginler mercimek çorbası, bulgur pilavı yemiyor mu? Avokadoyla mangoyla mı besleniyor bu harici tür? Tüm arayışlarım hüsranla son bulmuşken kapı zili çaldı ve Betül’ün vaat ettiği insani yiyecekler kapıdaki kurye tarafından törenle teslim edildi. Gayet güzel sandviçler ve yanında da portakal suyu vardı. İştahla yedim. Sonra salona geçip televizyonu açtım. Sonra benim adını fakir Jet Lag’ı koyduğum durum oldu. Uçağa binmeden zaman kavramını yitirmeniz. Ve bunu sırf yorgunluktan, uykusuzluktan yaşamanız. O zaman siz fakirsiniz ve fakir Jet lag’ı yaşıyorsunuz. Uyuyakalmışım. Yanı başımdan gelen hafif hışırtılı seslerle uyandım. Telaşla kanepede doğruldum. “Hangi yıldayız?” Evet ilk sorum bu oldu. Jet lag olduk diyoruz burda. “En son 2023 yılındaydın gül güzeli.” Rüzgar’ın şaşkın ama keyifli sesi ile başımı kaldırdım. “O kadar oldu mu ya?” dedim. Rüzgâr kahkaha atınca gözüm televizyona takıldı. “Outlander izliyordum uyuya kalmışım,” dedim ve sehpaya bıraktığım portakal suyunun artık hoşafa dönen kalanını içtim. Ağzım tatlansın beynime gerekli enerji gitsin diye. “Gitmemişsin,” dedi Rüzgâr ve elindeki kahve kupasını bana uzattı. “Efendisi Dobby’e kahve verdi. Dobby artık özgür,” dedim Harry Potter’daki ev cininin sesini taklit ederek. Rüzgâr gülümsedi. “Bunca yorgunluğun ardından yüzümü güldürüyorsun Gül güzeli. Ama sanırım bu gece de yurda yetişemeyeceksin. Akşam olmak üzere.” “Dobby üzgün. Efendi Rüzgâr bir şeyler ayarlar. Dobby efendi Rüzgar’ın motoruna binebilir. Efendi Rüzgar’ın motosikleti çok hızlıdır.” Rüzgâr ellerini saçlarına daldırıp boynunu esnetti. Bitkin görünüyordu. Onu eğlendirebilmek için burnuma palyaçoların taktığı kırmızı toplardan takabilirdim. Onun yüzünün güldüğünü görebilmek için şebeklik yapabilirdim. “Üzgünüm prenses. Trafiğe çıkabilecek durumda değilim. Odaklanabileceğimi sanmıyorum. Aslında daha pratik bir çözüm geliyor aklıma.” “Nedir nedir?” dedim yapmacık bir heyecanla. “Evlen benimle. Böylece seni yurda taşımak zorunda kalmam. Her zaman yanımda olursun. Hatta seni cebime koyup her yere götürebilirim. Güzel olmaz mı?” Onu güldürmek için şebeklik yapabilirim dedim adam benden komik çıktı. İyi mi? Kwaik bir kahkaha attım. “Çok pratik bir fikir gerçekten. Babam da bu fikre bayılırdı. Üniversite okusun diye uğruna her şeyi satıp şehre geldiği kızı daha ilk dönem bitmeden koca bulunca sevinçten havalara uçar eminim.” Rüzgâr dudaklarını büktü ve düşünür gibi yaptı. “Bence ben babanla konuşup onu ikna edebilirim. Gayet makul bir insana benziyor.” Yine bir kahkaha attım. Kahkahalara doyamayan ben. “Üstün ikna kabiliyetinle sırt sırta verip ikna edemeyeceğin kimse yoktur bence de.” Kahvemden bir yudum aldım. Ayılamıyordum. Hava hafiften kararmaya başlamıştı. Her dakika yurda yetişemeyeceğim biraz daha fazla garantileniyordu. “Seni ikna ettiysem tüm dünyayı ikna edebilirim gül güzeli. Önemli olan bu.” “Ben ikna olmuşa benziyor muyum sence?” Rüzgâr ciddi bir ifade ile yüzüme baktı. “Bence evet. Senin de gönlün var gibi gibi.” Başımı önüme eğdim. Biraz daha uzayınca filmlerdeki gibi yatakta bitecek olan o sahnelerin başındaymışız gibi hissettim. Tabi bunda Betül’ün aklıma soktuğu fitne fesatlıkların da payı olabilirdi. Sonuçta adam bana tecavüz edecekmiş gibi bakmıyordu. Bakıyor muydu yoksa? Yok canım Rüzgarım yapmaz. “Evlenseydik en azında bana zührevi hastalığım varmış gibi bakmazdın. Hadi ama prenses. Sakin ol. Rahatla biraz.” Rahatla falan? Hayırdır birader? “Rahatım ben zaten,” derken oturuşumu düzeltim üzerimdeki pijamanın düğmelerini kontrol ettim. Bir süre ikimiz de konuşmadık. “Çocuklar,” dedim çekingen bir sesle. “Onlar nasıl oldu.” Zorla yutkundum. Bu soruyu sormak bile yüz kiloluk bir mermiyi kaldırmak kadar zor gelmişti nedense. “Öyle hemen iyileşemezler belki ama ölümcül kısmı atlattılar. Bir iki tanesi ağır seyrediyor ama onu da halledeceğiz. Düzelecekler.” Gülümseyerek bana baktı. Beni inandırmaya çalışıyordu. Kendisinin bile inanmadığı bir şeye. Ama garipti ki ona inanıyorum. Bana yarın güneş batıdan batacak dese yine inandırdım. “Ne yapalım biliyor musun?” dedi bir anda gelen neşe ve enerji hali ile. “Bilmiyorum,” dedim en aptal surat ifademi takınmış bir şekilde. Umarım seks demez. Demesin Allah’ım lütfen. Betül çık aklımdan! “Önce güzel bir şeyler yiyelim çünkü ben çok açım ve sen de bu evde yemek bulamayacağına göre benim kadar aç olmalısın.” Bunu başımla onayladım çünkü çok mantıklı bir önermeydi. Midem sırtıma yapışmak üzereydi. “Sonra da…” dedi uzatarak. Ki burada biraz gerildiğimi itiraf etmeliyim. “Lunaparka gidelim. Bol ışıklı cıvıl cıvıl bir lunaparka.” Okuduğum bütün hikayelerdeki erkek karakterler kadar deliydi. Belki de onu bu yüzden seviyordum. Aramızda masallar kadar derin bir bağ vardı bizim. “Bu saatte mi? Yorgun olduğunu sanıyordum.” “Çok daha yorucu nöbetleri atlatmış biriyim. Bu ne ki? Hem yüzü gülen, anne babasının yanında mutlulukla gezen çocukları görmeye ihtiyacım var gül güzeli. Yoksa hayata olan inancımı kaybedebilirim.” Benim de ihtiyacım vardı. Umuda, renkli ışıklara, nefes almaya…
|
0% |