Yeni Üyelik
3.
Bölüm

Bölüm 2

@yazarkasa

Yerimde kıpırdanıp oturuşumu düzelttim. Arabanın deri koltuğunda kaymadan durmak benim bu yolculukta verdiğim en büyük mücadelelerden biriydi. Bir diğeri ise yanımdaki adamın yakışıklılığına ve tatlı diline karşı kendimi mahcup etmeden hayranlığımı gizlemekti. İkisi de çok zordu sevgili okuyucular. Kaya Ersoy tatlı tatlı konuşup sorular sorarken ağzımın suyu akmadan cevap verebilmek beynim ve kalbim için oldukça yorucu bir aktivite oluyordu. Bana cam gibi parıldayan mavi gözleri ile tatlı tatlı bakıp köy hayatını, okulumu, İstanbul’u nasıl bulduğumu soruyordu. Açıkçası henüz İstanbul’u bulduğumu düşünmüyordum. Yani rahatsız bir tren yolculuğu, mideme inen bir vapur yolculuğu ve araba ile yaptığımız küçük şehir turu dışında bir şey görmemiştim henüz. Kaya bey soru sormadığı zamanlarda dışarı bakıp yüksek binaları, kalabalık trafiği ve yollarda gezen kalabalık insan yığınını gözlemlemeye çalışıyordum ama bunları televizyon izlerken de yapabilirdim zaten. İstanbul bana hala uzak bir şehir gibi geliyordu.

“Bilmiyorum ki daha dün geldik.”

Kaya bey gülümsedi. Güldüğünde yanaklarında küçük çukurlar oluşuyordu. Bu çukurlar hem daha sempatik hem de daha çekici görünmesini sağlıyordu. Kalbimde de çukurlar açılıyordu o gülünce. Belki bir gün içine onlarca çiçek dikeceğimiz çukurlar açıyordu farkında olmadan. Kayacığım ayıp oluyor ama, gönlüme kaçak çukurlar açma sonra belediye bu çukurları kapatırsa ikimiz de kahroluruz benden söylemesi. Bunlara imar almak lazım!

“Doğru haklısın. Boş bir günümde seni gezdirebilirim belki. Okula kayıt mı olacaksın bugün?”

Beni mi gezdirecekmiş? Öyle dedi değil mi? Allah’ım bu kulaklar neler duyuyor? Kulaklarımın duyduğu ile kalbimin anladığı arasında çok büyük farklar var bayım. Lütfen bana acıyın…

“Evet kayıt olacağım.”

Yani becerebilirsem inşallah. Çok da umutlu olduğumu söyleyemem. Daha önce okul işlerimi tek başıma halletmiştim ama küçük bir ilçede okuduğum için sorun olmamıştı. Oysa bu seferki boyumdan büyük bir maceranın ilk adımı olacaktı. Ve bilirsiniz; ilk adımlar hep en zor olanıdır.

“Paran var mı?”

Sağ kroşe! Adamımız sert bir yumruk darbesi ile genç kızı afallatmayı başardı sayın seyirciler! Genç kız darbenin şiddeti ile ringin bir köşesine savruldu. Bu maç büyük farkla biter benden söylemesi.

Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. Böyle bir soru beklemiyordum. Bir abi şefkati ile bana paran var mı diye sormayacaktın Kaya Aksoy. Narin kalbimi kırdın! Kafamın içinde ‘sevdiğim kız bana abi dedi’ şarkısı çalmaya başladı bile.

“Şey…” diye kekelemeye başladım. “Yanıma yeterince para aldım… Sanırım.”

Kayacığım kaliteli ceketinin cebinden cüzdanını çıkarıp içinden mavi mavi banknotlar çıkarırken bana bakmadan konuşuyordu.

“Üniversite okumanın gerçekten masraflı bir yolculuk olduğunu biliyor muydun?”

Ya yemişim masrafını! Benim gururum ne olacak beyefendi? Sevdiğim adamdan harçlık alacak değilim burada. En azından bu kadar erken değil.

Demedim tabi ki. Abartmayın siz de. Sevdiğim bey falan. Yok o kadar da değil. Alt tarafı biraz aşık olmuş olabilirdim ama abartacak bir durum yoktu. Durum kontrolüm altında. Güvenin bana.

“Ben çalışabilirim!”

Hoppala! Aklımdan geçenle ağzımdan çıkanın uyuşmadığı o malum zamanlardan birindeydik. Üstelik bunu gereksiz bir heyecanla yapmıştım. Adamın suratına höykürmüştüm.

Kaya bey kaşlarını kaldırmış bana bakıyordu. Elinde tuttuğu banknotlar havada kalmıştı.

“İş mi buldun? Ne çabuk?”

“Şey…” Ezildim büzüldüm. Biraz kıvrandım. Biraz ağlayacak gibi biraz kusacak gibi oldum. “Henüz bulmadım ama bulabilirim. Masraflar için yani.”

Kayacığım gülümsedi. Gözleri ışıldarken aynı anda gamzeleri de bana eziyet ediyordu. Öyle ölmem veliaht prensim füze at füze!

“Tamam,” derken kelimenin sonunu biraz uzatarak düşünceli bir şekilde söyledi. “O zaman seni bizim hastanede işe alabiliriz. Bu da avansın olabilir. Ne dersin?”

Allah derim!

“Bilmem ki… Nasıl olur ki…” diye mırıldandım. İstemem yan cebime koy der gibi naz yaptığımın farkındaydım ama öyle hemen de atılmak istemiyordum. Sonuçta emeğimin karşılığı olacak, hak edilmiş ya da hak edilmek üzere olan bir paraydı. Ve benim paraya ihtiyacım vardı. Çünkü babama çok fazla yük olmak istemiyordum. Ama çok da çabuk pes etmek karakterimde yoktu. Hemen teslim olan biri değildim.

Ve Kaya beni anlıyordu. Nasıl kıvrandığımın farkındaydı. Bundan utanmam mı yoksa hoşlanmam mı gerektiğini bilemiyordum. Ama tabi ki aşk gururdan önce geldiği için biraz hoşlandığımı itiraf etmeliyim. Güçlü bir erkeğin yanında hissedilen o güven duygusu. Bunu ancak kitaplarda okuyup tecrübe etmiş biriydim ben. Gerçek hayatta durum çok farklı oluyordu.

“Hadi al şu parayı Gülce. Elim havada kaldı.”

Ya kızmıyordu da sevimli bir şekilde söyleniyordu. Ama nasıl karşı koyabilirim ki. Benim narin ve kırılgan bir iradem vardı ve bu irademin karşımda duran yakışıklı beyefendiye karşı hiçbir savunması yoktu. Zavallı ben!

Ben daha parayı almadan araba durdu ve Cemal abi geldiğimizi söyledi. Başımı önüme eğip acele ile parayı Kaya beyin elinden aldım. Bu çok utanç vericiydi. Ben yevmiyeye gittiğimde bile paramı alırken utanırdım. Şimdi kendimi sığıntı gibi hissetmiştim.

“Utanma güzel kız. Bu parayı sana borç olarak veriyorum. Şimdi sana kolay gelsin. Dikkatli ol tamam mı?”

Ah canım ya… nasıl da düşünür beni… şirin şey…

Olurum diye ağzımın içinde bir şeyler gevelerken arabadan indim. Cemal abi arabanın camını açıp bana gideceğim yönü tarif etti. Okulun yakınlarındaydık. Kısa mesafeli yürüme yolum vardı. Çıkışta kendim dönecektim. Eğer bir sorun olursa Cemal abiyi arayacaktım. Her şey gayet makul ve planlı görünüyordu. Kaya beye teşekkür ettikten sonra arabanın balık sürüsü gibi akan trafiğe tekrar karışmasını izledim.

Hızlı adımlarla gideceğim yöne doğru yürümeye başladım. Okulun devasa kapısını gördüğümde kalbim kendinden geçmeye başlamıştı. Burada olmak, bu okulun kapısından giriyor olmak benim için öyle büyük bir gelişmeydi ki bir an dizlerimin bağının çözüleceğini ve yere yığılıp kalacağımı düşündüm. Kalbim kendi oluşturduğu sevinç ve hüzün bulutunun altında eziliyordu. Bu okula gelmek benim için sadece üç saatlik bir sınavı kazanmaktan ibaret değildi. Hayatımın mücadelesini, sadece eniştemle ablamla ya da maddi imkanlarla değil kendimle de yaptığım savaşları ve hepsinden galip çıkmamı temsil ediyordu. Ben üç saatlik sınavı değil hayatımın sınavını kazanmıştım. Köyde kalıp eniştemin kuması evet yanlış duymadınız ablamın kuması olmaktan zar zor kurtulmuştum. Burada bizi neler bekliyordu, bilmiyorum. Ama her gün yeni bir zafer kazanarak belki bazen yenilip yeniden ayağa kalkarak mücadeleme devam edeceğimi çok iyi biliyorum. Bilirsiniz, hayat sizi asla rahat bırakmaz. Her zaman önünüze bir duvar, dikenli çalı ya da ateşli çemberlerle dolu tuzaklar çıkarır. Önemli olan onları geçip sonunda benim gibi devasa bir okul kapısının önünde gözünüzden süzülen iki damla sevinç göz yaşının keyfini sürmektir.

Bir de okulun içinde kaybolmasaydım iyi olacaktı tabi. Bunca gurur, gözyaşı ve sevincin üzerine kendi okulumu bulana kadar devasa kampüs alanında defalarca kaybolmam özgüvenimi zedelemişti. Bu kadar büyük bir alan beklemiyordum. Ben İstanbul’la ilgili gerçekten hiçbir şeyi doğru hayal etmemişim. Yani bu kadar büyük bir alanda, deniz kenarına inşa edilmiş koca bir üniversite şehrinde okuyacağımı bilsem daha çok heyecanlanır ve daha çok çabalardım. Ama artık biliyorum. Derme çatma bir köy okulundan, yatılı bir ilçe okulundan ve açık öğretimde zorla bitirilmiş bir liseden sonra, birkaç test kitabı ile hazırlanılmış internetten ders videoları izlenerek girilmiş bir sınavdan sonra bu okul benim için kuru ekmeğin üstüne gelen fıstıklı baklava gibiydi.

Binalar arası koşuşturma ve boyumu bile aşan resmi prosedürlerden iyice yorulduğum bir sırada karnımın gurultusunu hissettim. Vakit öğleni geçmişti ve ben sabah heyecandan bir iki lokma ekmeği bile zor çiğneyip yutmuştum. Babamın zorla yedirdiği haşlanmış yumurta çoktan proteinlerine ayrılmış ve kanıma karışmış olmalıydı. Acıkmıştım, yorulmuştum. Kendimi üniversiteye kayıt yaptıran bir öğrenciden daha çok bir maçta gol atmaya çalışan bir futbolcu gibi hissediyordum. Koşturup duruyor ama kaleye bile yaklaşamıyordum.

Ağaçlıkların içinde piknik alanına benzeyen bir yere geçip evden hazırladığım ve çantamda iyice haşatı dönmüş ekmek arası domates peynirimi ve kantinden aldığım ayranımı çıkardım. Bir ağacın kenarına oturup aileleri ile yoldan geçen gençleri izliyordum. Birçoğu ile yaşlarımız yakın sayılırdı. Benim öğrenim maceram kesintilere uğradığı için okuldakilerin benden küçük olacağını düşünüyordum ama birçoğu ilk senesinde kazanamamış gibi görünüyordu. Buna içten içe sevinmiştim. Ülkemiz eğitim sisteminin kötü olması benim suçum değildi sonuçta.

Hayallere dalmış bu okulda ne kadar mutlu olacağımı düşlerken yanıma yanaşan kızı da görmemiştim.

“Selam. Seni bilgisayar mühendisliğine kayıt yaptırırken gördüm. Değil mi?”

Bir anda irkilip karşımda duran kıza baktım. Sevimli bir yüze sahip güzel bir kızdı.

“Kayıt olmaya çalışan diyelim. Henüz işlemleri tamamlayıp resmen kayıt olabilmiş değilim.”

İki yanından birer tutamını yeşile boyadığı uzun kahverengi saçlarını savurup güldü.

“Ah değil mi ama? Ben daha bankaya para yatırıp dekontu götüreceğim. Ama öğle molası verdiler. Tanışalım mı? Ben Betül. Bilgisayar mühendisliği okuyacağım bu sene.”

Gülümsedim. Böyle sevimli ve sıcakkanlı kızları severdim. Bana uzattığı eline karşılık verip elimi uzattım.

“Ben de Gülce. Memnun oldum. Beraber okuyacağız. Ne güzel!”

“Yanına oturabilir miyim?”

“Ah tabi ki.” Yer yokmuş gibi oturduğum yerden yana kayıp Betül’e yer açtım. Betül de çantasından bir peçeteye sarılmış ekmek parçası çıkardı.

“Sabah yurttaki kahvaltıda yanıma bir şeyler almak aklıma geldi iyi ki. Okul kantini çok pahalı ve kalabalıktı. Aç kalırdık herhalde. Herkes ailesi ile ya da arkadaşları ile gelmiş. Kendimi biraz yalnız hissettim doğrusu.”

Betül konuşkan bir kıza benziyordu. Bu kızla iyi dedikodu yapar sınıftakileri çekiştiririz diye geçirdim içimden.

“Senin ailen gelmedi mi?”

Betül gözlerini devirdi.

“Annemle babam boşandı. Ananem ve dedemle büyüdüm.” Omuzlarını silkti. “Zaten hepsini başka bir şehirde bırakıp geldim. Kafamı dinlemeyi düşünüyorum.” Ekmeğinden bir ısırık alıp bana baktı. “Sen de yalnız gelmişsin.”

Yaşlı babamı buralara kadar getirip yormak istememiştim. Hem işine yeni başlamıştı. Hem de böyle yerlerde birbirimizi kaybeder günün sonunu getiremezdik. Han ise bana ayak bağı olmaktan ve masraf açmaktan, onu bunu isteyip başımı şişirmekten başka işe yaramazdı. Ayrıca annem öldüğünden beri kendi başıma idare etmeye mecbur kaldığım için tek başıma bir şeyler yapmak bana garip gelmiyordu.

“Evet. Babam çalışıyordu. Hem kocaman kızlarız bence kendi başımıza idare edebiliriz.”

“Haklısın valla.” Betül ekmeğinden hırsla bir lokma koparıp çiğneyerek yoldan geçenleri izlemeye başladı.

“Şu çocuğu da gördüm. Sanırım makine mühendisliği için kayıt yaptırıyordu. Yanında abisi vardı. Abisi de burada okuyormuş ama bölümünü duyamadım. Abisi çok yakışıklıydı ama. Bak o da arkadan geliyor gördün mü? Gerçekten yakışıklı değil mi? Eh ben anlarım bu işlerden.”

Arkadan gelen çocuk gerçekten yakışıklıydı. Erkek kardeşinin yüzünde sivilceler olmasa belki o da yakışıklı sayılabilirdi. İleride bir durum olursa Betül’ün gözlemlerine güvenebileceğime kanaat getirmiştim. Okulun ilk günü başlayabilecek güzel bir arkadaşlığın ilk adımını o gün atmış ve yoldan geçen insanları az çok demeden eleştirip yorumlamıştık. Hatta erkeklere on üzerinden puan vermeye bile başlamıştık. Keyifli bir muhabbetti.

Ekmeklerimizi bitirdiğimizde sanki çocukluktan beri arkadaşmışız gibi kaynaşmıştık. Betül beklediğimden daha sıcakkanlı bir kızdı. Konuşması oldukça rahattı ve bu da benim kendimi daha rahat hissetmemi sağlamıştı.

“Seninle tanıştığım için çok mutlu oldum Gülce. İyi bir arkadaş olacağımıza inanıyorum. Ama şimdi gidip kayıt işlemlerini bitirmem lazım. Aynı okula gitmeyeceksek arkadaş da olamayız değil mi?”

Betül ayağa kalktı ve derin bir nefes alıp duruşunu dikleştirdi. Bankaya para yatırmaya değil de cephede en önden taarruza gidiyor gibiydi.

“Ben de işlemlerimi bitirip biran önce eve geçmek istiyorum. Şimdiden üzerimden tren geçmiş gibi hissediyorum.”

Ki ben köyde sabah beşte kalkıp hiç oturmadan akşam eden bir kızım. Ama şehrin havası, gürültüsü, kalabalığı ve stresi insanı köydeki işlerden çok daha fazla yoruyordu. Oradan oraya koşmak, eksik belgeleri tamamlama, para yatırmak, sıra beklemek… Şehirde hayat hiçbir iş yapmasan bile adamı döve döve yoruyordu.

“Ah akşam yurtta banyo sırası olmaz umarım. Hem yorgun hem de terli hissediyorum kendimi.”

Bir de ter vardı. Okulun denize yakın olmasının dezavantajlarından biri de nemli bir yer olmasıydı. Sıcak ve nem insanı sevecen bir köpek gibi yalıyordu. Siz de üzerinizde yapışkan bir hisle kalıyordunuz. Ben de eve gidince ılık bir banyo yapma hayalini kurduğum için Betül’ü anlayışla karşıladım.

O gün birbirimizle birkaç kere daha karşılaşıp sohbet etme fırsatımız oldu. Özellikle sıra beklerken oldukça boş vakitlerimiz oluyordu. Böylece bir günde birbirimizi ne kadar tanıyabilirsek o kadar tanıdık. Neredeyse mesai saatinin bitimine kadar koşuşturmalı bir günün ardından kendimi belediye otobüsüne zor attım.

Ama o günkü çile kotamı henüz doldurmamıştım ve yolculuğumun sıkıcı geçmemesi için yanıma yaşlı bir teyze oturmuştu. Normal zamanda yaşlı teyzeleri sever ve sayarım. Ama bir yolculukta yanıma oturan yaşlı teyzelerle ilgili hoş anılarım yok. Bu seferki de beni yanıltmamıştı zaten.

Her şey teyzenin Kabe’ye Varamadım ezgisini zil sesi yaptığı telefonun tekrar tekrar çalması ile başladı.

“Kızım arıyor,” dedi teyze hin bir şekilde gülerek. Bilirsiniz yaşlıların o hin gülüşünü. Hiç denk gelmediniz mi? Sevimli ama bir şeyler çevirdiğini ima eden o gülüş. “Onlara haber vermeden evden çıktım. Bana bebekmişim gibi davranıyorlar. Ben gençliğimde bunları tek başıma büyüttüm. Ülkeleri tek başıma gezdim. Şimdi beni bakkala göndermiyorlar. Neymiş yaşlıymışım! Hadi ordan! Hepinizi cebimden çıkarırım ben!”

Teyze evden kaçıyordu. Evden kaçan bir genç kız olsa endişelenirdim ama yaşlı bir teyze olunca daha çok endişeleniyordu insan.

“Şimdi nereye gidiyorsunuz?”

Aslında konuya hiç girmek, olaya müdahil olmak istemiyordum. Ama başımı cama dayayıp kulaklığı kulağıma takmak vicdanımı sızlatacağı ve yaşlı kadına bir şey olursa kendimi suçu hissedeceğimi bildiğim için yardımcı olmak istedim. Belki o nu bu gecelik bizim eve götürebilirdim. Ya da polise teslim ederdim. Belki Kaya beyden yardım isteyebilirdim. O an çok yorgun ve çok kararsızdım.

Yaşlı teyze beyaz kıvırcık saçlarını çok da gizlemeye çabalamadan örttüğü başörtüsünü hafifçe düzeltti.

“Öbür kızıma gidiyorum. Ama onun da haberi yok. En azından onun evi bu kızımın evinden daha geniş. Bahçesi de var. Şehrin gürültüsü bana ağır geliyor artık. Torunlar da küçük. Sürekli kavga ediyor ya da ağlıyorlar. Başım şişiyor. Küçük kızımı çok seviyorum ama evinde rahat değilim. Bir de Müge Anlı izleye izleye psikopata döndü evladım. Tek başıma dışarı çıkmama izin vermiyor. Arkadaşlarıma gitmeme izin vermiyor. Ergenliğime geri dönmüş gibi hissediyorum kendimi. Annem beni bu kadar sıkmamıştı.”

Kafasına sardığı küçük eşarbı tekrar düzeltti. Bunu süs için taktığını saçlarını gizlemek istemediğini düşünüyordum. Çünkü beyaz kıvırcık saçları her yerden fışkırıyordu. Teyzenin sevimli bir yüzü vardı. Hafifçe kırışmış yüzü çizgi çizgi ama bembeyazdı. Yeşil gözleri kırışık göz kapağının altından boncuk gibi parlıyordu. Dudakları ise incecikti. Sevimli ve yaşlı bir teyzeydi ama gençliğinde çok güzel olduğuna emindim. Ve özgür bir ruha, güçlü bir özgüvene ve hiç susmayan bir çeneye sahipti. Uzun bir süre küçük kızından, damadından ve çocuklarından söylenip durdu. Sonra hayırsız oğlu ve çirkef gelini ile ilgili hatırlamak istemediğim, beyin hücrelerimi bu gibi konularla yormak istemediğim şeyler anlattı. Teyze susmuyordu sevgili okuyucular. Susmuyordu!

“Sen de güzel kızsın. Okuyor musun?” cevap vermemi beklemeden konuşmaya devam etti. Çünkü bana soru sormuyordu. Kendi monoloğunu kurmuştu kadın. “Benim bir torunum var pek bir yakışıklıdır kerata. Hukuk okuyor. Son sınıfta bu sene. Sen numaranı ver de bana. Ben sizi bir baş göz edeyim. Sevgilin var mı? Yoktur tabi. Hanım hanımcık bir kızsın sen. Maşallah. Benim büyük kız da buralarda oturuyor. Sen de gel. Hem torunumla tanışırsın.”

Teyzenin insanı dine döndüren melodisi ile telefonu çalınca arada meşgule atıp konuşmaya devam ediyordu. Bu teyzeyi eve götüremezdim. Sabaha kadar susmaz hepimizi yerdi. Polise nasıl gideceğimi bilmiyordum. Teyze konuşmaya devam ederken ilerleyen otobüsün camından dışarı baktım. Hava iyice kararmıştı. Bir saati geçkindir yolculuk yapıyorduk ve henüz benim ineceğim durağa gelmemiştik. Bu kadar uzun süreceğini ve bu kadar geç kalacağımı hiç düşünmemiştim. Biraz önce teyzeye üzülürken artık kendim için korkmaya başlıyordum. Ya kaybolursam? Müge Anlı beni de bulur muydu?

“Hah,” dedi teyze. O kadar konuşmuş ama adını söylememişti. “Benim büyük kız da buralarda oturuyor.”

Hava iyice karardığı için dışarıyı çok iyi seçemiyordum.

“Emin misin teyze? Kaybolabilirsin. Allah korusun.”

Teyze bana neşeli bir kahkaha ile karşılık verdi. Yaşlı neşesi diye bir şey de var sevgili okuyucularım. Ben de yaşlandığım zaman öyle neşeli ve enerjik bir kadın olmayı çok isterim. Gerçi bu teyze kadar kafama buyruk olur muyum bilmiyorum. Şimdi bile bu otobüste ne işim var benim diye sorgulamaya başladım.

“Yaşlı olabilirim kızım ama salak değilim. Aklımı yitirmedim. Sadece bedenim biraz daha zayıf ve güçsüz. Ama aklım en iyi zamanlarını yaşıyor. Keşke beni biraz salsalar. Vallahi dünya turu yapacağım tek başıma. Ama benim küçük kız FBI’ı peşime takar diye gidemiyorum.”

Hiç güleceğim yoktu ama teyzenin gerçekten ciddi oluşu beni güldürdü.

Yaşlı teyze camdan dışarıyı gösterdi.

“Şu adamı görüyor musun?” diye sordu. Az ilerideki durakta telaşla tur atan bir adam vardı. “İşte o benim torun. Gelmiş durağa kadar. Gelecek tabi. Ananesiyim ben. Haber vermesem de bir bekleyecek. Polisi de aramıştır bunlar şimdi. Vallahi bir gün beni nezarete attıracak bunlar. Kocaya mı kaçıyorum ayol. Hem kaçsam ne olur? Bu yaşta koca bulduğuma şükredip oturmaları lazım. Ama yok illa bir odaya tıkıp bütün gün televizyon izlettirecekler bana.”

Teyze söylenmeye devam ederken otobüs durağa yanaştı.

“Neyse kızım. Numaranı da vermedin bana ama olsun ben stalk yapar bulurum seni. Adım ne demiştin?”

Stalk ne teyze? Neler diyorsun sen öyle?

“Gülce,” diye mırıldandım.

“Heh Gülce. Ne güzel de isim. İsminle yaşa e mi! Neyse ben ineyim torun kurdeşen döküyor baksana.” Torununa bakıp yaşlılara özgü o kahkahasını attı. “Hadi görüşürüz evladım.”

Duraktaki genç çocuk teyzeyi görünce ne yapacağını şaşırmıştı. Azarlasa mı sarılsa mı bilemedi bir süre. Sonra yaşlı kadın çocuğun eline minik valizini tutuşturup yürümesini söyledi. Çocuk peki der gibi başını salladı. Sonra bir anda sarıldılar. Dokunaklı bir sahneydi. Babam ve oğlum filmindeki getme diyeydim sahnesi gibi bir şeydi. Ama kimse ölmedi.

Yolculuğun bundan sonrası sessiz ve sakin geçti. Uyumamak için tüm gücümle direnmem gerekmişti. Sürekli acaba ineceğim durağı kaçırdım mı endişesi ile kapının üzerindeki güzergahtan durak adlarını kontrol ediyordum. Bir şehirden başka bir şehre geçmiş olmalıydık. Bu kadar zaman şehir içi yollarda zaman öldürmek hiç de sağlıklı bir durum değildi. Şimdiden okul hayatımın en yorucu kısmının bu yolda saatlerce gidip gelmek olacağına emin olmuştum. Günün dört saati yolda olacaktım. Dile kolay ama kalbe ve bedene zor gelen bir durumdu bu.

İneceğim durağa yaklaştığımda kalbim hızla çarpmaya başladı. Dışarısı karanlık etraf da ıssızdı. Otobüsün şoförü bile inerken “Seni biri alacak mı?” diye sordu bana. Başımı salladım ama cengiz abi mesajıma cevap vermediği için çok da emin değildim. Neredeyse yemek saati yaklaşmıştı ve Cengiz abi mesajımı hala okumamıştı. Durağa oturup ıssız yolda ne yapabileceğimi düşünmeye başladım. Eve yürüyebilirdim ama ne yöne gideceğimi bile bilmiyordum. Etraf karanlıktı ve Aksoyların evinin kapısı neredeyse diğer evlerin kapısı ile aynı gibiydi. Aynı süslü ve ihtişamlı kapılar vardı. Hangisine gidecektim?

Durakta beklediğim ilk beş dakika içinde yoldan sadece iki araba geçmişti. Buna sevinmeli miydim? Yoksa kalbimi boğan korkuya bir yenisini daha mı katmalıydım emin olamadım. Bu sırada Cemal abiden de cevap gelmişti. Evin alışverişi için markete gitmişti ve yirmi dakikadan önce gelemezdi. Erkek kardeşim Han’a telefondan konumumu atıp beni duraktan almasını söyleyebilirdim ama bu sefer dönüşte ikimiz de kaybolurduk. Ondan bana konum atmasını istedim. Evin yürüme mesafesi ile on beş dakika uzakta olduğunu gösteriyordu telefon. Bu karanlık ve ıssız yerde yürümek ne kadar mantıklıydı bilmiyorum ama yirmi dakika oturup beklemek de hiç içimden gelmiyordu. Yürümeye başladım. Ağır adımlarla etrafımı gözetleyerek. Her geçen arabada irkilerek birkaç dakika kadar yürüdüm.

Bir araba hızla geçti. İkinci araba ondan birkaç dakika sonra geldi ve hızla geçti. Üçüncü araba daha yavaştı. Biraz ilerledi. Sonra durdu. Işıkları açık bir şekilde beklemeye başladı.

Bilirsiniz, ıssız bir yoldaysanız ve tanımadığınız bir araba kenarda durup bekliyorsa bu hiç de hayra alamet bir durum değildir. Ve o arabaya doğru yürümek de akıllıca bir iş değildir. Ben de çok akıllı bir kız olduğumu iddia etmiyorum ama yine de istemsiz olarak ayaklarım beni ters yöne çevirmeye çalışıyordu. Korku filmlerinde katiline yürüyen kızların yaşadığı türden bir ikilem içindeydim. Nereye kaçabilirdim? Ufak adımlarla geri geri giderken araba da yolda geri geri gelmeye başladı. Ben hızlandıkça araba da hızlanıyordu. Kalbim ağzımda atmaya başlamıştı.

Araba geri gelmeye başlayınca arkamı dönüp durağa doğru koşmaya başladım. Ama son model bir arabanın pahalı motoru kadar güçlü kaslarım yoktu elbette. Araba yanımda durduğunda hem heyecan ve korkudan hem de harcadığım efor yüzünden nefes nefese kalmıştım.

“Hey dursana! Sana zarar vermeyeceğim küçük kız.”

Artık bu erkek sesini nerede duysam tanırdım. Rüzgâr Aksoy’un bana küçük kız diye bağıran sesi adrenalin yüzünden uğuldayan kulaklarımda çınlıyordu.

“Ya sapık mısın be adam! Ne diye korkutuyorsun insanı!”

Aslında velinimetimiz olan Aksoyların biricik oğluna çemkirmek en son yapacağım şeylerden biriydi. Ama o an tek istediğim arabanın tekerleklerini söküp Rüzgâr Aksoy’un kafasını tekerlek kısmına monte etmekti. Manyak!

“Yardımcı olmaya çalışıyordum. Gecenin bir vakti sokakta tek başına böyle sakin bir yolda yürürken korkmuyorsun da ben durunca mı korktun?”

“Yolda tek başına yürümekle bir sapığın seni arabasıyla takip etmesi arasında büyük farklar vardır. Bil istedim.”

Kaşlarını kaldırarak bana baktı. Sürücü koltuğunda oturmuş bana bakıyordu. Bense kaldırımda durmuş muhtemelen öfke saçan bir suratla onu seyrediyordum. Gecenin kör karanlığında bile gözleri bir çakmağın mavi alevleri gibi parlıyordu. Bundan korkmalıydım belki ama kalbime korku yerine güven veren bakışlarla bana bakıyordu.

“Sapık değilim. Bil istedim,” dedi beni taklit eder gibi alaycı bir ifade ile. “Hadi binsene arabaya. Sabaha kadar senin nazını, kaprisini çekemem küçük kız.”

Gözlerimi devirdim. Kapris yapsam yerinde duramazdın mavi kuş, diyecektim ama o kadar da cesur olmanın lüzumu yok dedi içimden bir ses. Yanımızdan geçen bir araç hafifçe yavaşlayıp bize baktı. Muhtemelen beni müşterisi ile pazarlık yapan kızlardan biri sanmıştı. Belki ben çok kitap okuduğum için saçmalıyordum. Bilemiyorum.

Arabanın arkasından dolanıp yolcu kapısını açtım. Ürkütücü bir ejderhanın sırtına ilk defa binen küçük bir kız gibi korkak ve ihtiyatlıydım. Bu adama yarı yarıya güvensem de bir yarım kesinlikle arkama bakmadan kaçmam gerektiğini haykırıyordu beynimin orta yerinde.

“Merak etme, araba kullanırken seni ısıramam.”

Gözlerimi devirdim.

“Komik değildi.”

Kaşlarını kaldırdı. Yüzü gerildi. Tavrımı fazla cüretkâr bulduğuna emindim. Sonuçta ben köyden gelmiş gariban bir kızdım o ise patronun biricik zengin oğlu. Eh burası gerçek dünyaydı ve kitaplardaki gibi korkak, boyun eğen bir kız değildim. Her zaman güçlü kadın karakterleri okumayı sevmişimdir. Belki de cesaretim de okuduklarımdan geliyordur.

“Ne yapıyorsun bu saatte burada? Yavuklunla mı buluştun yoksa?”

Konuyu değiştirmeye ya da beni rahatlatmaya çalışıyordu. Ama çok iticiydi.

“Neden köyde yaşayan insanları sadece aşk meşk işleri ile uğraşan insanlar olarak görüyorsunuz. Biz sabahın beşinde kalkıp hiç nefes almadan gün boyu çalışıyoruz ama sizin aklınızda hep boş sevda işleri ile uğraşıyormuşuz gibi bir imaj var. Bizim de bu dünyada yapacak işlerimiz var.”

Kaşları iyice havaya kalkmış dudaklarını birbirine bastırmış bir şekilde bana döndü ve yüzüme baktı.

“Minik fare kükredi.” Başını şaşkınca salladı. “Ergen triplerine de girmişsin.”

“Ergen değilim ben! Bugün üniversiteye kayıt oldum.”

Sesim kontrolüm dışında biraz yüksek çıkmıştı. Bu sırada evin araba girişinin önünde durmuştuk. Rüzgâr iki elini yana açıp teslim olur gibi yaptı.

“Tamam bir şey demedik. Ergen değilsin. Üniversitelisin sen. Küçük kız. Sakin ol.”

Burnumdan soludum. Bana hala küçük kız diyordu. Yüzüme küfür etse beni bu kadar öfkelendirir miydi bilmiyorum. Bir şey söylemedim. Rüzgâr küçük bir kumandayı araba girişindeki demir kapıya doğrultup tuşlarına bastı. Kapı mekanik bir sesle açılıp sessizce ilerledi.

Arabayı garaja park ederken ikimiz de konuşmadık. Bir kelime daha etse üzerine atlayıp boğazını sıkabilirmişim gibi hissediyordum. Onun ne düşündüğünü bilmiyordum ama sessiz kalmayı tercih etmesi işime geliyordu.

Arabayı park edip kontağı kapattı. Ve durdu. Öylece durup bekledi.

“Teşekkür ederim,” dedim biraz mahcup bir sesle. “Yani beni getirdiğiniz için.”

Başını salladı. Ve dudaklarını birbirine bastırmış gergin ama ölçülü bir gülümseme ile bana baktı. Neden bilmiyorum ama utanç duygusu yanaklarıma kızgın bir kor gibi yerleşmişti. Safir gibi parlayan gözleri delici bir kılıç gibi batıyordu ruhuma. Hızla kapıyı açtım ve arabadan çıktım. Müştemilata giden yola saptığımda onun da arkamdan yürüyüp ana eve doğru ilerlediğini gördüm.


Loading...
0%