@yazarkasa
|
Onun yanında kendimi daha rahat, daha hafif, daha özgür ve daha güvende hissediyordum. Bu normal değildi. Nefesime teninin kokusu karışacak kadar yakınımda olsun istiyordum. Her daim kokusu burnumun dibinde olsun mesela. Hep yanında olayım, gözümün önünde olsun istiyordum. Bir annenin evladına olan düşkünlüğü gibiydi belki. Belki çok daha arızalı bir duyguydu bu. Çünkü bu duygunun kaynağı arızalıydı. Yani benim kalbim. Ruhum yaralıydı. Eksiktim biraz. Biraz bozuktum. Biraz yenilmiş. En çok da yorulmuş ve vazgeçmiştim bu hayatta. Rüzgâr da benim gibi miydi? Ondan mı bulmuştuk biz birbirimizi? Kitaplardaki gibi... Size hayat kitaplardaki ya da filmlerdeki gibi olmaz diyecekler. Onlara inanmayın. Hayat bazen kitaplardakinden de masalsı, filmlerdekinden de dramatik olabilir. Hayat bazen kitap yazdırır bazen film çektirir sevgili okuyucu. Belki bir sihirli değneğimiz yok, Harry Potter gibi seçilmiş insan değiliz; ismilazımdeğil’i yenecek gücümüz de olmayabilir. Ama hayatın seçtiği kişileriz. Kendi senaryomuzun baş rolündeyiz. Tamam kabul ediyorum. Rüzgar’la eğlence merkezinde geçirdiğimiz saatler beni biraz melankolik yapmış olabilir. Artık havanın iyice serinlediği bu ıslak ve nemli, ürpertici bir soğuğun habercisi gibi görünen mevsimde bir lunaparkın açık olabileceğini sanmıyordum. Ama ben daha önce kapalı bir mekânda eğlence merkezi de görmemiştim. Cehaletimi mazur gör sevgili okuyucu. İstanbul bazen benim hayal gücümü aşan bir eğlence anlayışına sahip olabiliyor. Bu şehir bazen benim gibi bir hayalperestin bile hayal gücünü zorlayabiliyor. Önümüze ilk çıkan kebapçıda durduk ve Adana dürüm yedik. Hem de acılı, gözlerimden yaşlar akarken Rüzgar’ın tek yaptığı bana bakıp “Çok dayanıksızsın küçük kız,” demek olmuştu. Rüzgarla gelişen bu spontane yemekleri seviyordum. Beni etkilemek için özel bir mekân aramıyordu. Önceliği karnımızı doyurmaktı. Gerçi Çırağan sarayında yemek yeme fikri de beni cezbedebilirdi ama basit ve sıradan akış insanı daha rahat ve daha güvende hissettiriyordu. İçeri girdikten hemen sonra Rüzgâr beni kenara çekti. Yüzünde borç para isteyecekmiş gibi ciddi bir ifade vardı. “Bak gül güzel. Seninle bir anlaşma yapalım. Bu gece bana her an üstüne atlayacak bir tecavüzcüymüşüm gibi davranma. Olur mu? Sana vereceğimi düşünüyor olman beni çok geriyor. İkimiz de eğlenelim ve biraz olsun rahatlayalım istiyorum. Anlaştık mı?” Tecavüzcü mü? Öyle düşünmüyordum bir kere! Sadece ben… Bence biz…. Yani onun yanında olmamam gerekiyordu. Ama bir şekilde kendimi hep onun yanında buluyordum. Sorun Rüzgârın davranışları değildi aslında sorun benim kendimi kontrol edemiyor oluşumdu. İpin ucunu kaçırdığım için kızgındım. Artık sıkı sıkı tutunacağım bir ip kalmadığı için telaşlıydım. Garip bir kabullenişle başımı eğdim. Son günlerde yaşadıklarımızı düşününce ikimizin de üzerimizdeki kötü enerjileri atmaya ihtiyacı vardı. Rüzgar2ın benden daha çok ihtiyacı vardı. Ama bunu bir pikniğe gidip mangal yaparak da atabilirdik mesela. Biz köyde öyle yapıyorduk. Böyle çılgın bir yerde ne işimiz vardı bilmiyorum sevgili okuyucu. Burası çığlık çığlığa insanların, rengarenk ama dehşet verici görünen eğlence araçlarının olduğu korku filmlerindeki o kâbus sahneleri gibiydi. Hani renkli ve neşeli başlayıp bir anda simsiyah ve kanlı sahnelere dönen o sahnelerden işte. Azıcık korku filmi kültürüm de var yani. İlk olarak hız trenine benzeyen bir alete bindik. Adı mekik’ti ve bence hız treni bu aletten daha az tehlikeli olabilirdi. Bir o yana bir bu yana sallanmanın dışında inişli çıkışlı yol beni mahvetti. Çıkarken iyiydi de yokuş aşağı düşmek insanın midesini bir hoş yapıyordu. Ne kadar çığlık attığımı bilmiyorum. Kendi sesimi duyamayacağım kadar çok gürültü ve uğultu vardı etrafta. Ama göz ucuyla baktığımda Rüzgar’ın sakin duruşunu ve dudağının kenarından taşan o sinsi gülüşünü görebiliyordum. Diğerlerine inat en ufak bir heyecan belirtisi göstermiyordu. Hız treninde değil de şehirler arası bir otobüste seyahat ediyormuş gibi rahattı. İlk tur bittiğinde derin bir nefes alıp oh be derken Rüzgar’ın hiç inmeden bir daha diyerek bir tur daha dediğini duyup ona kaşlarımı havalandırarak baktım. “İlkinde anlamadın mı?” dedim hafif kızgın ve tahminimce kıpkırmızı olmuş bir yüzle. “Öyle de denebilir.” Bakışlarında meydan okuyan bir ifade vardı. Sanki çok korktuğum için beni deniyor gibiydi. Kollarımı göğsümde çapraz yapmaya çalıştım. Koltuğun emniyeti izin verdiği kadar tabi. “Tamam o zaman. Demirden korksan trene binmesin. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.” “Gülü seven dikenine katlanır,” dedi Rüzgâr. İnsanlar boş koltuklara doluşmaya, görevliler emniyet mekanizmasını kontrol etmeye başlamıştı. “Efendim?” dedim kafam karışık bir şekilde. “Efendin seni yesin küçük kız.” Gözlerimi devirdim. Sakin duruyordu ama saçmalamasına bakarsak Rüzgar’ın beyni çalkalanmaktan hoşafa dönmüştü. “Tamam tamam. Gözlerinle ateş etmeye başladın yine. Serbest çağrışım yaptım sadece. Merak etme sarhoş değilim. Uyuşturucu falan da kullanmıyorum.” Başını uzatıp kulağıma doğru eğildi ve yakıcı nefesini kulağımda dolaştırdığı bir fısıltı ile ekledi. “Ve sana tecavüz etmeyeceğim.” Ama sesi söylediği cümleye tezat oluşturuyordu. Ve bu hiç hoşuma gitmemişti. Hem de hiç! İkinci turumuz birincisinden de beterdi. Ne yaşayacağımı bildiğim için bu sefer daha çok bağırıp daha çok korkmuştum. Ve Rüzgâr korkumdan zevk alır gibi beni seyretmişti. Daha sonra bindiğimiz diğer sallamalı, havaya uçurmalı, tepelere çıkarıp bir anda yere düşürmeli aletlerde de hiç istifini bozmamıştı. “Buraya eğlenmek için geldiğimizi sanıyordum,” dedim elimde koca bir pizza diliminden ısırık almadan hemen önce. “Öyle bir şey söylediğimi hatırlamıyorum,” dedi Rüzgâr ve o da pizzadan bir ısırık aldı. Buraya gelmeden önce yemek yediğimiz halde tekrar acıkmıştık. “Ona benzer bir şey söylememiş miydin sanki?” dedim bakışlarımı düşünür gibi yalandan yukarı kaldırarak. Ve soğuk çayımdan bir yudum aldım. “Eğlenen insanları, yüzü gülen çocukları görmek demiş olabilirim belki.” Gözlerimi kısarak Rüzgâra baktım. Aynen böyle söylemişti uyuz şey. “Neden halinden memnun değilmişsin gibi hissediyorum acaba? Sürekli korkunç, ürkütücü hatta ölümcül aletlere biniyoruz.” “Neye binelim küçük kız? Atlı karıncaya mı? Şu çocukların bindiği çufçufa binmek mi istiyorsun yoksa?” “Dalga geçmesene,” dedim kaşlarımı çatarak. “Mutlu değilsin demek istiyorum.” “Bunu nereden çıkardın? Senin yanında mutsuz olmam mümkün değil küçüğüm.” Derin bir nefes aldım ve çemkirmek için ağzımı açtım ama Rüzgâr konuşmaya devam etti. “Buradaki eğlence aletlerine binip bir şeyler hisseden insanlara imreniyorum. Hala heyecanlanmak? Ölümden korkmak, yaşadığını hissetmek, çığlık çığlığa bağırmak… Bu duygular benim sadece seyredebildiğim ama tadını hiç bilmediğim yiyecekler gibi.” Hissizleşmek… Acıya duyarsızlaşmak mıdır yoksa artık yaşamaktan tamamen vazgeçen insanların seçimi midir? Ben hiçbir zaman hislerimden vazgeçmedim hayatım boyunca. Ağladım, sevindim, hayal kurdum… en çok da hayallerime sahip çıktım. Rüzgâr elimde tuttuğum pizza diliminden bir ısırık alınca istemsizce elimi geri çektim ve kaşlarımı çattım. “Hiçbir şey hissetmiyor musun yani? Korku, heyecan ne bileyim belki…” Aşk demeye dilim varmadı sevgili okuyucu. Siz anlamışsınızdır onu. “Bazı duygular çok anlamsız geliyor. Çocukların acı çektiği, masumların canının yandığı ve haksız yere öldüğü bir dünyaya bu kadar sıkı tutunmak sence de anlamsız değil mi?” “Çok pesimistsiniz doktor bey. Bu dünyada yel değirmenleri var evet ama onlardan insanları koruyan Don Kişotlar da çıkmıyor değil.” “Don Kişot dünyadaki yel değirmenlerinin hepsiyle savaşamaz.” Rüzgâr soğuk çay bardağımı elimden alıp bir yudum içti. Onu dehşete düşmüş bir şekilde izledim. Resmen rızkıma ortak olmuştu. Bu bir savaş ilanıdır sevgili okuyucu. Han olsaydı çoktan sümsüğü ensesine yemişti. Ama Rüzgâr en sinir olduğum şeyi bile yapınca nedense içimden kaynar sular akıyordu. Onun yanında olmak bir uçurumdan aşağı kontrolsüzce düşmek gibiydi. Uçuyor olmanın verdiği özgürlük ve hafiflik hissinin yanında düşüyor olmanın verdiği telaş ve korku. Bir yerlerden hızla düşerken manzaraya dalıp giden bir melankolik gibi hissediyordum kendimi. “Yemeğimi yiyorsun bayım. Heyecan arıyorsan tam da doğru düğmeye bastığını söyleyebilirim.” Rüzgar gülümsedi. Gülünce gözlerinin bir zümrüt gibi parladığını daha önce söylemiş miydim sevgili okuyucu? Eğer söylemediysem çok büyük haksızlık etmiş olurum. Meydan okur gibi gözlerimin içine bakıp elimde tuttuğum pizza diliminden koca bir ısırık aldı. Ona yumruk atmalıydım. Ama hareketiyle mideme yumruk yemiş gibi olan bendim. “Duygularının yüzüne hiçbir filtre ya da maske olmadan yansımasını seviyorum gül güzeli.” Yanaklarım kızardı. Yanaklarımın kızarmaması lazımdı. Ama aklım dudaklarında kalmıştı. Saçmalık. Önceliğim rızkım olmalıydı! “Bence…” dedim daldığım edepsiz düşüncelerden sıyrılmaya çalışarak. “Çarpışan otolara binmeliyiz.” Bu iyi bir fikir değildi sevgili okuyucum, sırdaşım, canım benim. İlk önce aynı arabaya bindik ama sıkışık olunca sürekli birbirimizin üzerine düşmek benim hararet yapan kalbime pek iyi gelmemişti. İkinci turda ayrı araçlara bindik. Bu sefer Rüzgâr benim etrafımdan ayrılmayın bana yaklaşan bütün araçları kenara kadar ittirmeye başladı. Sonraki beş turda da durum değişmedi. Artık görevli çocuk bizden iyice bıktığı bir sırada kapanış anonsları yapılmaya başlamıştı. O kadar yorgundum ki eve dönüşte arabada uyuyakalmışım. Apartmana girişimizi ve asansöre binişimizi hayal meyal hatırlıyorum. Annemin uykumdan uyandırdığı sahurlarda ne yediğimi hatırlamadığım gibi o gece de bir türlü uykumdan arınamamıştım. Hayal meyal Rüzgârın yüzünün yüzüme yaklaştığını hatırlıyorum. Bu bir hayal miydi? Rüya mıydı? Gerçekliğe doğru sorgulama yoluyla dönüş yaparken Rüzgar’ın gömleğimin düğmelerini açtığını fark ettim. Dehşete düşerek kendimi geriye attım. “Ne yapıyorsun sen?” dedim farkında olmadan bağırarak. “Sadece seni yatağa yatıracaktım Gülce. Sana tecavüz edecek değilim.” “İki de bir aynı şeyi söylüyorsun.” Ellerimi yatağın iki yanına koydum. “Ben kendim giyinebilirim. Teşekkür ederim.” Başımı önüme eğdim. “Sana bağırdığım için özür dilerim. Uykumdan uyanınca biraz huysuz olabiliyorum.” Rüzgâr elini yanağıma koyup parmaklarını elmacık kemiklerimde gezdirdi. “Biliyorum küçüğüm. Yorgunsun. Uyu biraz. Ben çocukları görmeye gideceğim. Ne zaman döneceğimi bilmiyorum. Beni beklemek için dersini asma sakın.” Onun sağ salim döndüğünü görmek için Betül’ü bile ekebilirdim. Ki sonunda Betül de beni toprağa tohum niyetine ekerdi. Ama olsundu. Başımı tamam der gibi aşağı yukarı salladım. “Kendine dikkat et,” diye fısıldadım. “Ederim,” dedi hüzünlü bir tebessümle kıvırdığı dudaklarının arasından. Uykuya dalışım çok uzun sürmedi. Zaten uyanmamıştım teknik olarak. Gözlerimi kapattım ve dünya daha sessiz, daha yumuşak ve daha katlanabilir bir yer oldu. Gece ılık bir yorgan gibi üzerimi örterken rüyamda Howl’un kanatlarının altına sokulan Sofia olmuştum. Sabah gözümü açmadan o tanıdık baharat ve çiçeklerin kokusu, ılık bir dokunuş beni gerçek dünyaya geri çekmişti. Gözümü açtığımda yanımda uzanan Rüzgar’ı görmek ilk anda beni derin ve onulmaz bir melankoliye düşürse de hemen ardından dehşete kapıldım. “Senin ne işin var burada?” Bu sırada Rüzgar’ın bedenini fazla sarsıp yataktan düşmesine sebep olmuştum. “Şey ben uyumuşum,” dedi ayılamamış bir sesle. “Neden biz aynı yataktayız yine.” Durum ve öfke ile soludum. “Yine!” diye tekrar ettim. “Ben gece çocukların yanından gelmiştim. Seni kontrol etmek istedim. Yani orada olduğunu bilmeye ihtiyacım vardı. Sonra…” “Sonra az öteye git deyip yanıma sokuldun.” Nefesim sıklaşmaya başladı. Göğsüm hızla inip kalkarken yataktan fırlayarak çıktım. “Benim çıkmam lazım. Yurda geri dönmem lazım,” dedim telaşta. Ayağa kalktım ve çantamı toparlamaya başladım. Rüzgar’a bakamıyordum ama ağır bir şekilde yorganı üzerinden kaldırdığını göz ucuyla görebiliyordum. “Seni ben götürürüm.” Sesi sakin ve soğuk çıkmıştı. “Hiç gerek yok. Ben kendim gidebilirim.” “Seni ben götürürüm,” dedi. Bu sefer sesi sert ve buyurgan çıkmıştı. Sadece başımı salladım. Odadan çıkmasını bekledim ve üzerimi değiştirip çantamı hazırladım. Arabada asık suratıyla Rüzgar ve sessiz dalgın dışarıyı seyreden bir Gülce dışında sadece sessizlik bize yol arkadaşı oldu. Kimse konuşmadı. Konuşursak deşilecek yaralar ortaya çıkacaktı. Biz de susmayı tercih ettik.
|
0% |