@yazarkasa
|
“Resmen adama tecavüzcü Coşkun muamelesi yapmışsın işte,” dedi Betül kahkahalar atarak. Benim köylü kızı olduğumu ve köyün namus anlayışı yüzünden sevilmekten korktuğumu falan da söyledi. İlk zamanlar ciddi ciddi uyarıyordu ama artık dalga geçip alay etme boyutuna kadar geldi eleştirileri. “Öyle bir şey yapmadım,” dedim en alıngan ses tonumla. Bu süreçte akla mantığa uygun makul cevaplar vermediğim doğrudur. İnkâr etmiyorum. Ama durum benim açımdan o kadar basit değil sevgili okuyucu. Belki kendimi hazır hissettiğimde bunu size açıklayabilirim. Bilmiyorum. Belki de içimdeki, kalbimin tam ortasına ağırlık yapan o unutulması gerekenler mezarlığında kalır hepsi. Hepimiz böyle anları vardır değil mi? Hani küçüklüğünüzde atlatamadığınız bir utanç, üzüntü anları. Tüm hayatınızı etkileyen, psikolojinize yansıyan ve davranışlarını biçimlendiren o küçük anlardan bahsediyorum. Onları ne kadar unutmak isterseniz isteyin sürekli gün yüzüne çıkarlar. Kaybolduğunu zannedersiniz, normal hayatınızı özgürce ve daha sağlam, kararlı bir şekilde yaşadığınızı zannedersiniz ama o anılar tam da kanatlarınızın çıktığı anda sizi bulurlar. Uçamayacağınızı size söylemek için ordadırlar. Kanatlarınız bile olsa uçamazsınız çünkü sizin ayaklarınızda size asılan anılar buna izin vermez. “Kendini kandırma Gülce. Artık İstanbul’dasın. Köyü unut. Hem adam sana bir şey yapmamış ki sarılıp uyumuşsunuz işte. Bari bir hoşça kal deseydin. Aşırı tepki verdiğim için özür dilerim falan deseydin.” Demedim. Aşırı tepki de vermedim üstelik. Burası köy olmayabilir ama ahlak kuralları her yerde aynıdır. İnsanlar birbirlerine uyurken sokulmazlar. Bu sefer bir şey yapmamış olabilir ama ya yapsaydı? Utancımdan babamın yüzüne bakamazdım. Hiç kimsenin yüzüne bakamazdım. “Aşırı tepki veren ben değilim bir kere.” Aşırı tepki veren Rüzgar’dı. Çünkü beni yurda bıraktıktan sonra neredeyse on gündür hiçbir şekilde arayıp sormamıştı. İnstagram hikayelerime bile bakmamıştı. Buna inanabiliyor musun sevgili okuyucu? Beni merak bile etmiyordu. Gizli gizli kontrol etmiyordu. Beni bir anda ortada bırakmıştı. Kendimi annesinin elini bırakıp pazarda kaybolan o çocuk gibi hissediyordum. Ama bunu Betül’e belli etmek istemiyordum. Bu da oldukça zordu. Çünkü Betül hiç susmadan bu konu hakkında konuşurken duygularımı gizlemeye çalışmak kar yağarken ıslanmamaya çalışmak gibiydi. “Adamı kaçırdın kızım.” Birkaç gece önce Betül’ü yastıkla boğmaya çalıştım. Bunda başarısız olduğum için çok pişmanım. Keşke daha çok bastırsaymışım. “Betül sana bir şey soracağım?” dedim hin bir gülüşü içimde bastırırken. Betül bana doğru dönüp “Ne var?” diye sordu sert bir üslupla. “Senin bu Yağız Efendi neden durup durup Joker gibi sınıf kapımızın önünde beliriyor acaba?” “Benim efendi mi?” Betül hızla arkasını dönüp kapıyı kontrol etti. Sonra hafifçe öksürüp kendine çeki düzen verdi. “Joker derken? Joker eleman gibi mi?” “Hayır canım Batman’daki kötü karakter olan Joker gibi. Aynı onun gibi kapıya dayanıyor namıssız.” Betül baygın bir gülümseme ile Yağız’a alıcı gözüyle baktı ve tıslar gibi “Serseri işte,” dedi. Ama bunu söylerken içinde hayranlık ve belki de dumanı üstünde tüten bir tutku belirtisini de gizleyememişti. Yağız konusunda ketum tavrı beni rahatsız etse de Betül ve ikisinin arasındaki bu elektrikli ve harlı ateşli iletişimi seyretmek bazen hoşuma gidiyordu. Ama genel olarak çok rahatsız ediciydi. Sanki her an öpüşecekmiş gibi bakışmaları özellikle. “Günaydın kızlar. Nasılsınız bu sabah?” Yağız gülünce yanaklarındaki kışkırtıcı gamzeler de bize göz kırpmıştı. Eğer aklımda Rüzgâr olmasa oracıkta düşüp bayılabilirdim. Beni gamzelerine göm yiğidim diye ağlayabilirdim. Betül’ün böyle hissettiğine emindim. Ve ileride durmuş Yağız’a salyaları akarak bakan diğer kızların da. “Günaydın. Hukuk bölümü diğer binada yalnız. Burası bilgisayar sınıfının.” Gözlerimi devirdim. Betül’ün iğrenç cilveleşme kısmını atlayıp direk Yağız’ın kollarına atlayıp sulu ve iştahlı öpücüklerle onu öptüğü kısma geçtiğimi düşündüm. Ve bunun daha iğrenç olduğuna karar verdim. “Biz iyiyiz. Sen nasılsın?” Yağız’ın bu muhabbeti uzun bir süre aptal aşık atışmasına döndürecek o cevabı söylemesine fırsat vermeden atladım ve dikkatini Betül’den uzaklaştırmaya çalıştım. Ben yokken de cilveleşebilirler, çiftleşme danslarını yapabilirlerdi. Yağız kaşlarını kaldırıp bakışlarını Betül’den bana doğru ağır bir şekilde çevirdi. “İyiyim teşekkür ederim. Nezaket kurallarını bilen biri ile sohbet etmek de güzel bu arada. Neyse. Ben çocukların kurtulduğunu söylemek için uğramıştım. Durumları gayet iyi. Çocuk esirgeme kurumunda bir süre ağırlanacaklar. Sağlıkları da her geçen gün daha iyiye gidiyor.” Şaşırmıştım. Bir yandan çocukların durumuna sevinsem de kalbim kırılmıştı. Hayal kırıklığına uğramıştım ama bunu belli etmemeye çalıştım. Herkesin ortasında ağlamak istemiyordum ama buna engel olamayacak kadar savunmasız hissediyordum. “Rüzgâr bey niye bilgi vermedi acaba? Kendisi zahmet edip mesaj çekebilirdi.” Duygularımı dile getiren elbette Betül’dü. Ben o sırada, lavaboya kaç adımda giderim ağlamadan diye hesaplamaya çalışıyordum. “Şey…” dedi Yağız. Aklındaki cümleyi toparlamaya çalışır gibi bir hali vardı. Ama sonunda sal gitsin metodunu tercih edip ağda bandını bir anda çekmeye karar vermişti. Demek ki bunu söylemenin ince bir yolu yoktu. “Kendisi hapiste.” “Ne!” diye bağırdık Betül’le aynı anda. Koridordaki öğrenciler bize yadırgayan bakışlar attılar. İkimiz de elimizi ağzımıza bastırıp bakışların bizden başka yöne dönmesi için kısa bir süre bekledik. Sonra Betül kısık bir sesle “Ne demek hapiste?” diye sordu. Ben kalp atışlarımın bu kadar yüksek olmasının normal olmadığını. Düşünerek kendimi paniğe sokmakla meşguldüm. “Ya aslında tam olarak hapiste sayılmaz. Yani cezaevinin içinde ama formaliteden. Diğerlerinin dikkatini çekmemesi için onun da tutuklanması gerekiyordu. Ama hukuksal mücadelemizi veriyoruz bir şekilde onu bu işin içinden çıkaracağım. Merak etmeyin.” Gülümseyip Yağız’a olan güvenimi dile getirmek isterdim ama o an kendimi tam bir aptal gibi hissediyordum. Hep Rüzgar’ın bana kızgın olduğu için iletişimi kopardığını sanıyordum ama adam hapse düşmüş. Çok günahını aldım çok. Betül’ün elini sırtımda hissettiğimde nefesimi tuttuğumu da fark ettim. Onun bir hapishane hücresinde olması yüreğimi burkmuştu. Elbette bu hücre Sefiller romanında ya da Monte Kristo Kontu romanındaki gibi sefalet dolu bir yer değildi ama yine de Rüzgâr öyle bir yerde olmamalıydı. Hayır bu bir mezara yaşayan birini canlı canlı gömmek gibiydi. İkimizden ses çıkmayınca Yağız “Yarın görüş günü isterseniz sizi görüştürebilirim,” diyerek araya girdi. Sonra gözlerini devirip “Sürekli Gülce’yi soruyor zaten,” diye ekledi. “Benim dersten sonra eve gitmem gerekiyor. Hafta sonunu ailemle geçireceğim ve şehre biraz uzak kalıyorlar. Gitmezsem babam…” Ne yapardı sahi? Korkar mıydı? Telaşlanır mıydı? Kızar mıydı? Küser miydi? Düşündüm ve doğru cevabı bulamadım. “Rahatsız olur.” Yağız omuzlarını silkti. “Siz bilirsiniz. Gerçi dikkat çekebilirdiniz. O yüzden belki böylesi daha güvenlidir. Kim bilir?” Güvenli mi? “Yakışıklı Howl’um mapusa düşmüş havar dostlar havar” diye içimdeki teyzeler ağıt yakarken bu Wattpad’den çıkma serseri erkek karakter bozuntusu bana güvenlikten bahsediyordu. Yüzüne bir yumruk savurmak istedim ama Betül’den korktuğum için yapmadım. Sonuçta bu çakma serseriye abayı yakmış görünüyordu. Dersin hocası yanımızdan hızla geçerken “derse girecekseniz girin yoksa kapının önünden çekilin,” diye kibarca bizi uyarınca Yağız dudaklarını birbirine bastırıp görüşürüz diyerek yanımızdan ayrıldı. Oysa soracağım binlerce soru vardı. Rüzgâr nasıl? Yarası var mı? Keyfi nasıl? Sağlığı nasıl? Beni özlüyor mu? Hiç düşüncelerine uğruyor muyum? Kalbinin köşelerine kalbimin hayaleti değiyor mu? Benim kalbimi onun hasreti delik deşik etmişken o ne haldeydi? Ah aşk ve yine ah hormonlar! O an ikisinden de aşırı yüklenip patlamak üzere gibi hissediyordum. Tıpkı Charlie’nin çikolata fabrikasında yanlış sakızı çiğneyip mor renkli bir balona dönüşen o uyuz kız gibi hissediyordum kendimi. Derin nefesler aldım ve sakin olmaya çalışarak sınıfa girdim. Aslında Yağız’ın peşinden koşmam ve o hapishaneye gitmem gerekirdi. Ama yapamadım. Ve bütün gün Betül’ün tesellileri ile azarlamaları arasında geçti. Tüm gün derken blok olarak geçirdiğimiz iki dersi kastediyorum. Bana bir ömür gibi gelen kısık ama keskin azarlamalar ve yine kısık ama merhamet ve anlayış dolu teselliler arasında geçen iki saatin sonunda aynı İstanbul ama neredeyse başka bir şehirde olan babamın yanına gitmek için Betül’den ayrıldım. Bir an sessizlik bana huzur verirken vicdanım Betül’ü aratmayacak kadar hızla beynime hücum ederek sağlı sollu bombalar atmaya başladı. Yol uzundu. Ve Rüzgar çok ağırdı. Sert ve haşin bir rüzgâra kapılmış bir gül goncası. Böyle demişti Rüzgâr bana. Kendini yanımda savrulurken bulduğunda seni koruyacak olanın da ben olduğumu unutma demişti. Şimdi ben onu terk etmiştim. Benimle yakınlaşmak istediği için. Oysa bazen göğsünde bir kapı olsa ve oradan içeri girsem diye düşünüyordum. Dünyada ikimiz kalsak mesela. Hiç kimse olmasa Rüzgar’dan başka. Howl’un Sofie’yi götürdüğü o kulübe gibi bir evimiz olsa. Kırların içinde. Gerçek dünyada yaşayan bir masalperest için aşkı doyasıya yaşamak çok zordu. Gerçek hayatta mutlu sonlar nadirken masallarda her zaman mucizeler olurdu. Otobüsten inip mahallenin ücra köşesindeki ıssız belediye durağını gördüğümde tatlı bir tebessüm dudağımı çevreledi. Rüzgar’ın beni duraktan aldığı o gece aklıma geldi. Hatırlarsın sevgili okuyucu çok sayfa olmadı daha. Birkaç sayfa, birkaç sayha, birkaç lahza önceydi sadece… Onun her zaman benim Howl’um olduğunu biliyordum ama şimdi düşününce Sofia’nın da Howl’la ilk karşılaşmasının buna benzer bir şekilde olduğunu yeni fark ediyordum. Ah benim değirmenlere karşı savaşan kahramanım… Yakut gözlü sihirbazım… pamuk yürekli doktorum… Ah benim… Benim misin gerçekten? Küçük evin tanıdık patika yolu iyice soğuyan hava yüzünden biraz buruk ve hüzünlü bir manzara yansıtsa da yine de kendimi köydeki evin yolunda gibi hissettiriyordu. Tabi bunun için hayal gücümü biraz zorlamam da gerekiyordu. Han bahçedeki salıncakta üzerine battaniye atmış bir şekilde yatar vaziyette telefonuna bakıyordu. Onun da okulu uzaktı ve devlet yurdunda kalıyordu. Ama Han her hafta sonu eve gelirken ben çalıştığım için hafta sonlarını hastanede geçiriyordum. Gerçi vize haftasından beri hastaneyi de boşlamıştım. “Küçük prens, ablanı hiç özlemedin mi? Al şu elimdekileri!” Han ağır hareketlerle telefonu kapatıp üzerindeki battaniyeyi kenara çekti. Elimdeki poşetlere baktı. Gelirken biraz market alışverişi yapmıştım. Rüzgar2ın verdiği kolyeyi satıp parasını borsada işletiyordum, elimde az bir şey para vardı. Şaka kız şaka hemen inanma. Maaşımdan ve burslarımdan artırmaya çalıştığım üç kuruş param vardı onunla ufak bir alışveriş yaptım. Han için abur cubur babam için mevsim meyvelerinden kendime de kahve yanına tatlı bisküviler. Han poşeti elimden alıp hemen içini karıştırmaya başladı. Ve kendim için aldığım gofretin ambalajını açıp yarısını tek lokmada ağzına attı. Ona füze fırlatan abla bakışı atsam da füzelerimi tüm sevimliliğiyle sırıtan umursamazlığı ile geri gönderdi. “Abla gibi abla,” dedi çikolatalı tükürüğünü saçarken ağzını şapırdatarak. Saçlarını karıştırıp omzunu yumrukladım. Kardeşimi özlediğimi fark ettim. Babamı. Belki, en çok da… Annemi. Han anneme benzerdi. Onun gibi iri kahverengi gözleri ve uzun kıvrık kirpikleri ve anneminki kadar tombul dudakları vardı. Güldüğünde bazen karşımda annemi görüyormuşum gibi hissederdim. Belki bu his ihtiyaçtan geliyordu. Bilmiyorum. Ama bir evladın annesine benzemesi normaldi tabi. Ben babamın genetik özelliklerinin daha ağır bastığı bir bezelyeydim. Huy olarak anneme suret olarak babama benzediğimi söylerdi annem. Çok kızdığında huyumun halama benzediğini de sık sık dile getirirdi. “Babam nerede?” dedim etrafa göz gezdirerek. “Mutfakta. Yemek hazırlıyordu. Etli güveç ve pilav. Senin sevdiğin gibi.” Gülümsedim. Babam annem sağ olduğu zamanlar da bize yemek yapardı. Hatta elinin annemin elinden daha lezzetli olduğunu itiraf edebilirim artık. Rüzgâr da yemek yapıyor mudur acaba? Hızlı adımlarla mutfağa geçip cacık için yoğurda salatalık doğrayan babamın sırtına sarıldım. “Hoş geldin kızım,” dedi. Babam. Her zamanki yorgun ve hüzünlü haliyle karşımda duruyordu. Yılların bıkkınlığı hiçbir salise üzerinden geçmiyordu. Her zaman bükük olan beli ve yıllardan sonra iyice belirginleşen kamburu olduğundan da yaşlı görünmesine sebep oluyordu. Çok zayıftı ve geldiğimizden beri biraz daha iyi beslense de kilo almış gibi görünmüyordu. Ama köyde olduğundan daha canlı bir tene sahipti. Ayrıca kış aylarının verdiği bir solgunluk da teninin esmerliğini hafifletmişti. Babama yemek yaparken yardım ettim. Yemeğin büyük kısmını yapıp bitirmişti. Bu yüzden sofra kurmak, salata yapmak gibi küçük işleri yaptım. Bu sırada okuldan, arkadaşlardan. En çok Betül’den ve hastanedeki gece nöbetlerimden bahsettim. Babam dalgın ama ilgili görünmeye çalışarak beni dinliyordu. O da buradaki hayata alıştığını ve çalışanlarla arasının iyi olduğunu, bizi özlediğini ama evdeki kalabalık sayesinde yalnız kalmadığını söyledi. Bir nebze içim rahatlamıştı. Onu burada tek başına bırakmış olma düşüncesi vicdanımı sızlatıyordu. Ama bir yandan da güvenlik içinde, aç kalmayacağı, barınacak bir evinin olduğu, konuşacak birilerinin olduğu, çocuk seslerinin bahçede yankılandığı bir evde olması güzeldi. En azında hain ablam ve şeref yoksunu eniştemden uzaktaydı ve bu bile içimi rahatlatan bir durumdu. Yemek yurtta yediğimiz yemeklerle kıyaslanmayacak kadar lezzetliydi. Çırağan’daki yemekten iyiydi diyemem ama bana çocukluğumu hatırlatan bu tadı Çırağan’daki en pahalı yemekle bile kıyaslamazdım. Yemekten sonra bulaşıkları yıkayıp babama güzel bir türk kahvesi yaptım. Han abur cubur paketlerini açmış telefonunda bir şeyler izliyordu. Babam kahveyi alırken yanına oturmamı ve benimle konuşmak istediğini söyledi. Bilirsiniz, babanız sizinle özel olarak konuşmak isterse bu kafanızda tehlike çanlarının çalmasına, kalbinizin sıkışmasına ve sırtınızdan terlerin akmasına sebep olur. “Otur kızım,” dedi babam. Sesinden ne konuşacağını çıkarmaya çalışıyordum. Kızgın değildi. Ama keyifli bir konu konuşacakmış gibi de durmuyordu. Karşısındaki tekli koltuğa ürkekçe otururken aklımda okula başladığımdan beri yediğim bütün haltların dökümü hızla akıyordu. “Geçen gün Rüzgâr beyim geldi ziyaret,” diye başladı babam. Kahvesinden bir yudum alırken beni inceliyordu. Kalbime bir ağırlık çöktü. Allah günahlarımı affetsin iyi bir kızdım bence. Hiçbir şey söylemeden babamın konuşmaya devam etmesini bekledim. Kalbim ağzımda atıyordu. Kulaklarım uğuldarken aklımda “Rüzgâr hapiste değil miydi?” diye saçma sapan sorularla beni meşgul ediyordu. Babam düşünceli bir şekilde bana bakarken aklındakileri tartıyor gibi görünüyordu. Bense ruhumu teslim etmek üzereydim. “Seninle evlenmek istediğini kibar bir dille söyledi.” Babam o an yüzümün ortasına bir yumruk atmış olsaydı bu kadar sarsılmazdım sanırım. “Ne dedi?” dedim sayıklar gibi ama biraz da sert bir dille. Bunu beklemiyordum sevgili okuyucu. Sen de beklemiyordun değil mi? “Seninle evlenmek istediğini söyledi. Ama babasının sağlık durumu ve annesinin böyle hassas bir zamanda evlilik gündemine karşı çıkacağını düşündüğü için kendi aramızda küçük bir tören yapabileceğimizi söyledi. Resmi bir tören tabi öyle geçersiz bir düğün değil.” Babam durdu derin bir nefes alıp kahvesinden bir yudum daha aldı. Nutkum tutulmuştu ve ne diyeceğimi bilemiyordum. Sevinmeli miydim? Babamla bu konuşmayı yapmamak için odalara mı kapanmalıydım? Utanıyor muydum? Heyecan mı yapmıştım? Elimde tuttuğum bütün ipler birbirine karışmıştı sevgili okuyucu. “Ben anneni kaçırdığımda ailesine söz hakkı tanımamıştım. Nasıl olsa vermezler demiştim. Annenin de onu kaçıracağımdan haberi yoktu gerçi. Rüzgar beyin yaptığı bu incelik beni duygulandırdı. Okumuş adam tabi benim gibi cahil bir adam değil ki. Hem büyük düğün yapmak da bizi ezip geçmek olurdu. Kimimiz var ki çağıracak değil mi?” Sorusuna cevap vermemi istermiş gibi bana baktı. Bir düğün yapsak kimi çağırırdım diye düşündüm. Dedikoducu halamı çağırmazdım. Annem öldükten sonra yüzümüze bile bakmayan dayılarımı çağırmazdım. Yılan ablamı ve kocasını da görmek istemezdim. Eh geriye başka kimse de kalmıyordu zaten. Liste çok kısa olurdu. “Aklıma pek insan gelmiyor.” “Tabi ona cevap vermedim. Senin gönlün varsa elbette bir şey diyemem. Rüzgâr beyim okuluna devam edebileceğini ve bu konuda sana destek olacağını da söyledi. Ama sen eğer istemiyorsan ve bu durumdan rahatsızsan tavrımı koyarım. Zengin olabilirler ama ben de bir babayım. Seni istemediğin biriyle evlendirecek değilim kızım. Ama eğer sen de istiyorsan engel de olmayacağım. En azından yuvanı kurduğunu görmek beni bahtiyar eder.” Ne diyebilirdim sevgili okuyucu? Dilim tutulmuştu. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken babama sıkıca sarıldım ve başımı omzuna yatırdım. “Canım babam,” diye sayıkladım. Her zaman arkamda duran dağ gibi adam, malını mülkünü satıp köyden okumam için gelen ama evlenmek istersem de bana destek olacağını söyleyen adam. Minnetim, şükranım hem sana hem seni bana baba diye yazan Yaradan’a. Peki cevabım… eh onu da reklamlardan sonra okursun. Sevgili okuyucu. İnan benim de kafam çok karışık. Biraz düşünmem lazım.
|
0% |