@yazarkasa
|
“Çok mu acele ediyorum Betül? Yani ne bileyim çok hızlı ilerliyor her şey.” Betül’le ranzanın alt katında oturmuş ertesi gün evleneceğim gerçeğini es geçerek bilgisayardan dramatik ve romantik bir kore dizisi izliyorduk. Zengin adamın fakir çalışana aşık olduğu bir kurguydu. En olmayacak şeyler oluyordu. Mesela adam hiç hayatında patates kızartması görmemişti çünkü zenginler patates yemezdi kahvaltıda sadece portakal suyu ve havyar yerlerdi. Pazara gitmemişti ya da patso yememişti. Dünyadan bir haberdi masum çocuk. Ve bir de hiç aşık olmamıştı. Çünkü annesi ile ilgili problemleri vardı. Bütün zengin erkeklerin annesi ile ilgili problemleri olurdu zaten. Yoksa neden bekar kalacaklardı ki? Benim bunları düşünmemem lazım. Yarın evleneceğim. Bu bilgiyi hazmetmem lazım. Ama kendimi bu konuda oldukça hissiz hissediyorum. Hissiz hissetmek nasıl oluyor diye sorma sevgili okuyucu, bazı zamanlar hayatına müdahale edemeyecek kadar garip hissetmişsindir sen de. Sevinmen gereken ama sevinemediğin şüphelerinin olduğu ama bunu görmezden gelmeye çalıştığın zamanlar olmadı mı? Olmuştur kesin. Bir düşün istersen. “Sen yurttaki kızların imalarına mı takılıyorsun yoksa?” Eh biraz… Yani ne bu acele daha dönem bitmedi der gibi bakmalar. Emin misin der gibi kaş kaldırmalar. Yarım bir ağızla gelmeye çalışırız diyerek geçiştirmeler. Bir yerde kalbimde onlara hak veren bir taraf vardı. Sanırım söylemeye çalıştıkları şeyi bu yüzden hissediyordum. Daha dönem bitmeden koca bulmuştum. Koridorda beni görünce fısıltılarla konuşmalar başlıyordu. İlk dönemde zengin koca bulan kız olmuştum. Keşke kimseyi çağırmadan sessizce evlenip bu durumu bu kadar ayyuka çıkarmasaydım. Ama o heves ve heyecanla yurttaki ve sınıftaki herkesi nikaha davet etmek gibi aptalca bir fikre kapılmıştım. “Takılmak gibi değil de… İçimdeki şüpheleri körüklüyorlar diyelim.” “Kızım,” dedi Betül olduğu yerde doğrulup kavgaya hazırlanır gibi duruşunu düzeltti. “O kızların yüzde doksanı seneye sevgilileri ile ev tutacak. Gör bak.” Bu kısmı yüksek sesle söyleyip etrafı bir kolaçan etti. Sonra bana döndü ve sesini daha da alçaltıp devam etti. “Sen öyle bir kız değilsin. Sevgili yapabilecek kabiliyetin yok senin. Sen namusuyla evlenip çoluk çocuğa karışacak organik kafalı kızlardansın. Şimdi Rüzgar’dan uzak duramıyorsun ama onunla yakınlaşamıyorsun da. En azından vicdan azabı duymadan yaşayacaksın onunla. Herkesin dünya görüşü, hayata bakışı, ekonomik ve milli, manevi değerleri farklı biliyorsun. Ben sana saygı duyuyorum Gülce. Evlenmeden Rüzgar’ın evine taşınsaydın yine desteklerdim seni biliyorsun.” Biliyordum. Çünkü Betül arkadaşını her koşulda destekleyen tipte biriydi. Haksız da olsam benim yanımda olurdu. Bu yüzden başımı sallayıp nemli gözlerle ona baktım. “Eskiden evlilikler çok ciddi bir işti. Yani ben de Fransa’da sosyetede büyümedim. Eskiden boşanmak mı vardı canım?” gülümsedi. Sesi dedikodu yapan mahalle kadınları gibi çıkmıştı. “Şimdi öyle değil. Okulunu da okursun, işine de gidersin. İstediğin gibi bir eş olmazsa boşanabilirsin de. Yani kendini mezara gömmüş gibi hissetmeni gerektirecek bir durum yok. Sen aklına gelen her şeyi başarabilirsin Gülce. Çünkü senin inanılmaz bir gücün var. Ve sevgin de var.” En sondaki motive edici cümleleri ile gülüştük. Bu internette gezen bir videodan alıntıydı. Ve birbirimizi motive etmek için sık sık kullandığımız bir mottoydu artık. Tam bu sırada bilgisayarda oynayan dizideki koreli bebeksi erkek karakter, zengin ceo olan pudralı surat, genç kızla bir otelde kalmak zorunda kaldı. Çünkü bir iş gezisi için ulaşımın sadece tekneyle olduğu bir adaya gittiler. Ve sonra hava şartlarından dolayı dönemediler. Bu yüzden yerel bir otelde kalmak zorundaydılar. Otelin sahibi sevimli yaşlı çift bunları evli zannetti. Ve ana karakterlerimiz şiddetle buna karşı geldi. Hayır evli değiliz! Bugüne kadar birçok kurguda farklı farklı evlenme şekilleri okudum ve izledim. Ailesini kurtarmak için yapılan anlaşmalı evlilikler, mafyanın kaçırdığı kadınlar, nefret ettiği adamla zorla evlenip ona âşık olan kadınlar, sürpriz hamilelikler ve daha birçok absürt evlenme hikayesine şahit olmuşluğum vardı. Şimdi durup düşündüğümde ne bir nefret evliliği yapıyordum. Ne düşmandan aşka dönüşen bir ilişkinin içine düşmüştüm. Para için bir Ceo ile evlenme durumum yoktu. Zorla kaçırılmamış ya da evlenmek zorunda kalmamıştım. Bütün bu ihtimaller kitaplarda ya da filmlerde olunca romantik bir hikâyeye evirilebiliyordu ama gerçek hayatta insan böyle bir evlilik yapmadığı için şükredecek hale gelebiliyordu. Yine de kendimi garip hissediyordum. Rüzgar’ı sevmediğim için değil. Tüm benliğimle onun yanında olmak istiyordum. Ve Betül’ün de bana sık sık hatırlattığı gibi; dört senelik üniversite hayatım boyunca ondan uzak durabilecek iradeye sahip değildim. Peki bir dört sene vicdan azabı yaşamamak için daha büyük bir azabın kapısını mı açıyordum? Bunu kimse bilemez. Bilemeyiz değil mi sevgili okuyucum? Yönümüzün doğru olduğuna emin bile olsak yolumuzun doğru olup olmadığından nasıl emin olabiliriz ki? Genç Ceo’nun bitmek tükenmek bilmeyen parası ve saflığı ile hepimizi kendine aşık ettiği birkaç sahnenin ardından bölüm bitti. Eğer ertesi gün yetişmemiz gereken bir nikah olmasaydı tüm sezonu izleyebilirdik. Ama benim heyecandan uykum gelmişti. Evet, fazla heyecan bende yorgunluk yapıyor. Ve bir de sürekli tuvalete gitmeme sebep oluyor ama onu yarın nikahtan önce yaşamayı planlıyorum. Tam son anda birden bastıran bir idrar sıkışması olmazsa olmazımdır. Yastığa başımı koyup gözlerimi kapattığımda tek yapabildiğim düşünceler denizinde kulaç atmaktı. Kaygılarımdan oluşan dalgalarla boğuştum bir süre. En yakın kıyıyı aradı gözlerim. Sonra Rüzgar’ı düşündüm. Yarın bu saatlerde nerede olacağım düşüncesi ile kalbim hızla çarpmaya başladı. Biz bu noktaya nasıl gelmiştik böyle? Durup dururken, birden, aniden ve hiç beklenmedik olan bu sarsıcı duygu, gözlerimi kör eden aklımı sağır kalbimi hasta eden bu duygu ilk ne zaman sarmalamıştı ruhumu? Onu ilk gördüğümde, Howl gibi zümrüt gözleri ışıldayarak bana baktığında belki. Belki çok daha önce. Belki çok daha sonra. Belki şimdi. Belki dün. Bilmiyorum sevgili okuyucu. Sen ilk ne zaman anladın aramızdaki çekimi? Hatırlıyorsan bana söyle. Ne ara uykuya daldım bilmiyorum. Ama bir ara sızmışım. Rüya bile gördüm. Rüzgar’ın beyaz bir takım elbise giymiş Howl gibi koluma girip beni bulutların üzerine uçurduğu bir rüyaydı. Hayal meyal hatırladığım tek şey buydu. Sabah telefonun alarmı ile uyandım. Henüz güneş doğmamıştı. Usulca yataktan kalktım ve pencereden dışarıya baktım. O anda camiden gelen ezan sesi ıssız sokağı çınlatırken evlerde yanan tek tük ışıklar ve sokak lambaları haricinde bir hayat belirtisi yoktu. Ezan bitene kadar orada öylece dikildim. Hiçbir şey düşünmeden karanlık ve ıssız sokaklara baktım. Ezan bittikten sonra lavaboya geçip abdest aldım. Heyecanım yerini ne hissedeceğini bilmeyen bir duyguya yükseltmişti. Gergindim. Kaygılıydım. Mutluydum ama bir yandan da zihnimde dolanan acımasız soru işaretleri tüm o saf ve temiz gülen yüzlü cümlelerimi kapatıyordu. Namazdan sonra gün alaca bir şekilde gökyüzünde belirmeye başlamışken aşağıya inip yemekhanede içine ne koydukları belirsiz, hiçbir dünyevi nimete benzemeyen, tövbe bismillah ama adına kahve dedikleri sıcak lağım suyundan bir bardak aldım. Bir masaya geçtim ve oturdum. Henüz kimse gelmemişti. Ve kahvaltı için hazırlıklar yeni başlıyordu. Bir şey yiyecek durumda değildim. Midem kendini büzmüş bir şekilde nikah saatini bekliyordu. Onun yerine idrar torbam kendini açmış ve varlığını unutturmamak için ant içmiş gibiydi. Derin nefes alıp kahvemi yudumlarken buradaki son günüm olduğu gerçeğine odaklandım. Bu güzel bir şeydi çünkü yurdu sevmiyordum. Eşyalarım çoktan Rüzgar’ın evine gitmişti. Çıkış işlemlerim yapılmıştı. Ve artık yurtsuz bir kızdım. Bu kahveye benzeyen bulamacı son içişimdi. Sanırım yurttan özleyeceğim tek şey Betül’le geçirdiğimiz sonsuz ve sınırsız vakitler olacaktı. Bu satırları okurken ‘bu kız da bir evlenemedi gitti ne uzattı’ diye söylendiğinizi duyar gibiyim. Ama inanın nikahtan önceki zaman sıkışıp kalmış ve donmuş gibi ilerliyordu. Ama nikahtan sonrası bir macera filmi hızında akmıştı. İsterseniz ben sizi direk Rüzgar’ı smokin içinde gördüğüm o ilk ana götüreyim ve bu eziyetten kurtarayım. Altında siyah bir pantolon vardı. Üzerinde beyaz bir ceket, ceketin yaka kenarlıkları siyah şeritti. İçinde siyah bir yelek ve boynunda siyah bir papyon vardı. Eğer o zamana kadar Rüzgar’a olan aşkımı sorguladıysam yazıklar olsun bana! Artık sorgulanacak bir şey kalmamıştı sevgili okuyucu. Yani bu adama aşık olmayan da ne bileyim artık! Saçlarını özenle taramıştı. Kuzguni saçları ve yakut yeşili gözleri beni gördüğünde bir anda ışıldadı. Elinde pastel renkli çiçeklerden yapılmış bir buket vardı. Onu bana doğru getirirken yüzündeki o heyecanlı, acemi aşık gülümsemesi ile kalbim eriyip idrar torbama aktı. Elindeki çiçek buketine benzeyen minik bir çiçek buketini yakasına takmıştı. “Çok güzel görünüyorsun,” dedi. O an bu iltifatı algılayamayacak kadar ona odaklanmıştım. Sağ elini cebine atıp başını yana eğerek bana dikkatlice baktı. Üzerime füze yollasaydı bu kadar etki eder miydi bilmiyorum. Kalbim böbreğimle yer değiştirmişti. Beynim neremdeydi Allah bilir. Bir eli ile elimi tutup etrafımda dönmem için beni yönlendirdi. Eteğim hafifçe havalanırken kendimi Howl’unu bulmuş Sophie gibi hissediyordum. “Bu kadar sade ve bu kadar şık olmak ancak benim karıma yakışırdı elbette.” Aynen böyle söyledi. Henüz evlenmemiştik ama o beni şimdiden öldürmeye çalışıyordu. Kocamın bu kadar tatlı olması şaka mı? Üzerimde beyaz bir elbise vardı. Bu elbiseyi Betül’le uzun saatler boyunca aramış ve görür görmez aşık olmuştuk. Kolları ve dekoltesi dantelle süslenmiş, bele oturan üstü ve bol ve tüllerle kabartılmış eteği ile kendimi prenses gibi hissettiren bir elbiseydi. O ayki bursumun hepsini ödemiş olsam da buna değerdi. Utandım ve başımı eğdim. Sen de çok yakışıklı olmuşsun demek isterdim ama kendimi bir anda konuşmayı unutan bir bebek gibi hissediyordum. Dilim pelte olmuştu ve aklımdaki harfler oraya buraya kaçışıyordu. En fazla hebele hübele tarzında bir şeyler çıkartabilirdim ki ona bile mecalim yoktu. “Sen de çok şıksın damat bey,” diyerek durumu kurtaran Betül oldu. “Smokin yakışmış eniştemize.” Sonra omzuma vurup beni dürterek kurtarma kısmını batırma haline çevirmekte de gecikmedi. Smokin gerçekten çok yakışmıştı Rüzgar’a. Kibar ve nazik bir büyücü gibi görünüyordu. Tam da istediğim o fantastik etki bir aura gibi etrafını sarmıştı. Genç büyücü Rüzgâr Aksoy dünyanın en önemsiz kızıyla evleniyordu. Çünkü o kız bir gün dünyayı kurtaracaktı ve Rüzgâr Aksoy da bunun için ona destek olacaktı. O an dünyayı kurtaracak olan o özel kız olduğuma emindim. Her şeyi yapabilirdim. Ruhumda, bedenimde, kalbimde öyle güçlü bir çekim vardı ki kimseye boyun eğmez herkesle savaşabilirdim. Değirmenlere karşı bile… “Sen de…” dedi Rüzgâr Betül’e dikkatle ve biraz acı çeker gibi bakarak. Betül’ün üzerinde pembe bir kazak ve siyah tüllü bir etek vardı. Gözlerindeki fosfor pembe far hariç makyajı çok kötü değildi. Ama düğüne değil konsere gidiyormuş gibi bir havası vardı. Hanım hanımcık, simli makyajı ve taşlı abiye elbisesi ile gelinin kız kardeşi rolünü oynamayı reddetmişti. Oysa ona yakışırdı. “Güzel görünüyorsun,” dedi Rüzgâr en sonunda uygun bir kelime bulamayınca. Güzellik kavramına farklı bir bakış açısı getirdiği kesindi. Kafanın dikine gitme, kimseyi takmama ve mutlu olma sanatı. Betül’e çok yakışıyordu. “Selam gençler,” dedi tanıdık bir ses. Heyecanla kapı yönüne döndüm. Nikah salonunun önünde durmuş bizi çağırmalarını bekliyorduk. Henüz sıramız gelmemişti bize verilen randevu saatine daha bir saat vardı. “Hoş geldin Süreyya teyze,” dedim yüzümde kocaman bir gülümseme ile. “Gelebilmene çok sevindim.” “Ah hayatım kaçırır mıyım böyle şeyleri ben? Evden çıkmak için bahane arıyorum zaten.” Süreyya teyzem yine havasındaydı anlaşılan. “Çok iyi yapmışsın,” derken Süreyya teyze eliyle beni kenara çekti. “Ah haylaz oğlan. Sen neden benim göz koyduğum kızla evleniyorsun? Ben onu torunuma alacaktım.” “Babaanne yapma,” dedi Yağız arkadan. Rüzgâr Süreyya teyzeye gülümsemek ve sıkıca sarılıp yanaklarından öpmekle yetindi.” “Eh,” dedi Süreyya teyze. “En azından yabancı değil sen de benim torunum sayılırsın.” Yağız ve Rüzgâr tokalaşırken Süreyya teyzem gözünü Betül’e dikti. “Güzelim biz seninle tanışmış mıydık?” Betül “Sanmıyorum,” dedi ve kadının elini öpmek için uzandı. Süreyya teyze elini çekti. Ve Betül’e sıkıca sarıldı. “Ben o kadar yaşlı mıyım ayol? Ne el öpmesi? Yaşıt sayılırız,” diye söylendi. Yaşıt sayılırız derken ruhen demek istiyordu sanırım. Betül’le yan yana durduklarında ruhlarının benzediğini görebiliyordunuz. Süreyya teyzem fit bir vücuda sahipti ve üzerindeki şık ve pahalı gibi görünen siyah zeminde altın yaldızlı desenleri olan elbise Nebahat Çehre’nin Aşkı Memnu dizisindeki kıyafetlerine benziyordu. Betül de yaşlanınca böyle bir kadın mı olurdu acaba diye düşünmeden edemedim. Yağız bana selam verdi sonra Betül’le soğuk bir şekilde selamlaştı. Süreyya teyze onları izlerken dudakları şeytanca kıvrılıyordu. Aklından ne hinlikler geçirdiğini merak etsem de bunu düşünecek kadar vaktim olmadı. Çünkü Han ve Babam yanımıza gelmişti. Han çok şıktı. Babam da öyle. Üzerlerinde yeni alınmış takım elbiseler, parlak cilalı ayakkabılar vardı. İkisi de berberden yeni çıkmış gibi parlıyordu. Hayır sanki benim değil onların nikahıymış gibi de süslenip hazırlanmışlardı. Babam çok heyecanlıydı. Ben de heyecanlıydım ama böyle bir durumda önceliğim babamı sakinleştirmekti. Ona sıkıca sarıldım ve yanağına bir öpücük ondurdum. “Hoş geldin babam,” dedim. Nedense sesim titremiş burnumun direği sızlamıştı. “Hoş bulduk kızım. Taksiyle geldik. Yetişebildik mi?” “Yetiştiniz Mehmet amca. Nikah sırasını bekliyoruz. İçeridekiler çıkınca gireceğiz.” Rüzgâr babam ve kardeşime samimi bir şekilde sarıldı. Hatta Han’ın sırtını sıvazlayıp omzuna küçük dokunuşlarla vurdu. “Koçum naber? Nasıl gidiyor okul?” diye sordu. Han samimi bir şekilde “İyi gidiyor Rüzgâr abi. Alışıyorum,” diye cevap verdi. Sonra bana döndü. “Abla merhaba,” dedi gülümseyerek. İşte o an gözümün kenarından küçük bir damla firar etti. Biz ne zaman böyle büyümüştük? Han kocamandı. Ben evleniyordum. Annem öldükten sonra hayatın durduğunu sanmıştım ama o an hayat anlamsız bir şekilde ileri sarmış gibiydi. “Gel buraya seni şapşal,” dedim ve kardeşimi kendime çekip sarıldım. Doctor Who’nun bir bölümünde dediği gibi ‘sarılmalar gözyaşlarınızı gizlemek içindir’ taktiğini de kullanarak kardeşime sıkıca sarılıp burnumu çekerek göz yaşımı gizlemeye çalıştım. “Senin adına çok seviniyorum ala. Umarım Rüzgâr abiyle çok mutlu olursunuz. Ama bizi de unutma babamla sık sık ziyaret et olur mu?” Geri zekalı! Ağlatmayı başarmıştı beni. Göz yaşlarım gözlerimin kenarından durduramadığım bir hızla akarken gülümseye ve onları silmeye çalışıyordum. “Unutur muyum şapşal şey. Yine her hafta sonu gelirim. Uzağa gitmiyorum ki buradayım yine.” Rüzgar belimden sıkıca tutup beni kendine çekti. “Elbette her istediği zaman size getireceğim ablanı. Ve sen de ne zaman istersen bize gelebilir ya da arayabilirsin. Başın her sıkıştığında bir enişten olduğunu hatırla.” Rüzgar’ın dokunuşu ve varlığını hissettirmesi ile kalbim hafiflemişti. O sırada okuldan ve yurttan birkaç meraklı arkadaş da yanımıza geldi. Bazılarının gelmesine çok şaşırmıştım. Özellikle yurttaki kızların neredeyse yarısı buradaydı. Sınıftan da konuştuğumuz birkaç kişiyi çağırmıştık ama gelenler çağırdıklarımızdan fazlaydı. Minik bir kalabalık oluşmuştu ve bu beni inanılmaz derecede mutlu etmişti. Görevli adımızla bizi çağırıp nikah salonuna girebileceğimizi haber verdiğinde bir an felç geçirdiğimi ve bir daha asla yürüyemeyeceğimi düşündüm. Ama Rüzgâr elimden tuttu ve tıpkı Howl’un Sofia’yı çatılarda yürüttüğü o sahnedeki gibi beni nikah salonuna götürdü. Ah benim yakışıklı Howl’um… Nikah hızlı ve keyifliydi. Salonun neredeyse üç sırası dolmuştu. İlk sırada babamlar, Betül, Yağız ve Süreyya Hanım vardı. Rüzgar’ın da birkaç arkadaşı gelmişti. Nikahtan sonra herkes tebrik edip küçük hediyelerini verdi. Geriye küçük grubumuz kaldı. Babam, Han, Betül, Yağız ve Süreyya teyze. Rüzgâr yemek yemeyi teklif etti. Babam eve dönmesi gerektiğini söylese de böyle bir günde yanımdan bu kadar çabuk ayrılmasına izin vermeyeceğimi bakışlarımdan anlayıp vazgeçti. Han zaten dünden razıydı. Bir tek Süreyya teyze yorulduğunu ve bir hacı arkadaşına sözü olduğunu söyleyerek yanımızdan ayrıldı. Yağız onu bırakmayı teklif etse de Süreyya Hanım yılların verdiği olgunluk ve anlayışla “Ben üç yaşında çocuk muyum evladım? Beni biraz rahat bırakın. Merak etmeyin kocaya kaçacak değilim,” diyerek Yağız’ı azarladı. Hepimiz kıs kıs gülerken Süreyya Hanım Betül’e göz kırparak hani senin için bırakıyorum torunumu der gibi bir hareket yapmıştı. Belki başka bir şey demek istedi. Bilemiyorum. O an evlilik cüzdanımı elimde sımsıkı tutmuş aptal bir sırıtışla etrafa gülücükler atıyordum. Rüzgâr elimi hiç bırakmıyor ve sık sık beni kendine çekip kollarını belime sarıp bana sarılıyordu. Artık evlenmiştik. Ben artık yel değirmenlerine savaş açan adamın yaveri, yakışıklı büyücünün aşığı, deli gibi esen rüzgârın müptelası olmuş bir rüzgar gülüydüm. Ben artık Gülce Aksoy’dum.
|
0% |