Yeni Üyelik
26.
Bölüm

Bölüm 25

@yazarkasa

Boğaz manzaralı bir villanın girişindeydik. Kapının önü lüks araçlarla doluydu. Biraz yavaş bir şekilde ilerleyen lüks araba kuyruğunda bizden önce gelen konukların araçlarından aheste aheste inmesini izliyorduk. Yağız asık bir suratla arabanın direksiyonunu iki eliyle sıkıca kavramış arada dikiz aynasından Betül’e kaçamak bakışlar atıyordu.

Betül üzerindeki pembe tüllü kıyafeti değiştirmişti. Ama değiştirmese daha mı iyi olurdu bilemiyorum. Üzerine kırmızı renkte, bedenini tam olarak sımsıkı saran, mini bir elbise giymişti. Göğüsleri ve kalçası insanın gözünü alamayacağı kadar dikkat çekerken dudaklarına sürdüğü kırmızı ruj da elbisesi ile aynı tonda olduğu için insanı hipnoz eden bir renk uyumu sergiliyordu. Saçlarını gelişi güzel bir şekilde topuz yapmış dağınıklıkla toplanmış arasında ince çizgide bırakmıştı. Bir görenin bir daha bakacağı kadar dikkat çekiciydi.

Önümüzdeki araba birkaç adım ilerleyince Yağız da arabayı hafifçe ilerletti. Ve homurdandı. Yol boyunca homurdanmıştı zaten.

“Efendim,” dedi Betül sonunda. “Bana söylemek istediğin bir şey mi vardı?”

Bu kız kaşınıyordu. Yani Yağız’ın öfkesini burnundan çıkan dumanlardan ben bile anlıyordum. Rüzgâr ön yolcu koltuğunda oturmuş sessizce arkadaşının sakinleşmesini bekliyorken Betül kavga etme havasında gibi görünüyordu.

“Sosyete partisine gidiyoruz. Sen müşteri arayan bir eskort gibi giyinmişsin.”

Betül kesik bir kahkaha atarken ben kolunu tutup “Öyle demek istememiştir,” dedim.

“Bal gibi öyle demek istedi Gülce. Kendisi öyle kadınları çok iyi bildiği için hemen etiketi yapıştırdı tabi. Sen ne oluyorsun bu durumda aldığı paradan memnun olmayan satıcım mı? Hem belki yağlı bir müşteri pardon zengin bir sevgili bulurum davette belli mi olur?”

Yağız sıktığı dişlerinin arasından “Betül yapma şunu,” diye inledi. Direksiyonu tutan elleri bembeyaz olmuştu.

Rüzgâr başını çevirip çaresiz gözlerle bana bakıyordu. Bu ikilinin yanında gergin olmamak mümkün değildi. Ben de ona elimden bir şey gelmiyor bakışı attım. İkimizin de gözü yaşlı.

“Gayet güzel görünüyorsun Betül. Eminim davette çok daha cesur giyinen kadınlar olacaktır. Aslında bir yerde sosyetenin değil mafyanın ilgisini çekmemiz gerektiğini düşünürsek… Kıyafetin daha uygun olmuş bile olabilir.”

Ah canım kocam nasıl da kıvranıyordu toparlamak için. Yağız’ın kolunu tutup “Betül senin yanında olacak eminim ona yan gözle bakılmasına izin vermezsin,” dedi.

“Yan gözle mi? Ona iştahla bakacaklar ve ben hiçbir şey yapamayacağım!” Yağız dikiz aynasında Betül’e kaşlarını çatmış sert bakışlarla bakıyordu.

“Ne yapayım kimse bakmasın diye entari mi giyseydim? İştahla bakmakla onu yiyebilmek aynı şey değildir. Bunu şimdiye kadar öğrenmiş olman gerekirdi.”

Rüzgar’la aynı anda ağzımızı açıp kaşlarımızı kaldırdık. Bu konuşma hiç iyi bir yere gitmiyordu. Arabada kavga çıkmasına ramak kalmıştı ve Betül sivri tırnakları ile bu kavgayı çıkarmak için toprağı eşeleyip duruyordu.

“Önümüzdeki araba ilerledi,” dedim çekingen bir sesle.

Yağız ne demek istediğimi anlamaya çalışır gibi yüzüme baktı sonra birden “Ha evet,” diyerek ağır bir şekilde ilerledi. Neyse ki kuyruğun en önüne gelmiştik ve artık arabadan inme vaktimiz gelmişti. Rüzgâr arabadan inip kapımı açarken Yağız da anahtarı valeye verdikten sonra kendisini beklemeden arabadan inen Betül’e ters bir bakış atıp elini uzattı. Rüzgar’ın koluna girdim. Hava serindi. Üzerimde beyaz renkli yapay tüylerden oluşan kısa bir kürk mont vardı. Betül de dikkat çekici kıyafetinin üzerine kırmızı bir şal örterek kendini hem soğuktan hem de aç gözlerden korumayı başarmıştı.

“Çok güzelsin küçük kız,” diye fısıldadı Rüzgâr kulağıma. Nefesi yakıcı bir yaz esintisi gibiydi.

“Teşekkür ederim mavi kuş. Sen de her zamanki gibi çok yakışıklısın.”

Ona gülümsedim. Biran durup bana ışıltılı gözlerle baktı.

“Her hareketinle bu akşam gerdek gecemizi kaçırdığımı bana hatırlatıyorsun,” diye inledi.

Gülmedim arkadaşlar. Komik değil acıklı bir sahneydi. Oyuncağını kaybetmiş bir çocuk gibi ağlamaklı karşımda duruyordu.

“Bundan sonra her gecemiz gerdek sayılır,” dedim. E ne dediğimi anladığımda dudaklarımı birbirine bastırdım. Arsızlık bulaşıcı olabilir miydi?

Rüzgar kesik bir kahkaha attı.

“Aslında haklısın ama yine de o gece neden bu gece olmasın?”

Çünkü senin aklın fikrin mafya işlerinde olduğu için yalnız kalamıyoruz don kişot kocacığım!

Demedim kızlar sakin olun.

Kapıda bekleyen mini etekli şık bir siyah takım giymiş, minyon tipli bir kız bize isimlerimizi sordu. Sonra kulaklığı ile birine ismimizi iletti. Bu pek alışık olduğum bir karşılama töreni değildi. En fazla sinemada görevli bilete bakıp yerimi göstermişti ki artık onu yapan bir görevli de yoktu. Bileti gösterince “geç otur işte bir yere,” dercesine suratıma bakıyorlardı.

Genç kızın ardından ilerlerken evin dev yağlı tablolar ve vazolarla süslü halı döşemeli ahşap zeminli koridorundan ilerliyorduk. Bazı odaların kapısı açıktı. İçeride insanlar oturmuş ellerinde tuttukları kadehlerle beraber koyu bir sohbete dalmış gibi görünüyordu. Şöyle bir göz gezdirdiğimde odalar modern ve şık mobilyalarla döşenmiş ve oldukça geniş gibi görünüyordu. Ama kız bizi koridordan evire çevire döndürerek tavanı ve dört bir yanı camla kapanmış geniş bir salona getirdi. Burası kitaplarda okuduğum balo salonlarına çok benziyordu. Yerler siyah beyaz karolarla döşenmişti. Bir köşede sarmaşıklarla güller hemen göze çarpıyordu. Kenarlarda ahşaptan süslü oturaklar vardı. Odanın ön cam duvarı zifiri karanlık bir deniz manzarasına sahipti. Biraz uzakta renkli ışıkları ile boğaz köprüsü İstanbul’un kolyesi gibi parıldıyordu.

Benim hayatımda gittiğim en şık toplantı salonu ilçedeki pahalı düğün salonundan ibaretti. Belki de bu yüzden salon bana oldukça ihtişamlı ve masalsı görünüyordu. Rüzgar’ın tenime değen parmaklarının ılıklığı ile irkildim. Bir süredir öylece durmuş odayı inceliyor olmalıydım. Rüzgâr bir elini sırtıma koyup yürümem için hafifçe yönlendirdi.

“Sanırım biraz kenara çekilsek iyi olur,” derken zoraki bir şekilde gülümsemeye ve odadaki kalabalığı göz ucu ile incelemeye çalışıyordu. İçeride yüzden fazla insan olmalıydı. Erkekler şık takım elbiseler giymişti. Tıpkı Rüzgâr ve Yağız gibi. Ama tabi ki Rüzgâr hepsinden daha yakışıklıydı çünkü yakut rengi gözleri ile uyumlu lacivert takım elbisesi bana Howl’u hatırlatıyordu.

Kadınların giyim zevki birbirinden çok farklıydı. Bazıları prenses gibi kabarık ve taşlı elbiseler giymişti. Bazıları ise daha cüretkâr mini, dar ve transparan elbiseler giymişti. Hepsi ilgi çekici olmaya çalışıyor ve bunda başarılı oluyor gibiydi. Benim üzerimde nikah töreninde giydiğim beyaz elbise duruyordu. Kendimi bir masalın balo sahnesinde gibi hissediyordum. Sanki birazdan camlar buz tutmaya ve insanlar donup kalmaya başlayacak ve bir lanetin ilk adımları atılacak gibiydi. Bir anda üşümüş gibi ürperti hissettim. Görevli kız yanımızdan ayrılmadan önce ceketimi aldığı için de üşüyor olabilirdim. Aslında içerisi serin değildi. Ve ilginç bir şekilde havasız da değildi.

Sarmaşıklarla süslenmiş duvara hayranlıkla bakıyordum. “Doktor Rüzgâr Aksoy,” diyen bir erkek sesi ile başımı yana çevirdim. Orta yaşlı bir adam bize doğru geliyordu. Yaşını tahmin edemiyordum çünkü sağlıklı ve dinç görünüyordu. Saçları hafif beyaz olsa da cildi parlak ve sağlıklıydı. Sigaradan sararmış iri dişleri ile sırıtarak Rüzgar’a bakıyordu. Yanında lüle yaptığı sarı saçları ile Marilyn Monroe’ye benzeyen bir kadın vardı. Kadın bizimle ilgilenmiyormuş gibi sıkılgan tavırlarla konuklara bakıyor ve sanki birini bulursa hemen yanımızdan ayrılacakmış gibi duruyordu.

Rüzgar adamı görünce kaşlarını kaldırdı. “Zengin iş adamı Eymen Ulusoy,” dedi biraz ima yaparak. Karşısındaki adam gülümseyerek hatta biraz kaba bir şekilde gülerek karşılık verdi.

“Seni buralara hangi rüzgar attı?” dedi ve güldü. “Anlıyorsun ya rüzgar,” dedi ve tekrar güldü. Zengin olduğu için kendini komik sanan adamlardan biri gibi duruyordu.

Rüzgar bozuntuya vermeden “Güzel bir parti olacağını duydum ve bu eğlenceyi kaçırmak istemedim,” dedi.

“Arkadaşlarınla gelmişsin,” dedi adam. Sanırım mağara adamı dilinde bunlar da kim demek istiyordu. Rüzgar elini belime attı ve “Eşimle geldim. Tanıştırayım Gülce Aksoy,” dedi. O sırada nefesin tutuldu ve göğüs boşluğumdan mideme kızgın çöllerden kopan bir hava dalgası hızla hücum etti. Her bir kelimesi ayaklarımı yerden kesiyordu. Eşim… Gülce aksoy… ahey ahey ahey!

Karşımızdaki adam tek kaşını kaldırıp inanmamış gözlerle beni baştan aşağı süzdü.

“Ben seni gay sanıyordum,” dedi. Kısa bir şok anı geçirdik. Aynı anda Betül, Yağız ve ben birbirimizee bakıyorduk. Ben Betül’e “ben demiştim sana,” der gibi bakmış olabilirim.

“Eh demek ki yanılıyormuşsun,” dedi Rüzgâr ve elini belimde yavaşça dolaştırmaya başladı. Bu huzursuz bir insanın hareketine benziyordu.

“Her insan yanılabilir doktor, senin adına sevindim,” dedi adam. Betül’e dikkatle bakıp bir şey sormak üzereydi ama yanındaki bayanın kolunu çekiştirip kulağına bir şeyler fısıldaması ile kısa bir an grupta sessizlik oldu.

“Şimdi gitmem lazım ama yine görüşelim,” dedi biz gülümseyerek karşılık verdikten sonra da salonun başka köşesine doğru ilerledi.

Rüzgâr yanımızdan geçen garsonun tuttuğu tepsiden küçük sandviç tarzı atıştırmalıktan alıp ağzına aldı.

“Şimdi ne yapacağız,” diye sordu Yağız.

“Ağı attık. Tek yapacağımız balık yakalayana kadar beklemek,” dedi Rüzgar ve kenara dizilmiş masalardan birine geçip tabakta duran atıştırmalıklardan bir tane daha ağzına attı.

“Bunlar gerçekten lezzetli,” dedi. Betül de bir kanepe alıp ağzına attı. “Gerçekten lezzetli,” dedi. Yağız derin bir nefes alıp burnundan homurdanır gibi nefesini verdi.

Hafif bir müzik eşliğinde muhabbet eden insanlar kadar sıkıcı bir topluluk daha görmemiştim. bu kadar sıkıcı bir organizasyonda zenginlerin ne aradığını düşünmeye başlamıştım ki bir anda ışıklar kapanıp müzikler değişti. Deniz manzarasına bakan cam dubarın önünde fark etmediğim bir platform vardı ve oraya dansçılar çıkmıştı. Yarı giyinik dansçılar oldukça kıvrak hareketlerle dans ediyordu. Işıklar insanı kıpır kıpır hissettiriyordu. Parti biraz hareketlenmeye başlamıştı. Betül yerinde hafife kıpırdanıp dansçılara ayak uydurmaya çalışırken alkolün etkisindeki bazı misafirler çoktan müziğin ritmine kendini kaptırmışlardı bile. Bu sırada gürültülü, hareketli ve kalabalık ortamın içinden takım elbiseli bir adam insanları yara yara üzerimize doğru gelip Rüzgar’ın kulağına bir şeyler fısıldadı. Rüzgar’ın gözleri ışıldarken onun beklediği haberi aldığına emindim.

“Ben biriyle görüşüp geleceğim. Siz eğlenmeye devam edin,” dedi Rüzgâr. Müziğin sesi tüm sesleri içine çekiyor ve bastırıyordu. Ona başımı sallayarak tamam dedim ama benim de en yakın lavaboyu ziyaret etmem gerekiyordu. Rüzgar’ın kolunu tuttum.

“Ben de geleyim,” dedim.

“Olmaz,” dedi Rüzgâr. “Tek gitmem daha güvenli.”

“En azından lavaboya kadar,” dedim masum bir ifade ile. Rüzgâr yüzüme bakıp “tamam anladım. İhtiyaç diyorsun. Tamam,” dedi.

Dansçılar gelmeden önce daha ferah olan salon artık insanların sıkışıp kaldığı bir alana dönüşmüştü. İnsanları itip kakarak ilerlerken Rüzgâr elimi sıkıca tutuyordu. Öndeki adamı takip ediyorduk. Sanki çetin arazi şartlarında ilerlemek gibiydi. Oysa büyük ve geniş bir salonu dolduracak kadar insan vardı. Belki yüz en fazla iki yüz kişi. Ama birçoğu sahneye odaklandığı ve bazıları da çakır keyif olduğu için aralarından geçmek çok da kolay olmuyordu. Sonunda odadan çıktığımızda derin bir nefes aldım. Zorlu bir etabı atlatmış bir yarışmacının rahatlığı ile etrafıma bakıntım. Koridor da salon kadar hareketliydi. Koşuşturan garsonlar, takım elbiseli görevliler bir de erkenden sarhoş olmayı başaran arkadaş ya da eşlerini partiden götürmeye çalışan insanlar vardı. Bir kadın dağılmış saçları ve siyah transparan elbisesinin içinde sayıklayarak yanımızdan geçerken yanındaki erkek arkadaşı “Tamam hayatım haklısın,” diyerek onu sakinleştirmeye çalışıyordu.

Koridoru ve insanların sohbet halinde olduğu odaları geçtik. Merdivene ulaştığımızda artık kalabalık kalmamıştı. Sakin ve garip bir sessizlik vardı. Müziğin sesi buraya kadar gelmiyordu bile. Oysa birkaç oda uzaklıktaydı salon.

Yüzlerce insanın alt katta bir yerlerde eğlendiğine dair hiçbir işaret olmayan ikinci kata çıktık. Burası alt katın odalara bölünmüş haline benziyordu. Alan genişti ama çok fazla oda yoktu. Önümüzdeki takım elbiseli adamı takip ederken halıyı duvarları yanından geçtiğimiz tablo ve vazoları göz ucuyla inceliyordum. Eski zamandan kalma bir sarayın içinden geçen bir turist gibiydim. Eşyalar dokununca bozulacak kadar değerli görünüyordu.

Bir odanın kapısında durduk. Kapıda duran asık suratlı, iri bir vücuda sahip bir adam vardı. bizi getiren adamla kısa bir fısıldaşmanın ardından iri olan kapıyı açtı ve içeri girmemizi işaret etti.

“Eşimin lavaboya gitmesi gerekiyor. Ona yolu gösterebilir misiniz acaba?” dedi Rüzgâr kibar bir şekilde. Aslında ben lavaboya gideceğimi unutmuş odaya girmeye hazırlanıyordum. İri cüsseli görevli Rüzgar’la beraber odaya girerken diğer takım elbiseli zayıf ve çelimsiz görünen adam bana başı ile onu takip etmemi işaret etti. Kibar sayılmazdı. Kibar olması da gerekmiyordu zaten.

Üç kapı ilerleyip koridorun karşısındaki bir kapıyı işaret etti.

“Lavabo burası, bekleyeyim mi?”

Derdini anlatacak kadar Türkçe bilen birine benziyordu.

“Gerek yok teşekkür ederim. Ben aşağı inip balo salonuna dönerim buradan.”

Gülümsemeye çalıştım ama söylediklerim bana bile inandırıcı gelmemişti. Sanki aşağıda yüksek sesle dans eden dansçılar ve yüzlerce kişi yokmuş gibi bir ölüm sessizliği içindeydik.

Adam omuzlarını silkti. Yüzünde derin bir yaradan kalma izler vardı. Sağ göz kapağı hafif düşüktü ve bu görüntü sanki baygın bir şekilde bana bakıyormuş hissine kapılmama neden oluyordu.

“Merdiven koridorun sonunda,” dedi. Elini geldiğimiz yöne doru uzatıp işaret parmağı ile o yönü gösterdi.

“Çok yardımcı oldun, teşekkür ederim.” Kibarca gülümserken adamın ne demek istediğimi anlamaya çalışan bakışlarını geride bırakıp lavaboya girdim.

İlk önce bir şaşırdım acaba yanlışlıkla başka bir odaya mı girdim diye. Çünkü lavabo bir saray odası kadar süslü görünüyordu. Neredeyse iki oda genişliğindeydi. Belki de üç. Beyaz ve altın sarısı ağırlıklıydı. Yerlerde beyaz renk üzeri altın varaklı işlemeler vardı. Lavabolar, dolaplar ve tuvalette neden olduğunu anlamadığım tablolarla vazolar aynı ışıltıyı üzerinde taşıyordu. İnsan burada hacetini gidermeye kıyamazdı. Atalarımızın açtığı çukurları kullandığını düşünürsek ki ben o atalardan çok da uzak olmayan bir köylü felsefesi ile büyümüştüm. Burası gereksiz bir ihtişama sahipti.

Çekinerek ve sanki ayıp bir şey yapıyormuş hissi ile lavaboyu kullandım. Sanki her an biri gelip “senin burada ne işin var köylü Kezban?” diyerek karşıma geçecek ve kahkahalar atıp işaret parmağı ile beni gösterecek gibi bir hal vardı üzerimde.

Beyaz mermerden tek bir kusuru veya lekesi olmayan lavaboda yüzümü yıkayıp kenarı altın çerçeveli aydan kendimi telkin ettim.

Kendine gel Gülce. Sen artık Aksoy’sun. Gülce Aksoy.

İsmimi bu şekilde söyleyince birden kıkırdama isteği ile dolup taştım. Evli bir bayandım ve sevdiğim adam birkaç oda ötedeydi.

Lavabodan çıktım ve merdivenlere doğru giden koridorda ilerlemeye başladım. Önünden geçtiğim odaların kapısını açma dürtümü bastırmaya çalıştım. Açıkçası daha önce böyle büyük ve ihtişamlı bir eve konuk olarak gelmemiştim. Aksoyların salonu hariç büyük bir villanın içinde bulunmamıştım bile. Bu yüzden her şey bana başka bir gezegenden gelmiş gibi geliyordu. Birkaç odanın kapısını ağır adımlarla geçtim ve sonra o sesi duydum. Metalik bir sesti. Güçlü ve kulak tırmalayıcı bir sesti. Kısa bir an tepe noktasına çıkıp sonra boşluk tarafından emilmiş gibi kaybolan sesin geldiği yöne doğru ilerledim. Bir kapının önünde durdum. Bütün kapılar birbirine benzediği için emin olamasam da bu kapı biraz önce. Rüzgar’ın içeri girdiği odanın kapısına çok benziyordu. Olmayabilirdi de. Ev büyüktü ve oda doluydu. Yine de kulağımı kapıya dayadım ve içeriden inlemeye benzer bir ses geldi.

“Abin beni senin hakkında uyardı Rüzgar Aksoy. İşlerimize burnunu sokmaya çalışacağını biliyordum. Ama bu kadar cesur ve bu kadar aptal olabileceğine inanmamıştım doğrusu,” diyen sesi duydum. Bu bize partinin başında selam veren o adamın sesiydi. Belki de değildi. Bir kapının arkasından duyduğum boğuk ve nispeten uzak bir sesti. Ama o konuştuktan sonra acı ile “Ah,” diyen sesin kime ait olduğuna emindim.

Hiç düşünmedim.

Düşünecek zamanım olmadı.

Kapıyı açtım ve içeri daldım.

 

 

 

 

Loading...
0%