Yeni Üyelik
30.
Bölüm

Bölüm 29

@yazarkasa

Hastaneden dönerken Rüzgâr başını omzuma yasladı. Onun bu yakınlığı ilk başta beni tedirgin etse de bir süre sonra varlığını hissetmeye çok alıştığımı kabul etmek zorunda kaldım. Nefes almak kadar gerekli ve nefes almak kadar doğal bir şeydi. Rüzgar’ın teni ateşten bir giysi gibi yanımda sıcaklık yayarken onu üzerime giymek istiyordum. Kokusu tenime sinsin, nefesi nefesime değsin istiyordum. Sonra bir anda bütün bu isteklerin anneme, aileme ihanet olup olmadığını sorgularken buluyordum kendimi. Bu ikilem beni yormaya başlamıştı. Kalbim sevmek aklım nefret etmek istiyordu. Ama ben ikisini de beceremiyordum.

Rüzgâr eve geçene kadar sessizce omzumda yattı. Betül ön yolcu koltuğunda oturuyordu. Arabada kimse konuşmaya cesaret edememişti. Sessiz bir yolculuk oldu. Şehrin gürültüsünün ve telaşının içinde sessiz sedasız evine giden dört garip insandık. Aslında konuşacak o kadar çok şeyimiz vardı ki belki de nereden başlayacağımızı bilemiyorduk.

Arabadan indiğimizde Yağız Rüzgar’ın koluna girdi. Onun sıcaklığından uzaklaşmak kalbimi üşüttü. Hemen sonra Betül koluma girip bana destek oldu. Sanki benim de bacağımda koca bir yara izi vardı ve yürüme yetimi zar zor ifa ediyordum. Sanki Rüzgâr benim ruh ikizimdi ve onun yarası beni de etkiliyordu. Böyle bir şey olabilir mi sevgili okuyucu? Tek yumurta ikizi gibi onun acısını kendi acımmış gibi hissetmem normal mi? Ona öfkelenememem peki? Haksızlık değil mi? Yazıklar olsun kalbim sana. Yirmi küsür yıllık hayatımda ilk defa aklımı yarı yolda bıraktın.

Eve geçince Betül’le herkese kahve yaptık. Birkaç yudum kahve içmiştik ki Yağız dayanamayıp konuyu açtı.

“Şimdi ne yapacağız kardeşim?”

Rüzgâr bana baktı. Benden izin ister gibi ya da söyleyeceği şey için özür diler gibi bir hali vardı.

“Önümüze bakacağız. Siz arka planda kalmaya devam edeceksiniz. Ben iyileşene kadar hamle yapmayacağımı düşünüyorlardır şimdi.”

Rüzgâr oturduğu koltukta duruşunu düzeltti.

“İyileşmeyi beklemeyecek misin? Dikişlerin daha kurumamışken yine bir mafya babasının önüne mi atacaksın kendini?”

Bunu soran Betül’dü sevgili okuyucu ben değildim. Betül benden önce davranmıştı. Hatta kendini durduramayıp bir nefeslik ara verdikten sonra devam etmişti.

“Ne yapabilirsin? Planlarını kendine saklıyorsun. Bildiklerini kendine saklıyorsun. Bu adamlar güçlü, acımasız, katil. Hepsi pisliğin teki. Sen tek başına ne yapabilirsin? Ya da biz şu dört kişi ne yapabiliriz?”

Rüzgâr sırıtarak Yağız’a baktı. Dudaklarından sessizce ‘Allah kolaylık versin kardeşim’ cümlesi döküldü.

“Yapabileceğim kadarını yapacağım. Bazen küçük bir delikten ancak bir karınca girebilir. Bazen bir sinek. Ne bileyim küçük bir mikrop. Küçük olmak avantajdır çoğu zaman. Seni kimse fark etmez. Önemsemez. Bazen büyük adamlara savaş açmak için içeriye küçük bir köstebek sokmak gerekir. Bir insanı küçük bir kurşun yerle bir edebilir. Ben kendimi küçümsemiyorum. Şimdiye kadar onları öyle rahatsız etmişim ki bana göz dağı vermek istediler. Gerçi bunu hesap etmemiş olmam büyük hata ama bu da bir ders.”

“Ne yapmayı planlıyorsun kardeşim?”

Rüzgar derin bir nefes aldı.

“Önce birkaç gün dinleneceğim. En azından ağrılarım dinene kadar. Dinlenirken de düşünür bir şeyler buluruz.” Bana baktı. “Belki bu son vuruş olur. Son bir jübile. O yüzden ince düşünmek lazım. Hemen öfke ile karar vermemek en doğrusu olacak.”

Senin için bu hayatı bırakıyorum demek mi istiyordu acaba? Ondan böyle bir şey talep etmemiştim. Ama işin tehlikelerini düşünürsek bu kararı için minnettardım. Bir çocuk doktoru için fazla riskli bir hayat yaşadığı bir gerçekti. Klark Kent gibi gündüz doktor akşam süper kahramancılık oynuyordu. Ama benim kahramanımın özel güçleri yoktu.

“Anlaşılan balayında rahatsız edilmemek istiyor eniştemiz,” dedi Betül alayla. Yüzümde ani bastıran bir sıcaklıkla başımı eğdim. Balayı, gerdek kelimeleri beni germeye başlamıştı.

“Öyle de diyebiliriz,” dedi Rüzgâr hiç rahatsız olmamış gibi. Sonra bana döndü “Balayımızı böyle tatsız geçirdiğin için özür dilerim sevgilim. Ama bunu ilk fırsatta telafi edeceğim. Söz veriyorum.”

Senin verdiğin sözleri yerim çakma Howl’um benim…

Seninle her gün balayı, seninle en kötü anı bile benim için mücevher değerinde, en kötü günde bile yanında olmak benim için şükür sebebi…

“Önemli değil,” dedim yutkunarak. İçimdeki o romantik kadın dışarı çıkamadan can vermiş ve yerine hödük bir Gülce bırakmıştı. Hödüklüğüm konusunda hemfikir miyiz sevgili okuyucu? Teşekkür ederim.

Kısa bir sessizlik oldu. Herkes bardağını dudağına götürüp sırıtışını örtmeye çalıştı. Herkes dediğim de Yağız ve Betül ikilisi. Rüzgâr bana bakmaya devam ediyordu. Zümrüt yeşili gözleri ve kuzguni siyah saçları kalbime doğrultulmuş bir silah gibi tetikte bekliyordu. Onunla olmayı deli gibi arzularken içimdeki şüpheler beynimi kemirip huzurumu bozuyordu.

Ey aşk! Sen ne kadar mantıksız ne kadar acımasız ve ne kadar bedbaht bir duygusun böyle?

Yağız ve Betül hızlıca kahvelerini içip yanımızdan ayrıldılar. Onları uğurladıktan sonra uzun kanepede oturan Rüzgar’ın uzağındaki tekli koltuğa oturdum ve pencereden dışarı seyretmeye başladım.

“Neden yakınıma gelmiyorsun gül güzeli? Bir şey mi oldu?”

“Bir şey yok,” dedim telaşla. “Ağrın vardır diye… Belki canın acır…”

“Senin bana uzak durman canımı acıtır benim küçük sevgilim. Benim ağrı kesicim sensin…”

Ah romantik olacak zaman mı şimdi? Hayatımın aşkı mısın kan davalım mısın bir çözseydim önce. Kalbimin bir tarafı erirken bir tarafı taş gibi kaskatı kesilmişti.

“Acıktın mı? İlaç içmeden önce bir şeyler mi yesek?” diye sordum yine aynı telaşla elim ayağıma dolanır bir halde. Yerimden kalktım ve mutfağa gitmek üzere kapıya yöneldim.

Rüzgâr telefonunu çıkardı ve eline aldı. “Canın ne istiyor söyle? Ben balayında karısına yemek yaptırdı demem. Hatta balayından sonra da yapma. Sen sadece yanımda ol yeter.”

Pislik! Kalbimi hedef almış tüm kurşunlarını harcıyordu. Bu gece gerdek diye tutturmazdı inşallah. Hiç havamda değilim sevgili okuyucu. Bu gece olmaz başım ağrıyor.

“Bilmem ki… Canım bir şey istemiyor.”

“En sevdiğin yemeği söyle. Ya da hiç yemediğin tadını merak ettiğin bir şey söyle. Hadi ama.”

“Aklıma bir şey gelmiyor.”

“Şusi söyleyelim mi?”

Yüzümü ekşittim. “Çiğ balık yiyemem ben.”

“O zaman noddle, ramen tarzı bir şey olsun.”

“Beş dakikada çubuk makarna yaparım ben. Ne gerek var.”

Rüzgâr burnundan soludu. “Zor bir gurmesin. O zaman karışık kebap söyleyelim. Türk usulü.”

“Olabilir.” Sonunda bildiğim dilden konuşmasına sevinmiştim. Kebap dediğinde midem hani nerde diye sorarcasına bir burkulmuştu. Ayak üstü atıştırdığımız sandviçler dışında iki gündür doğru düzgün bir şey yememiştim.

“Yanıma gelecek misin?”

“Bilmiyorum.”

“Korkma sana bir şey yapmayacağım. İstemediğin bir şey yani. Sadece yanıma gelmeni istiyorum. Ve neden bana soğuk davrandığını merak ediyorum.”

Kaşlarımı kaldırıp yok öyle bir şey diye itiraz edecektim ama gözlerini kısıp bana baktı.

“Ben seni kitap gibi okuyorum sevgilim. Aklında yüzlerce tilkinin döndüğünü, kafanı karıştıran bir konu olduğunu anlıyorum. İstemiyorsan anlatma. Gel yanıma sadece sarılıp sessizce oturalım. İnan öyle yorgunum ki… sen bana öyle şüpheyle baktıkça daha da yoruluyorum.”

Şüpheyle baktığımı nereden anlamıştı ki? O kadar mı belli ediyordum duygularımı? Açık bir kitap gibi okunacak kadar şeffaf mıydım? Yoksa bu sadece ona özel bir yetenek miydi? Bana baktığında ruhumu tüm çıplaklığı ile görebiliyor muydu?

Kendime engel olamayarak ama yavaş adımlarla Rüzgar’ın uzandığı kanepeye doğru gittim. Rüzgar biraz geriye doğru yanaşıp bana yer açtı. Önce acemi bir gelin misali kibar ve iğreti bir şekilde kenarda oturdum.

“Hadi yaklaş. Korkma. Seni ısırmam.”

Komik değildi o yüzden gözlerimi devirdim. Rüzgar yanına uzanmamı istiyordu. Ama kanepe dardı ve ben böyle bir sahne için hazır değildim. Yine de yavaşça eriyen bir dondurmanın külaha yayıldığı gibi kanepede kıvam aldım. Ne ara başımı onun koluna koyduğumu bilmiyorum.

“İyi misin Gülce? Bu sabahtan beri garip davranıyorsun. Bana kızgınsan söyle. Bunu çözebiliriz. Ama böyle yaparsan sorun senin içinde büyür. Önce kendine sonra bize zarar verir.”

Derin bir nefes aldım. Haklı olabilirdi ama bunu itiraf etmek işime gelmiyordu.

“Bir sorun yok,” dedim kısaca. Ama sesim bana bile inandırıcı gelmedi.

“Tamam öyle olsun. Ama seninle bir anlaşma yapalım. Olur mu?”

Anlaşmaları sevmem. Anlaşmalar kötüdür. Temkinli davranıp ses çıkarmadım.

“Bundan sonra bir sorun olduğunda içimize atmayalım. Biz artık karı kocayız. Birbirimizden gizli saklımız, sırrımız olmasın. Kendimize saklayıp çoğaltmak yerine derdimizi paylaşıp yükümüzü bölüşelim. Olmaz mı?”

Ağlayabilirdim sevgili okuyucu ama ağlamadım. Dudaklarımı ısırıp nefesimi tuttum. Konuşmak anın büyüsünü bozacak gibi hissediyordum. En azından benim konuşmam. Ama o hep konuşsun istiyordum. Rüzgâr hep konuşsun ve sözleri ile kalbimi avutsun.

Rüzgar’ın teninin sıcaklığını boynumda, nefesini kulaklarımın arkasında hissedebiliyordum. Kollarını bedenime sıkıca sarmıştı. Onun varlığını hissetmek bedenime tatlı bir rehavet veriyordu. Daha çok sarılsın daha çok yaklaşsın istiyordum. Tenime değen dudaklarının yumuşak dokunuşu içimi kamaştırıyordu. Aynı anda hem ateş gibi yakıyor hem de buz gibi donduruyordu.

İrkildim.

Ürperdim.

Aynı anda rahatlayıp aynı anda gerildim.

Bedenimi koltukta çevirip Rüzgar’ın yüzünü görecek şekilde döndüm. Zümrüt mavisi gözleri tutku ile parlıyordu. Bakışları kalbimi hızlandırırken nefesim göğsümün ortasında takılıp kalıyordu. Rüzgar’ın aheste bir ritimle inip çıkan göğsü ve kalp atışlarının bedenime verdiği titreşim kimyamı bozuyordu.

“Benim küçük sevgilim… Çok güzelsin…” dedi Rüzgâr. Sesi kısık ve nefes nefeseydi.

Dudakları dudaklarıma değmek üzereydi. Ve bunu deli gibi istiyordum. İkimiz de nefes nefese kalmıştık.

“Ben abinle konuşum. Bu sabah.”

Bir anda ağzımdan çıkan kelimelerle Rüzgâr olduğu yerde durdu. Gözlerini kırpıştırdı.

“Anlamadım. Ne yaptın?” dedi şaşkınlıkla.

Loading...
0%