@yazarkasa
|
Sabah kuş sesleri ile uyandığımda kendimi köydeki yatağımda sabahı karşılamış sanki oradan hiç uzaklaşmamış gibi hissettim. Gözümü açtığım o ilk anlarda nerede olduğumu kavrayamadığım sabahlardan biriydi. Buraya geldiğimizden beri her sabah olduğu gibi o sabah da gerçek hayata dönmek ve nerede olduğumu hatırlamak için kısa bir süre tavana bakmam gerekmişti. Çok yorgun hissediyordum. Köyde onca işi yapan ben, burada hiçbir iş yapmadan yorgun hissediyordum. Bazen burada ne işim var benim diye bağırmamak için dilimi ısırmam gerekiyordu. Özellikle küçük ev denilen çalışanların koşuşturduğu eve giderken aynı düşünce aklımda yanıp yanıp sönüyor kafamda birileri evine dön kızım buralar sana göre değil diye bağırarak feryat figan ediyordu. İsteksizce yatakta doğrulup odaları dolaşan tereyağlı menemen kokusunun kaynağına doğru ağır ve aksak adımlarla ilerledim. Babam İstanbul’a taşındığımızdan beri daha dinç ve daha keyifli görünüyordu. Bunun eniştemden ve köydeki dertlerinden uzaklaşması ve buradaki işlerini sevip insanlarla iyi anlaşmasından kaynaklandığını biliyordum. Onun adına seviniyorum. Onu mutlu görmek üzerimdeki sorumluluk ve suçluluk duygusunu hafifletiyor. Benim yüzümden köyden kaçmış olabilir ama mutlu diyorum kendime. Ve sabahları kahvaltı hazırlıyor. Bu mutlu bir babanın göstergesi değil midir? Kışın sabahları biz kalkmadan sobayı yakan, ekmekleri tepesine dizip kızartan ve tereyağı ile balı getiren genelde annem olurdu. Onun pişirdiği menemen kokusuna uyanır hatta uyandığımda ben uyurken ne kadar çok iş yaptığını görüp hayrete düşerdim. Annem öldükten sonra bu işleri babamla bölüşmüştük. Ama yine de babamı ocağın başında gördüğümde içimde tarifsiz bir boşluk hissi oluşuyordu. Eksik bir şeyi arar gibi, sızlayan bir yarayı sıvazlar gibiydi bu sahne. Keşke anneler ölümsüz olsa… “Bidondan peynir çıkar da masaya koy,” dedi babam gözünü tavadan ayırmadan. Bidondan büyük bir parça köy peyniri çıkardım ve bir tabağa aldım. Masaya koydum. Bir başka bidondan kendi kurduğumuz zeytinlerden çıkardım. Köyden getirdiğimiz son domates ve salatalığı da doğradım. Küçük evden kumanya olarak verilen ekmek ve reçelleri de masaya koydum. “Gülhan’ı da uyandır da soğumadan yesin.” Seve seve kabul ettiğim ablalık görevlerimden biri de sevgili kardeşimi eziyet ederek sabah uykusundan uyandırmaktır. Ben iyi bir ablayım. O yüzden kardeşim ne kadar naz yaparsa ve uyanması uzun sürerse ona göre şiddetini artıran yöntemlerim var. Severek, mıncıklayarak başlayan uyandırma çalışmalarım son olarak bir bardak suyun kafaya boca edilmesi ile ve hemen ardından koşarak kaçıp babamın arkasına sığınma talebi ile bitiyordu. Han artık büyümüş ve serpilmişti ve gücünün ayarı yoktu. Oysa eskiden onu uyandırmak çok daha zevkliydi. En azından dayak yeme ihtimalim yoktu. Bir keresinde uyku hali ile yüzüme bir yumruk atmıştı ve günlerce bulanık görmüştüm şiş göz kapaklarımın arasında. Her gördüğünde özür dilese de artık ona yaklaşırken daha dikkatli olmam gerektiğini kafama yazmıştım o günden sonra. Kardeşim çoktan uyanmış ve beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Yatağın kenarına oturmuş ve uyansam mı acaba diye düşünerek ayaklarına bakar vaziyette bekliyordu. “Ne düşünüyorsun minik cırbağa?” “Ablam ne zaman gelecek ve masa kuruldu diyecek diye düşünüyordum.” “Pis tembel.” Elime geçen bir kalemi Han’a doğru fırlattım. “Masa kurulana kadar böyle oturup bekleyecektin değil mi? Hain kardeş!” “Ne var abla ya? Uyanamadık daha.” Han eli ile ona attığım ikinci kurşun kalemi geçiştirmeye çalıştı. “Enerjimi toplayamadım daha. Midem boşken enerji üretemiyorum.” “Senin miden boşalmaz ki? Üç gün yemek yemesen miden kendini ancak toparlar. Şişko yalancı! Pis ergen! Kalk artık hadi.” Han’ın yastığını alıp kafasına vurmaya başladım. “Abla ayıp oluyor ama. O yastıkla daha yeni bir ayrılık yaşadık. Bunu kafama vurmana gerek yoktu.” Kahvaltıdan sonra kendime güzel bir kahve yapıp bahçedeki salıncağa geçtim. Elime Kargalar Meclisi (*Leigh Bardugo) kitabımı aldım ve kuşların cıvıltısı, yeşil ile mavinin uyumlu birlikteliği eşliğinde tıpkı köydeki bahçemde yaptığım gibi ama biraz daha konforlu olacak şekilde kitabımı okumaya başladım. Salıncak yavaş ve biraz gıcırtılı bir şekilde sallanıyordu. Gökyüzü hafif bulutlu ama masmaviydi. Kendimi büyülü bir dünyada hayal edebileceğim kadar güzel bir hava vardı. Büyülü maceraya başlamak için harika bir gün! Ama bilin bakalım ne eksikti? Tabi ki bir asam yoktu. Bir asam olsaydı ben de Harry Potter gibi oraya buraya sallayabilirdim. Dünyadaki kurbağa neslini çoğaltabilirdim. Sevmediğim herkesi kurbağaya çevirirdim. Beğendiğim her erkeğe kutsal aşk büyüsü yapar kendime bağlardım. Öğlene kadar kitap okuyup sessizliğin tadını çıkardım. Ama bir yerde küçük eve uğrayıp oradakilere görünmem gerektiğine karar verdim. Aslında orada bir işim yoktu. Bu gece itibari ile Aksoyların hastanesinde gece vardiyasında nöbetçi hastane personeli olarak işe başlayacaktım. Bu bile kendimi yorgun hissetmeme yetiyordu. Gece uykumdan feragat edecek olmak zordu. Ama Kaya Beyle her karşılaşmamızda çalışmak istediğimi dile getirdiğim için adam beni bulabildiği bir işe yerleştirmişti. En azından harçlığımı çıkartabilir belki biraz para artırırsam eniştemin babamın üzerinden çektiği ve ödemediği kredinin bir kısmını kapatabilirdim. Babamın emekli maaşının büyük bir kısmı bu kredinin borcuna gidiyordu. Bahçe işlerinden de yüklü bir geliri olmayacaktı. Han’ın ve benim okul masrafımız bile babamın ödeme gücünü aşacak giderlerdi. Bunları düşünmekten yorulmuştum. Bir şeyleri düzeltmeye, uydurmaya, toparlamaya çalışmaktan bıkmıştım. Sürekli babamı ve Han’ı düşünüp endişe etmek beni hasta ediyordu. Ama düşünmeden de edemiyordum. Dalgın bir şekilde büyük evin mutfağına doğru ilerledim. Ev ıssız ve terkedilmiş gibi duruyordu. Dışarıdan o kadar sessiz ve sakindi ki insan içinde birilerinin yaşamasına ihtimal vermiyordu. Ev dışarıdan yaşam belirtisi göstermiyordu. Gerçi içinde bir hasta barındırıyordu. Hastalıklı bir evdi burası. Serhat Aksoy bir odada makinelere bağlı bir şekilde yaşıyordu. Bir hemşire ve bir bakıcı kendisi ile ilgileniyordu. Konuşamıyor, yürüyemiyor hatta yardımsız çok fazla hareket edemiyordu. Bunları küçük Eyşan’dan öğrenmiştim. Evin her türlü sırrını bilen ve zamanı geldiğinde bu sırları kullanmaktan çekinmeyecek bir kıza benziyordu. Tam bir şeytan pardon Eyşan’dı. Mutfakta Şebnem abla, Leyla ve Eyşan’ın annesi Fatma vardı. Önlerine kahve fincanlarını almış gülüşerek konuşuyorlardı. Erkekler evde değildi. Muhtemelen bahçede takılıyorlardı. Gündüzleri çağırılmadıkça evin içinde olmadıklarını fark etmiştim. Şebnem abla beni görünce gülümsedi ve hemen bir kahve hazırlayıp masaya oturmamı teklif etti. Onunla iyi anlaşıyordum. Leyla çok sıcakkanlı ve sevecen bir kızdı. Ama Fatma mesafeli ve biraz kibirli birine benziyordu. Tam bir ukala kâhya karakterindeydi. Eyşan’ın da annesine benzediğini söyleyebilirdim. “Kız bakayım bir daha göstersene şu bilekliğini?” Şebnem abla gülümseyerek Leyla’ya kaş göz işareti yaptı. Leyla biraz utanır gibi oldu ama nazı çabuk geçti. Ve kolunu kaldırıp pırlanta taşlarla süslü bilekliği gösterdi. “Bu gerçek mi? Gerçek pırlanta mı?” diye sordum şaşkınlıkla. Hiç gerçek bir pırlanta görmemiştim. Sahtesini de gördüğümü söyleyemezdim doğrusu. Annemim alyansı ve ablamın çirkin yüzükleri dışında altın takı gördüğümü de hatırlamıyordum. Gerçi takılar pek ilgimi çeken süsler değildi. Biz boğazımızdan artırdığımızı ev için en gerekli olan eşyalara harcayan insanlardık. Harçlığımdan artırdıklarımla kıyafet almak altın almaktan daha mantıklıydı sonuçta. “Tabi ki gerçek. Yirmi bin lira verdim buna.” İçinden geçen kelimeleri yutkunarak susturdum. “Demek ki iyi maaş veriyorlar burada,” diye mırıldandım. Beni evde işe almadıkları için biraz gücenmiştim. Ama Kaya bey annesinin evde kalabalık olmasından hoşlanmadığı ve fazla çalışan istemediğini söylemişti. Mecburen hastanede iş ayarlamak zorunda kalmıştı. Aslında eve işi olmayanın girmemesi hatta erkeklerin ayak altında görünmek bile istememesi de Kaya beyi doğrular nitelikteydi. Ama yine de hastaneden alacağım maaşla pırlanta bir bileklik alamayacağım kesindi. Şebnem abla her zamanki şuh kahkahasından attı. “Ah canım maaşı iyi değil ama bahşişler gayet iyi. Tabi almasını bilirsen.” Şebnem ablanın dediğinden hiçbir şey anlamamıştım ama Fatma kaşlarını çatarak bakıp ortamdaki neşeli havayı tam alnından vurarak öldürünce aklımdaki sorular da aynı cinayete kurban gitmişti. Fatma -ki ona abla demek fazla sırnaşıkça bir hareket olur gibime geliyor, kahvesinden büyük bir yudum alıp sertçe masaya koydu. “Neyse kızlar. Sohbete doyum olmaz ama yapacak dünya kadar işimiz var. Leyla sen banyoları temizle. Şebnem abla sana da kolay gelsin. Ben de gidip hanıma bakayım bir ihtiyacı var mı diye.” Bir anda ayağa kalktı ve Leyla’ya kararlı bir şekilde bakmaya başladı. Zavallı kızcağız kahvesini hızlıca içerken Fatma da onun başında bekliyordu. Sonunda mutfaktan çıktıklarında Şebnem abla sessizliğini bozmuştu. “Kıskanıyor,” dedi kısık ama belirgin bir sesle. “Kendisi genç ve güzel olmadığı için ve artık öyle bir şansı yok. Gerçi gençken de güzel olduğunu sanmıyorum. Yine böyle suratsız bir kızdı Allah bilir.” Şebnem abla bel altından vurmaya başlamıştı. Ona hak verir gibi olsam da konuyu hiç anlamadığım için susup dinlemekle yetindim. Açıkçası ben de genç biriydim ama Leyla’nın güzelliğini kıskanmadığımı söylersem yalan söylemiş olurdum. Kız gerçekten bir manken gibi fiziğe ve bebek gibi bir yüze sahipti. Şebnem abla kahvesinden bir yudum alıp bana döndü. “Neyse şekerim. Bırakalım şu kıskanç Fatma’yı. Sen neler yapıyorsun? Okula kayıt oldun mu?” “Oldum,” dedim Şebnem ablanın şuh tavrına inat mahcup bir eda ile. Bu kadının yanında nedense kendimi pavyona yeni düşmüş köylü kızı gibi hissediyordum. Gülmeyin. Cidden insanı öyle bir hayata hazırlamak için öğüt verecekmiş gibi bir hali vardı. Erkeklerden muhabbet açacak diye tetikte bekliyor ve kaçmak için fırsat kolluyordum. “Hadi bakalım. Mühendis olacaksın yani. Maşallah sana.” Kahvesinden bir yudum aldı. “Zamanında biz de okusaydık böyle mutfak köşelerinde sürünmezdik. Gerçi Cengiz de aşçılık okulu mezunu ama işte bizi ancak buraya kadar getirdi okuması da. Neyse canım. Sen de okumuş bir koca al ama mesleğine dikkat et.” Kahkaha attı. “Sen de pek utangaçsın.” Demiştim size. Utangaç değilsem bile tüm özgüvenim içime kaçıyordu kadının yanında. “Aslında utangaç değilimdir ama…” diye mırıldandım. “Henüz alışamadım buralara…. İnsanlara.” “Canım benim, insanlar her yerde aynıdır. Yollara, evlere alışmak kolaydır ama insanlara alışmak zordur. Bence sen geldiğin yerde bir kazık yemişsin. Halin tavrın hep böyle nasıl diyeyim temkinli, mesafeli. Ama korkma bizden sana zarar gelmez. O Fatma bile soğuktur ukaladır ama iyi kızdır. Bir sıkıntın olursa çekinmeden bize gelebilirsin. İşimiz olmadığı zamanlarda da güler şakalaşırız. Biz kimseyi yargılamayız. Yargılanmaktan bıkmışız canım. Seni de yargılamayız merak etme.” Şebnem abla elini elimin üstüne koyup bana güven veren bir tebessümle bakınca artık pavyona düştük nasıl olsa rahatlığı ile kendimi muhabbetin akışına bıraktım. Biraz köyden konuştuk biraz büyük evin hallerinden. Kahvelerimizi küçük yudumlarla içip sonunda da bitirmiştik. “Ah canım, çok tatlı bir kızsın. Muhabbetini de çok sevdim. Ama Cemil Bey gelmeden yemek hazırlıklarına başlamam lazım. Sonra çok söyleniyor. Eve gidene kadar kavga ediyoruz.” Bunu o kadar sevimli bir şekilde söylemişti ki gülümsemeden edemedim. “Kolay gelsin abla. Ben de eve gidip biraz dinleneyim.” Birbirimize kolaylıklar diledikten sonra Şebnem abla mutfakta tava tencerelerle mücadele etmeye soğan, biberleri çıkarmaya başladı hızlıca. Ben de mutfaktan çıkıp eve giden ince patikadan yürüyordum. Sonbaharın ılık havası ciğerlerime turuncu pamuklar gibi doluşuyordu. Ağaçların yaprakları hafiften kurumaya başlamıştı. Gökyüzü koyu mavi zemine yayılmış pofuduk bulutlarla kaplıydı. Resim yeteneğim olsa bu manzaradan milyon dolarlık bir tablo yapabilirdim. Eve geçip kitabımı aldım ve büyük evi gören bir ağacın yüksek ama sağlam bir dalına çıkıp oraya iyice kuruldum. Cebimde köyden getirdiğimiz armutlardan birkaç tane vardı. Onları yavaş yavaş kemiriyordum. Saatlerin farkına bile varmadan zaman yokuş aşağı yuvarlanırken ben sessiz mabedimde hayal dünyamın içinde gezinmeye başladım. Kitaplar benim hayal dünyamın süsleriydi. Kitap okurken bir film seyrediyormuş hatta o filmin içindeymiş gibi hissediyordum. Veliaht prense ben âşık oluyordum mesela ya da dünyayı kurtaracak kız ben oluyordum, fakir ama gururlu o kız bendim. Ya da kitabın başında ezik olan ama sona doğru tüm özgüvenini kazanan o kız da bendim. Tüm acılarına rağmen hayatta kalan ve başarıya giden yolda pes etmeyen kız da bendim. Hepsi benim bir parçamı yansıtan aynalar gibiydi. Bazen kendimi kaptırıp gözlerim yanana kadar kitap okur o kitabı bitirmeden elimden bırakamazdım. Bazen de babam beni saklandığım yerden bulur ve tüm heyecanımı yerle bir ederdi. Tıpkı bugün olduğu gibi! “Kızım ne işi var orada? Bir saattir seni arıyorum. Bak yine saklanmış ağacın dalına. Seninle ne yapacağım ben bilmiyorum ki! Ağaç kuşu musun sen? Sincap mısın kızım?” Babam söylenerek dalın altından bana bakıyordu. “Ya baba ne var yani mis gibi ağaç. Temiz hava alıyorum burada. Hem söylemiştim kitap okuyacağım beni zor bulursunuz bir süre diye. Kitap okurken yalnız kalmak istediğimi biliyorsun sen de.” Babam homurdanarak bir şeyler söyledi. “Hadi in artık. Bir şeyler ye. Üşüteceksin oralarda.” Birkaç armut yemiştim ama yine de karnımın acıktığını fark ettim. Ayracımı kaldığım sayfanın arasına bırakıp kitabımı kapattım. Bir anda vücudumdaki bütün kaslara saplanan bir ağrı ile inledim. Her yerim tutulmuştu. Eve geçip kendime ve büyük evin internetine bağlanıp bir dizinin tüm sezonlarını izlemek için telefonunun ekranına yapışmış olan kardeşime bir şeyler hazırladım. Babam tok olduğunu söylediği için yemek sonrası çayımızı da ocağa koydum. İkindi vakti geçmeden namazımı kılıp çalışma saatim gelene kadar evde oyalanmaya çalıştım. ** Tam iki saatlik hatta biraz daha fazla süren otobüs yolculuğumun üzerine gecenin bir yarısı işe gelmek daha beni en başından yormuştu. Gün içinde hiç iş yapmayıp dinlenmeye çalışmam bile o yolculuk için gerekli enerji, motivasyon ve sabrı bana sağlamamıştı. Bir de belediyenin her durakta durması ve yolcuların inip binmesi insanı deli ediyordu. Ama sonuçta sağ ve salim olarak hastanenin kapısından giriş yapmıştım. Girişteki kıza iş için geldiğimi söyledim. İsmimi verince bir yere telefon edip onay aldı ve beni personel giyinme odasına götürüp bana kıyafet verdi. Kendimi uçak hostesi gibi hissetmeye başlamıştım. Üzerimde krem rengi bir gömlek, altında siyah bir pantolon vardı. Boğazıma mavi, turkuaz ve yeşil renlerde bir fular bağlamıştım. Ve yakamda da hastanenin amblemi işlenmişti. Saçlarımı sıkıca toplayıp at kuyruğu yaptım. Kendimi şık bir iş kadını gibi hissediyordum. Ayağımda spor yerine topuklu ayakkabı olsaydı belki daha iyi olabilirdi. Ama ben topuklu ayakkabı giymediğim için büyük ihtimalle durumu batırırdım. Giyinip hazırlandıktan sonra girişteki görevli kızların yanına geçtim. Birisinin adı Zehra diğerinin adı Sena olan bu kızlar benimle aynı şekilde giyinmişti. Zehra bana gece nöbetinde yapılacakları, gelen hastanın kaydını yapmayı anlatırken Sena bize kahve yapıp getirmişti. İkisi de güler yüzlü, güzel kızlardı. İkisi de üniversiteyi açıktan okuyup çalışıyordu. İkisi ile de hemen anlaşmıştım. Ki ben genelde ilk başlarda çekingen davranan biriyimdir. Kitap karakterlerine hemen bağlanabilirim ama gerçek insanlara karşı daha temkinli ve çekinik davranırım. Çünkü kitap karakterleri canımı yakmaz bilirim. Ama insanların kalbimi kırma konusundaki potansiyeli beni ürkütür her zaman. İlk hastamın kaydını yapıp kızlardan tebrikleri kabul ettiğim sırada içeri giren adamla birlikte donup kaldım. Kızlar da biran duraksayıp sonra “Hoş geldiniz Rüzgâr Bey,” diyerek adama saygı duruşunda bulundular. Rüzgâr kısa bir an durdu kızlara bir baş selamı verip bana baktı. Ben bir şey söyleyemedim. Bu adamın burada ne işi var derken kendi kendime babasının hastanesi gelir tabi diyerek cevap verip kafamın içinde bir tartışma başlatmıştım o anlarda. Rüzgâr parmağını bizim olduğumuz yere doğru işaret ederek “Sen, küçük kız, benimle gel,” dedi. Kızlar şaşkınlıkla birbirlerine bakarken bezgince gözlerimi devirdim. Oysa oradaki diğer kızlar hem benden yaşça daha küçük hem de tip olarak daha minyondu. Ama yine de bana hitap edildiğini anlamış ve sinir olmuştum. “Bana diyor sanırım,” dedim çekingen bir ifade ile. Kızlar şaşkınca yüzüme bakarken Rüzgâr yürümeye başladı bile. Yanıma kadar gelip başını bana doğru uzattı. “Benimle gel.” Buyurgan ve iticiydi. Ama mecburen onunla gittim. Bir kitap karakteri olsam onun parmaklarını kırar bana küçük kız diyen ağzına diş diye monte ederdim. Sihirli bir asam olsa muhtemelen ben o asayı onun… Neyse sinirlenmemem lazım. Bugün işte ilk günüm. Ve olay çıkarmak istemiyorum. Rüzgar’ın ardı sıra hastane koridorunda yürüyüp onun hızlı adımlarına yetişmeye çalışırken derin nefesler alıyor ve kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Koridorda bekleyen hastaları geçip bir odanın kapısının önünde durduk. Kapıda aynen şöyle yazıyordu: ‘Uzm. Dr. M. Rüzgâr Aksoy – Çocuk sağlığı ve Hastalıkları’ Olduğum yerde durup nasıl yani diye mırıldandım. Bu adam bir çocuk doktoru olabilir miydi? Tam bir serseri, seri katil hatta yankesici tipi olan bu adam nasıl çocuk doktoru olabilirdi? İçeri girdiğimizde gözüme ilk olarak çocuklar için çizgi film karakterleri ile boyanmış duvar, renkli ve şekere benzeyen objeler çarpmıştı. Önde sedyeden bozma bir hasta muayene yatağı gibi bir şey vardı. Arkada iki masa ve bir bilgisayar vardı. Biz içeri girince pijamaya benzeyen açık pembe tonlarındaki hemşire kıyafeti ile bir kız kalkıp “Hoş geldiniz Rüzgâr Bey, sizi bekleyen iki hasta var,” diyerek bilgi vermeye başladı. “Tamam Yasemin sen çıkabilirsin.” Genç kız şaşkınca Rüzgar’a bakıyordu. “Na-nasıl yani?” diye kekelemeye başlarken ben de içimden ‘ne oluyor burada?’ diye haykıran tiz sesli bir çığlığı bastırmaya çalışıyordum. “Bu gece izinlisin. Bu arkadaş yardım edecek bana.” Bu arkadaş dediği bendim. “İsmim Gülce. Bu arkadaş ya da küçük kız değil. Gül. Ce.” Rüzgâr bana dönüp alaycı bakışlarını yüzüme sabitledi. Ve diğer kıza dönmeden benim gözlerimin içine bakarak “bu gece bana Gülce yardım edecek. Sen izinlisin. Hazırlanıp çıkabilirsin. Gitmeden küçük…” Öksürdü ve konuşmaya devam etti. “Gülce’ ye bilgi verirsen sevinirim.” Gözleri gecenin ayazında parlayan tek bir ışık gibiydi. Sanki tüm şehir kararmış ve tek bir pencerede ışık kalmış gibi parlıyordu. Bu düşünce beni yerime sabitledi. Nasıl bu kadar parlak olabiliyordu? Kutup yıldızı gibi parıldıyordu karşımda. Ve o geceki çilem de böylece başlamıştı. “Ama ben daha bu akşam başladım ve hiçbir şey bilmiyorum. Bir kere hasta kaydı yaptım. O da doğru muydu Allah bilir. Bence Yasemin gitmese ben de girişteki yerime dönsem daha doğru olur.” Rüzgâr kaşlarını kaldırmış bana bakıyordu. Bir de dudaklarını yalamaya başlasa tecavüzcü Coşkun’a benzerliği tam olacaktı. Ama onun yerine bir anda arkasını dönüp askılıktan beyaz önlüğünü ve stetoskopunu alıp hızlıca giyindi. Bu sırada Yasemin sessizce yanıma yaklaşıp kısık sesle bir şeyler anlattı. Ama hiçbirini anlamadım. Gözümü beyaz önlüğü ile karşımda duran adamdan alamıyordum. Aynı anda sinir bozucu ve aynı anda karizmatik ve fantastikti. Yasemin odadan çıktığında tüm yıkılmışlığımla bilgisayarlı masanın sandalyesini çekip oturdum ve boş gözlerle ekrana bakmaya başladım. “Hastayı çağırabilirsin,” dedi Rüzgâr. Başımı kaldırıp ona baktım. “Hasta mı?” “Evet, burası bir hastane. Ve dışarıda hastalar var.” “Farkındayım. Ama ben daha bu akşam başladım işe. Yani hiçbir şey bilmiyorum.” Rüzgâr masasına oturup çantasından kendi bilgisayarını çıkardı ve onu masaya koydu. “Biliyorum küçük kız. Bu gece benim söylediklerimi yapmakla işe başlayabilirsin. Hastayı çağırmakla mesela?” “Hangi hastayı çağıracağım?” Rüzgâr elini saçlarının arasına götürdü. Saçları koyu siyah ve hafifçe uzundu. Bu hali ile fantastik bir kitaptan çıkmış gibi duruyordu. Başını yana eğip parıldayan zümrüt mavisi gözleri ile bana baktı. “Önündeki bilgisayarda hasta listesi çıkacak. Daha önce bilgisayar kullandın mı?” “Bilgisayar mühendisi olacağım. Herhalde bilgisayar kullandım. Köyden geldim diye yine yavuklu muhabbetine girmezseniz sevinirim. Bir de bana insan içinde küçük kız diye hitap etmezseniz güzel olur.” “Başka bir emriniz var mıydı? Çay kahve ister miydiniz hanımefendi?” Durdum ve bana gülümseyerek bakan Rüzgar’ı görünce yutkundum. Biranda çıkışıp sonraki an pişman olduğum zamanlardaydım. “Ben hastayı çağırayım!” Rüzgâr masasına dönüp kendi bilgisayarını açtı. “İyi olur.” Kapının önüne çıktım. Ve ilk hastanın ismini seslendim. Ne yüksek ne kısık bir sesle söylemeye çabalarken zaten hastanın yakınları kapıda hazır bekledikleri için koştura koştura kapıya gelmişlerdi. Babası kucağında taşıdığı çocuğu sedyeye yatırırken Rüzgâr da yerinden kalkıp çocuğa doğru yaklaştı. “Nesi vardı?” diye sordu babasına. Anne dışarıda diğer çocukla ilgileniyordu. “Ateşi var. Düşüremedik. Nefes alırken de zorlanıyor gibi.” Rüzgâr çocuğu muayene etti. Sonra masasına geçti. Böyle bir durumda nasıl hiç tepki vermeden ifadesiz bir yüzle durabiliyordu merak ediyordum. Ben çocuk için endişelenmekten ağlamak üzereydim. “Öncelikle ateşini düşürmek için bir serum yazacağım. Ve acil müdahale kısmında üç doz makine verilsin.” Bana dönüp baktı. İlgiyle kendisini dinliyordum. “Bilgisayara geçip bunları işleyebilecek misin?” Başımı iki yana sallayıp hayır demeye çalıştım. Bunun nasıl yapılacağını bile bilmiyordum. Çocuğun babasına acil kısmına doğru gitmesini buradan yapılacakları gireceğini söyledi ve adam odadan çıkınca bana döndü. “Buraya gel ve beni izle.” Buyurgan olması ve ikide bir bana emir vermesini görmezden gelerek yanına gittim. Bilgisayarından ağa bağlanıp aynı programdan gördüğümüz hasta sayfasını açtı. Ve bir sürü şeye tıklayarak bana ne yaptığını anlattı. “Anladın mı?” diye sordu en sonunda. Bunlar hızlı gelişen şeylerdi. Ve böyle karmaşık işlemlerin bir seferde anlaşılması benim açımdan mümkün değildi. Cevap vermeden ekrana bakmaya devam ediyordum. “Senin daha zeki bir kız olduğunu düşünmüştüm.” Küfür etsen daha iyiydi mavi kuş! “Zekiyim zaten!” Çenemi havaya kaldırıp omuzlarımı dikleştirdim. “Anlamıştım. Sadece programın mantığını çözmeye çalışıyordum. Birkaç kere yapınca öğrenirim.” “Tamam, hemen sinirlenme küçük kız,” dediğinde kaşlarımı çatarak ona baktım. “Ne? Şu an burada kimse yok.” Etrafına bakıp kaşlarını çattı. “Aslında sıradaki hastayı çağırman gerekiyordu.” Sonraki hasta ciğerleri sökülecek gibi öksürüyordu. Rüzgâr ona ilaç yazdı ve evde hava vermelerini söyledi. Ondan sonraki iki hasta ishal yüzünden sapsarı olmuştu. Onlara da ilaç ve serum tedavisi yazdı. Birkaç hasta sonra neyi nereye yazacağımı az çok anlamıştım. Gece yarısından sonra bu kadar çok hastanın geleceğini hiç düşünmemiştim. Hasta girişlerine kendimi kaptırmış devam ederken saatin gece üçü geçtiğinin farkında bile değildim. “Sen git bir şeyler ye. En üst katta yemekhane var. Oraya gideceksin. Tek başına gidebilir misin küçük kız?” Aç değilim diye naz yapmayı çok isterdim sevgili okuyucular. Ama açtım. Evden yemek yiyip çıkmış olmama rağmen uzun yol ve hareketli saatler karnımı acıktırmıştı. “Tek başınıza kalacaksınız?” Evet biliyorum. Biraz önce azarladığım adama siz diye hitap etmem saçma geliyor kulağa. Ama ona ne diyeceğimi bilemiyordum. Bir an saygı duyup diğer an öfkeye kapılıyordum. Bazen gözlerinin ışıltısında kayboluyor sonra küçük kız diyen ağzına kürekle vurma hayalleri kuruyordum. Rüzgâr yüzünü ovuşturdu. O da yorgundu. Ben sadece bilgisayara bir şeyler girip hastaları çağırıyordum. Ama o hem muayene ediyor hem de arada acil servise gidip kontrol ediyordu. Yerimden sessizce kalkıp odadan çıktım. Annemin hastalığından ve vefatından sonra hastanelerden nefret etmiştim. Hastalık ve ilaç kokuyordu. Bu hastaneye o zamanlar da gelmiştim. Gerçi içini yeniledikleri için çok farklı duruyordu. Ama hastane olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Annemin ameliyat olduğu ve bir daha iyileşmediği hastaneydi burası. Derin bir nefes alıp asansörün düğmesine bastım. Asansör boştu. Son katın düğmesine basıp yemekhaneye çıktım. Hastanenin sessizliğine inat yemekhane kalabalık görünüyordu. Genel olarak üniformalı hastane çalışanları vardı. Kimisinde koyu renk hasta bakıcı kıyafeti kimisinde açık renk hemşire kıyafeti çok azında ise benim gibi hostes kıyafeti vardı. Gözüm masalardan birinde oturan Sena’yı seçince yemeklerimi alıp onun yanına geçtim. Bana Rüzgâr beyi nereden tanıdığımı sordu. Babamın çiftlik evinde bahçe işlerine baktığını orada bir defa kendisini gördüğümü söyledim. İnanmış gibi değildi ama çok üstelemedi. Konuyu çok uzatmadan hastane ile ilgili küçük dedikodulara giriş yaptı. Kim boşanıyor, kim sevgili, kim başka hastanelerle iş görüşmüş? Kaya Bey kiminle kavga etmiş? Hangi doktoru hastası şikâyet etmiş? Burada dedikodu çoktu. İşler çok karışıktı. Ama Rüzgar’ın dedikodu kazanında tek bir konusu yoktu. O sadece hastaneye gelip hastalara bakıp gidiyormuş. En azından Sena onun hakkında pek bir şey bilmiyormuş ama hastanede kendisine aşık birkaç çalışan kız varmış ve onlar daha detaylı bilgilere sahip olabilirmiş. Hastane değil Dallas mübarek! Tam da dedikodunun dibine vurduğumuz sırada Sena’ya Zehra’dan mesaj geldi ve aşağı çağırıldığını söyledi. Neredeyse yarım saat olmuştu. Hızlıca yemeğimi bitirirken herkesin elinde kâğıt bardaklarla aşağı indiğini fark ettim. Ben de ekmek arası bir şeyler hazırlayıp iki de kahve aldım ve asansöre geçip aşağı indim. Yavaşça odanın kapısını açıp içeri girdiğimde Rüzgar’ın gözlerini kapamış sandalyesinde geriye yaslandığını fark ettim. Uyuyordu. Ya da sadece gözlerini dinlendiriyordu. “Artık geri gelmeyeceğini düşünmeye başlamıştım,” dedi gözlerini açmadan mırıldanır gibi boğuk ve yorgun bir sesle. Elimdeki tepsiyi masasına koydum. “Tahmin edeyim. Kocaya kaçtığımı düşünmüşsünüzdür.” Aniden gözlerini açtı ve kaşlarını havaya kaldırarak bana baktı. “Çok ayıp,” dedi kınar gibi kısık bir sesle. “Ben öyle şeyler düşünmem.” “Kesinlikle öyle şeyler düşünüyorsunuz. Ama yine de size yiyecek bir şeyler ve sıcak kahve getirdim. Artık başka zaman yavukluma kaçarım.” “Hem şakacı hem de cüretkâr,” diye mırıldandı Rüzgâr ve ona hazırladığım ekmekten bir lokma aldı. Onu yavaşça çiğnerken kahvesinden de bir yudum aldı. Bu sırada gelen bir hasta olmadığı için odada sessizlik hakimdi. “Söylesene neden burada çalışıyorsun? Abim güzel kızlara karşı oldukça bonkör davranır oysa?” Güzel olduğunu duyan her kız gibi anlık bir sırıtış yüzüme yayılsa da anında kendimi toparladım. “Ben kimseden sadaka istemedim.” Başımı dikleştirdim ve Rüzgâr’ a dönmeden bilgisayarın ekranında bir şeylere basmaya başladım. “Abim de sadaka vermez. Emeğinin karşılığını verir merak etme.” Ne demek istediğini anlamamıştım. Ama sorup da konuyu deşmek istemedim. “Merak etmiyorum zaten!” Bu sırada odadaki telefon çaldı. Çaldı. Ve çalmaya devam etti. “Bakmayacak mısın?” “Ben mi bakacağım?” “Ben mi bakayım?” Rüzgâr başını bezgince geriye atıp telefonu kaldırdı. “Doktor Rüzgâr Aksoy. Dinliyorum.” Elindeki ekmeği hızlıca tepsiye koyup ayağa kalktı ve telefondakine hemen geliyorum deyip kapıya doğru yürümeye başladı. Sonra bana söndü. “Yeni doğan ünitesine geçiyorum. Gelmek ister misin?” İster miydim? Bilmiyordum. Ama sürüklenir gibi onun peşine takıldım. Elinde görünmez bir ip varmış da beni peşinde çekiştiriyormuş ve ben de buna itiraz edemiyormuşum gibi hissediyordum. Hızlı adımlarla asansörün önüne geldiğimizde yedinci katta olduğunu gösteren panele bakıp lanet okudu sonra merdiven deyip oraya yöneldi. Basamakları ikişer ikişer çıkarken onun arkasından yetişmek benim için oldukça zordu. Dördüncü kata çıktığımızda nefesim tıkanmış ciğerlerim yanmaya başlamıştı. “Biraz spor yapmalısın küçük kız. İki merdiveni bile çıkamıyorsun.” “İki değil en az yüz merdiven basamağı vardı ve ikişer ikişer çıktınız. Benim bacaklarım kısa. Bence bu hiç adil değil.” “Daha çok süt içmelisin.” “Artık çok geç. Kemik gelişimimi tamamladığıma ve ulaşabileceğim en son boy yüksekliğine eriştiğime eminim.” Nefes nefese kalmıştım. Rüzgâr yeni doğan ünitesinin kapısındaki yere şifre girerken iki büklüm olmuş ciğerlerimin toparlanmasını bekliyordum. “Tıp bilgisi desen var. Cahil cesareti desen var.” Gözlerimi devirdim. Tam çemkirmek için ağzımı açmıştım ki yeni doğan ünitesinin otomatik kapısı açıldı ve içerideki kuvözler bir bir gözümün önüne serildi. Kuvözlerin çoğu boştu. Ama beş tanesinde küçücük, üzerinde sadece minik bezleri olan çıplak bebekler vardı. Bebeklerin hepsinin eli ya da ayağında damar yolu açılmıştı. Bazı kuvözlerde sarı ya da mavi ışıklar yanıyor bazıları tiz sesler çıkarıyordu. İki bebek yırtınırcasına ağlarken diğer üçü mışıl mışıl uyuyordu. Rüzgâr dolaplardan kendine steril hastane kıyafetleri alırken ben dalgınca bebekleri izliyordum. Bir tane bebek kuvözün dışındaydı ve iki hemşire onunla ilgileniyordu. Diğer bir hemşire yanımıza gelip açıklama yaptı. “Akşamüzeri doğan bebeğimiz kusma ve tıkanma belirtisi ile geldi. Nefes alışlarında güçlük tespit ettik. Ayrıca kanında enfeksiyon belirledik.” Gözlerim doldu. Ağlamamak için elimi ağzıma götürdüm. Küçücük bebeklerin burada ne işi vardı? Canları acımıyor muydu? Annelerini aramıyorlar mıydı? Ağlamamak için kendimi zorlarken gaipten gelen derin bir ses duydum. “Gülce sen dışarı çık ve beni bekle. Ya da aşağı in. Burada durma.” Tamam gaipten değil yanı başımdan geliyordu ama derinden bir uğultu ile beraber bana çok uzak gibi gelmişti. Ayrıca Gülce mi dedi o? Küçük kız demedi mi? Dizlerim titreyerek otomatik kapının açılmasını bekledim ve kendimi oradan dışarı attım. Kapıda yeni doğum yapmış yorgun ve hasta görünen bir anne yanındaki erkeğe yaslanmış ağlıyordu. Kim bilir içerideki hangi bebeğin ailesiydi? Gözümden bir damla yaş süzülürken koridordaki bir sandalyeye oturup öylece bekledim. Biraz sonra Rüzgâr hemşirelere bir şeyler söyleyerek kapıdan çıkıp yanıma geldi. “İyi misin küçük kız?” “Ne? Ben... Şey… İyiyim sanırım.” Ayağa kalkarken dengemi kaybettim. Hafifçe sallandığımda Rüzgâr koluma girdi. Onun dokunuşu ile bir anda farklı bir boyuta geçmiş ve kendime uzaktan bakıyormuş gibi hissettim. Çok garip. Sadece kolumu tutup düşmeme engel olmaya çalışmıştı. Ama ben kalbime ateş ettiğine emindim. “İstersen boş bir oda bulalım orada dinlen biraz. İyi görünmüyorsun.” Sesi endişeliydi. Ben alay etmesini tercih ederdim. Beni sinir etmesini ve bu melankolik halden kurtarmasını çok isterdim. “İyiyim. Merdivenleri hızlı çıkınca şey oldu sanırım.” Gözlerini kısarak bana baktı. “Ne oldu acaba? Çok merak ettim.” “Ne bileyim doktor olan sensin. İşte bir şey oldu ki tansiyonum falan düştü herhalde.” Rüzgâr kolumu bıraktı ve yürümeye başladı. “Tamam sen kendine geldin belli. Hadi aşağı inelim hasta geldiyse beklemesin.” Konuyu üstelememesine minnettar olarak sessizce arkasından yürüdüm. Aşağı indiğimizde kapıda kıvranarak bekleyen on üç ya da on dört yaşlarında bir kız ve izbandut gibi bir adam bizi karşıladı. Adam öfke ile Rüzgar’ın üzerine yürürken “Doktor sen misin?” diye sordu. Rüzgâr üzerine yürüyen adama aldırmadan kızla ilgilenmeye başladı. “Kızı odaya getirin. Hemen!” Adam bir şey söylemedi. Kızı çekiştirerek odaya getirdi ve sedyeye yatırdı. “Siz dışarıda bekleyin!” Adamın çıkmayıp dikleneceğini düşündüm ama bir iki saniye bekleyip sonra peki diyerek dışarı çıktı. Rüzgâr elini kızın karnına götürdü. Bu sırada sedye kan olmuştu. “Ateşin var. Kanaman da var,” dedi Rüzgâr. Kız kıvranıyordu. Ağlamaktan gözleri kıpkırmızı olmuştu. Rüzgâr kıza çatılmış kaşlarla bakıyordu. “Düşük yapıyorsun şu an. Bunun için herhangi bir ilaç içtin mi? Yoksa aniden mi oldu?” Kız cevap vermeden hıçkırıklarla ağlamaya başladı. “Acaba yanılıyor olabilir misiniz? Kız daha küçük ve siz kan testi yapmadınız bile.” Rüzgâr başını bana bir saniyeliğine çevirdi. Bakışları karanlık ve ürkütücüydü. “Bir ilaç aldın mı? Sana müdahale etmeden önce bunu bilmem gerek. Yoksa ölebilirsin.” Kız benim bilmediğim birkaç ilaç ismi söyledi. Kesik kesik konuşuyordu. “Acili ara sedye istediğimi ve ameliyathanenin hazırlanması gerektiğini söyle. Kadın doğumculardan birini arasınlar. İlk aranacak olan kimse artık. Ayrıca güvenliğe git ve polisi aramalarını, dışarıdaki adamı polise teslim etmelerini söyle. Beni anladın mı?” Başımı salladım. “Çabuk ol! Ayrıca gitmeden bana şu telefonu ver.” Telefonu ona verip hızla çıktım. İzbandut gibi duran adam kapının dışında kararmış bir yüzle bekliyordu beni görünce yanıma yaklaşıp ne olduğunu sordu. “Şey…” diye geveledim. “Acil bir şekilde ameliyata alınması gerekiyormuş. Hemşirelere haber vermem gerekiyor.” Adam başını salladı. Ve ben koşarak acile geçtim. Ben gelmeden Rüzgâr onları zaten aramıştı. Onu amacı beni odadan çıkarmaktı. Bunu güvenliğin yanına koşarken fark ettim. Onlar kapıya gelene kadar kızı hastaneye getiren adam da çoktan ortadan kaybolmuştu. Kızı bir sedyede kıvranırken asansöre götürüp ameliyathaneye çıkardılar. Dehşet içinde önümde koşuşturan hastane personelini izliyordum. Kız ağlıyor beni kurtarın diye yalvarıyordu. Rüzgâr kızın elini tutmuş onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Birinin beni de sakinleştirmesini çok isterdim. Ne yapacağımı bilemiyordum. Rüzgâr bana baktı ve içeride beklememi söyledi. İçeri geçtim ve sedyeye yerlere bulaşan kanları temizledim. Ne kadar bekledim bilmiyorum. Gün ışımaya başlıyor mesai saatimin sonuna geliyordum. Yeni bir hasta gelmemişti ve odada tek başıma kalmıştım. Sandalyeme yaslanıp gözlerimi kapattım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bir anda kapının açılması ile kendime geldim. Rüzgar’ın yüzü kireç gibi bembeyazdı. Omuzları düşmüş gözleri kararmıştı. “Kız nasıl?” diye sordum. Ama Rüzgâr bana bakmadı. Masasına oturdu ve elini saçlarına daldırıp koyu renk saçlarını karıştırmaya başladı. “Kızı kaybettik. Çok kanaması vardı. Ve kendi kendine düşük yapmak için çok müdahale etmiş, doktora gelmek için çok beklemişti. Enfeksiyonu vardı. Rahmi parçalanmıştı.” Çığlık atmamak için elimle yüzümü kapattım. Biraz önce burada kıvranan küçük kızı düşündüm. “Çok üzüldüm. Daha çok küçüktü.” “Evet,” dedi Rüzgâr sessizce. “Bunları yaşamaması gerekecek kadar küçük bir kızdı.” Sonra yüzünü ovuşturmaya başladı. Derin bir nefes aldı. “Hazırlan da seni eve bırakayım. Mesain bitti sayılır.” Kendimi allak bullak hissediyordum. O kızı tanımıyordum. Birkaç dakika ancak görmüştüm. Ama kendimi dehşete düşmüş gibi hissediyordum. Olanlara anlam veremiyordum. Göğsümün ortasında kocaman bir öfke büyüyordu. “Ne olacak şimdi? O kıza bunu yapanlar ceza almayacak mı?” “Bilmiyorum. Ben polis değilim. Ama kızın ailesinin bulunacağını hatta kimliğinin tespit edilebileceğini hiç sanmıyorum. Sen bunları düşünme. Hazırlan da biran evvel çıkalım. Boğuluyorum.” Ben de boğuluyordum. Göğsüm tıkanıyordu. Üzerimi değiştirmek için izin alıp personel odasına geçtim ve buraya gelirken giydiğim kıyafetleri ağlayarak dolaptan çıkarıp hazırlandım. Rüzgar’ın spor arabasının içine binene kadar siyah, karanlık bir bulutun içinde yürüdüğümü düşünüyordum. Gerçek hayatı neden sevmediğimi ve kitaplara neden sığındığımı daha iyi anlıyordum. Gerçek hayatta çok acı vardı. Kitaplar beni bu kadar üzmüyordu. Yola çıktığımızda ne Rüzgâr ne de ben konuşacak haldeydik. Benim soru sormaya mecalim yoktu. Onun da cevap verecek kadar sabrı kalmamış gibiydi. Başımı cama yaslayıp dışarıda işe giden insanların kalabalığını izlerken ne ara uykuya daldığımı hatırlamıyordum bile. Evin kapısına gelene kadar uyumuşum. “Geldik artık uyan istersen.” Rüzgar’ın yumuşak sesi ile gözümü açtığımda evin kapısını görmem bir oldu. Kapı yavaşça süzülüp açılırken koltuğumda doğrulup tutulan sırtımı gevşettim. “Uyumuşum,” diye mırıldandım boğuk bir sesle. “Evet hem de horul horul uyudun.” Horuldadım mı bilmiyorum ama böyle bir ithamla biraz utandım. Arabayı park edene kadar konuşmadım. Araba durdu ve Rüzgâr motoru kapattı. Öylece bekledim galiba bu bir alışkanlık olmaya başlamıştı bende. Kapının kolunu tutarken yüzümü Rüzgar’a döndüm. Gözlerinden yorgunluk akıyordu. Ve canının ne kadar sıkkın olduğunu görebiliyordum. “O kız için üzüldüm. Ama bu sizin suçunuz değildi. Yani siz elinizden geleni yaptınız.” Yüzüme yorgun ama güzel bir gülümseme yayılmış yakışıklı yüzüyle baktı. “Biliyorum. Ama bunu bir başkasından duymak da iyi geldi. Teşekkür ederim.” “Şey…” dedim arabadan inmeden. “Ben de teşekkür ederim. Bu gece için.” Ve kapıyı açıp arabadan indim. Koşarak eve doğru gittim. |
0% |