@yazarkasa
|
“Ne yapmayı düşünüyorsun?” Yağız günlerdir gelip gidip aynı soruyu soruyordu. Ve her sorduğunda farklı bir cevap alabileceğini düşünüyordu. Ben artık sormayı bırakmıştım. Ama Yağız’da bir avukatın merakı, sabrı ve inatçılığı vardı sanki. “Çok düşünmek şeytandandır derdi Şeker dadım.” Rüzgâr kanepede ayağınız uzatmış hafif oturur pozisyondaydı. Kuzguni renkteki saçları dağılmış ten rengi olduğundan daha beyaz bir hale dönmüştü. Gözleri her zamanki gibi parlak ve deliciydi. Bir yakut her şartta bir yakuttu ne de olsa. Üzerinde ince bir battaniye vardı. Birkaç gündür daha iyiye gittiğini iddia etse de ağrısı olduğunu biliyordum. Bana belli etmemeye çalışıyordu. Güçlü görünmeye çalışan bir erkek çocuğu gibi acıya direniyordu. “Şeker dadı mı?” Yağız alayla dudaklarını kıvırıp Rüzgar’a baktı. İçimden “buna mı takıldın?” diye sormak geldi ama sustum. O sırada kitap okuyormuş ve konuyla hiç ilgilenmiyormuş gibi yapıyordum. “Adı Şeker’di,” dedi Rüzgâr sorunun mantıksızlığını vurgulayan ciddi bir ifade ile. Kısa bir sessizlik anı oldu. Bu sessizlik anları sanki coşkun bir ırmağın çalı çırpı ile tıkandığı yerler gibiydi. Birazdan düşünceler, sorular, planlar ırmağın suyu gibi akıp o çalı çırpıyı sürükleyecekti. “Senin dadının adı neydi küçük prens?” diyerek araya giren Betül oldu tabi ki. Her bulduğu fırsatta Yağız’a sataşıyordu. Betül’ün bir şekilde kur yapma olayını çok yanlış anladığını düşünmeye başlamıştım. Yani bir erkeği kışkırtarak onu nasıl elde edebilirdin ki? Ama bu ikilinin arasındaki iletişim en temelinden bozuk olmalıydı. Çünkü biri kışkırtmaktan diğeri de ona meydan okumaktan zevk alıyor gibi görünüyordu. Ve aralarındaki bu iğrenç cilveleşmeyi anlamadığımızı düşünecek kadar da aptallaşmışlardı. Yağız Betül’e döndü ve kısa bir süre genç kıza bakışları ile meydan okudu. Betül eğleniyormuş gibi görünüyordu. “Benim dadım yoktu. Babaannem vardı.” “Tutumlu prensçik,” diye mırıldandı Betül. Dudaklarını birbirine bastırıp gülümser gibi yaparken Yağız alt dudağını dişlerinin arasına geçirerek bakmaya devam etti. Öfke mi arzu mu? Aralarındaki bu iletişimin hangi duyguyu beslediğini bir türlü çözemiyordum. Sehpanın üzerinde titreyerek çalan telefon hepimizin dikkatini o yöne çevirdi. Rüzgâr ağır hareketlerle telefonu eline alıp şaşkınlıkla ekranına baktı. “Abim arıyor,” dedi kaşlarını kaldırmış bir şekilde. Herkesin yüzünde merak ve şaşkınlık ifadeleri vardı. Elimdeki kitabı usulca kenara koydum. Betül ve Yağız farkında olmadan Rüzgar’a doğru birkaç adım yaklaşmışlardı. Rüzgar telefonu kulağına götürdü ve “alo,” dedi. Durdu. Telefondan gelen sesi dinledi. Ve soğuk bir şekilde “Tamam,” diyerek kapattı. Bir ağabey ve kardeş arasında geçebilecek en kısa konuşmalardan biri olmalıydı. Hepimiz merak ve beklenti içinde Rüzgar’a odaklanmıştık. Rüzgar boşluğa baktı bir süre. Telefon kulağındaydı. Bakışları boş ve karasız görünüyordu. “Babam,” dedi mırıltılı bir sesle. “Vefat etmiş.” Bir dehşet hissi ile nefesim göğsümde takılıp kaldı. Kısacık bir an, kısacık bir konuşma belki kısacık bir cümle. Ama taş kadar ağır, bıçak kadar keskin, zehir kadar acı bir tat bırakıyordu ardında. Cemal Süreyya’nın şiiri geldi aklıma. Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü, kör oldum… Sizin hiç babanız öldü mü bilmiyorum ama ben annemi kaybettim. Tıpkı karşımda şok olmuş bir şekilde duran Rüzgar gibi öylece durdum ve o anın gerçek olmamasını diledim. Birinin beni uyandırmasını, hayır doğru değil annen yaşıyor demesini bekledim. Ama olmadı. Göz ucuyla Betül’e baktım. O da donup kalmıştı. Annemin vefat ettiğini söylediğimde kendisinin de ailesini bir trafik kazasında kaybettiğini anlatmıştı. Hatta o kazadan kurtulan tek kişi olduğu için yıllarca vicdan azabı çektiğini de. Onun da kendi anılarına dalıp gittiğini görebiliyordum. “Başın sağ olsun kardeşim. Mekânı cennet toprağı bol olsun. Yapabileceğim bir şey varsa söyle.” Neyse ki Yağız bizim gibi ağır hasarlı bir geçmişe sahip görünmüyordu. İyi bir avukattı. Hitabı ve konuşma becerisi yerindeydi. Betül gibi patavatsız bir kızda ne bulduğunu merak ediyordum doğrusu. Yerinde ve ölçülü bir tepki vermişti. Bense hala kendime gelip tek kelime edememiştim. “Sağ ol kardeşim. Beni eve bırakabilirsen sevinirim.” Rüzgâr dalgın ve hissiz görünüyordu. Hani fırtına öncesi sessizlik gibi. Fırtına bulutlarının dünyadaki bütün nemi usulca toplayıp da içinde biriktirirken yeryüzünde oluşan o sıkıntılı hava gibi etrafımızı gerginlik sarmıştı. “Başın sağ olsun,” dedi Betül çekingen bir tavırla. Rüzgâr başını salladı ve “dostlar sağ olsun,” dedi ezberlediği şiiri okuyan bir müsamere çocuğu gibi. Sarsak hareketlerle yerinden kalktı. Sanki üzgün değil de geceden kalma bir sarhoş gibiydi. “Üzerimi değiştirmeliyim,” dedi sayıklar gibi. Aklında hangi anılar hangi düşünceler geçiyordu kim bilir? Onu teselli etmek istiyordum ama beynim durmuştu sanki yanına gittim ve ayağa kalkmasına yardım ettim. Hafifçe başını çevirip bana baktı ve hüzünle gülümsedi. Koluna girdim ve odaya kadar yürümesine yardım ettim. Aslında yürümekte çok zorlanmıyordu sadece ayağının üzerine fazla basmaması gerekiyordu. Yine de bir desteğe ihtiyacı vardı. Belki de manevi desteğe. Yatağa oturdu. Bizim yatağımıza. Henüz bizim olacak kadar sahiplenemediğimiz yatağa oturdu. Ellerini saçlarına geçirip sıkıntı ile nefes aldı. Onu böyle sıkıntılı bir zamanında çekici bulduğum için kendimden nefret ediyordum ama onu seyretmekten de kendimi alamıyordum. “Takım elbise mi giyeceksin? Kot pantolon mu? Küçük bir valiz hazırlamamı ister misin? Hırka da koymak lazım geceleri soğuk oluyor.” Rüzgar elimi tutunca susup kaldım. Dokunuşu hala kalbimi hızlandırıyordu. Onca zamandan sonra hala onun teni tenime değdiğinde beynimde şimşekler çakıyor kalbimde depremler oluyordu. Doğal felaketim benim. “Seninle gelmemi ister misin?” “Üzgünüm karıcığım. Annemle karşılaşmanız için uygun bir zaman olduğunu sanmıyorum. Yanımda olmanı çok isterdim ama… seni böyle gergin bir zamanda kurtlar sofrasına atmak doğru gelmiyor.” Acemi bir şekilde gülümsedim. Oysa ben de onunla gitmek istiyordum. Ama bu bencilce bir istekti. Benden başkası ona destek olmasın en kötü zamanında yanında sadece ben olayım istiyordum. “Haklısın. Zaten cenazeleri pek sevmem.” Cenazeleri kim sever ki? Saçma bir savunma. Ama o an söyleyecek daha akıllıca bir cümle aklıma gelmemişti. “Biliyor musun?” dedi Rüzgâr dalgınca yüzüme bakarken yanağıma değen bir tutam saçı kulağımın arkasına koyarak. “Meslek hayatım boyunca yüzlerce ölüme şahit oldum. Bazen anne babalara evladının vefatını bizzat ben söyledim. Hepsi zordu. Kolay değildi elbette. Ama babamın… Ölüm haberi… O benim idolümdü. Ona benzemek için doktor oldum. Benimle gurur duysun diye. Ama… O… Gitti… Ve…” Rüzgâr dalgınca yanağımı okşarken gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Elimi yanağına götürüp gözyaşını sildim. “Seninle gurur duyduğuna eminim.” Rüzgâr başını omzuma gömdü ve savunmasız küçük bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağladı. Acısını alıp bağrıma bassam, kaybettiği babasına ağlayan o küçük oğlan çocuğunun kalbinden öpsem, buğulanmış yakut gözlerini bir mücevher gibi göğsümde saklasam… Akan her bir gözyaşı damlasından sevdiğim adam… Yel değirmenlerine savaş açan büyülü kahramanım… Toprağıma değen gözyaşlarının her bir zerresi ile çiçek açtıran yaralı kahramanım… Seni kalbinden, en kanayan yarandan seviyorum… |
0% |