@yazarkasa
|
İlk iş günümü atlatma kutlamasını tüm gün uyuyarak yapmıştım. Aralarda babam ya da Han uyandırdığı için ortada biraz dolanmış, namaz kılıp yemek yemiş ama yine kanepede ya da bahçedeki salıncakta uyuya kalarak tüm gün uyku istihkakımı doldurmayı başarmıştım. Tabi gece dokuzdan sonra Han uyumasın diye maymunluklar yapıp gece üçe kadar kitap okuduğum da doğrudur. Sonuç olarak gecem ve gündüzüm tamamıyla birbirine karışmış tabiri caizse hayatımın yörüngesi kaymıştı. Buna haftada üç gece nasıl dayanacağımı düşünürken ilk haftamı yarı uykulu yarı uyanık, geceleri zombi gibi gündüzleri uyuyan prenses gibi geçirerek bitirmiştim bile. İkinci haftam daha kolaydı çünkü neler yaşayacağımı bildiğim için kendime bir düzen oturtmaya başlamıştım. Bu sırada Rüzgâr Aksoy hiç nöbete gelmemişti. Hatta Sena son günlerde sabah mesaisinde de olmadığını duymuş ve şaşkınlıkla bana söylemişti. Adam kolay kolay izin kullanmayan tam bir işkolik demişti. Hatta nöbeti olmasa bile geceleri gelir hasta bakarmış. Bazı geceler yeni doğan ünitesini kontrol için şöyle bir uğrarmış. Ama son iki haftadır ortada görünmediği için bunlar bana pek inandırıcı gelmemişti. Ama bunu düşünecek fırsatım da yoktu. Sadece gecenin üçünde yemekhanede Sena ile konuşurken ve arada acile gelen küçük bir çocuğun hasta kaydını yaparken aklıma geliyordu. Bahçedeki salıncakta oturmuş hafif ılık arada bir soğuk esen rüzgarla serinleyen havanın tadını battaniyeme sarınarak çıkarırken elimdeki kitaba dalmış ana karaktere sövüp erkek karakterin gözünün ortasına yumruk atmamak için kendimi zor tutuyordum. Tamam fantastik karaktersiniz ama bu kadar da salak olmanıza gerek yok. Kötü karakterin her sözüne inanıp birbirinize düşerseniz bu seri bitmez. Kendi kendime söyleniyordum ki Eyşan’ın “Gülce Abla!” diye bağıran sesi ile fantastik alemlerden kopup dünyevi hayatıma geri dönüş yapmıştım. Ruhum henüz bulunduğu yeri idrak edemiyordu. Ama Eyşan bunu önemsemediği için omuzumu dürterek benim dikkatimi çekmeye ve kulağımın dibinde adımı haykırarak kulak zarımı delmeye çalışıyordu. “Ne var Eyşan? Yeter kör oldum, bağırma artık.” Eyşan bir an durdu ve bana baktı. “Kör mü oldun?” diye sorarken afallamış görünüyordu. Eh kız bana daha alışamadı tabi. “Ay dalgınlıkla öyle dedim kitaptaki kız kör oldu da. O aklımda kalmış canım. Sen bana aldırma. Bir şey mi diyecektin? Böyle heyecanlı heyecanlı dibimde bittiğine göre…” Sevimli bir şekilde gülümsemeye çalışıyordum ama Eyşan bana gözlerini kısarak bakıyordu. Akli melekelerimin yerinde olup olmadığı konusunda şüpheye düştüğüne emindim. Bir süre bekleyip sonra omuzlarını düşürdü. “Annem seni çağırdı. Büyük hanımın istediği bir şey varmış. Neyse annem sana anlatır gelince. Ama hemen gel tamam mı? Annem bekletilmeyi sevmez.” Kaşlarımı kaldırdım. Bekletilmeyi sevmezmiş! Burada herkes ağa paşa mübarek! Bir şey demedim. Tamam geliyorum diyerek boyu küçük aklı ve kibri boyundan büyük kızı beklemeyi sevmeyen annesinin yanına yolladım. Sonra yerime kurulup kitapta kaldığım sayfadan bölüm sonuna kadar kaç sayfa var diye baktım. Bilirsiniz, bölüm ortasında bırakılan kitap insanı merakta bırakır. Bütün gün o kıza ne oldu acaba diye düşünüp durursunuz. En azından ben öyle yaparım. Çok sayfam yoktu o yüzden bölümü bitirmeye karar verdim. Küçük eve giden patikada ayağımı sürüyerek isteksizce ilerliyordum. Dünyanın düzeni değiştiremeyeceğimi biliyordum ama kendimi bu düzende ezdirmemek için elimden geleni yapmam gerektiğini de biliyordum. Ben kimsenin emir eri değildim. Fatma’nın da emrinde çalışmıyordum. Beni durup durup ayağına çağırmaması gerektiğini uygun bir dille ona söylemem gerektiğini düşünüyordum. Eğer burada birbirimizin yüzüne bakacaksak orta bir yol bulmalıydık. Bu düşüncelerle mutfağa adım atmıştım ki beni Leyla o etrafına hareler yayan melek edası ile karşıladı. Onun güzelliğini içten içe kıskanırken gülüşünün güzelliğine karşılık vermeden duramadım ve ben de ona tebessüm ederek içeri girdim. Sinirim de kaybolup gitmişti. Leyla bana Fatma’nın işinin çıktığını söyledi. “Başka kimse kalmadı mı? Ben İstanbul’u bilmiyorum bile.” Elimdeki dosyalara şaşkınca bakarken Leyla’yı azarlar tonda çıkan sesim öfke ile sarmalanmıştı. Ayak işlerine bakmaya başladığıma göre buraya gelenin etinden sütünden faydalanıldığı doğruydu. Ben evin çalışanı bile değildim üstelik. “Bizim evden çıkmamız yasak. Cemal de şehir dışında; sizin köye gitmiş. Arsa işleri mi ne varmış. Kaya Beyle gitmişler. Fatma abla bu kağıda adresi yazdı. Dedi ki belediye otobüsüne binsin son durakta inip taksiye binsin dedi. Taksiciye adresi gösterirsen seni sitenin önüne kadar götürürmüş. Zeki kızmışsın gerisini bulurmuşsun. Öyle dedi. Taksi için de para verdi.” Leyla bana elindeki yüzlük banknotları uzattı. Kaşlarımı kaldırıp yüzüne baktım. “Taksi bu kadar tutar mı?” “Bilmiyorum canım. Gerisini de yol masrafı diye kendine alırsın işte. Hadi şimdi hazırlan da Cengiz abi seni arabasıyla iki dakika durağa bırakıversin.” Her şey o kadar ani ve emrivaki bir şekilde olmuştu ki itiraz edecek fırsatı bulamamıştım. Babama durumu anlattığımda suratını asmış ama o da tek laf etmemişti. Sadece dikkatli olmam konusunda ikaz etmişti. Mecburi bir şekilde isteksizce hazırlanıp Cengiz abi ile yaptığımız sessiz ve kısa yolculuktan sonra belediye otobüsünü beklemeye başladım. Cengiz abi beş dakika içinde geleceğini söylemişti. Gerçekten de çok bekletmeden gelmişti belediye otobüsü. Şehirde her şey saatliydi. Biz köyde güneşin konumuna göre işimizi ayarlıyorduk. Saatlerle işimiz çok olmazdı. Belediyede cam kenarına başımı dayayıp Karadeniz’de batan ticari filomun akıbetini düşünmeye başladım. Yol hızla akıyor evler, insanlar, ağaçlar gözümün önünde bir belirip bir kayboluyordu. Düşüncelerim beni kah fezaya uçuruyor kah yerlerde süründürüyordu. Geçmişimin yası ile geleceğimin kaygısı bağrıma doluşup kavgaya tutuşuyordu. Kendimi şehirler arası bir otobüste gurbete giden yolcu gibi hissediyordum. Otobüsün durup kalkması bile beni kapıldığım rüyadan uyandıramıyordu. Aklım kapağını kapattığım kitapların sayfalarında dolaşıyor ve beni oyalayacak bir hayal arıyordu. Hayal kurmak benim işimdi sevgili okuyucular. Hayaller alemine dalmak orada istediğim her şeyi herkese söylemek, önemli biri olmak, delicesine sevilen bir aşık ya da her dediği anında yapılan bir kraliçe olmak belki ve daha çoğunlukla özel güçleri olan o özel kişi olmak benim isteğim dahilindeydi. Ben özeldim, güzeldim, sevilen hürmet edilendim, ben her istediğini mücadele edip kazanan ve mutlu bir sona kavuşan esas kızdım. Ama gerçek hayatta elimde dosyalarla bir otobüs camına yasladığım yüzümün buğusunda dışarıyı seyreden ezik bir kızdım. Sevenim yoktu sözümün hükmü yoktu özel bir gücüm hatta sihirli bir asam bile yoktu. “Ah canım seninle daha önce tanışmıştık değil mi?” Adını bilmediğim ama sesinden ve simasından hemen tanıyıp hatırladığım yolculuk arkadaşım yanımdaki boş koltuğa hevesle oturdu. “Buralar da pek sapa kalıyor canım.” Teyze yerine iyice kurulmuş kocaman deri çantasını da kucağına emzirecek bebek gibi yatırmıştı. “Senin adın neydi bakayım? İnstagramdan takipleşmiyoruz seninle değil mi?” Ve yaşlı teyze tam havasındaydı! “Adım Gülce efendim. Ben de sizin adınızı bilmiyorum zaten. Bir kere otobüste karşılaştık. Evden kaçmıştınız sanırım.” Yaşlı teyze kıkırdayarak güldü. Bir işler çeviren yaşlı gülüşüydü bu. “Yine kaçtım.” Yine güldü. Kaşlarımı kaldırıp teyzeye kınar gözlerle baktım. “Niye kaçtınız acaba?” Teyze umursamaz bir şekilde omuzlarını silkti. Otobüs bir durakta durmuş yolcu bekliyordu. Belediyenin gürültülü motoru ortamın sessizliğine küfür eder gibi homurdanıyordu. “Hacı arkadaşlarla kadınlar matinesine gideceğiz.” Cümledeki ironiye gülmeden edemedim. Hacılar ve matine. Aynı cümlede bir araya gelmesi yüzyılda bir gerçekleşecek iki kelime olmalıydı. “Zikir mi çekeceksiniz?” Teyze gözlerini devirdi. “Ne zikri evladım? Sibel Can gelecekmiş ona gidiyoruz. Vallahi sıkıldım. Aristokrasi de bir yere kadar. Sessizlik sakinlik bana göre değil. Hayatımı yaşayacağım ya hu! Bırakmıyorlar beni!” Gene başlamıştı ergen isyanlarına. Bir süre sıkıcı kızından ve damadından, hukuk okuyan yakışıklı torunundan bahsetti teyze. Onunla yolculuk o kadar keyifliydi ki ne zaman son durağa geldiğimizi bile anlamamıştım. Son durağa yaklaşırken teyze yenilenmiş son model telefonunu çıkardı. “Torunum almış. Hukuk bitiren. Çok iyi çocuktur. Dur ben sizi tanıştırırım da bakalım. Adın neydi? Gülce mi? Soy adını da söyle de instagramdan ekleyeyim seni.” “Gülce Ersoy efendim. Kullanıcı adım da bu.” Teyze hızlıca bana arkadaşlık isteği gönderirken ben eve gidip büyük evin internetine bağlanmadan bu isteği kabul edecek mobil zenginliğe sahip olmadığımı belirttim. Zaten müzik dinlemek bile yeterince sömürüyordu internetimi. Teyze ile beraber telaşla otobüsten indik. Ben bir taksi bulmaya çalışırken yaşlı teyze metrobüs durağına doğru ilerliyordu. Onun arkasından bakıp yaşlanınca nasıl bir insan olacağım konusunda endişelenmeye başlamıştım ki bir taksinin daha önümden geçtiğini gördüm. İstanbul’da taksi çoktu ama onları durdurmak deveyi bir hendeği atlamaya ikna etmek kadar zordu. Taksiler durmuyordu. Sonunda yoldan geçen taksinin kaportasına yapışacak kadar önüne atlayıp durdurmayı başardığımda neredeyse on taksiyi kaçırmış ve yarım saat kadar çabalamam gerekmişti. Oflaya puflaya arabanın arka koltuğuna yerleşirken taksiyi kullanan abi de “Bacım ne yapıyorsun? Az kalsın ezecektim seni. Yazık günah. Böyle taksi mi durdurulur? Zorla kaza yaptıracaksınız adama,” diye beni tersliyordu. Arka koltuktan seçebildiğim kadarıyla orta yaşlı kel ve sakalsız bir adamdı. “Valla ya ölecektim ya da duracaktın abi. Artık geri dönüşü olmayan bir noktaya gelmişti işler. Ya herru ya merru!” Adam dikiz aynasından bana baktı ve tövbe istiğfar çekip başını iki yana salladı. “İnşallah taksimetreyi açtığıma değecek bir mesafedir.” Elimdeki kâğıdı adama uzattım. Adam taksimetreyi açtı ama hiç memnun olmuş gibi görünmüyordu. Bunu umursayacak değildim. Yakın zamanda hepsini şapkamdan çıkaracak ustalığa sahip bir metropol kızı olacağıma dair asılsız kehanetlerle kendi kendimi avutuyordum o sıralarda. Yol mu uzundu yoksa taksici bilerek mi yolu uzattı bilmiyorum ama neredeyse yarım saat yol gittik. Ama beklediğimden daha az para ödemiştim. Buna sevindim. Artan parayı hizmet bedeli olarak düşünürsek karlı bir iş olmuştu. Bir sitenin önünde indim. Güvenlik beni kapıda durdurup nereye, kime ve ne için gittiğimi sordu. Sonra telefon açıp bilgilerimi doğruladı. Bakingham sarayına mülteci olarak gelmiştim sanki. Sorgu sualin ardından içeri geçtim. Görevli bana yolu tarif etti ve çocukların oynadığı parkları, insanların spor kıyafetlerini giyip koştuğu yürüyüş yollarını etrafımı alık bir şekilde inceleyerek yürüdüm. Apartmanın önüne gelip zile bastım. Kapı otomatik bir tıkırtı ile açılırken zil tuşlarının oradan “Çık yukarı!” diyen bir erkeğin keyifsiz sesi de kulağıma hayal meyal çarpmıştı. Ağır aksak, isteksiz hatta geri dönsem mi diye düşündüren adımlarla asansöre geçip on ikinci katın tuşuna bastım. İnsan neden bu kadar yüksek bir evde oturmak isterdi ki? Asansör sessizce ve hiç sezdirmeden katları çıkarken kısa sürede kendimi on ikinci katta bulmuştum. Ben ki her zaman uçmanın hayalini kuran bir kızdım ama gelin görün ki yükseklikten korkuyordum. Daha önce böyle bir binada bulunmadığım için yükseklik korkumun nüksetmediğini ve ilk defa kalbimin bu kadar yüksekte olduğum bilinci ile hızla attığını söylemem gerek. Rüzgâr kapıyı sırtına serdiği ince bir battaniyenin altında giydiği gri eşofmanları ile açtı. Yüzü solgundu. Hasta görünüyordu. Burnu ve gözleri kızarmış dudakları kuruyup çatlamıştı. Gözlerinin ışıltısı sönmüştü. “Seni mi gönderdiler?” diye sorarken burnunu çekti ve eliyle içeriyi işaret edip arkasını dönerek yürümeye başladı. “Yani Cemal abi şehir dışında olunca… En işsiz ben olduğum için…” Ne diyeceğimi bilemeden rüzgârın arkasına kapılmış bir yaprak gibi yani mecazi anlamını da aşan bir gerçeklikle onun arkasından yürüyerek salona geçtim. Rüzgâr kendini kanepeye doğru atıp battaniyesine iyice sokulurken ben geniş camlardan görünen İstanbul manzarasına hipnoz olmuş gibi bakıyordum. Sanki Howl'un şatosundaydım ve şehrin tepesinde uçuyorduk. Aynı anda ürkütücü ve aynı anda fantastikti. Bir rüya gibi ama kâbus olmaya meyilli bir rüya gibiydi. Rüzgâr başını anladığını belli edercesine sallayıp beni dinledi. Elimdeki dosyaları ona uzattım. “Bunları imzalamanız gerekiyormuş.” Yüzünü ovuşturup garip homurtular çıkarırken “Masaya koy,” diye mırıldandı. “İyi görünmüyorsunuz. Size yardımcı olmamı ister misiniz?” Başını yana eğip bir süre merakla beni inceledi. Sherlock holmes’un cinayete kurban gitmiş bir cesetten ipucu ararken baktığı gibi ürkütücü ve meraklıydı bakışları. “Öfkeden gözün döndüğünde aramızda mesafe bırakmadan diline geldiği gibi sayıyorsun her şeyi. Ama diğer zamanlarda…” Derin bir nefes alıp sehpaya koyduğum kağıtları eline aldı. Cümlesinin devamını merak etsem de bir şey söylemedim. Göz ucuyla etrafı inceliyordum. Salon oldukça geniş tavanı da benim alıştığım evlerden daha yüksekti. Eşyalar moderndi; sade ve şık. Duvarda dev bir boyutta televizyon vardı. Etrafı kitap ve dergilerle doluydu. Ayrıca Harley Davidson amblemleri ve küçük motosiklet objeler de gözüme çarpan detaylardı. Bakmaya korktuğum dev pencerenin dışında ise karma karışık evlerle dolu bir İstanbul manzarası vardı. Aynı anda karışık ve aynı anda cezbediciydi. Büyülü ve kadim bir şehrin gittikçe yaşlanan ve yalnızlaşan hali görünüyordu pencereden. “İyi misiniz? Biraz ateşiniz var gibi sanki.” Rüzgâr elindeki belgeleri incelerken bir yandan da yüzünü ovuşturuyordu. “Bilmiyorum. İçtiğim ilaçların ateş düşürücü etkisi olması lazım. O kadar belli oluyor mu ateşli biri olduğum.” Normal zamanda espri yaptığını düşünebilirdim ama gerçekten hasta görünüyordu. Sadece gözlerimi devirmekle yetindim. “Biraz baygın bakıyorsunuz.” Bakışlarını kâğıttan kaldırıp yüzüme baktı. Alaycı bakmaya çalışsa da parlak mavi gözleri harlı bir ateşten kalan son kıvılcım tanesi gibi ölgün ve cılız bir ışık dağıtıyordu etrafına. “Buradan da sana bayıldığımı çıkarmıyorsun umarım.” “Buradan biraz sonra gerçekten bayılacağınızı çıkarabilirim belki.” Gözlerini devirdi ve başını hafifçe yana yatırdı. “Her şeye bir cevabın var değil mi?” Sonra elindeki kağıtları sehpaya geri koydu. “Bunlara biraz sonra bakacağım. Kendimi halsiz ve yorgun hissediyorum. Biraz beklersin değil mi?” O ana kadar ayakta durduğumun farkında bile değildim. “Ateşiniz var,” diye tekrar ettim. “Sanmıyorum. İlaç içtim.” Elimi alnına koyduğumda bir anda ürperdi. Benim de kalbim durduk yere hızlanmış ve teninden yayılan ateşle beraber ruhum alev almıştı. “Elin buz gibi.” “Bence o sizin kendi ateşinizden.” “Peki bu durumda ne önerirsiniz sevgili stajyer doktor küçük kız?” Hiçbir fikrim yoktu. Ablam yeğenlerim ateşlenince onlara ateş düşürücü şurup veriyordu. Acaba evde Dolven var mıdır? “Doktor olan sizsiniz.” “Evet hasta olan da benim. Ama sana değil. Yanlış anlama.” “Anlamamıştım zaten. Neden bu cıvık esprileri yaptığınızı anlamıyorum. Komik bile değil.” Alınmış bir suratla yüzüme bakıp battaniyesini çenesine kadar çekti. “Gerginken saçmalıyorumdur belki. Sen de çok kaba bir kızsın. Ama ben bunu hiç yüzüne vurmuyorum.” Kaşlarımı kaldırıp dudaklarımı birbirine bastırdım. Kaba ha? Kesin köylü ve cahil olduğumu da söyler yakında! Hem gergin olan benken neden onun saçmaladığını anlamış değildim. Espri yapıp ortamı yumuşatma çabaları nedendi? Yaptığı espriler ortamı da yumuşatmıyordu üstelik. Daha da geriyordu. En azından beni! “Şimdi vurdunuz?” “Hayır vurmadım.” Kaşlarını çattı. “Sadece biraz daha nazik olabilirsin. Ayrıca bana siz diye hitap etmen de oldukça sinir bozucu. Bunu da yüzüne vurmadım. Bak gördün mü? Ben ne kadar nazik bir erkeğim.” “Ve ben de kaba, cahil, aklı köyün delikanlılarında olan köylü bir kızım. Öyle mi? Git bir aynaya bak istersen.” “Tabi öfkelendin ya hemen senli benli konuşmaya başla. Sonra yine koy mesafeyi araya. Kızım dengesiz misin sen?” Battaniyesine iyice sarınarak bana arkasını döndü ve mırıltılı bir sesle konuşmaya devam etti. “Şimdi uykum geldi sanırım ilaçlar yüzünden. Ben bunları imzalar getiririm daha sonra. Senin beklemene gerek yok. Eve dönebilirsin.” Sesi giderek daha sakin ve huzurlu gelmeye başlıyordu. Bunlar uykuya dalmadan önce söylediği son sözlerdi. Sonra derin bir sessizlik evi sarmalamış ve ben kavganın ortasında evine götürülüp annesinden azar yemiş bir çocuk gibi öylece kalmıştım. Lafları söyle söyle sonra uyu! Oh ne güzel! Tabi ki eve gitmemiştim. Evdekilerin yüzüme bakıp bir belgeleri de imzalatamadın mı der gibi bakan gözleri ile karşılaşmak istemiyordum. Buraya kadar gelip de eli boş dönmek de içime sinmiyordu. Onca yolu kağıt taşımak için gelip sonunda hiçbir şey elde edemeden dönemezdim. Ayrıca karşımda hasta hali ile duran birini arkamda bırakmak da vicdanıma sığmazdı. Rüzgar tam da Howl'un filmdeki gibi kendisi saldığı haline benziyordu. Sofya onunla ilgilenmişti. Hatta Howl vıcık vıcık olmuşken onu banyoya götürüp onu yıkamıştı bile. Sevgili okuyucum hala benim hikayemi okuyorsan bence bu filmi mutlaka izlemelisin. Eğer izlemediysen ne anlatıyor bu kız diyebilirsin. Ama filmi izleyenler bana hak verecektir. Rüzgar’ın uyuduğundan emin olunca evi gezmeye başladım. Her odaya girmedim ama kapısı açık olan odaları da affetmedim ki evin bütün odalarının kapısı açıktı şansıma. Geniş ve ferah bir evdi. Odalar sade ama pahalı mobilyalarla döşenmişti. Bir odada boylu boyunca bir duvara kitaplık konmuştu. Çok fazla kitap vardı ama çoğu sıkıcı bilimsel şeylere benziyordu. Evde çerçeveli tablolar vardı ama hiç gerçek fotoğraf yoktu. Yani Rüzgar’ın çok sevdiği insanlarla paylaştığı ve görmekten keyif aldığı anılar yok muydu? Gurur duyduğu bir an ya da özlediği bir geziden kalma fotoğraf bile yoktu. Yine de hoş ve ferahtı. Mutfak hariç. Mutfak oldukça dağınıktı. Kirli tabak ve bardaklar bir yanda da boş ama yağlı yağlı duran yemek kutuları vardı. Buzdolabı yiyecek namına bomboştu. Tabi gözüme çarpan kahve makinesi mutfak konusunu affetmem için yeterliydi. Oldukça teferruatlı olan kahve makinesi her türlü kahve çeşidini yapabildiğini iddia ediyordu. Üzerindeki ışıklı düğmeler de bu iddianın kanıtıydı. Eh o zaman hepsini denemek de benim boynumun borcuydu artık. Mutfağı ve salonu biraz toparladıktan sonra kendime bulduğum en büyük bardağa kahve yaptım. Çantamdan yanımda gezdirmeyi çok sevdiğim kitaplarımdan birini çıkartıp salonda manzarayı seyreden bir koltuğa yayılıp okumaya başladım. Bir yandan da Rüzgar’ın ateşini kontrol edip terini silmeye çalışıyordum. Bir bebek gibi uyuyordu. Acaba Sofiya gibi ben de onu yıkamalı mıydım? Hayır tabi ki öyle bir şey yapacak değildim. Son günlerdeki uyku düzenimin bozukluğu ve uzun belediye otobüsü yolculuklarına bedenimin henüz alışamamış olmasının yanında okuduğum kitapla da beraber ne ara uyuduğumu hatırlamıyordum bile. Gözümü açtığımda ilk fark ettiğim üzerime serili battaniyeydi. Ve havanın kararmış olması. Kalbim bir anda hızla çarpmaya başladı. “Saat kaç oldu? Gece olmuş.” “Evet,” diye bir ses geldi tam arkamdan. “Sana eve gitmeni söylemiştim ama sen burada kalıp koltuğumda uyumayı tercih etmişsin.” İyice kurulduğum tekli koltukta artık şekli bozulan vücudumu düzeltmeye çalışırken arkamı döndüm. Rüzgâr benim getirdiğim belgeleri inceliyordu. Sabahkinden daha iyi görünüyordu. “Ben... Şey belgeler…” Neden bilmiyorum kelimeleri toparlayıp da cümle kuramıyordum. Ben de o an kendime kızıyor ve bu saate kadar uyumuş olmama inanamıyordum. “Hem hastaydınız... Sizi bırakmak istemedim.” Aynı anda susup söylediğim şeyi geri almak için ne yapabilirim nasıl kıvırabilirim diye duraksadım. Rüzgâr başını dosyalardan kaldırmamıştı. Söylediğimi duymadı ya da duymazdan geldi. “Ne yazık ki seni eve bırakabilecek kadar iyi hissetmiyorum kendimi.” “Şey sorun olmaz,” diye atladım ve ayağa kalkıp üzerime çekidüzen verdim. “Ben bir otobüse atlayıp gidebilirim.” “Saçmalama. Küçük bir kızı gecenin bu saatinde yalnız başına o kadar yolu göndermek çok tehlikeli.” “Ben küçük kız değilim!” Burnumdan solurken aslında aynı şeyleri düşündüğümü itiraf etmeliyim. O saatte büyük bir şehirde tek başıma ve üstelik iki saat süren bir otobüs yolculuğunda sürekli tetikte olup her yolcudan kuşkulanarak her durakta kalbim aksayarak gitmek bana da çok eğlenceli görünmüyordu. “Tamam değilsin ama yine de seni tek başına gönderemem. En azından bu saatte olmaz. Babanla konuşursak burada kalmana izin verir mi?” Babam oldukça sakin ve anlayışlı bir adamdır. Ama bazı konularda nasıl tepki vereceğini bilmek de imkansızdır. En olmadık duruma sinirlenebilir ya da en beklenmedik durumları anlayışla karşılayabilir. Baba sonuçta sağı solu belli olmuyor ki bunların. Neyse ki babam bir şey söylememiş ve onunla tatlı bir dille konuşan patronun oğluna güvendiğine dair bir izlenim vermişti. Zaten artık güvenmese de eve dönemezdim. Bu evden çıksam kendi evime değil de pavyona düşme ihtimalim daha yüksekti. Allah korusun! “Aç mısın?” diye sordu Rüzgâr. Yani saatlerdir buradayım ne bekliyorsun tabi ki acıktım diyemedim. “Aslında yemek yapabilirim ama mutfakta pek malzeme bulamadım. Yani yenebilecek şeyler pek yok.” Rüzgâr elindeki dosyaları sehpaya bıraktı. “Bunları sabah imzalayacağım. Şimdi yemek söyleyelim. Pizza sever misin?” Bilmiyorum. Ablamın yaptığı pizzaları severdim. Ama hiç pizza pişirmemiştim. Hamur yoğurabileceğimi hiç sanmıyordum. “Yani severim ama pizza yapabileceğimi sanmıyorum.” Rüzgâr gülümsedi. “Burada misafirimsin. Senden yemek pişirmeni isteyeceğimi mi düşünüyorsun küçük kız? Ah hayır pizzayı ben de yapmayacağım. Bakma öyle şaşkın gibi.” Rüzgâr telefonunu eline aldı ve bir uygulama açtı. “Bakalım neler isteyebiliriz senin için.” Şunu sever misin bunu yer misin derken sonunda bir şeyler ısmarlamıştı bile. Tabi ki bu uygulamaları internette görmüştüm ama köyde hiç kullanma gereği hissetmediğimiz için aklımın ucundan bile geçmemişti telefonuma indirmek. “Yemekler yarım saate gelir.” Beni incelemeye başladı. Düşünceli bir şekilde yüzüme bakarken dudaklarını birleştirmiş başını hafifçe yatırmıştı. Gözleri ışıldıyordu. Yüzünde yorgunluk belirtileri taşımasına rağmen sabahki kadar solgun olmadığı için bir canlılık vardı. “Sana uygun kıyafetim yok sanırım. Ama bir şeyler ayarlayabilirim.” İçeri gidip bir süre sonra geri döndü. Elinde etiketi üzerinde duran bir eşofman takımı vardı. “Bunu kendime almıştım ama küçük diye giymedim. Sana biraz büyük olur ama üzerindekilerden rahattır. Bir dene istersen.” Yok ben böyle rahatım diye naz yaptım ama gerçekten üzerimdeki kıyafetlerle sabaha kadar oturmak çok da konforlu olmayacaktı. Rüzgâr ısrar edince kıyafetleri denemek için başka odaya geçtim. Gri renkli ama siyah şeritleri olan alt eşofmanın paçasını kıvırıp belini de sıkıca bağlayarak giymeyi başardım. Üst parça için yapabileceğim bir şey yoktu. Neredeyse dizlerime geliyordu ve bana bol olmuştu. “Çok komik görünüyorum,” dedim ağlamaklı bir şekilde. “Bence çok yakışmış.” Bana gülümseyerek bakıyordu. Sözlerinde samimi olduğunu hissettim ve bu bana güven verdi. En azından kot pantolonumdan daha rahattı. Biraz sonra gelen yiyecekleri sehpaya sermiştik. Rüzgâr televizyondan bir film açmayı önerdi. Filmleri sıra sıra geçerken Harry Potter çıktı ve istersen izleyebiliriz dedi. Aslında Harry Potter severim ama bunun beni çocuk gibi göstereceğine dair şüphelerim olduğu için kabul etmedim. Bir sürü tartışmalı önerinin ardından ki bunların arasında Aşk ve Gurur, Emma hatta Bridget Jones’un Günlüğü gibi filmler ve Aşk ve gurur ve Zombiler gibi filmler de vardı ama sonunda Ruhların Kaçışı adlı çok sevdiğim bir anime filmde karar kıldık. “İlaçlarınızı içtiniz mi?” Bu kadar abarttıkları pizza bu mu diye düşünerek bir lokma daha aldım. Pizza güzeldi ama Ninja kaplumbağaların uğruna adam öldürdüğü o pizzadan değildi. “Benim kıyafetlerimi giyiyorsun ama hala bana siz diyorsun.” “Sizin kıyafetlerinizi giymemin aramızdaki samimiyetle alakası yok.” “Aslında olması lazım. O kıyafetleri giymek isteyen çok kadın var.” Elimdeki pizzayı sehpaya bıraktım. “Ben mecburiyetten giydim bir kere. Ayrıca siz benim patronumun oğlusunuz. Hatta patronum sayılırsınız. Yani aramızda statü mesafesi var. Ayrıca resmiyeti severim. Bana güven veriyor.” “Ben senin hiçbir şeyin değilim küçük kız. Bana böyle etiketler koymana gerek yok. Ama kendini güvende hissediyorsan sen bilirsin tabi. Doktorculuk oynamaya devam edebiliriz.” Derin bir nefes aldım ve omuzlarımı düşürdüm. “Bana küçük kız demenden hiç hoşlanmıyorum.” “Böyle daha iyi. Güveninin kazanmak için seni hep sinirlendirmem mi lazım acaba?” “Sinirlenmiyorum ben. Sadece hoşlanmadığımı belirtiyorum.” Pizzamdan öfkeli bir lokma alıp ağzımda çiğnediğim Rüzgar’ın kafasıymış gibi düşleyerek hırsla çiğnedim. Meyve suyumdan da bir yudum alıp burnumdan solumaya devam ettim. “Merak etme. İlaçlarımı aldım. Hatta uykum gelmeye bile başladı. Sanırım birazdan uyuyakalırım. Sen evde nasıl rahat ediyorsan onu yapabilirsin.” İzlediğimiz filmde küçük Chihiro cadının hamamında kimsenin yıkamak istemediği bir ruhu yıkıyordu. Ben dikkatle dev ekrandan filmi izlemeye dalmıştım. Kendimi sinemada gibi hissediyordum. “Dün sabah bir hastamı kaybettim,” dedi Rüzgâr mırıldanır gibi bir sesle. “Daha küçük bir bebekti. Doğumda sıkıntı yaşamıştı. Annesi de on yedi yaşında bebekten bile küçük bir kız. Çocuk doktoru olduğumda daha az ölüm göreceğimi sanmıştım. Çok yanılmışım. Her ölüm ruhumdan bir parça koparıp götürüyor sanki. Elimin değdiği her ölü bedenle ruhuma ölüm bulaşıyor. Bu yüzden bu kadar sık hasta olmaya başladım belki de…” Hiçbir şey diyemedim. Bir anda öylece kaldım yerimde. On yedi yaşındaki kızın anne olması mı yoksa bebeğini kaybetmiş olması mı daha acı verici diye geçirdim içimden. “Sana anlatmak iyi geliyor biliyor musun? Gerçi aramızda bir çalı olmaması kötü oluyor. Seni görünce derdimi unutuyorum. Buna alışmak istemiyorum.” Benim bir şey söylememi beklemeden battaniyesini alıp karşı kanepeye geçti. Gözlerini kapattı. “Ben uyuyacağım sanırım. Sen filmi izlemeye devam et. İyi geceler.” |
0% |