@yazarkasa
|
Filmi izledim. Bu sırada Rüzgâr derin nefesler eşliğinde uyku diyarına geçiş yapmıştı. Gündüz uyuduğum için benim uykum yoktu. Bu yüzden kendime adını bilmediğim kahvelerden bir tane yapıp kitabımı elime aldım ve gece renkli ışıklarla bezenmiş İstanbul manzarasına karşı yüzümü dönerek kitabımı okumaya başladım. İstanbul yüzüne parlak ve abartılı makyaj yapmış bir hayat kadını gibi görünüyordu. Işıl ışıl ama hüzünlü… Süslü püslü ve davetkar… Arada sırada Rüzgar’ın ateşini kontrol ediyordum. Ona dokunduğumda parmak uçlarımda bir karıncalanma hissettiğimi ve beynimin bir anlık kısa devre yaptığını, andan ve mekândan bir süre koptuğumu itiraf etmeliyim sevgili okuyucu. Bunların neden olduğunu bilemiyorum. Şimdilik üzerine gitmemeye karar verdim. Belki de aklım onu kafamdaki fantastik karakterlerle karşılaştırıp kalbime farklı sinyaller gönderiyor ve böylece kısa devre yaşanıyor ve bir anda elektrikler gidiyordu. Olamaz mıydı? Bence çok mantıklı. Bir de gerçekten çok yakışıklıydı. Abisi Kaya daha düzgün bir tipti. Ama Rüzgâr siyah kuzguni renkte, kulaklarına değecek kadar uzun saçları ve zümrüt mavisi gözleri ile bana sevdiğim kitapları hatırlatıyordu. O kitaplardaki yakışıklı ama arızalı prenslere benziyordu. Keşke benzemeseydi. Keşke koca bir burnu, şekilsiz dudakları ve kalın kaşları olan çirkin bir adam olsaydı. O zaman onu daha çok severdim. Bu haliyle tek istediğim kendimi ondan sakınmak. Bir platonik aşkı daha kaldıramam sevgili okuyucu. Anlıyor musun beni? İstanbul çok kalabalık ve âşık olunacak erkek çok fazla. Benim narin bünyem bunu kaldırabilecek mi bilmiyorum bile. Ah yazık bana… Sabah namazından sonra, telefondan kıble bularak kıldığım namazdan sonra, daha fazla direnemeyip kendimi uykunun kollarına bıraktım. Karmakarışık rüyalar ile beynimin dinlenmekten çok yorulduğu kısa bir uykunun ardından dehşetle ve nefes nefese uyandım. Uykumun son anında silahlı bir çatışmadan kaçarken Rüzgar’a sımsıkı sarılmıştım ve elimi sırtına koyduğumda yarasından sızan ılık kanları fark edip ağlamaya başlamıştım. Gözlerimi açtığımda yüzünü karşımda görmek uyandığım rüyadan daha beterdi. “İyi misin?” diye sordu endişeli bir sesle. “İyiyim,” diyerek yattığım yerden doğrulmaya çalıştım. Bana elini uzattı ve dalgınlıkla elini tutup doğruldum. Sonra bir anda ikimiz de ellerimizi çektik. Benim tenimdeki elektriklenme onu da etkilemiş olabilir miydi? “İyi bir rüya görmedin sanırım. Kıpırdanıp söylenip durdun. Kâbus mu görüyordun?” “Bilmiyorum. Uyandığımda rüyalarımı hatırlamam pek. Ama genelde maceralı oluyorlar. Belki ondandır.” Gözlerimi Rüzgar’ın gün ışığında parlak bir zümrüt gibi ışıldayan gözlerinden kaçırdım. Omuzlarını silkti. “Sen öyle diyorsan küçük kız.” Öksürdüm ve gözlerimi kısarak yüzüne baktım. Gözlerini devirdi. “Tamam koca kız. Kocaman, yaşlı ve mendebur bir kadınsın sen. Nasıl bunu sevdin mi?” “Ortası yok mu ayarının? Normal bir kadınım ben işte. Genç kızım ben.” Derin bir nefes alıp öyle olsun der gibi omuzlarını silkti. “Hazırlanabilirsen çıkalım. Bir şeyler yiyip seni eve bırakabilirim.” Ayağa kalkmış üzerime bol geldiği için kendinden geçmiş kıyafetimi düzeltmeye çalışıyordum. “Ama hastalığınız…” “Daha iyi hissediyorum. Hem şu dosyaları kendim iletmek isterim anneme. Hadi sen hazırlan dışarıda bir şeyler yer eve geçeriz.” Tamam diye mırıldanıp içeri geçtim ve kendi kıyafetlerimi üzerime geçirdim. Deniz manzaralı, dalgaların neredeyse camları yalayıp geçtiği, camekanla çevrelenmiş böylece manzarayı da öldürmeden insanı denizin dibindeymiş gibi hissettiren ferah bir mekâna geldik. İki kişinin yapacağı kahvaltıya göre biraz abartılı derecede kalabalık bir kahvaltı sofrası kurdular birkaç dakika içinde. Kiremitte menemen, saç tavada sucuklu yumurta, poğaça ve börekler, çeşit çeşit reçeller, aynı anda hem çay hem de portakal suyu ve sayamadığım başka çeşitler başımı döndürmüştü. “Bunlar çok fazla değil mi? Bir tost ve çay yeterli olurdu aslında. Yazık olacak.” “Sen yiyebildiğin kadarını ye. Gerisini paket yaptırırız. Hadi ikimizin de güçlü bir kahvaltıya ihtiyacı var.” Tabağıma biraz yeşillik, değişik çeşitte peynirler ve poğaçadan alıp yemeye başladım. “Anlat bakalım,” dedi Rüzgâr çayından bir yudum alırken. Ağzımdaki lokmayı acele ile yutup portakal suyumdan içerken kendimi oldukça elit hissettiğimi itiraf etmeliyim. Sabah kahvaltısında portakal suyu mu içiyorsun Gülce, daha neler? Aristokrasiye girdim de haberim mi yok acaba? “Ne anlatayım?” “Hayatını, okuduğun kitapları, neden İstanbul’a geldiğini… Ne istersen…” O gün biraz çenem düşüktü sevgili okuyucu. Bebekliğimden başlayıp köyü, annemi ve sonra olanları sıkıcı yanlarını kendime saklayarak anlatmış olabilirim. Hatta bazı şeyleri söylediğim anda pişman olsam da ipin ucunu kaybettiğim ve kahkahalar eşliğinde Han’la anılarımızı ve neden Bilgisayar mühendisi olmak istediğimi anlattım. Aslında bunu seninle de paylaşmak isterim. Ben imkanları kısıtlı olan bir köyde büyüdüm. Aslında artık neredeyse her köyde internet, her insanın elindeki telefonda en azından küçük bir mobil internet mevcut. Ama benim babam düşük gelirli bir çiftçiyken üzerine eniştemin de kefil ettiği ya da üzerine yıktığı borçlar yüzünden daha da düşen gelirimiz yüzünden harcamalarımıza dikkat etmemiz gerekiyordu. İnternet, bilgisayar ya da dokunmatik telefon bizim için lüks kategorisine giren ihtiyaçlardı ve elimiz bollaşana kadar ertelediğimiz heveslerimiz arasındaydı. Eh insanın ulaşamadığı ne varsa onun için çabalaması da elzemdir. Ben de küçüklüğümden beri elektronik eşyalara meraklı biriydim. Ablamlarda kalırken bilgisayarla tanışmıştım ve beni çok etkilemişti. Kendi kendime internetten videolar izleyip bazı programlama dillerini yarım yamalak öğrenmiştim. Tabi ki sadece hesap makinesi yapabiliyordum. Ama bu bile beni heyecanlandırıyordu. Eniştem yeğenlerime tablet alınca bilgisayar boşta kalmıştı. Sonunda da benden başka bilgisayarın yüzüne bakan olmadığı için ablam onu eve getirmeme aldırış etmedi. Kitaplardan sonra hayallerimi gerçeğe dönüştürebildiğim tek yerdi bilgisayar. Resimler, videolar, programlar tasarlamak heyecan vericiydi. Açıkçası üniversite okumak benim için hayalin bile ötesinde olmayacak bir dua gibiydi. Ama olmayacak dua yoktur değil mi sevgili okuyucu? Ben artık her şey bitti keşke ölsem diye düşünürken sonunda kapıların ardı arkasına açıldığını fark ettim. Böylece dünya yeni bir mühendis hatta programcı adayı kazanmış oldu. Çok da heyecanlı bir hikâye değil belki ama benim için özel bu yüzden senin de bilmeni ve beni daha iyi tanımanı istedim sevgili okuyucu. Seni bilmiyorum ama Rüzgâr beni merak ve ilgiyle dinliyordu. Onun bu duruşu beni daha da teşvik ederken kendimi biraz fazla açtığımı da fark etmemiştim. Neredeyse bir saate yakın hiç susmadan konuşup bir yandan da tabağımdakileri bitirmeye çalışırken son günlerde hiç olmadığım kadar hafif hissediyordum. Ruhuma ağırlık yapan anlatacak ne çok şeyim varmış da benim haberim yokmuş. “Hep ben konuştum.” “Açıkçası ben dinlemeyi severim. Hem senin kadar anlatacak hikayem yok. Düz bir adamım.” Hiç sanmıyorum der gibi yüzüne baktım. Hiç kimse dümdüz değildir. Eğrisi büğrüsü, inişi çıkışı vardır. Herkesin bir yarası hatta birkaç yarası vardır. Herkesin çiçekli bahçelerinin yanında koca bir mezarlığı, anlatmak için can attıkları, anlatmaya kıyamadıkları vardır. Velhasıl her insanın anlatacak hikayesi vardır. Çünkü insan hayatı hikayelerle donatılmış fantastik bir serüvendir. Tabi Rüzgar’a böyle uzun uzadıya bir açıklama yapmadım. Rüzgâr bakışlarıma göz devirip saatine baktı. “Aslında doyduysan kalksak iyi olur. Bunları telim edip hastaneye dönmem gerek.” “Ama henüz iyileşmiş sayılmazsın…ız.” Kafam birçok konuda karışıktı ama bu adama nasıl hitap edeceğim konusu benim için karmakarışıktı. “Gayet iyiyim. Benimki tamamen psikolojik bir çöküntüydü. Ama şimdi daha iyiyim. Ayrıca gece ateşimi kontrol etmeyi ihmal etmediğin için teşekkür ederim.” Rüzgâr gülümseyerek yüzüme bakarken yanaklarım kızarmış yüzümü alev basmıştı. “Şey… ben… hastasınız diye…” kelimeler ağzımın içinde eriyen birer kar topuna dönüşmüştü sanki. Rüzgâr konuyu üstelemedi. Bir garson çağırıp masadakileri paket yapmasını istedi. Masa toparlanırken ben lavaboya geçip elimi yüzümü yıkadım. Ve yola çıktık. Otobüsle dura kalka iki saatte ancak geldiğimiz yol Rüzgar’ın hız sınırının üzerinde seyreden arabası ile uçarcasına geldiğimiz için midir bilmem yarım saatten fazla sürmeden bitmişti. Konuşacak birkaç kısa konudan başka fırsatımız olmamıştı. Onlar da yüzeysel şeylerdi. Merak bile etmezsin sevgili okuyucu benim de aklımda kalmadı inan. Sonunda eve vardığımızda kendimi daha rahat hissediyordum. Arabadan inerken teşekkür etiğimde Rüzgâr bana bir süre sessizce bakıp “asıl ben teşekkür ederim küçük kız…” dedi. Ne için diye sormadım. Ya da küçük kız dediği için onu terslemedim. Sadece bakışlarına kilitlenmiştim. Bakışları kalbimin orta yerine çökmüş bir dağ gibi ağırlık veriyordu. Kendime ufak bir güç kırıntısı bulduğum ilk anda bakışlarımı kaçırıp ardıma bakmadan eve vardım. Babam bahçede oturmuş çay içiyordu. Onu yanaklarından öptüm ve geç kaldığım için üzgün olduğumu söyledim. Bir şey söylemeden saçlarımı okşadı bir süre. Sonra içeri geçip üzerimi değiştirdim, yatağında uyuyan kardeşimi araladığım kapının açıklığından kontrol edip nefes alışlarının düzenli olduğuna kanaat getirene kadar izledim. Sonra bahçeye çıkıp salıncağıma kuruldum. Büyük evin internetine girip sosyal medya hesaplarımı kontrol ederken yol arkadaşım yaşlı ve çılgın teyzenin takip isteğini gördüm. Süreyya Yaman. Kadının isminin bir ağırlığı vardı gerçekten. Sosyal medya hesabı da dolu doluydu. Gezmediği şehir, gitmediği aktivite yok gibiydi. Bir orda bir burda derken yurt içi yurt dışı turlarla dünyayı fethetmişti kadın. Bir de hukuktan mezun olmuş torunu ile fotoğrafları vardı. Çocuğun adı Yağız Yaman. Al bu ismi Wattpad’ de baş karakter yap milyon okunmazsa gel yüzüme tükür. Öyle bir ismi var. Ve tipi de ismine münhasır yağız bir delikanlı. Boylu poslu, kanlı canlı. Hukukçudan çok mafya babasına benzeyen Wattpad’ den çıkma bir karakter. Beyaz tenli, kara kaşlı kara gözlü, saçlarını özenle taramış, her fotoğrafta takım elbise giydiğini fark ettiğim bir tip. Aşık olunur mu derseniz bence gideri var gibi. Ama bakalım zaman ne der. Şuan kalbim öyle karışık ki böyle yaşlı teyzelerinin ayarlamayı vaat ettiği o geçen ve yakışıklı çocuğa anında aşık olacak kadar bile yer kalmamış gibi hissediyorum. Akşama kadar evde oyalanıp işe gitme vaktim yaklaştığında hazırlandım ve büyük eve doğru isteksizce yürümeye başladım. Beni birinin durağa bırakmasını istemek o kadar zor geliyordu ki korkmasan yürüyerek durağa inerdim. Ama korkum gururuma baskın çıkıyordu. Personel mutfağına yaklaştığımda kahkahaları ve uğultulu konuşmaları duymaya başlamıştım. İşlerin bitmek üzere olduğu ve artık çaylarını ellerine alıp dedikodu yapma vakitlerinin geldiği bir saate yaklaşmıştık. Bir yandan tabaklar çanaklar havada uçuşuyor diğer yandan da konuşmalar hararetle yapılıyordu. Benim gelişimi kısa bir hoş geldin diyerek geçiştirip konuşmaya devam ederek konunun ne kadar mühim olduğunu gösterdiklerinde dayanamayıp ben de muhabbete ortadan daldım. Meğer konu Rüzgâr ve o gün sabah annesi ile yaptığı bağrış çağırışla biten ve bir vazo ile porselen fincan takımının çeyreğinin telef olması ile sonuçlanan kavgaymış. Kavga oldukça hararetliymiş. Gürültü evin dışına kadar yayılsa da konu oldukça muallakta kalmış. Rüzgar’ın imzalamayı ret ettiği bazı evraklar yüzünden başladığı konusunda hemfikirlerdi. Bunu tahmin etmek için de çok kafa yormaya gerek yoktu zaten. Konu üzerine yorum yapmaktan kaçınarak mutfağa son dokunuşlarını yapan Cengiz abiye beni durağa bırakıp bırakamayacağını sordum. Az biraz işinin kaldığını birazdan çıkacağını söyleyince ben kapıdan çıkıp arabanın yanına seğirttim. Mutfakta ayak altında durup karınca gibi çalışan insanlara engel oluyormuş gibi hissediyordum. Bahçeden garaja doğru ilerlerken güllerin biraz ilerisinde koca bir ağacın altında gzlice sigara içen bir silüet gördüm. Bunun Cemal abi olduğunu düşünüp sevimli bir şekilde gülümserken elinde sigarası ile bana bakan Kaya beyle karşılaşmak beni şaşırtmıştı. Kaya Bey elindeki izmariti bana doğru uzatıp mahcup bir eda ile açıklama yaptı. “Biraz sakinliğe ihtiyacım vardı.” Sanki burada ne işin var diye sormuşum gibi… Bana neyse! “Açık hava iyidir,” diyerek ortama güzel bir koku saldım. Ne kokusu diye sorma güzel okuyucu anladın bence sen onu. Kaya bey en karizmatik hali ile sigarasından bir fırt aldı. Kamu spotu olarak sigaranın zararlarını anlatmak isterdim ama Kaya beye odaklandığım için bu konuyu es geçmeyi tercih ediyorum. “Sen ne yaptın? Alıştın mı işine? Zor geliyorsa söyle sana daha rahat bir iş bulabilirim. Yani istersen.” O kadar samimi bir şekilde söylemişti ki ensesine vurup saçmalama şapşal şey dememek için kendimi zor tuttum. Şaka tabi ki karşısında ezilip büzülmekten tüm kemiklerim yumuşamaya başlamıştı. “Alıştım gibi. Yani bir zorluğu yok benim için. Her şey için teşekkür ederim. Zaten bana büyük bir iyilik yaptınız.” Sigarasını ağzına götürüp derin bir nefes çekti. Havaya gri dumanlar bırakırken bir yandan da beni inceliyordu. “Bak ne diyorum? Okulun açılınca seni yanımda çalıştırabilirim. Uygun vakitlerinde çalışacak bir program ayarlarız. Hem gözümün önünde olursun.” Kalbim hızla çarpmaya başladı. Sanki bana evlenme teklif ediyordu mübarek. Bu nasıl bir büyü biri bana anlatsın? Başımı önüme eğip kızaran yanaklarımı gizlemeye çalıştım. Bir yandan ayak ucumla yeri eşeliyordum. “Siz daha iyi bilirsiniz Kaya Bey.” Kaya elindeki izmariti yere atıp parlak kösele ayakkabısının ucuyla ezdi. “Seni durağa bırakmamı ister misin güzel kız?” Evet, bana güzel kız dedi! Evet kalbim eriyip mideme aktı! “Yok teşekkürler. Cengiz abilerle ineceğim şimdi.” Veda kısmını çok uzatmadan ayrıldı. Kaya Bey içeri geçti ben de Cengiz abinin Doblo’sunun yanına geçip birkaç dakika bekledim. Neyse ki çabuk geldiler. O akşam Süreyya teyzem otobüste olmadığı için belediye yolculuğumu daha çok uyuyarak geçirdim. Yol böylece daha kısa ve daha az yorucu oldu. Hastane girişinde Sena ve Zehra’ya selam verip kıyafetlerimi değiştirmek için personel odasına geçtim. Bu sırada Sena da odaya geldi. Rüzgâr Aksoy’un geldiğini beni sorduğunu ve nöbetim olduğunu öğrenince yanına gitmem için not bıraktığını söyledi. Görücüsü istemeye gelmiş genç kız gibi heyecanlansam da sakince başımı sallayıp tamam giderim gibi bir şeyler zırvaladım. İstanbul çok kalabalık. Çok fazla âşık olunacak, kitaplardan fırlamış gibi görünen insan var. Ben buna alışık değilim. Sen benim aklıma mukayyet ol Allah’ım! Hızlıca hazırlanıp Rüzgar’ın muayene odasına doğru yürüdüm. Kapıyı çalıp içeri girdim. İçeride bir baba kucağında küçük bir kız çocuğuyla durmuş Rüzgar’la konuşuyordu. Bir kadın da tıka basa dolu bir çantada telaşla bir şeyler arıyor, bazı eşyaları çıkarıp bazılarını içine geri sokuyordu. Usulca yan masaya geçip bilgisayarı açtım. Rüzgâr yazdığı ilaçları nasıl kullanacaklarını anlatırken dalgınca onu dinlediğimi fark ettim. İnsanı sakinleştiren ve kalbini teskin eden bilgili, kendinden emin bir ses tonu vardı. Ve bu ses tonu kalbimin en kuytu köşesindeki bir notaya usulca dokunup içimi gıdıklıyordu. Oda boşalınca Rüzgâr bana dönüp gülümseyerek baktı ve kısa bir hoş geldin dedi. Başımı eğip hoş buldum diyerek cevap verdim. Hoş bulmuştum gerçekten! Çok hoşsunuz beyefendi! Lütfen biraz daha insaflı olunuz… Sonrasında ateşi düşmeyen, öksürmekten nefes alamayan, kusması ishali durmayan hastalar arka arkaya gelip geçerken bazılarına serum takıldı bazılarına ilaç yazılıp eve gönderildi. İlk birkaç saat odadan bir hasta çıkıp diğeri ara vermeden giriyordu. Bu arada yeni bir bebek de doğmuş ve onun ilk kontrollerini de Rüzgâr yapmıştı. Gayet sağlıklı, tosun gibi bir erkek çocuğuydu. Gece üçten sonra hastalar seyrelmeye başladı. Böylece ben de yemek molası için üst kata çıkabildim. Rüzgâr sandalyesine yaslanmış gözlerini kapatarak dinlenmeyi tercih etmişti. Yemek için geç bir saate kaldığımdan yemekhane nispeten sakindi. Tanıdık birini göremedim. Gerçi çok kimseyi de tanıdığım söylenemezdi. Hızlıca yemeğimi yiyip Rüzgâr için ekmek arası bir şeyler hazırladım ve iki büyük kahve doldurup aşağıya indim. Rüzgâr bildiğin uyumuştu. Yani bir insan bu kadar kısa süre içerisinde, böyle konforsuz bir şekilde nasıl uyurdu? Boğazımı temizler gibi yaparak öksürdüm ama beyefendi gözlerini açmadı bile. “Kahve getirdim doktor bey. Ve yiyecek bir şey.” Rüzgâr tek gözünü açıp bana baktı. “Kahve mi? Ve yiyecek?” Elimdeki tepsiyi masasına koydum. “Ne dediysek o.” Kaşlarını çatarak yüzüme baktı. “Sen bana racon mu kestin az önce?” Gülümseyerek ekmeğinden bir lokma aldı. “Daha samimi olmamızı istemiyor muydun?” “Senin samimiyetten anladığın bu mu küçük kız? Hem ben öyle bir şey söylediğimi hatırlamıyorum.” Yüzüme savaşa hazırlanan amazon kadını ifadesini yerleştirdim. “Sizli bizli konuşmamdan rahatsız olduğunu söylediğini hatırlıyorsundur umarım. Mavi kuş.” Dudaklarını ters bir yay çizer gibi birbirine bastırıp kaşlarını kaldırarak şaşkınlığını belli etti. “Mavi kuş ha?” Omuzlarımı silktim. “Etkiye etki. Tepkiye tepki. Etikete etiket. Lakaba lakap.” “Dişe diş kana kan. İntikam!” Rüzgâr bir kahkaha attı. Bana kızdığını sanmıyordum. Daha çok bu halimden keyif alıyor gibiydi. Belki ben de bundan cesaret alıyordum. Bilmiyorum. “Sen şimdi benimle sohbet kurup sosyalleşmeye mi çalışıyorsun? Yoksa kavga çıkartıp beni dövmeye mi?” Kitaplarda okuduğumuz o diyaloglar var ya gerçek hayatta hiç de işe yaramıyormuş. Şimdi bunu test edip onaylamış oldum. Gerçi ben de kitabın ortasından girdim sanırım. Adama siz diye hitap ederken bir anda tersleyip trip atmaya başlamıştım. Ve bu düştüğüm çukurdan nasıl çıkacağımı bilmiyordum. “İletişim kurmaya çalışırken saçmalıyorumdur belki.” Başımı önüme eğip bilgisayar klavyesinin tuşlarına rastgele basmaya başladım. “Çok mu ileri gittim?” diye mırıldandım. Sesim kısık çıkmıtşı. Belki duymaz diye düşünmüştüm. “Benim yanımda istediğin gibi davranabilirsin küçük kız. Seni yargılamam.” Kahvesinden bir yudum aldı. “Saçmalamak güzeldir,” dedi neşeli bir ses tonuyla. Bir süre sessizlik oldu. Hasta gelmedi. Kimse konuşmadı. Ölüm gibiydi ama ölen olmadı denecek öyle sancılı anlardan biriydi. “Annenizle kavga etmişsiniz.” Kahvemden bir yudum aldım. “Yine başa mı sardık şimdi? Bir an azarlayıp sakinleşince mesafeli mi davranacaksın?” “Bilmiyorum. Denge kuramıyorum sanırım.” Açıkçası benim için arada bir mesafe kalmamıştı sanki. Yıllardır tanıdığım, güvendiğim biri ile aynı odada gibi hissediyordum. Onun yanında saçmalayabilirdim ve bunu yadırgamazdı. Hatta yüzüme bile vurmazdı eminim. Sanki onu ezelden beri tanıyormuş gibi hissediyordum. Ama o benim patronumdu. Saygısızlık etmek de istemiyordum. Derin bir nefes aldı. “Demek kavgamız çalışanların diline düştü.” Sandalyesine yaslanıp bir süre sessiz kaldı. “Biliyor musun küçük kız? Basit ve huzurlu bir aile hayatı, ihtişamlı zenginlik içinde ama mutsuz bir yaşantıdan çok daha konforlu görünüyor gözüme. İç huzur, aile huzuru parayla satın alınacak bir şey değil. Ve para, ve güç, ve her istediğini yapabilme özgürlüğü iyi bir şey değil. Eğer seni insanlıktan çıkarıyorsa tabi… Söylesene bana, kötülüğe sessiz kalmak seni de kötü biri yapar mı?” Bana soru sormasını beklemiyordum. Kısa bir afallamadan sonra cevap bekleyenciddi bir ifade ile yüzüme baktığını fark ettim. “Nerede durduğuna bağlı. Eğer kötüye fayda sağlıyorsan iyi biri olmanın kimseye faydası olmaz bence. Ama iyilerin yanındaysan ama kötülüğe gücün yetmiyorsa o zaman başka.” “Belki gücüm yetiyordur ama ben bunu yapacak cesareti kendimde görmüyorsam…” “Bu seni kötü biri yapmaz ama korkak biri yapar. Ve tarih korkakları değil kahramanları yazar.” Balını geriye yaslayıp gözlerini kapattı. “Tarih umurumda değil. Korkak olarak yaftalanmaktan da çekinmiyorum. Ama o masum insanların vebali kalbime ağırlık veriyor artık. Söylesene küçük kız değirmenlere savaş açsam yanımda olur musun? Sancho Panza’m olur musun?” Umarım bu bir evlenme teklifi falan değildir. Hayır adama nasıl hitap edeceğimi bile kestirememişken konu nerelere geldi ben bile anlamadım. Bir çay içseydik bari… “Konunun nereye gittiğini çözemiyorum.” Rüzgâr gülümsedi. “Boş ver. Gecenin bu saatinde saçmalamak bulaşıcı sanırım.” Eli ile yüzünü ovuşturdu. Ve birden ayağa kalktı. “Ben yeni doğan ünitesine gidip kontrol edeyim.” Rüzgâr odadan çıkarken savrulan saçlarının ardından bakıp tek düşündüğüm Howl’a ne kadar benzediğiydi. Aklımdaki saçma sapan düşünceleri savuşturmak için ayağa kalktım ve Rüzgar’ın masasında dağılan kağıtları kalemleri toparlamaya başladım. Bu sırada açık duran bilgisayar ekranına gözüm takıldı. Geçen gece gelen ve vefat eden şu kız çocuğunun dosyası açıktı. Rüzgar’ın savaş derken ne demek istediğini düşündüm. Kime karşı savaşacağını bilemezdim ama kim için savaşmak istediğini tahmin edebiliyordum. Anlamsız ve kötü bir savaş... Savaşmaktan korkan bir Howl…. Savaşın ortasında kalan son büyücü… Bende Rüzgar’ın Sofia’sı olabilir miydim? Rüzgâr daha odaya gelmeden ateşi düşmeyen bir bebek hasta gelmişti. Sonrasında karın ağrısından kıvranan bir erkek çocuğu ağlayarak muayene oldu. Ve gecenin bir yarısı nasıl olduysa ayağının altını boydan boya kesmiş bir çocuk kanlar içinde geldi. Sabahın ilk ışıkları kızıl, koyu bir kandan süzülür gibi odanın penceresinden içeri akmaya başladığında yorgunluktan hissizleşmeye başlamıştım. Çıkış saati geldiğinde Rüzgar’ın eve bırakma teklifini ikiletmeden kabul edip hızlıca hazırlandım. Ve arabanın motoru çalıştığı anda gözümü kapatıp kendimi suyun içinde yol alan bir balık sürüsünde süzülürken hayal ettim. “Seni kapıda bıraksam olur mu?” Rüzgar’ın mahcup sesi ile kendime geldim. Evin geniş bahçe kapısının önünde durmuş bekliyorduk. Yarı uykulu bir şekilde yerimden doğruldum. “Buraya kadar getirmene de gerek yoktu aslında. Teşekkür ederim. Eve gelmeyeceğini bilseydim… yani zahmet oldu.” “Git dinlen hadi. Yoruldun bu gece yoğundu.” Başımı eğdim. Onun yorgun ama anlayışla bakan mavi gözlerine daha fazla tahammül edemezdim. Bana öyle güzel bir şekilde gülümsüyordu ki bunu rüyalarımda tekrar tekrar göreceğime emindim. Öyle sevimli gülme be adam! Aklımı karıştırıyorsun! Bir süre sessizce bekledim. Yine arabadan inmem gerekirken unuttuğum bir şey hatırlamaya çalışıyor gibi hissediyordum. Rüzgâr bir şey söylemeden sabırla beni bekledi. Dalgın bakışlarla evin kapısını inceliyordu. “Olurum,” dedim birden. Rüzgâr başını çevirip tek kaşını kaldırarak şaşkınca bana bakıyordu. “Sancho Panza olurum.” Gülümsedi. Ama ağlamak üzere olan bir insanın hüzünlü gülümsemesi gibiydi. Neşe vaat etmiyor acı bir tat bırakıyordu aklımda. “Hadi git dinlen küçük kız.” Başka bir şey söylemeden usulca arabadan indim. Nedense onun yel değirmenlerine savaş açan bir kahraman olduğuna kalbim çoktan inanmış ve kapılmıştı. Don Kişot ve Sancho Panza… Howl ve Sofia… Küçük kız ve mavi kuş… Aynı masalın farklı kahramanları mıydık yoksa? |
0% |