@yazarkasa
|
Gecenin kuzguni saçları üzerimize hayali bir örtü gibi serilirken rengarenk ışıklı yollardan, kalabalık trafikten, gürültü ve karmaşadan giderek uzaklaşıyorduk. Rüzgar’ın bedenine sıkıca sarıldım. Sanki onu yüzyıllardır tanıyordum. Ona aşinaydım. Yanında kendimi esintinin kucağına sığınıp umarsızca savrulan bir yaprak misali özgür ve mutlu hissediyordum. Ne kadar süre motosikletle yol aldık bilmiyorum. Hem eğlenceli hem de ürkütücüydü. Özellikle Rüzgâr trafik kurallarını kendine göre esnetmeye, aralardan geçmeye ve hız limitlerini zorlamaya çalıştığı için ara sıra midemin içindekiler ağzıma kadar geliyordu. Kalbim hızla atıyor göğsümden fışkırıp patlayacakmış gibi hissettiriyordu. Küçükken ilçede kurulan bir lunaparka gitmiştik. Orada bindiğim hız treni de beni böyle etkilemişti. Ama motosiklet hız treninin çok daha üzerinde bir heyecandı tabi ki. Aynı hız trenine arka arkaya defalarca binmek gibiydi. Sonunda ağaçlık bir alanda durduğumuzda ayaklarımı hissetmediğimi fark ettim. “Felç oldum galiba.” Rüzgâr motosikletten inip kaskını çıkartırken etrafına bir hare yaydığına yemin edebilirdim. Ama size bunu kanıtlayamam. Saçlarını savurup gülümseyerek bana baktı. Ben motordan kalkmadan hipnoz olmuş gibi onu izliyordum. “İlk defa binince biraz tutukluk yapabilir.” Gözlerimi devirdim. “Ben köyde traktörün yan tekerleğinde saatlerce yol gitmiş insanım bir kere.” Saatlerce kısmı abartılıydı. Evden tarlaya ne kadar sürüyorsa. İkisinin bir olmadığını biliyorum sevgili okuyucu ama o an ezik görünmemek için can havliyle yaptığım bir karşılaştırmaydı. Köylü kız muamelesi görmek istemiyordum artık. “Serseri takılırdım diyorsun yani.” Rüzgâr kahkaha ile gülerken ben de ayaklarımı esnetip kemiklerimi çıtırdatmaya çalışıyordum. “Sizin kadar olmasam da beyefendi!” Rüzgâr bir anda başını geriye attı. “Ah! Leydim yine araya mesafe koymayı tercih ediyor galiba.” “Sancho Panza’ydım hani? Ne ara leydiliğe terfi ettim acaba?” Motosikletten inip karşımdaki manzaraya baktığımda dehşete düştüm. İstanbul’un üzerindeydim. Denizin, köprünün üzerinde uçuyormuş gibi hissediyordum. İstanbul’u seyrediyordum yüksek bir tepeden. Köprü ışıl ışıldı. Deniz ipek bir çarşaf gibi serilmişti yeryüzüne. Etrafında parlak mücevherler gibi ışıldayan şehrin ışıkları insanı büyülüyordu sanki. “Sen hangisini tercih ediyorsun?” Hoca beklemediğim yerden sordu sayın seyirciler. Öylece donup kaldım. Ne diyeceğimi bilemedim. “Bilmiyorum. Bir tercih yapmak zorunda kalmak istemezdim. Sanırım tercihim bu olurdu.” Rüzgâr memnun bir ifade ile gülümsedi. “Zeki bir kızsın. Ama zekân senin keskin tarafın da olabilir kör tarafın da. Bunu kestirmek güç.” Gizli bir küfür, çözmem gereken imalı bir hakarete uğramış gibi hissettim. Ama bozuntuya vermedim. Rüzgâr motosikletin arkasındaki küçük kutuyu açıp yiyecek ve içecek çıkardı. Döner dürüm! Ah şu romantik ve fantastik manzaraya karşı da dürüm yenmezdi ki! Daha birkaç gün önce altın tabaklarda yemek yiyen bir kızdım ben. Neredesin Betül gör halimi! Ve fakat döner güzeldi. Aldığım ilk lokma ile manzarayı bile unutup midemin ahvaline odaklanmaya başlamıştım. “Zekâ da insanın lanetidir aynı zamanda. Belki felaketi…” Karnım doyunca filozof yanım saçmalama evresine geçiş yapmıştı. Rüzgâr bana cevap vermedi. Dalgın bir şekilde, karşımızda uzanan ışıl ışıl şehir manzarasını seyrediyordu. “Kumarbazın yanılgısı kuramını biliyor musun?” Dürümden bir lokma alıp çiğnerken yarım ağızla bilmediğimi söyledim. Kumar ilgi alanlarımdan biri değildi. Ayrıca sayısalcı olduğum için felsefi konularda da cahil biri sayılabilirdim. “Havaya atılan bir paranın arka arkaya yazı gelmesi halinde bir dahaki sefere tura geleceğine inanmak.” Boş gözlerle manzaraya bakarken ne demek istediğini düşünüyordum. Ama tam bir çıkarım yapamamıştım. Hayır konuyla bağlantılı da değildi ki nereye bağlayacağımı da kestiremiyordum. Rüzgâr anlatmaya devam etti. “Monte Carlo’daki bir kumarhanede rulet masasında 26 kez üst üste siyah gelmesi üzerine herkesin kırmızıya oynamış ve hepsi kaybetmiş. Bu da oradan çıkan bir kuram. Beklenti ve olasılık üzerine garip bir tezat değil mi?” Bir cevap vermedim. Konunun gidişatını merakla takip ederken hiçbir şey anlamadığımı itiraf etmeliyim. Bir süre aramızda sessizlik oldu. “Kendimi 26 kez üst üste siyah gelen bir masada hala kırmızının çıkmasını bekleyen bir kumarbaz gibi hissediyorum.” “Hepimiz öyle yaşıyoruz hayatı. Hep siyah gelse kırmızı bekliyoruz. Hep kırmızı gelirse de bir terslik olduğunu düşünüyoruz.” Rüzgâr bana dönüp gülümseyerek baktı. “Senin yanında saçmalamak insanı rahatlatıyor. Garipsemiyorsun.” Garipsememiştim. Hatta saçmaladığını bile düşünmemiştim. Belki bu haline alışıyor olmamdandı. Belki de bana böylesinin daha samimi gelmesindendi. Onun yanında kendimi rahat hissediyordum çünkü bana her defasında kendimi özel hissettirecek küçük tüyolar veriyordu. “Yine sarhoş musun?” “Niye sordun, sana saldırmamdan mı korkuyorsun?” Hayır hiç korkmamıştım. Aslında bana otobüste yan gözle bakan bir erkekten bile rahatsız olurken Rüzgar’ın yanında kendimi güvenli bir sahilde gibi hissediyordum. Belki benim ona saldırma ihtimalim daha yüksektir. Bir de böyle düşün sevgili okuyucu. “Bilmiyorum. Böyle dağ başında bir yere insan ne için gelir ki?” “Manzaraya bakıp efkarlanmak için mesela?” “Ve içki içmek için mesela?” Rüzgâr gözlerini dikerek bana baktı bir süre. “Ben içki içmem.” Kaşlarımı kaldırıp inanmamış gözlerle ona baktım. Ellerini iki yana açtı. “Her an bir hasta için hastaneye çağırılabilirim. Ayık olmak zorunda hissediyorum kendimi. Hem benden korkmana gerek yok. Ben…” Sustu. Manzaraya yüzünü döndü ve ben arkasından savrulan saçlarını gecenin görünmeyen ellerinin usulca okşamasını seyrettim. Saçları siyah ipekten bir tül gibi savruluyordu. Saçları beni günaha çağırıyordu. “Manzara güzelmiş. Burası neresi?” “Sevda tepesi diyorlar buraya.” Ağzım açık kaldı. Hiç duymamıştım böyle bir yer. Gerçi İstanbul’u ne kadar biliyordum ki burayı bilecektim. “Eskiden Türk filmlerinin çekildiği yerlerden. 1930lu yıllarda Teğmen Vahit diye biri zengin bir ailenin kızı olan Belkıs diye bir kıza âşık olmuş. Ama kızın babası onu zengin bir adamla evlendirmek isteyince Vahit ve Belkıs burada kendilerini vurup intihar etmiş. Çok trajik ve bir o kadar da tanıdık değil mi? Türk filmi gibi hikâye ama gerçek.” “Manzara güzel. Hikâye dokunaklı. Kızları etkilemek için buraya mı getiriyorsun?” Rüzgâr bir kahkaha attı. Yine o sinir bozucu tavırlarının hafızamı ısırdığını hissediyordum. Ukala zengin doktor müsveddesi! Âşık olunası pislik! “Küçük kızları mı büyük kızları mı?” Alaycılığına mı yoksa bana küçük kız demesine mi daha çok alınıyordum. Aslında ikisi aynı şeydi. Ama ikisinden ayrı ayrı nefret ediyordum. Gözlerimi devirdim. “Kimseyi etkilemek için bir yerlere götürmem. Beni abimle karıştırıyorsun. Kadınlar ilgi alanıma girmiyor üstelik.” Yüksek sesli bir çığlık attım. “NE!” İşte bunu beklemiyordum sevgili okuyucu. İtiraf et sen de beklemiyordun. Rüzgâr gözlerini devirdi ve sıkıntılı bir nefes verdi ama bir şey söylemedi. “Sen gay misiiiiinnnn? İnanamıyorum. Vallahi hiç aklıma gelmezdi.” Kızgınlıkla şaşkınlık arasında gidip gelen surat ifadesi Rüzgar’ın bana ne tepki vereceği konusunda kararsız olduğunu gösteriyordu. Kusura bakmayın ama böyle bir durumda kendimi kontrol edebileceğimi düşünmüyorsunuzdur umarım. Ne kadar şaşırdığımı gayet abartısız bir dille(!) ifade etmeye çalıştığımı belirtmeliyim. Rüzgâr kaşlarını kaldırıp sorgular bir ifade ile bana bakarken kıkırdıyordum. “Daha şey olursun sanıyorum.” “Ney olurum sanıyordun?” “Daha kadınsı. Ne bileyim pembeli fosforlu gömlekler, topuklu ayakkabılar hatta markalı çantalar giymeni falan. Konuşurken yayvan yayvan konuşmanı.” Kaşlarını çattı ama dudakları keyifle kıvrılmış gülümsüyordu. “Bunları dizilerde mi görüyorsun sen?” Gözlerimi bana dik açıda bakan masmavi gözlerinden kaçırdım. İçimde onun bu halinden memnun olmayan ve can çekişen romantik bir kız vardı. İstanbul bana bunu yapıyordu. Sağ gösterip sol vuruyordu. Acımasız bir yazarın klavyesinden dökülecek kelimelere bel bağlamış zavallı bir baş karakter gibi hissediyordum kendimi. Eğer biraz önce duyduğum şeyi duymamış olsaydım onun gözlerinde tutku ve ihtiras olduğunu söyleyebilir hatta onun bu bakışından etkilensem de biraz da korktuğumu itiraf edebilirdim. Ve romantik bir sahne daha seri katle kurban gitmişti. Başımı eğip bakışlarımı yerdeki toprağa diktim. “Sosyal medyadaki fenomenlerden.” Rüzgâr kahkaha attı. “Hiç gay arkadaşım olmamıştı. Yani köyde böyle şeyler olmuyor.” Beynimin içinde ‘çok eğlenecüük!’ diye sırıtan Betül’ün suratını görüyor ve sesini duyabiliyordum. “Bak küçük kız. Seninle ağda partisi falan yapacak değiliz. Biraz sakinleşsen iyi olur.” Ama bu acıttı Rüzoş. Kalbimi kırıyorsun. Kanka değil miyiz yani? Bir şey söylemedim. Zaten ağda partisi yapmak aklıma gelmemişti. Ama güzel olurdu. Gerçi Rüzgar’ı bu şekilde düşünemiyordum bile. “Biliyorum,” dedim gönülsüzce. “Ben Sancho Panza’yım. Peki ne yapacağız akşamları bir tepeye gelip dürüm döner mi yiyeceğiz? Yel değirmenleri de şurada tam karşıda olmalı.” Elimi uzatıp parmağımla manzarayı işaret ettim. “Yel değirmenleri içimizde küçük kız. Tam kalbimizde. Onlarla savaşabilecek cesaretim var mı bilmiyorum.” Rüzgar’ın sesi düşünceli hatta karamsardı. Ne demek istediğini anlamadığım zamanlardaydık. Bunu sık sık yaşıyorduk. Ama yine de onun ne hissettiğini anlıyormuş gibiydim. Gittikçe daralan duvarların içine hapsolmuş gibi hissediyordu. Nereden bu çıkarımı yaptığımı bilmiyordum. Ama böyle hissettiğine emindim. “Yel değirmenlerinin nerede olduğunu bilmesem de ben Sancho’yum. Ne olursa olsun Don Kişot’a destek olmak için varım.” Rüzgâr düşünceli gözlerle bana bakıyordu. O sırada telefonuma gelen mesajın bildirim sesiyle irkildim. Dalgın hareketlerle telefonumu elime aldım. Ve gelen mesajı okuyunca yerimden zıplayıp bağırmaya başladım. “Ne yapacağım şimdi ben!” Rüzgâr omuzlarımdan tutup beni durdurdu. Sakin olmamı söyledi ve ne olduğunu sordu. Onun benden etkilenmeyeceğini bilsem bile ben onun dokunuşuyla nefessiz kalıyordum. Bu normal miydi? Bu doğru muydu? Bundan biran önce kurtulmam lazımdı. “Betül yazdı. Kapıları kapatmışlar. Dışarıda kaldım. Artık yurda girememem. Ne yapacağım ben?” “Tamam sakin ol. Dışarıda kalmazsın merak etme.” Birden sesim ağlamaklı çıkmaya başladı. “Daha ilk günden dışarıda kaldım ben. Atacaklar beni yurttan. Mahvoldum ben. Yurdun parasını zor denkleştirmiştim. Geri de vermezler. İyi de bu gece ne yapacağım ben. Şua ağacın altındaki bankta mı yatsam?” “Saçmalıyorsun Gülce. Sakin ol. Gece kalacak yer ayarlarız. Yurt işini de hallederim.” Bana gülce demişti! Küçük kız değil. Onun ağzından ismimi ilk defa duyduğuma emindim. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Sen kadınlardan hoşlanmıyor olabilirsin bayım ama ben sana aynı garantiyi veremem. “Ne yapacağım ben?” Bu ırada Betül tekrar mesaj attı. Ve yoklama defterine benim yerime de imza attığını söyledi. Ama beni içeri alacak bir yol bulamadığı için kendime kalacak yer bulmamı tembihledi. Aniden esen serin bir rüzgarla ürperdim. “Hava da soğudu. Ben dışarıda kalamam. Öperler beni dışarda.” “Üşüdün mü?” Başımı salladım. Üşümüştüm. Ve canım sıkılmıştı. “Tamam,” dedi Rüzgâr. Elindeki kaskı bana uzattı. “Hadi bana geçelim.” Ona şaşkın gözlerle baktım. “Hadi ama, benden çekinmiyorsun değil mi? Sancho’m değil misin yoksa?” Öyleydim. Ama kalbim bunu henüz kabullenmiş değildi. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Ondan çekinmiyordum. Ama olmayacak bir sevdanın içinde debelenmek ve bu adama daha fazla alışmak istemiyordum. Aslında onun benden hoşlanmayacağını bilmek bile beni daha da perçinliyordu. Hayalperest miydim? Aptal mıydım? Yoksa çok kitap okumak yüzünden gerçek hayatta tutunamayan iflah olmaz bir romantik miydim? |
0% |