@yazarkasa
|
“Umudu olanlar daha hızlı koşar.” Böyle söylemişti Rüzgâr o akşam bana. Umut insan ruhunun dopingidir demişti. “Umut tacirleri derler ya hani, ruhun eroinidir umut. Olmayan bir geleceğin hayali ile işkenceye de tacize de katlanır insan. Umut birçok kötülüğün paravanıdır.” “Ne yani umut etmeyelim mi bu hayatta? Umut kötü bir şeymiş gibi söylüyorsun.” Kahvemden bir yudum alırken kaşlarımı çatmıştım. Rüzgar’ın ne kadar karamsar biri olduğunu düşünüyordum. Hayatın sillesini yemiş bir kaldırım delikanlısı gibi konuşuyordu. Aslında zengin bir ailede büyümüş ve en iyi okullarda okumuş züppenin tekiydi. Öyle değil mi? Bir de bana hayat dersi vermeye çalışıyordu. Aslında hayatın çemberinden ağzında yanar dönerli bir bıçakla geçen bendim. Hayat beni çemberinden çevirirken ben ona bir çelme takıp İstanbul’a kaçmıştım. “Dünyanın en iyi ilacı bile doğru zamanda ve doğru dozda verilmezse zehre dönüşür küçük kız. İyilik bile bazen tuzağa dönüşür, felaketin olur.” Bir doktordan duyabileceğiniz en karamsar önermelerden biri daha. Tıp okulu birinci ders: her ilaç uygun dozda verilmezse zehre dönüşür. Ders bitti dağılabilirsiniz arkadaşlar. “Don Kişot’sun değil mi? Yel değirmenlerinden düşmanlarımız var ve onları bir tek sen görebiliyorsun.” Rüzgâr bir kahkaha attı. “Peki sen Sancho Panza’m olacak mısın?” Bu soruyu geçiştirdim. Kahvemin soğuduğunu bahane edip yeni bir kahve alacağımı söyledim ve mutfağa geçtim. Rüzgâr arkamdan gelmedi. Kahve makinesinin başında durup dalgınca düşündüm. Benim burada ne işim vardı? Bu adama ne kadar güveniyor, onu ne kadar tanıyordum? Onun bir gey olması neden bu kadar rahatsız ediyordu beni? Oysa daha rahat olmam gerekirdi. Ama öyle hissetmiyordum. Kalbimde anlamsız bir karmaşa vardı. Kendi kendimi çözemiyordum. Rüzgar’la oturup konuşmak, vakit geçirmek beni rahatlatıyor hatta mutlu ediyordu. Beni anlıyormuş gibi bakıyordu yüzüme. Ama kalbim onun yanında rahat değildi. Kalbim huzursuzdu. Kahve makinesi emzik isteyen bir bebek gibi ciyakladığında kör bir kuyudan yukarı çıkar gibi hayata, olduğum yere geri dönmüştüm. Kahvemi doldurup başımı geriye çevirdiğimde kapıda beni seyreden Rüzgar’ı görüp bir çığlık attım. “Korkma küçük kız,” dedi Rüzgâr sakince ve yanından geçip kahve makinesinin tuşlarına basmaya başladı. “Benim kahvem de soğumuştu.” Ben yokmuşum gibi kahvesini doldururken ben kahve kupamı elime alıp içeri geçtim. Nedense utanmıştım. O gece televizyonun karşısına oturup internetten filmlere bakmaya başladık. Eski bir film olan Yüzüklerin Efendisi’nin ilk filmini izlemeye karar verdik. Aslında onun bu filmi daha önceden izlediğini biliyordum. “Neden eski ve izlediğin bir filmi açtık ki? Yeni çıkanlardan bir şey izleyebilirdik.” “Bu filmin güzel olduğunu biliyorum ve senin de izlemeni istiyorum. Hem ben sevdiğim bir filmi defalarca izleyebilirim. Sorun yok.” Ben de aynı kitabı defalarca okuyabilirim. Bu konuda seninle kapışırız Mavi Kuş. Gerçi yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter filmlerini zibilyon kez izlesem sanırım ben de bıkmazdım. Her ne kadar artık görsel efektleri basit kalsa da insanı kendine bağlayan, içine çeken fantastik bir yanları vardı. Belki de o dünyaları, bambaşka hayal dünyalarını görmeyi seviyordum. Bu yüzden kitaplara kaçıyordum. Kitaplara sığınıyordum. Beni kendi dünyalarına alıp saklamalarını istiyordum. Kitaplardaki dünyalara saklanıyordum. Film bitmeden uyuyakaldığıma eminim ama bunu ispat edebileceğimi sanmıyorum. Üzerimde ince bir battaniye ile kanepede uyandığımda ne ara uykuya daldığımı hatırlamaya çalıştım ama kesin ve net bir son kare yoktu hafızamda. Film izliyorduk. Fantastik kitaplardan ve hobbitlerden bahsediyorduk. Bir ara Elf’lerin ne kadar çekici olduğunu bile söyleyip Rüzgar’ın kahkahalar atmasına sebep olmuştum. Benim uzun kulak fetişisti olduğuma karar vermişti. Psikopat! Ah bir de kanatlı peri lordu takıntımı bilseydi neler derdi kim bilir! Uyandıktan sonra kendime bir kahve yapıp balkona geçtim. Yüksek bir binadaydık. Aşağıya bakmak kalbimin hızlanmasına sebep oluyordu. Ama karmaşık şehir manzarası da kahve içerken izlenecek kadar güzeldi. Koşuşturan arabalar, irili ufaklı binalar, uzayan yollar, insan kalabalıkları… İstanbul aynı anda ürkütücü ve aynı anda cazibeli olabilen farklı bir şehirdi. Hüzün vaat eden bir filmin cazibesi vardı bu şehirde. Dokunaklı ama keyifli… “Günaydın gül güzeli.” Dalgınca manzarayı izlerken kapıdan gelen sesle irkilip kahve bardağımın neredeyse elimden kaymasına neden oluyordum. “Bu ani girişleri alışkanlık haline getiriyorsun mavi kuş.” “Hoşuma gidiyor.” “Ama benim gitmiyor.” Rüzgâr omuzlarını silkti. “Kahveni iç de bir şeyler yemeye gidelim.” Yine deniz manzaralı ama çok da lüks olmayan, sade ve rahat bir yerde kahvaltı yaptık. Karışık tost ve yanında çay istedik bu sefer. Rüzgar’la filmlerden ve fantastik kitaplardan bahsettik. Onunla konuşmak bana iyi geliyordu. Kendimi köydeki evimde, kendi odamın penceresinden bakıp da tanıdık bir manzarayı izliyormuş gibi hissediyordum. Beni okula bıraktığı sırada ondan ayrılmak istemeyen kalbimi kınamakla meşguldüm. Ne demek onun yanında kalmak istiyorum? Ne demek rüzgâr gülü olacağım? Ne demek bir geye âşık olmak? Saçmalama Gülce! Sen yel değirmenlerinin cazibesine kapılan bir Sancho olamazsın! Kendine gel! “Ah bu yakışıklı Rüzgâr mı? Of ya çok iyi!” Betül’ün salyaları yerde minik bir gölet oluşturmuştu. Onu omuzundan dürttüm. “Kendine gel kızım! O bir gay.” “Ney?” “Gey ya hu! Hani kızlardan hoşlanmayan erkeklerdenmiş.” Betül suratını astı. “Yok artık ya! Bu İstanbul benim ayarlarımı bozdu kızım. Kime el atsak ya arızalı çıkıyor ya sahipli. Ulan anasını satayım ben de lezbiyen olacağım bu gidişle.” Betül’ün omuzuna sert bir yumruk attım. Betül öne doğru savrulup şaşkınca yüzüme baktı. “Tövbe de be manyak!” “Tövbe,” dedi Betül isteksizce. “Ama lezbiyen olsam ilk sana yavşardım he. Bunu da söylemezsem çatlarım.” “Bak korkutuyorsun beni. Aynı odada kalıyoruz. Allah muhafaza!” Gömleğimin iki yakasını tutup önümü kapatmaya çalışır gibi yaptım. “Şaka yapıyorum be. Kızları ne yapayım. Hıh!” Kahkahalarla gülerek okul binasına girdik. Merdivenleri çıktık. Okul koridorundan ilerlerken etrafımızdan habersizce bir gece önce yaşadıklarımızı heyecan ve hararetle birbirimize anlatıyorduk. Sınıfın kapısına yaklaştığımızda takım elbiseli bir erkeğin kapının yanında duvara yaslanmış bir şekilde durup bize baktığını fark ettik. Bir anda duraksadık ve Betül’le birbirimize baktık. “Bunun burada ne işi var şimdi?” İkimiz de aynı şekilde mırıldanmış ve sonra susmuştuk. Ağır adımlarla, tıpkı yaramazlık yaptığını fark eden annesinin yanına usulca yaklaşan suçlu bir çocuk gibi ayaklarımızı sürüyerek koridorda ilerledik. Kısacık mesafeyi aşmak kalp atışlarımın da uğultusu ile beraber onlarca dakika sürmüştü. “Selam kızlar,” dedi duvara serseri bir genç edası ile yaslanmış olan Yağız Yaman. Onu bu haliyle görseydiniz bir hukuk firmasına ortak olduğunu düşünemezdiniz. Zengin ve yakışıklı bir mirasyedi belki ama bir avukat asla. Ya da mahallenin başında kızları kesen bir serseri gibiydi. Okulun futbol takımında kaptan olan arsız bir öğrencisi de olabilir. Genç kurgu kültürüm beni bu konuda çok zorluyor. Bu Yağız Yaman bana kitap yazdırır sevgili okuyucular. “Selam,” dedik Betül’le aynı anda. Sesimiz şaşkın ve soru sorar gibiydi. Bu selamın arkasında ‘ne iş?’ diye soran gizli bir özne saklanmıştı. Acaba onu Yağız yaman da görebilmiş miydi? Yağız Yaman elinde evirip çevirdiği parlak küçük bir şeye bakıyordu. Farkında olmadan biz de o nesneye hipnoz olmuş gibi bakıyorduk. Betül’ün kaşları çatılmıştı. Bense burada ne işim var derse girip bunları yalnız mı bıraksam acaba diye düşünüyordum. Olay yerinden hızla kaçıp şahit yazmasalar bari diye söylenen o gereksiz kişiydim. “Açılışta küpeni düşürmüşsün,” dedi Yağız yaman ve elinde tuttuğu ufak altın küpeyi Betül’e uzattı. Benim çenem aşağı doğru sarkmaya başlamıştı. Betül küpesini kaybetmişti evet. Ve açılışa gittiğimiz günden beri yurdun her bir köşesini hatta derslikleri bile aramıştık. Ama… Yağız Yaman’ın küpeyi bulmasına mı yoksa onun kime ait olduğunu bilmesine mi şaşırmalıydım? Ben ikincisini tercih ettim sevgili okuyucu. Bence siz de buna şaşırmışsınızdır. Betül hiçbir şey söylemeden küpesini Yağız Yaman’ın elinden aldı. Ten rengi kireç gibi beyaza dönerken yanakları al al kızarmıştı. Gülsem mi ardıma bakmadan kaçıp sınıfta en arka sıraya geçsem ve orada mı beklesem bilemedim. “Teşekkür ederim,” dedi Betül dudaklarını kıpırdatmadan ve hızlıca küpeyi Yağız Yaman’ın elinden almaya çalıştı. Parmakları birbirine değdiğinde havada elektrik kıvılcımları gördüğüme yemin edebilirim. Ama buna inanır mısınız bilmem. Fakat şuna inanabilirsiniz ki Betül küpeyi alırken Yağız’la birbirlerine durup bakmış ve öylece kalmışlardı. Bakışları havada asılı kalmış ve sanki arşı alaya mühürlenmişti. Bence o elektrik kıvılcımlarını onlar da görmüş hatta kalplerinde hissetmiş olmalıydı. Tamam çok fazla aşk romanı okuduğum için beynim sulanmış olabilir ama hey hat! Burada çok fena şeyler oluyordu. Tam gözümün önünde bir felaket yaşanıyordu. Sessizce! Depremler, yangınlar, savaşlar… Çok fena! “Bu küpeyi daha önce de gördüğüme eminim.” Yağız düşünceli bir şekilde kaşlarını çatmış Betül’ü inceliyordu. Betül ise bakışlarını ondan kaçırmaya çabalıyor ve saçma sapan bir şekilde havaya duvara sonra yere bakıyordu. Bir de ben orada yokmuşum gibi davranmaları da oldukça rahatsız edici bir durumdu. “Bu yaygın bir takı sonuçta. Belki eski kız arkadaşlarınız falan takıyordu. Aklınızda kalmıştır.” İçimde yaşlı ve dedikoducu bir teyze kahkahalarla gülerken elindeki çekirdeği çitleyip bir film izler gibi bu ikiliye odaklanmıştı. Yağız gözlerini kısarak Betül’e bakmaya devam etti. Bu o kadar rahatsız edici bir bakıştı ki bana böyle baksa tüm suçlarımı itiraf eder gerekirse yazılı itiraf bile verirdim. Yağız bir süre daha Betül’ü süzüp bakışlarını hiç odan ayırmadan bedeni ile bana döndü. “Babaannem selam söylememi istedi. Bir ihtiyacınız olup olmadığını öğrenmemi istedi. Bir sıkıntınız var mı? Kaya ile rahat dönebildiniz mi o gün?” Gergin bir şekilde gülümsedi. Ama hala Betül’e bakıyordu. Benden mi cevap bekliyordu muhatabı Betül müydü? İşler karışıktı sevgili okuyucu. Yağız’dan korkmaya başladığım ilk an işte o andı. “Soruyu kime soruyorsun?” İlk Betül tepki vermişti. Benden daha metanetli ve soğuk kanlı görünüyordu. Bir kedi gibi kabarmış ve kavgaya hazır, başı dik bir duruşu vardı. Birazdan kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp ağlaya ağlaya kaçacakmış gibi de tedirgindi. “İkinize de. Sonuçta Kaya ile ikiniz beraber döndünüz değil mi? Sizi yurda mı bıraktı yoksa?” Cümlesini tamamlamadı. “Yoksa ne?” diye sordu Betül. “Sen söyle.” Öksürdüm. Ama kımıldamadılar bile. Orda olduğumu anlamaları için yere yatıp can çekişme numarası yapmayı düşündüm. Sonra vazgeçtim. Yağız Yaman’ın bana hayat öpücüğü verdiği bir hayal gözümün önünden hızla geçerken buna hazır olmadığımı fark ettim. “Akşam yemeği yedik. Sonra yurda bıraktı. Nedir herkesin bu Kaya Bey takıntısı anlamadım?” diyerek araya girdim. Betül kaşlarını kaldırıp bana baktı. Ne demek istediğimi anlamamıştı. Anlamasını da beklemiyordum tabi ki. “Herkesin?” diye sordu tek kaşını kaldırarak. Omuzlarımı silktim. “Sonra anlatırım,” diye geçiştirdim. Yağız bana baktı ama durumu umursamamış gibi bir hali vardı. “Dikkatli olun,” dedi Yağız. Betül gözlerini devirdi. “Küpemi bulduğun için teşekkür ederim ama okuluma gelip bana ültimatom verebilecek bir konumda olduğunu sanmıyorum. Kimle ne istersem onu yapabilirim. Ben özgür bir kadınım. Do you understant me?” Yağız dudaklarını birbirine bastırıp kaşlarını havaya kaldırdı. “Çok yükseklerde uçuyorsun özgür kuş. Dikkat et kanatlarına bir şey olmasın. Sonra seni yerde bekleyen bir kurtarıcı bulamayabilirsin.” Betül duruşunu dikleştirdi. “Ben bir kurtarıcı aramıyorum zaten. Herkes kendini kurtarsa yeter.” Kavga öncesi birbirine dik dik bakan kediler gibi bakışıyorlardı. “Sanırım ders başlayacak. İçeri girsek iyi olur.” Betül’ü kolundan tutup çekiştirmeye başladım. “Küpe için teşekkür ederiz. Babaanneye selam ederim. Görüşürüz,” dedim Yağız’a hızlıca. “Görüşeceğiz,” dedi Yağız sanki tehdit eder gibiydi. Ders çıkışı arkadaşlarını toplayıp köşede sıkıştıracakmış gibi bir hali vardı. “Görüşürüz sorun yok.” Betül’ün cevabı ile küçük bir kahkaha atacakken dudaklarımı ısırıp kendimi engelledim. Sonra sıkıca tuttuğum kolunun etini hafifçe sıkıştırıp ‘sussana artık manyak kız!’ diye kısık sesle azarladım onu. Sınıfa girdiğimizde arkamızdan dersin hocası elinde deri evrak çantası ile sınıfa girdi. Boş bir sıra bulup acele ile oturduk. Dersin hocası asık suratlı, hayattan bezmiş bir adamdı. Genellikle resmi giyinen, elinde evrak çantası, gözüne takmadığı zamanlarda boynuna zincirle astığı köşeli gözlükleri ile gezen kırk yıllık memur tipli bir adamdı. Dersi anlatırken kitaptan okur gibi ezberden cümleler kuruyordu. Siyasetçiler gibi arka duvarda bir ekrandan okuyormuş gibi konuşuyordu. Ve derste konuşulmasından da nefret ediyordu. Derste konuşanları ilk hafta yeterince rezil ettiği için -hatta sınıftan bile kovmuştu birkaçını- bu yüzden sınıfta çıt çıkmıyordu. Biz de sonraki bir saat sessizce dersi dinledik. Betül dalgındı. Ben ondan daha dalgındım. Aklımda Rüzgar’la yaptığımız konuşmalar vardı. Yel değirmenlerini düşünüyordum. Kendimi Howl’un yürüyen şatosunda, cinden ocak ateşinin önünde oturmuş düşünen Sofia gibi hissediyordum. Cılız bir gülün deli bir rüzgâra nasıl bir desteği olabilirdi? Benden Sancho olur muydu? Rüzgâr neden sürekli yanında durup durmayacağıma dair bir güven bekliyordu benden? Onun gey olması haksızlık değil miydi? “Kaya Beyle ilgili söylediğin şey neydi?” Betül’ün omzuma vurması ile kendime geldim. Koca sınıfta tek tük öğrenci kalmıştı. Hoca çoktan çıkmıştı. Ders arası vermiş olmalıydı. “Kimle ilgili?” diye sordum dalgınca. Kendimi günler süren bir yeni uyanmış gibi hissediyordum. “Kaya Bey. Hani dedin ya herkes takmış adama falan. Ya da onun gibi bir şey işte.” Gülümsedim. Betül’ün o an benim söylediklerime değil de başka şeylere odaklandığı o kadar belliydi ki ne dediğimi bile tam anlamamıştı. “Rüzgâr bana dün gece Kaya beyle yatıp yatmadığımı sordu.” Betül’ün gözleri irileşti ve ağzı kocaman bir O harfini andırır biçimde açıldı. “Yatmak derken? Yan yana yatmak mı?” Gözlerimi devirdim. “Bu kadar saf bir kız olmadığını hatta fitne fücurun önde gideni olduğunu ikimiz de biliyoruz Betül. Salağa yatma şimdi.” Betül hin bir kahkaha attı. “Kızım ne bileyim birden öyle yatmak falan denince şaşırdım. Eee sen ne dedin peki?” “Bizim onun tanıdığı kızlar gibi olmadığımızı söyledim. Allah Allah! Sanki her yüzüme gülen erkeğin koynuna atlayacakmışım gibi! Çok sinir oldum. Sonra Kaya Bey’in güzel kızlara zaafı olduğunu falan söyledi. Adam nişanlıymış bir de. Ben nişanlısını da hiç görmedim. Ama güzel genç kızlarla da günübirlik ilişkiler yaşarmış. Sonra pahalı hediyeler, paralar verip kızları öylece bırakırmış. Dikkatli olmamı söyledi.” Betül’le aynı anda derin nefes aldık. O benden önce konuştu. “Sürekli dikkatli olun diyorlar. Çok sinir bozucu bir durum bu.” “Evet. Haklısın.” Bizi güçsüz ve aptal sanıyorlar. Aslında erkekler duygusal olarak kadınlardan çok daha zayıflar. Bizim korunmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorlar. Aslında onlar bir desteğe ihtiyaç duyuyorlar. Ying Yang gibi bir denge var kadın ve erkek arasında. Ama bunu kimse görmek istemiyor bence. Herkes kendi zayıf yönünü gizleme çabasında. “Sırf şu korumacı tutumları yüzünden bütün erkekleri hadım etmek istiyorum.” Güldüm. “Abartma istersen Betül.” “Abartmıyorum kabartıyorum,” dedi Betül gülerek. Sonra çantasını eline alıp oturduğumuz sıradan kalktı. “Hadi biraz dışarı çıkalım. İçim bayıldı dört duvar arasında,” diyerek beni tekledi ve beraber dışarı çıktık. |
0% |