@yazarkasa
|
“Sen zeki bir kızsın. Ayrıca çalışkansın da. Senin gibi bir yeteneği kaybetmek istemiyorum ama okul hayatını zorluyorsa çalışmaya devam etmek zorunda değilsin. Okul senin için ilk sırada olmalı.” Zorundayım! Hatta ek iş bile yapmam gerekebilir. Çünkü hayat şartları çok zor. Özellikle de bir öğrenci için, İstanbul gibi büyük bir şehirde okuyan bir öğrenci için geçinmek ne kadar zor biliyor musunuz? Demek isterdim Kaya Beye ama kibarca gülümsedim. “Zorlanmıyorum Kaya Bey. Çalışmak benim için de güzel bir aktivite oluyor.” Yalan! külliyen yalan! Çalışmaktan nefret ediyorum. Bütün arkadaşlarım hafta sonunu dinlenerek geçirirken ben huysuz hasta yakınları ile uğraşıyorum. Kibar ve nazik olmak zorundayım üstelik. İçimde bastırdığım öfke patlama noktasına geldiğinde seri katil olabilirim. Kaya bey ellerini saçlarında gezdirmeye başladı. Üzerinde yeşil renkte spor bir gömlek ve altında kot pantolon vardı. Hafta içi olsa işe takım elbise ile gelirdi muhtemelen. Ama hafta sonları bütün insanlar gibi rahat takılıyordu. Ben hariç diğer insanlar gibi! Bense üzerimde aptal bir üniforma ile oyuncak bebek gibi gezmek zorundaydım. Zalımsın hayat! “Bak ne diyeceğim? Ben biraz yoruldum ve de acıktım.” Ah canım benim ya! Tabi senin narin ve yakışıklı bedenin hafta sonu amele gibi çalışmaya programlanmamıştır. Sen bizim gibi ırgat değilsin sevgili Kaya. Soylu, asil ve zenginsin. Bu hayat sana göre değil. Biz ayrı dünyaların insanıyız. “Eğer kabul edersen beraber yemeğe çıkabiliriz. Bence bugünlük yeterince çalıştık. İkimiz de. O yüzden… Ne dersin?” Allah derim yakışıklı çocuk! Şakamı yapıyorsun sen bana. Senin evlenme teklifini yerim! Dur bir dakika benimle evlenir misin demedi değil mi? Sadece yemeğe gideceğiz. Ben böyle aşkın ızdırabını…! “Yani… Mesaim bitmedi henüz Kaya Bey? Doğru olur mu bilemedim.” İstemem yan cebime koy Kayacığım. Lütfen biraz daha ısrar et. Hoşuma gidiyor. “Tamam ben patronunla konuşup izin alırken sen de üzerini değiştir ve kapıda buluşalım. Olur mu?” Olmaz mı be! Çok tatlısın zalımın oğlu! Sana hayır diyenin ben… Neyse fazla coşmayalım. “Siz bilirsiniz. O zaman ben gidip hazırlanayım.” Koşarak personel odasına geçip üzerimi değiştirdim. Saçıma başıma şekil vermeye çalıştım. Sonra doğal güzellik en iyisidir deyip oluruna bıraktım. Kızların dışarıda unuttuğu parfümlerden birinden küçük bir fıs aldım sonra sahibini bulup helallik istemeyi de aklıma not ettim. Ayrıca bu parfümden benim de almam gerektiği konusunda kendi kendime bir karara vardım. Kokusu pamuk şekerlere benziyordu. Hastanenin kapısından çıktığımda Kaya’yı gördüm. Hafif bir rüzgâr esintisi saçlarını ve gömleğini uçuşturuyordu. Yaz dizilerindeki esas oğlanlara benziyordu. Ağır abi. Karizmatik, zengin ve yakışıklıydı. Beni görünce gülümsedi ve hastanenin dibine park ettiği arabasını işaret etti. Hızlı adımlarla arabaya giderken bir yanım bunu çalışanların görüp yanlış anlamaması için dua ediyordu. Kendisi platonik abim olur. Sandığınız gibi bir şey yok. Hem nişanlı. Yani öyle diyorlar henüz kesin bilgi değil o yüzden lütfen yaymayalım bunu. Derin bir nefes alıp kimi ikna etmeye çalıştığım konusunda kendimle münakaşa etmeye başladım. Arabaya binince kendimle baş edemeyeceğime karar verip bunu akşama Betül’le tartışmaya karar verdim. Bizzat kendim buna bozulsa da yapacak bir şey yoktu artık. Kaya beni sahil kenarında şık bir mekâna götürdü. Kıyıda köşede bir yere gitsek kendimi kötü hissederdim. Gizli saklı utanılacak biri gibi. Ama o bana değerli hissettiriyordu. Kibardı. Centilmendi. Bonkördü. Ama bir yanım ona güvenmemem gerektiği konusunda yüksek sesle bağırıp kafamın içinde gürlüyordu. Ona neden güvenmemeliyim? Rüzgâr güvenme dedi diye mi? Bilmiyorum. Rüzgâr’a mı çok güveniyordum yoksa içimdeki huzursuzluğun başka bir nedeni var mıydı? Henüz cevabını bulamadığım bir soruydu bu. Yemekte öğrenci olmanın ne kadar zor olduğundan, iş hayatının zorluklarından, Kaya’nın üniversite anılarından bahsettik. Yani genelde o konuştu ben kibarca gülümseyip yeri geldiğinde başımla onaylamakla yetindim. Anlatacak bir şeyim yoktu. Ama Kaya bana sorular soruyor ve konuşmam için kapılarımı zorluyordu. Beni yurdun önüne bıraktığında kapıların kapanmasına daha bir saat vardı. “Yemek için teşekkür ederim,” dedim çekingen bir şekilde. “Bana da iyi geldi seninle konuşmak. Bunu arada tekrarlayalım,” dedi Kaya. Başımı salladım. İyisin hojsun ama bene ne! Sen ellerin olmuşsun paşam. Yurdun kapısına yaklaştığımda arkamdan gelen sesle kalbim ağzıma geldi. Neden Kaya’nın sesi ile aynı heyecanı duymuyordum? Birden belirmediği ve arkamdan sinsice sokulmadığı için mi acaba? “Kaya seni memnun etti mi?” Kaşlarımı çatarak motosikletinde, deri ceketi ve kot pantolonu ile kaskını elinde tutmuş bana bakan Rüzgâr’a baktım. “Sadece yemek yedik. Hem seni ilgilendirmez ki zaten.” “Hem de nasıl ilgilendirir.” Rüzgâr o kadar kısık sesle söylemişti ki ne dediğini tam anlayamamıştım. Doğru mu duymuştum? “Efendim?” Ona doğru bir adım attım. “Tamam canım kızma. Hadi atla.” Kaşlarımı kaldırdım. “Atla derken? Yurda girmek için bir saatim kaldı. Asla seninle gelmem.” Kollarımı göğsümde çapraz bir şekilde birleştirip çenemi yukarı kaldırdım. Bu benim kararlı duruşum sevgili okuyucu. Şuan çok kararlıyım. “Neden?” diye sordu. Sesinde alınmış, gücenmiş gibi bir tavır vardı. “Kaya ile bütün gün geziyorsun ama.” “O beni saatinde yurda bırakıyor. Bağğğğzıları gibi gece yarısına kadar ormanlık alanlarda gezdirmiyor.” Durdum ve elimi çenemin altına koydum. “Düşündüm de kim sapık kim centilmen bilemedim.” “Ben doğalım o ise yapmacık. Tek yaptığı gözünü boyamak.” Gözlerini devirdi. “Geliyor musun? Bugün sana yel değirmenlerini gösterecektim.” Nalet olsun içimdeki Rüzgâr sevgisine! Nalet olsun yel değirmenlere ve onlara savaş açacak kadar gözü kara olan şövalyelere! Tabi ki motora bindim. Ama homurdanarak. Rüzgâr pis bir sırıtışla beni izliyordu. “Kaskını da tak.” Rüzgâr bana doğru döndü ve elimde tuttuğum kaskı alıp sertçe başıma geçirdi. “Nereye gidiyoruz?” diye sordum kaskımı takarken. “Yel değirmenleri ile savaşmaya. Artık vakti gelmişti değil mi?” Kaskın ön camını indirmeden “Ne yapacağız?” diyebildim. Durdu. “Savaşacağız.” “Peki ben ne yapacağım?” “Hiçbir şey. Doğal davran yeter.” “Doğal davranarak savaşıldığını da…” Sözümü tamamlamama izin vermeden kaskımın önünü kapattı ve bu kadar yeter deyip motoru çalıştırdı. Rüzgâr böyleydi işte. Sanırım ona tutulmamda, ona tutunmamdaki en büyük sebep de onun böyle olmasıydı… bir şey söylemedim. “Belime sıkıca sarıl.” Gey olduğunu bilmesem benden faydalanmaya çalışıyor diyecektim ki birden motoru çalıştırdı ve ben Rüzgâr’ın beline nasıl sarılacağımı bile şaşırdım. Motoru deli gibi kullanıyordu. Bildiğiniz köyün delisi gibi. Hani bir ağaç dalını araba yapan o delilerden. Bir sağ şeride sonra sol şeride hop oradan başka şeride derken yüreğim ağzımda ne kadar gittik bilmiyorum. Ana yollardan ara yollara oradan da köhne mahallelere doğru ilerliyorduk. Afili yüksek binaların yerini bir anda gece kondular, bahçesi ıvır zıvırla dolmuş derme çatma barakaların olduğu yerlere gelmiştik. Bir ara yel değirmeni diye tutturdu ben niye bu manyağın peşine takıldım ki sanki diye kendimi sorgulamaya başladım. Berduş mahalleleri biraz geçmiştik ki boş arazilerin olduğu bir bölgeye geldik. Burası biraz ıssızdı. Issız yerleri sevmem. Bu kadar hızlı gitmesek ve kafamda kask olmasa daha yolun yarısında geri dönmek istediğimi söylemiştim. Ama artık çok geç kaldığımı hissediyordum. Viran mahalleler ve ıssız arsaların sonunda yüksek duvarlı bir evin önünde durduk. Burası F tipi kapalı cezaevine benziyordu. Yani dışarıdan görebildiğim kadarıyla. Korunaklı mafya evleri gibi bir yerdi. Burası bizim hayal yel değirmenimiz miydi? Yani onun benim değil. Ben yel değirmeni falan kovalamıyorum yanlış anlamayın. Rüzgâr motosikleti evin önünde durdurdu. Kaskını çıkardı ve benim de çıkarmamı işaret etti. Motosikletinin arkasındaki gizli bir kutudan bir şişe çıkardı ve bana uzattı. “Bunu iç. Heyecanını bastırır.” Şişeye baktım. Sporcuların içtiği içeceklere benziyordu. “Ne bu?” diye sordum. “Enerji içeceği. İhtiyacın olacak.” Bana göz kırptı bense ona gözlerimi devirdim. Ama dilim damağım kurumuştu bu yüzden içeceği alıp su niyetine kana kana içtim. Rüzgâr şişeyi bitirene kadar başımda bekledi. Sonra önümüzdeki yüksek duvarların sarmaladığı korkunç hapishane kapısının önüne geçti. Bir düğmeye basıp duvarın kenarındaki ekrana yüzünü döndü. Ekranın diğer tarafındakiler hızlı dönüş yaptılar. Önce bir cızırtı sesi duydum. Sonra parazitli bir görüntü ardından renkli bir görüntü. Görüntüde orta yaşlarda bir adam vardı. “Kime baktın?” Adamın pek kibar olduğu söylenemezdi. “Ramiz baba ile görüşmek için geldim.” Rüzgâr da buranın kapısını ayak yolu yapmış gibi rahattı. “Sen kimsin?” “Serkan. Bıçkın Serkan.” Bıçkın? Kaşlarımı havaya kaldırmamak için kendimi zor tuttum. Bıçkına bak hele! Karşı tarafta cızırtılı ve takırtılı sesler geldi. Birileri bağrışıyor ya da koşturuyor gibiydi. “Baba seni bekliyor. Kapıda seni karşılayacaklar. Orda bekle.” Kısa bir süre bekledik. O sırada aklımda binlerce soru vardı. Ama en bağır basanı ‘benimburadaneişimvar!’ sorusuydu. Ama bunu sesli dile getirmemiştim. Keşke fırsatım varken benimburadaneişimvar! Diye bağırarak oradan uzaklaşsaydım. Kapı açıldı. İri yarı, yüzündeki ve göğsündeki kıllarla üç peruk yapılabilecek bir adam bize kapıyı açtı. Hiç konuşmadı. Başı ile işaret etti. Rüzgâr’la selamlaştılar. Pardon Bıçkın Serkan’la. Sonra bir bahçeye geldik. Geniş bir bahçeydi. Havuzu göremedim ama birçok çiçek ve özellikle de güller vardı bahçede. Dar bir yoldan ilerlerken bir anda yarı çıplak Yunan Heykelleri ile karşılaşınca benim haleti ruhiyem gerilmeye başladı. Burası neresi? Nalet olsun sana Don Kişot! Nalet olsun Don Kişot’u kullanıp kız tavlayan adamlara! Bir de onlara kanan kızların yüzüne tüküreyim ben! Önümüzde büyük, siyah boyalı bir villa vardı. Düz bir yapıydı. Kapısı da sadeydi. Girişinde beyaz mermerler ve geniş vazolar ve duvarlarda tablolar vardı. Çok zevksiz döşenmişti. Tam bir sonradan görme işi. Kendim asilzade, yılların Firdevs Yöreoğlu’su olduğum için iyi bilirim. Merdiven çıktık. Çok merdiven çıktık. Merdivenleri çıkarken bir kere tökezledim. Rüzgâr bana baktı. Gözlerinde kaygı vardı. Ya da ben öyle sandım. Onun da kafasının içinde aynı soruları bağıran bir çığırtkan olmalıydı. Elimi tuttu. Sıkıca. Sonra sert bir sesle “dikkat etsene salak kız! Hep böyle sakar olmak zorunda mısın?” dedi. Bana. Bihter’ine! Burnumdan soludum ve elimi hızla çektim. “Defol git!” diye hırladım. Benimneişimvarburada! Merdivenin sonunda çatı katı gibi bir yere yapılmış bir ofis odasına geldik. “Baba birazdan gelecek. Bekleyin.” Bu iri kıyım adamın halkla ilişkiler konusunda eğitim alması gerekiyordu. Ama net ve yeterli bilgi vermesini de takdir etmiştim. Baba’yı beklerken Rüzgâr gergin görünüyordu. Sıkılgan tavırlar sergiliyor ve yüzünü ovuşturup duruyordu. Yerinde duramıyor odanın içinde devri daim yapıp duruyordu. Onu teselli etmek isterdim ama ben neden korkacağımı bilmediğim için kapana sıkışmış bir fare gibi hissediyordum. Baba çabuk geldi. Üzerinde çizgili bir takım elbise vardı. Modası geçmiş ve klişe bir mafya kıyafeti. “Bıçkın Serkan. Sonunda seninle tanıştık ha!” Sırıtarak Rüzgâr’a bakıyordu. Rüzgâr adama önce öfke ve tiksinti ile baktı ama kısa sürdü. Adam Rüzgâr’a yaklaştı ve başını değdirmeden tokuşturarak verilen şu erkek selamından verdi. Kıro. “Uzatmayacağım Baba. Paraya sıkıştım.” Kafası ile beni işaret etti. “Kızı kaça okursun?” Ne demek istedi? Ne demek istedi! NE! DEMEK! İSTEDİ! “Boş muhabbeti sevmiyorsun. İyi güzel.” Rüzgâr fıst diyip burnunu çekti. “Paraya ve mala ihtiyacım var. Sıkışığım. Kız yeni. Sana getirmemi söylediler. Baştan söyleyeyim ucuz iş yapmam. Pazarlık sevmem.” “Tamam koçum sakin ol. Namın senden önce kulağımıza çalındı merak etme.” Adam babacan bir tavırla konuşuyordu. Ürkütücü derecede sakindi. Rüzgâr’sa yerinde duramıyordu. Bana bakmıyordu. “Ne oluyor burada?” diye sordum ama Rüzgâr bana dönmedi. “Kız nereye geldiğini bilmiyor mu?” Rüzgâr bana bakmadı. “Hayır. Dedim ya kız temiz. Söylesem gelmezdi.” “Ne saçmalıyorsun sen ya! Ne demek söylesem gelmezdi? Ne dönüyor burada?” Sesim kontrolsüzce yüksek çıkmıştı. Kalbim hızla atmaya beynimde bir damar zonklamaya başladı. “Bu kadar saf olmamalıydın güzelim. Artık insanlara neden güvenmemen gerektiğini daha iyi anlarsın.” “Şerefsiz!” diyerek bağırdım ve Rüzgâr’ın üzerine atladım. Yüzüne tüm gücümle bir yumruk attım. Dudağı patladı. Beni kollarımdan tuttu. “Sakin ol yaban gülü.” “Yaşı biraz büyük gibi.” Baba bana hor gören gözlerle bakıyordu. “Evet ama el değmemiş,” dedi Rüzgâr ve Baba’ya göz kırptı. “Anlarsın ya.” “Kızı sevdim. Hırçın ve güzel. El değmemiş olması da bir avantaj. İş görür.” Baba’ya baktım. Yüzüne tükürmek istiyordum. Baba masasından telefonu aldı ve bir tuşa basıp kulağına götürdü. “İçeri girip kızı alın.” Ben çırpınıp dururken Rüzgâr beni tutmuş zapt etmeye çalışıyordu. Bu sırada birden ayaklarımın yerden yükseldiğini hissettim. Keşke bu romantik bir sahne olsaydı. Ama kapıda bizi karşılayan kıllı ayı beni kollarımdan tutmuştu ve kemiklerimi kıracak kadar sıkı tutuyordu. Nefesim kesildi. “Merak etme birazdan sakinleşir. Az önce ilk dozunu aldı.” Şaşkınlıktan afallamıştım. “Sen… Benim meyve suyuma… Sen! Seni o…pu çocuğu! Seni şerefsiz p.ç! ben senin gelmişini geçmişini ecdadını si…!” Zihnimde gün yüzüne çıkmamış bütün küfürler dilimin ucuna toplanmış gibiydi. Hiç susmadan küfür ederken beni kapan gibi sıkan kıllı kollardan kurtulmaya çalışıyordum. Adamın eti öyle sertti ki dişlerimi geçirmeye çalıştığımda dişlerim kırılacak gibi olmuştu. Rüzgâr suratıma şaşkınlıkla bakıyordu. Ben de kendimi görsem bu kız derdim herhalde. Resmen insanlıktan çıkmış ve içine şeytan girmiş bir kıza dönmüştüm. Beni çok mu uysal sanıyordu acaba? Tıpış tıpış gideceğimi, oldu görüşürüz o zaman diyeceğimi mi sanıyordu? “Bu kadar terbiyesiz olduğunu bilmiyordum.” Terbiye mi? Bunu senin gibi gey bir mezevenk mi söylüyor? “Ben de senin bu kadar şerefsiz olduğunu bilmiyordum.” “Kızı sığınağa götür. Biz de Bıçkın’la iş konuşalım.” Baba araya girip kıllı adama talimat verdi. “Dur bakalım. O hala benim malım. Kaça okutacağımı bilmeden sana teslim etmem.” “Merak etme koçum. Seni buradan memnun etmeden göndermem. Kız dikkatimizi dağıtıyor.” Rüzgâr bir şey demedi. Sadece kafasını salladı. Bana bakmadı bile. Çırpınırken kıllı ayı suratıma bir tokat attı. Çok acımamıştı aslında. Ama gözümden bir yaş firar etti acıyla. Sonra hüngür hüngür ağlamaya ve gözyaşlarımın arasından Rüzgâr’a bela ve lanet okumaya başladım. Kıllı adam beni bir çocuğum bir kuşu avuçlarında taşıdığı gibi rahat bir tavırla merdivenden indirdi. Kapıda bizi bekleyen orta yaşlı bir kadın ellerimi ve gözümü bağladı ve bana sakin olmamı tembih etti. Artık mecalim kalmamıştı. Sadece ağlıyordum. Merdivenleri inerken gözlerimi bağlayan kadın elimi tutup beni yönlendiriyordu. Son basamağı indiğimde durdum ve yürümemek için ayak direttim. “Hayır. Ben hiçbir yere gitmeyeceğim. Ölmeyi tercih ederim.” Çok da kararlıydım. Ama yerden yükselip de bir patates çuvalı gibi havada sürüklendiğimi hissettiğimde kararlılığım kalmamıştı. Zorla bir arabaya bindirildim. Kollarım bağlıydı ama etrafıma karavana tekmeler sallamayı ihmal etmiyordum. Araba çalıştı. Patika bir yoldan ilerledik. Sonra durduk. Bekledik. Muhtemelen yola çıkan kapı açılıyordu. Kapıdan yine toprak bir yola sonra asfalta çıktık. Çok ilerlemedik. Belki de çok ilerledik. Gözlerim bağlı ve hüngür hüngür ağlarken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyordum. Bunun bir şaka olmasını ve göz bağımı çıkardıklarında sürpriz diye bağıran insanlara karışmayı umuyordum. Evet, böyle bir şey mümkün görünmüyordu. Zaten bayram değil seyran değil doğum günüm hiç değildi. Yine de yanlış bir şey vardı. Erkeklere güvenmemeliydim. Boş hayallere, Rüzgârın akışına kapılmamalıydım. Allah’ım ben nasıl bir işin içine düşmüştüm böyle? Ona nasıl inanmıştım? Beni kandırmıştı. Kaya ile yakınlaşmamı istememişti çünkü benimle ilgili başka planları vardı. Bana gey olduğunu söyledi. Belki de kızlarına ağına düşürdüğü bir yalandı bu da. Bana tecavüz edebilirdi! Eğer uyuşturucu için bu kadar sıkışmasaydı… Gerçi tecavüz etse ne olurdu ki? Şimdikinden daha kötü olamazdım herhalde. Nereye gittiğimi bilmediğim bir yolda tek başıma ilerliyordum. Ve bu yolun iyi bir yol olmadığını da adım gibi biliyordum. Babamın yüzüne nasıl bakacaktım? Onları bir daha görebilecek miydim? izin verirler miydi? Bu şekilde nasıl yaşayacaktım? Bana ne yapacaklardı? Allah’ım! Bana ne yapacaklar? Aklımı kaçırmak üzereydim. Biranda kendimi bulduğum bu hale inanamıyordum. İnanmak istemiyordum. Bu bir kabus olmalıydı. Evet öyle olmalıydı! Bir kabus ama uyanıkken görülenden! Araba durdu. Arka tarafın kapısı açıldı. Kıllı ayı beni yaka paça tutup arabadan indirdi. Ona karşı koymaya çalıştım ama artık gücüm kalmamış gibi hissediyordum. Böyle mi oluyordu? Böyle mi vazgeçiyordu genç kızlar hayatından? Önce patika bir yoldan yürüdük. Sonra bir eşikten geçtik ve sert bir zeminde ayakkabılarımız takırtılar çıkartırken, muhtemelen tahta bir zeminde yürüdük. Sonra demir şıngırtıları ile bir asansöre bindik. Ama yukarı çıkmadık. Aşağı iniyorduk. Uzun sürmeyen bir yolculuk oldu. Adam beni hızlı adımlar atmam için itekleyip duruyordu. Anahtar çevirme sesi duydum. Ve acı gıcırtılar eşliğinde açılan demir bir kapı sesi. Sonra kıllı adam beni bir çuval gibi kaldırıp bir yatağa attı. Göz bağımı çözdü. Ve yüzüme okkalı bir tokat attı. Sanırım çenem yerinden oynamıştı. “Bir daha beni bu kadar uğraştırmaman için bir uyarı sana. Otur ve sessizce sıranı bekle.” Beni pis yatakta bıraktı ve gitti. Ağlamaktan gözlerim şişmiş ve görüşüm bulanıklaşmıştı. Başımı yastığa gömüp bağıra bağıra ağlamaya devam ederken birinin elimdeki ipleri çözdüğünü hissettim. Başımı çevirip baktığımda bunu yapanın 15 yaşlarında küçük bir kız çocuğu olduğunu gördüm. “Sen…” diye mırıldandım şaşkınca. Sonra etrafıma doluşan diğer kızları gördüm. Hepsi küçücüktü. Üzerlerinde kirli kıyafetler vardı. Burası geniş bir bodruma benziyordu. Rutubetli ve soğuktu. Tepede odayı aydınlatmaya çalışan iki sarı lamba vardı ama sadece ürkütücü bir loşluktan başka aydınlık sağlamıyorlardı. Yataklarda kızlar vardı. Bazıları inliyordu. Bazıları ölü gibi yatıyor bazıları da bana boş gözlerle bakıyordu. “Canın yanıyor mu?” diye sordu bağlarımı çözen kız. Gözlerimi kırpıştırdım. Onu net görmeye çalıştım ama beceremedim. “Merak etme zaman geçince gözlerin karanlığa alışıyor,” dedi onun yanındaki kız. Kalbim de alışacak mı hâkim bey? Bu ihanete alışabilecek miyim? “Su…” diye inledim. Bağırmaktan boğazım kurumuştu. Bir kız koşarak gitti ve elinde bir bardak suyla geri geldi. Ben onu içerken başıma dikilen kızlar büyük dikkatle beni izliyordu. “Sizin ne işiniz var burada?” “Senin ne işin varsa o. Sıramızı bekliyoruz. Durumu kabullene kadar bizi bu sığınakta tutuyorlar. Yeterince uyuşturucuya alışıp istedikleri her şeyi yapacak kadar bağımlı olmamızı istiyorlar.” Dehşet içinde kıza baktım. Bunları o kadar kolay söylemişti ki; kalbim duracak gibi hissettim. Bir bataklığın içine düşmüştüm. Yel değirmenleri ile savaşacakken bataklığa düşen Sancho bendim. Howl’u ararken yürüyen şatonun altında kalan o kız bendim. Bedeni yaşayan ama ruhu ölen o kız bendim artık. Keşke ölseydim… |
0% |