@yazarkasa
|
Gökyüzü hafifçe pembeleşirken kendimi bulutlara çok yakın hissediyordum. Köyün en yüksek yamacındaydım çünkü. Bir kayanın üzerinde oturmuş önümdeki manzaranın muhteşemliğini hayranlıkla seyrediyordum. Bir ressam olsam bu manzarayı tarif edecek renkleri nasıl ayarlardım diye düşünüyorum. Önümdeki yeşil ovaların hafifçe koyulaşan rengini mesela. Ya da gökyüzünde uçuk pembe tonlarından mora doğru koyulaşan ufuk çizgisini. Pembe bir pamuk şekeri gibi üzerimizde gezinen bulutları nasıl çizerdim? Bilmiyorum. Bir ressam değilim. Ama bu manzarayı bir tuvale çizmek ve odamın duvarına asmak isterdim. Onun yerine her gün bu saatlerde gelip manzarayı doya doya seyretmeye çalışıyordum. Bir gün uzaklara gittiğimde ki mutlaka bir gün gidecektim buralardan, o zaman özleyeceğim tek şey bu manzara olacaktı belki de. Buraya kitabımı okumak için gelirim. Günlük işlerimi bitirir, yegâne ineğimiz olan Sarı Benekli’yi ahıra koyar, babamın çayını hazırlar ve tavukları kontrol edip köyde en sevdiğim yere yani buraya gelirim. Ama bugün biraz geç kaldım. Postacının getirdiği mektupla ne yapacağımı düşünürken vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Ne yapacağımı değil de nasıl yapacağımı düşünüyordum. Durum biraz sıkıntılıydı. Kararsız kalmıştım ve tercih yapamıyordum. Her ihtimali değerlendirirken umutsuzluğa düşüp vazgeçiyordum. Sıkıntım bir süre sonra boynumdan ağzıma doğru tırmanmaya ve beni nefes alırken bile bunaltmaya başlayınca kitabımı alıp buraya gelmiştim. Başka nereye gideceğimi bilmiyordum. Manzarası güzeldir bu kayanın. Köyü tepeden seyredersiniz. Birkaç tane yıkık dökük kerpiçten ev ve henüz yeni ekilmiş bodur yeşillikler ve kahverengi çizgilerle dolu tarlalar vardır görüş alanınızda. Uzaklarda bir orman, kıvrıla kıvrıla köye uzanan toprak bir araba yolu vardır. Ve incecik bir akarsu belli belirsiz bir yol izler köyün etrafında. Tam karşımda ise şato gibi bir ev var. Aramızdaki uçurumdan dolayı ulaşılmaz görünen bu ev köyün medarı iftiharı olan doktor Serhat Aksoy’un gücünü temsil eden ihtişamlı, gösterişli hatta abartılı derecede özenilmiş bir binadır. Köyümüzün kerpiç ve eski tahtalardan oluşan evlerinin yanında bu ev kesinlikle bir kralın sarayını andırıyor. Üç katlı devasa binanın dışı değişik bir kaplama ile kaplandığı için taştan örülmüş bir orta çağ sarayına benzetirler. Benim gözümde ise Howl’un Yürüyen Şato’suna benziyordu. Bir gün bu evin ayaklanıp yürüdüğünü hayal edebiliyordum. O zaman peşinden koşup beni de içine alması ve uzaklara götürmesi için ona yalvaracaktım. Bir süre beni peşinden koşturacak ama sonra kapı birden açılacak ve ben de evin sihirli kapısından içeri girecektim. Beni içeride bir ateş cini karşılayacaktı ama aslında o aslında Howl’un kalbi olacaktı. Sonra da Howl ile aşk yaşayacaktık. Fantastik bir dünyada büyülü bir evde yaşayıp mutlu bir hayat sürecektik. Ah ne güzel olurdu. “Güzel görünüyor değil mi? Hansel ve Gratel’deki cadının evi gibi.” Duyduğum erkek sesi ile irkildim ve olduğum yerde doğrulup sesin nereden geldiğini bulmaya çalıştım. Yanımdaki kayayla oturduğum kayayı ayıran çalıların ardından geliyordu sanki. “Sen kimsin? Burada ne yapıyorsun?” Çok ikna edici sorular sorabilirim sevgili okur. Bu konuda tartışmayalım. O durumda aklıma gelen en iddialı ve içerik olarak en düzgün sorular bunlardı. Çalıdan gelen bir sese verilebilecek en doğal tepkiydi diyebiliriz. “Ben sevda kuşuyem. Cik cik cik!” Adamın sesi alaycı ama garip bir şekilde de ciddi ve azarlar gibiydi. Kemal Sunal’ın Kibar Feyza filmini izleyen her insan bu repliği bilirdi. Tabi ki ben de izlemiştim. “Komik olmaya çalışıyorsan hiç komik değilsin. Kim olduğunu söyle ya da buradan uzaklaş!” “Neden sen köyün muhtarı mısın? Burası tapulu kayan mı? Sen mi seçiyorsun manzarayı kimin izleyeceğini? Bilet falan mı gerekiyor burada durmak için yoksa?” Dudaklarımı ısırdım. Muhatap olduğum tok ve sakin erkek sesi yüzünden zaten sıkıntılı olan ruh halim gerilmeye ve kalıbına dar gelmeye başlıyordu. Etrafta büyük bir taş var mı çalılara atabileceğim diye bakınmaya başlamıştım bile. “Kimsin sen? Bizim köyden misin? Şakacı şirin!” Sesim beklediğimden daha öfkeli çıkmıştı. Aslında arkama bakmadan oradan uzaklaşmam gerekirdi. Ama ben de kavga edecek birilerini arıyordum sevgili okur. Bir kere canım sıkkındı ve moralim bozuktu. Kimseye açamadığım sıkıntım ruhumu kemiriyor ve canımı yakıyordu. Belamı yerde ararken Allah bir çalının arkasına gizlemişti. “Ah sen de şirine oluyorsun bu durumda. Bütün köyün erkekleri de sana aşıktır tabi. Beni de onlardan biri sandın değil mi? Köyün en güzel kızı mısın yoksa?” Zevzek. Aklımdan ilk geçen kelime zevzekti. Sonra onun peşi sıra bir sürü küfür de geçiverdi hızla. Hatta bazıları boğazımdan yukarı çıkıp dilimin ucuna kadar gelmeyi başarsa da hanımefendi kişiliğimi bozmak istemediğim için ve kimle muhatap olduğumu da bilmediğimden kendimi tuttum. Cesur bir kız olabilirdim ama aptal değildim. “Cep telefonum yanımda ve her an polisi arayabilirim.” Yalandı. Telefonumu evde unutmuştum. En fazla bağırarak ve ayaklarım dibime vurarak kaçardım ve muhtemelen beni duyan da olmazdı. En yakın ev uçurumun aşağısındaydı. Burası daha çok ekili arazilerin olduğu yerdi. Ve ekim zamanı yeni bitmişti hasat zamanına daha çok vardı. Ki o zamanlardan biri olsa bile vakit akşamüzeri olduğu için köylü ineğini, tavuğunu ahırına sokmakla meşgul olmalıydı. Ya da akşam yemeği için sofraya oturmuşlardı. “Korkma küçük kız, sana zarar verecek değilim. Burada kendi haline takılan bir sarhoşum sadece. Manzara için geldim. Aslında sizin köyden bile değilim. Merak etme, sana aşık o oğlanlardan değilim ve seni kaçırmak gibi bir niyetim yok.” Bana aşık oğlanlar yoktu. Beni kaçırmak isteyeceklerini de hiç sanmıyordum. Sarhoş bir adamla muhatap olmak içime sinmemişti. Ama nedense kalkıp eve gitmek de istemiyordum. Güneş sessizce kanayarak nazlı nazlı batarken gökyüzüne bulanan kan kızılının tadını çıkarmak istiyordum. Bir süre sessizce oturduk. Çalının arkasındaki adama cevap vermedim. Onu göremiyordum. Ama onun beni gördüğünden emindim. Varlığını hissedebiliyordum ve bu sinir bozucuydu. Sanki tüm büyüyü bozan yanlış bir kelime gibiydi. Acaba ona Expecto Patronum* diye bağırsam ruhumu rahat bırakır mıydı? Ama bunun için güzel bir anı bulmam lazımdı. Ama ben henüz o büyüde iyi değildim. Çünkü aklıma güzel bir anı bile gelmiyordu. (*Harry Potter’ın ruh emicileri kovmak için kullandığı büyülü sözler) “Sen neden buradasın peki?” “Sana ne!” Eve gitmeliyim butonu aklımda yanıp sönmeye başlarken yanımdaki sarhoş adamla muhabbet edecek değildim. Ya da bilmiyorum işte o an biriyle konuşmak da fena bir fikir gibi gelmemişti. En azından görmediğim ve tanımadığım hatta ertesi gün ayık kafa ile beni hatırlamayacak birisiyle konuşmak mantıklı bile gelmeye başlamıştı. Hem sarhoş birinden kaçmak da zor olmamalıydı. O çalıdan kalkmadan ben köyün yoluna kadar inmiş olurdum. “Güzel olduğun kadar küstahsın da. Bak küçük kız, buraya kafamı dinlemeye geldim. Ama belli ki sen de dertlerinden kaçıyorsun. Eh kafam güzel olduğuna göre kendi derdimi unutup seni dinleyebilirim. Yani istersen tabi. Anlatmazsan kendin bilirsin.” Sesi net ve tok, cümleleri düzgündü. Kelimeleri dili dönmeden telaffuz ediyordu. Bir sarhoş gibi konuşmuyordu. Sesi genç birine benziyordu ama pek ala yaşlı başlı, kelli felli bir adam da olabilirdi. Sesten insan ayırt edebilen biri değildim bu kadar kalın bir sesi olmasa kız olduğunu bile düşünebilirdim. Yaş tahmin etme konusunda ise berbattım. Normal zamanda bu kadar belirsizlikler taşıyan biriyle muhabbet kurmanın kıyısına bile yanaşmazdım. Ama normal bir zamanda değildim. Göğsümün ortasında fokurdayan bir volkan vardı. Öfke patlaması yaşamak ile bağıra bağıra ağlayarak histeri nöbeti geçirmek arasında sıkışıp kalmıştım. Bilirsiniz, insanlar böyle zamanlarda doğru kararlar vermekte güçlük çekerler ve genellikle yapmayacakları aptalca şeyler yaparlar. “Aslında buraya kitap okumaya gelmiştim.” Sesim hüzünlü çıkmıştı. Elimdeki zarfı sıkıca tuttuğumu o an fark ettim. Kitap okumaya gelirdim ama bugün daha çok düşünmek ve düşündükçe bunalıma girmek belki biraz hıçkıra hıçkıra ağlamak, isyan edip nefret kusmak ya da filmlerdeki gibi manzaraya karşı bağırıp rahatlamak için gelmiş olabilirdim. “Okuduğun kitabın adı ne?” diye sordu düşünceli bir ses tonuyla. Çalıların arkasında görmediğim, kim olduğunu ya da adının ne olduğunu bilmediğim bir adamla sakince konuşuyordum. Oysa ağlamam lazımdı. Bağırmam çağırmam hatta bir şeyler kırmam lazımdı. Ya da sakince buradan uzaklaşmam. Derin bir nefes aldım. Sorulara cevap verme havamda değildim. Gerçi her zaman soru soran tarafta olmayı tercih ederdim. “Dikenler ve güller sarayı.” Çalının arkasından puhaha diye gülen bir adamın sesi geldi. Tam olarak bu şekilde gülmemiş olabilirdi. Ama gerçekten itici bir kahkaha atmıştı. “Aşk kitabı mı okuyorsun sen yoksa küçük kız? Köylü kızı saraydaki prense aşık olur. Sonra birden sosyeteye girer. Altın taçlar inci kolyeler takar.” Hiç tanımadığım bu adama alınmıştım. Bana aşkla kafayı bozmuş köylü kızı muamelesi yapıyordu. Belki de bütün kızları böyle gören şu erkek tayfasındaydı. Kızlar ne bilirdi ki zaten? “Fantastik bir kitap bir kere! Büyülü bir dünyada geçiyor ve içinde savaşlar var. Macera dolu bir kitap.” Ama tabi içinde aşk da var. Sen bunu bilmesen de olur kaba insan! Bana cevap vermedi. “Çok sinir bozucu birisin!” “Aslında çok tatlı biri olduğumu söyler beni tanıyanlar.” Kahkaha attım. “Bence seni kandırmışlar.” “Ayrıca çok yakışıklıyımdır da.” Buna da kıkırdayarak güldüm. “Evet, çalıların arkasına gizlendiğine göre epey yakışıklı olmalısın.” “Ayrıca sarhoşum, canım sıkkın ve insanlardan kaçıyorum. Bence bunlar çalıların arkasına saklanmak için güzel sebepler. Hem buradan baktığımda sen de çalıların arkasına gizlenmiş küçük bir kıza benziyorsun.” Sarhoş değildim belki ama benim de canım sıkkındı ve insanlardan kaçıyordum. Bir şeylerin arkasına saklanmak da gayet cazip görünüyordu. Belki yüzyıl sonra bulunmak üzere saklanabilirdim. Böylece dünyanın tüm düzeni değişmiş olurdu. “Sesin hiç sarhoş birinin sesi gibi çıkmıyor.” Sesli düşünmüştüm. Bunu ona söylememem gerekirdi belki. Aslında söylememeliydim. Ama söylemiştim. Çünkü genelde düşüncelerim benim kontrolüm olmadan dudağımdan kaçıverir ve beni zor duruma sokabilirdi. Henüz beynimle dudaklarım arasındaki mesafede kontrolü sağlamış değildim. “Sana içki içtiğimi söylemedim.” “Ne!” diye haykırdım. “Esrar falan mı içiyorsun yoksa orada?” Yerimden ayağa kalktım. Bir elimi yumruk yapmıştım sanki hiç görmediğim, boyunu posunu bilmediğim adamı dövebilecekmişim gibi. “Sakin ol küçük kız. Öfke sarhoşuyum. İçimde alev alev yanan bir öfke var ve insanları gördükçe bu öfkem benim gözümü döndürüyor. Bilinçli düşünemiyorum. Bu da bir tür sarhoşluk değil mi sence de?” Hiç bu açıdan düşünmemiştim. Benim hayata baktığımda görebileceğim bir açı değildi bu adamın bakış açısı. Ama yine de düşündürdü beni. Ser hoş olmak için sadece alkol almak mı gerekirdi? İnsan mutluluk sarhoşu olabiliyordu. Peki öfke sarhoşu da olabilir miydi? “Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz,” diye mırıldanır gibi söylendi çalıdaki adam. Onun adını çalıdaki adam koymuştum. Çalının ardındaki sevda kuşundan daha kısaydı çünkü. (*Charles Pierre Baudelaire, Paris Sıkıntısı kitabından alıntı) “Ertesi sabah hayata dönülebilen ve her gün tekrarlanabilen bir intihar biçimidir diyor Charles Bukowski sarhoş olmak için.” Derin bir nefes adı. Sesi boğuklaşmış belki de hüzünlenmişti. “Bence intihar etmek ya da katil olmak yani başka birini öldürmek arasında gidip gelmek de aynı şey tabi. Neticede herkes öldürür sevdiğini değil mi küçük kız?” “Bilmem, ben kimseyi öldürmedim. İntihar etmeyi de düşünmedim.” Aslında birçok kere ölmeyi dilediğim olmuştu. Ama bunu bir yabancıyla paylaşmak istemezdim. Çünkü böyle hisler mahremdi. Herkese anlatılmaz tek başına yaşanırdı. Ölmek isterdin, isyan ederdin, saatlerce ağlardın sonra sabah kalkar inekleri sağar tavukların yumurtasını toplar sonra da kahvaltıyı hazırlardın. Bizim evde işler böyle yürürdü. “Büyüdüğünde insanlar canını yakmaya başlayacak küçük kız. Kalbin paramparça olacak. O zaman birini öldürmeyi çok isteyeceksin. Herhangi birini… bu kendin de olabilirsin.” “Bana küçük kız deyip durmasan!” “Küçük değil misin? Kaça gidiyorsun lise bire mi?” “Hayır tabi ki! Üniversiteye başlayacağım bu sene.” Bir anda durdum. Başlayacak mıydım? Bu kararı ne zaman almıştım? Ne zaman bu kadar gerçekçi ve kendimden emin bir şekilde dile getirme cesareti göstermeye karar vermiştim? “Vay be! Üniversite ha! Kazandın mı peki?” Sesinde hayret vardı. Beni aşağılayıp aşağılamadığını aklımda tartmaya çalıştım. Ama konuşmanın başından beri alaycı hatta sinir bozucu olduğu için çok da umursanacak bir tavır değişikliği olmamıştı. “Bilgisayar mühendisliğini kazandım. Ama gidebilir miyim bilmiyorum.” Son cümleyi söylediğim anda pişman olmuştum. Evet, üniversiteyi kazanmıştım ama zavallı babacığım ablamın kocası olacak şeytanın yer yüzündeki temsilcisi yüzünden elinde kalan küçücük bir tarla ve tek bir inekle zar zor geçinirken beni okutabilecek maddi güce sahip değildi. Ayrıca saf bir adamdı babam. Onu burada, eniştemin yakınında hem de erkek kardeşimle beraber tek başına bırakamazdım. Onu eniştemden koruduğumu söyleyemezdim. Kendimi bile zor korumuş ve o pisliğin elinden zor kaçmıştım. Ama annem vefat ettikten sonra iyice bocalayan babama işleri idare etmesi ve elinde kalan son varlıklarını da enişteme kaptırmaması için direnecek kadar destek olabilirdim. Öyle de yapıyordum. Üniversiteye gidersem gözüm arkada kalırdı. “Neden öyle söyledin küçük kız? Sözlü falan mısın yoksa? Beşik kertmen mi var? Ailen okumana karşı mı?” Ofladım. “Hayır öyle bir şey değil,” derken sesim isyan eden bir ergen gibi öfkeli ve bezgince çıkmıştı. “Anlatmak ister misin?” diye sordu. Sesi öyle yumuşaktı ki sanki tüm kaygımın üzerine yumuşak bir yorgan gibi serilmiş ve bana rahat bir istirahat vaat etmişti. Ona anlatmak istedim ama sonra vazgeçtim. Çünkü anlatırsam derdimin daha da büyüyeceği gibi saçma bir inanışa sahiptim. Kimse bilmezse daha kolay atlatabilirdim. “Sanırım istemem. Seni tanımıyorum bile. Hem bu beni ve ailemi ilgilendiren bir durum.” “Anlıyorum,” dedi. Sesi teselli eder gibiydi. Belki o an teselli aradığım için bana öyle gelmişti. “Maddi sıkıntılar yüzünden okuyamayacağını düşünüyorsun. Ailenin muhtemelen daha önemli ihtiyaçları vardır. Yine de sakın hayallerinden vazgeçme küçük kız. Kimse için kendini ezdirme ve daha hayatın başındayken dizginleri başkalarına verme. Hayatın için mücadele et. Yapabildiğin kadar.” Gökyüzü mor kadife bir kaftanı üzerine geçirirken hava giderek kararıyordu. Telaşla ayağa kalktım. “Bunu düşüneceğim. Ama artık eve gitmem gerekiyor.” Oturduğum kayadan hızla kalktım ve yer yer oyuk olmuş taşın girintilerine bata çıka aşağıdaki düz, toprak zemine indim. Köy yoluna doğru hızlı adımlarla ilerlerken çalıdaki gizemli adam arkamdan sesleniyordu. “Dikkat et küçük kız, camdan ayakkabını yolda düşürme. Seni ev ev aramak zorunda kalmak istemiyorum.” |
0% |