Yeni Üyelik
8.
Bölüm
@yazarperest

Dipnot:

 

Bu evrende iki klan bulunmaktadır: Parslar ve Tilunlar.

 

Pars Klanı

 

Parslar, özellikle dişi kanatlı alanlar olarak bilinir. Bu klan üyeleri, olağanüstü yeteneklere sahiptir ve melezlerin doğasını değiştirme becerisine sahiptir. Örneğin, bir ejderha ve nymph melezi olan birinin Parsların etkisi altına girdiğinde, nymph özellikleri baskılanır ve sadece ejderha özellikleri ağır basar.

 

Parslar, duyularında oldukça gelişmiştir. Özellikle kulakları çok hassastır; en ufak sesi dahi işitebilir ve uzak mesafedeki kokuları dahi ayırt edebilirler. Ayrıca, duygularıyla hava durumunu değiştirebilirler. Öfkeliyken fırtına çıkarabilir, üzgün olduklarında gökyüzünü bulutlar kaplayabilir ya da mutlu olduklarında parlak bir güneş açabilirler.

 

Tilun Klanı

 

Tilunlar ise, tamamen duygularıyla hareket eden, mantığa pek önem vermeyen yaratıklardır. Dünyayla derin bir bağları vardır; doğa ve yeryüzü olayları onların alanıdır. Tilunlar kükrediklerinde, sesleri yeri sarsacak kadar güçlü olur. Tilunlar genellikle Pars klanından eşler seçer, çünkü Parsların dengeleyici doğası ve yetenekleri onlara uyum sağlar.

 

Zaman Kavramı

 

Bu evrendeki zaman döngüsü,

1. Temel Birim

Basitlik için "güneş günü" yerine "güneş yılı" üzerinden hareket edelim. Bu, en büyük zaman dilimi olduğu için daha az birimle işlem yapmamıza olanak tanır.

 

 

2. 3 Dünya Yılı = 1 Güneş Yılı:

 

Eğer 1 güneş yılı 3 dünya yılına eşitse, o zaman daha net bir oranımız olur.

 

Bu durumda 3 dünya yılı, evrendeki 1 güneş yılına tekabül eder.

 

 

 

 

Özet Halinde

 

3 Dünya Yılı = 1 Güneş Yılı

 

Kısaca bizdeki 3 gün onlarda 3 dünya yılı ediyor

 

 

 

 

 

 

 

Asya Hunlari'nin 25. İmparatorluk Yılı'nın ikinci çeyreğiydi, güneşin ufuktan yükselmeye başladığı sessiz bir sabah vaktiydi. Her şey, Elayne'in yatağında hafifçe kıpırdanmasına neden olan sabah rüzgarının getirdiği soğuk esintiyle başladı. Henüz uyku mahmurluğundan çıkmamışken, kapının sert bir şekilde çalınmasıyla irkildi. Bu ani, aceleci ses, sıradan bir haberin gelişine benzemiyordu. Elayne hızla yorganı üzerinden atıp yataktan kalktı, aceleyle giysilerini giydi ve birkaç uzun adımda merdivenleri inmeye başladı.

 

 

 

Aşağıya indiğinde yüzünü hızla soğuk suyla yıkadı; serinlik onu uyandırırken, gözlerindeki bulanıklığı dağıttı. Derin bir nefes alarak kapıyı açtığında karşısında, İmparatorluk'un nişanlı zırhını giymiş, ter içinde kalmış bir elçi buldu. Yorgunluktan neredeyse yıkılacak gibiydi; nefes nefese, gözleri endişeyle parlıyordu. Ellerinin titremesine aldırmaksızın mektubu Elayne'e uzattı. İmparatorluk mührü, kırmızı balmumundan yapılmıştı ve üzerinde kraliyet arması dikkat çekiyordu.

 

Elayne mektubu hızla açtı, parmakları bu gizemli haberin içeriğini öğrenme isteğiyle sabırsızca kâğıda dokunuyordu. Kalbi hızla çarpmaya başlamış, bedeninde bir tedirginlik yükselmişti. Rüzgarın getirdiği serinlik, güneşin ilk ışıklarıyla birleşerek sabahın durgun atmosferinde bir gerginlik yaratıyordu. Elayne gözlerini kısarak satırlara odaklandı; mektubun satır aralarına gizlenmiş korku ve umut, kelimeler aracılığıyla onu içine çekiyordu.

 

Mektubun üzerinde, İmparator’un kırmızı balmumu ile mühürlenmiş soylu arması parıldıyordu. Elayne mektubu açarken gözleri titrek satırlara takıldı. “Darin Werak’ın ihaneti kesinleşmiştir. Ordusunu bize karşı harekete geçirdi.” cümlesi, kâğıdın üzerinde kan gibi karanlık, ağır bir gölge bırakıyordu. Elayne’in içini tarifsiz bir ürperti kapladı. Yüreğinde, bu savaşın acımasız gerçeklerini sezercesine, sağ çıkamayacaklarına dair uğursuz bir his yankılanmaya başladı. Ancak ordu emir altındaydı; geri adım atmak, şüphe etmek mümkün değildi.

 

Elayne, mektubu sımsıkı kavrayarak, kalbinin derinliklerinde fırtınalar koparan bir kararlılıkla Akil’in odasına doğru koşmaya başladı. Koridorların sessizliği, ayaklarının yere her vuruşunda yankılanarak bozuluyordu; geniş taş duvarlar, savaşın eşiğinde bir kalenin ağırlığıyla üstlerine çöküyor gibiydi. Adımlarının hızlanmasına karşın, her adım Elayne’in içinde büyüyen korkunun da ağırlaştığını hissettiriyordu. Kalp atışları kulaklarında uğuldayarak bir an bile susmuyordu.

 

Nihayet Akil’in odasının kapısına ulaştığında, nefes nefese durdu. İçeri girdiği anda, Akil’in gözlerindeki ifadeden, her şeyi çoktan öğrendiğini anladı. O bakışlar, bekleneni kabullenmiş bir savaşçının bakışlarıydı. Sanki olacakları önceden biliyor, kaderini sessizce karşılamayı kabul ediyordu. Akil, Elayne'e öylesine derin, öylesine hüzünlü bir bakışla bakıyordu ki, Elayne bu bakışın ardındaki vedayı hemen hissetti. Akil’in, her türlü karşı koymaya rağmen gideceğini, kaderin bu kaçınılmaz çizgisinde ona elveda edeceğini anlamıştı.

 

Elayne’in yüreğinde ise henüz söndürülmemiş, dinmek bilmeyen bir yangın vardı. Akil bu savaşı kabullenmişti belki, ancak Elayne’in içindeki ateş, ayrılığın acısıyla alevleniyordu. Korku ve özlemle yoğrulmuş o yangın, hiçbir sözcüğün ifade edemeyeceği bir derinlikteydi; ne Akil, ne de başkaları Elayne’in içinde kopan bu fırtınayı görebiliyordu. İçinde, savaşın dehşetini ve Akil’in gidişini engelleyememenin çaresizliğini taşıyan Elayne, sessiz bir acının gölgesinde kalakaldı.

 

Elayne, Akil’in karşısında durdu, gözlerindeki acıyı ve kalbindeki koca bir boşluğu bastırmaya çalışarak titrek bir sesle, "Gitme, kal," dedi. Ancak ikisi de biliyordu ki, bu cümle boşunaydı. Akil, İmparatorluk ordusunun sadık bir askeriydi ve emirler onun için tartışılmazdı. Elayne’in boğazında düğümlenen sözcükler gözlerine dolarken, içi eziliyordu. Hüzünle yanaklarına inmek isteyen yaşları durdurmaya çalıştı ama gözlerindeki yaşlar, kalbindeki acının sessiz bir çığlığı gibiydi.

 

Akil ise, gideceğini inkar etmek ister gibi görünse de gerçeğin farkındaydı: Bu savaşın dönüşü olmayabilirdi. Akil, sessizce kaderine yürümeye hazırlanıyordu, fakat içinde bir korku vardı. Kendisi bu savaştan sağ çıkamayabilirdi ve Elayne, geride, tek başına kalacaktı.

 

Elayne, derin bir nefes alarak bakışlarını Akil’in kararlı gözlerine dikti, yalvarır gibi bir ifadeyle fısıldadı: “Söz ver Akil abi, geri geleceksin, tamam mı? Beni bırakmayacaksın…” Sesi, çocukluklarına ait saf bir güven ve son bir umuda sarılmıştı. Elayne’in sesindeki titrek ton, kardeşine duyduğu güvenin ve ayrılığa duyduğu korkunun bir yankısıydı.

 

Akil, gülümsemeye çalışarak Elayne’in yüzüne baktı. Yumuşak, sevgi dolu bakışları, sanki Elayne’nin her bir zerresini ezberlemek istercesine detaylara odaklanıyordu. Onun gözleri, Elayne'in içindeki korkuyu, yalnızlık kaygısını ve vedaya karşı direnen inadı sessizce okuyor gibiydi. Hafifçe başını sallayarak, “Söz, küçük general,” dedi. “Ne olursa olsun sana döneceğim. Gerekirse dünyayla savaşacağım,” diye ekledi. Sesi, sözlerinde saklı olan umutsuzluğu saklamak istercesine güçlü ama nazikti.

 

Elayne, Akil’in gözlerine bakarken, o masum bakışların ardında bir şeyler fark etti. Akil’in kararı, bu vedanın kesinliğini anlatıyordu. Elayne, abisinin gözlerindeki veda dolu bakıştan, savaşın bu zorlu yolculuğunda onu bırakıp gideceğini, kalbinin derinliklerinde hissetti. Akil’in bu masum ve kararlı bakışları, Elayne’nin ruhunda derin yaralar açarak, hafızasında bir iz bırakıyordu. İçinde yanmakta olan keder ve korku, sessizce gözyaşlarına karışırken Elayne, abisine sadece bakakaldı.

 

Zaman, sanki Elayne’in acısını derinleştirmek istercesine yavaşlıyordu. Dakikalar ağırlaştıkça, bildiklerinin ağırlığı altında ezilen Elayne, kardeşinin her adımını çaresizce izliyordu. Akil, vedayı yavaşlatmak ister gibi kapıya doğru yürümeye başladığında, bu eve bir daha geri dönemeyeceğini, Elayne’in ona bir daha sarılamayacağını biliyordu. Kardeşinin masum gülüşünü, birlikte geçirdikleri anları ve her defasında eve girdiğinde duyduğu o sıcak "abi" seslenişini sonsuza kadar kaybetme korkusu, Akil’in kalbini delip geçiyordu.

 

Kapının önünde, derin bir nefes aldı. Bu nefes, sanki son nefesiydi, ciğerlerinden geçmişi söküp alan bir acı taşıyordu. Elayne’e son bir kez döndü; gözlerinde yılların yükü, yorgun bir asker kadar bilge ama çaresiz bir ağabeyin sevgisi vardı.

 

“Beni dinle, kardeşim,” dedi Akil, sesi yılların olgunluğu ve yitirme korkusuyla ağırlaşmıştı. “Her ne olursa olsun, güçlü durmak zorundasın. Bu hayat acımasızdır ve ilk darbede yıkılan birine hiç acımaz.” Sözleri, Elayne’e bir vasiyet gibi yankılandı; ona güvenle, sevgiyle ama bir o kadar da kırılgan bir bilgelikle bakıyordu.

 

Elayne, Akil’in söylediklerinin ardında, sanki tüm dünyayı üzerine yükleyecek bir sessizlik hissetti. Akil’in her kelimesi, Elayne’in kalbinde ağır ağır yer ediyordu. Kapının hemen önünde, kardeşiyle göz göze geldiklerinde, aralarındaki o derin bağ, vedanın karanlığıyla örtülse de, asla kopmayacak kadar güçlüydü. Elayne, Akil’in kendisine bakışında geçmişin tüm anılarını, yaşanmışlıkları ve ona karşı duyduğu derin sevgiyi gördü.

 

Akil kapının eşiğini geçtiğinde, sabahın ilk ışıkları karanlığın ardından yavaşça belirmeye başlıyordu. Elayne, bu ışıklarla birlikte içinde bir daha eskisi gibi olmayacak bir boşluğun doğduğunu hissetti. Kardeşi uzaklaşırken, vedanın soğukluğu içini sarmalıyor, zaman sanki sonsuz bir ayrılık anına çekiliyordu. Elayne, gözleri dolsa da, Akil’in dediği gibi güçlü durmaya çalışarak kardeşinin ardından karanlığa bakakaldı.

 

Elayne bir kez daha Akil’in haklı olduğuna öfkelenmişti. Neden her zaman haklı olmak zorundaydı ki? Yanılmış olsaydı, belki de bu vedayı yaşamayacaklardı; birlikte kalacak, bu kederi hiç hissetmeyeceklerdi. Elayne, Akil’in sözlerine başını istemsizce onaylar gibi aşağı yukarı sallarken, içinde kopan fırtınayı dindiremedi. Sözleri kabul etse de, yüreğindeki isyan dinmiyor, ayrılığın soğuk gölgesi ona nefes aldırmıyordu.

 

Zaman bir çember gibi etrafında dönüyor, ona işkence edercesine ağırlaşıyor gibiydi. Elayne’e göre, üç dünya yılı geçmişti, ancak gerçekte zamanın akışı kaybolmuş, bekleyişin her anı ona sonsuz bir umutsuzlukla işlenmişti. Akil’den hâlâ haber yoktu ve yüreğindeki endişe dayanılmaz bir hal alıyordu.

 

Sonunda dayanamadı; bekleyişin ağırlığı onu delip geçiyordu. İçindeki ateş, her geçen saniyede daha da büyüyerek onu zorladı, her düşünce bir çığ gibi üzerine düştü. Bekleyişi sona erdirmek için derin bir nefes aldı ve sonunda hızla dışarıya fırladı. Yıldızların altında, gece karanlığında ay ışığının zayıf parıltısı yola düşmüş, her şeyin üzerini soğuk ve solgun bir örtüyle kaplamıştı. Ancak onun içindeki fırtına, bu geceyi aydınlatmaya yetecek kadar yoğundu.

 

Koşarken nefesi kesilir gibi oluyor, göğsündeki ağırlık gittikçe artıyordu. Ama kalbini kasıp kavuran korku, onu adeta ileri itiyordu; kaçmak değil, ilerlemek zorundaydı. Her adımında, her nefes alışında daha da hızlandı; adımları çakıllı zeminde yankılanıyordu. Tüm bedeni, içindeki karışık duygularla yanıp tutuşuyordu. Kapıyı öfkeyle açıp geçti, ardına bile bakmadı. Sadece tek bir hedefi vardı ve ona ulaşmak için her şeyi geride bırakmaya hazırdı.

 

Adımlarını hızlandırarak kanatlarını açtı; uzun zamandır kullanılmayan melez kanatları, karanlıkta geniş bir gölge gibi açılarak geceye karıştı. Kırçıllı, güçlü kanatları, soğuğa ve uzak diyarlara direnecek kadar sağlamdı. İlk defa melez kanatlarını gerçekten uçmak için kullanacaktı, ilk defa bu hızı tadacak, ilk defa gerçekten uçmanın ne demek olduğunu anlayacaktı.

 

Savaş meydanına yöneldiğinde, her şeyi umursamadan uçtu; ne geride bıraktığı geceyi, ne üzerinden geçtiği vadileri. Herkesin ardında bıraktığı o tehlikeli yolda tek başınaydı, yalnızca korkusunu ve kararlılığını yanına almıştı. Atla onlarca gün sürecek yolu birkaç saat içinde geçebilecek kadar hızla ilerledi; rüzgar yüzüne çarpıyor, kulakları rüzgarın uğultusuyla doluyordu.

 

Kalabalığın ortasına vardığında, gözleri etrafı taradı. Toz bulutları, barut kokusu ve havaya karışan kan kokusu her yere sinmişti. Yerde yatan, yaralı askerler, kalkanlar ve kırık mızraklar gördü. Bir an bile durmaksızın etrafını kolaçan etti; gözleri Akil’i arıyordu. Kalbi daha da hızlı atmaya başlamış, korku ve ümit birbirine karışmıştı. Gördüğü manzaralar onu ürpertse de içinde oluşan kaybetme korkusu, her şeye rağmen ona güç veriyordu.

 

 

Meydanda gözleri sonunda aradığı görüntüye takıldığında, kalbi bir an duracak gibi oldu. Kanatlarını yavaşça kapatarak yere süzüldü ve toz toprak içinde kalmış meydanın sert zeminiyle buluştuğunda dizlerinin bağı çözüldü. Ruhları birbirine bağlayan büyü sayesinde Akil'in varlığını hissederek onu bulmuştu. Fakat karşısındaki manzara içini büsbütün yıktı.

 

Akil oradaydı; ama bedeninin her yanı yara bere içindeydi. Derin kesikler ve morluklarla dolmuş vücudu, son bir savaşın izlerini taşıyordu. Kılıç ve hançer darbeleriyle delinmiş zırhının altından kan sızıyor, bir zamanlar tanıdığı yüz artık tanınmaz hale gelmişti. Tozla karışmış kan, onun bedenine ve toprağa koyu bir perde gibi sinmişti, yüzündeki her çizgiyi, her yarayı daha be ale getiriyordu.

Onun bu halini görmek, içinde derin bir boşluk yarattı; Akil'in gözlerini aradı, tanıdığı o parıltıyı görmek için ama bakışları bulanık ve uzaktı. Gözlerine dolan yaşları silmeden, sanki onu tekrar geri getirebilecekmiş gibi Akil'e uzandı. Bu görüntü, ruhunda sarsılmaz bir boşluk bıraktı.

Elayne’in içinde yıkılan tüm umutları haykırışa dönüştü. “Akil abi! KALK AYAĞA, LÜTFEN!” diye bağırdı. Sesi, meydanın uğuldayan sessizliğine yankılandı. Umutsuz bir çığlık, içindeki tüm korkuyu ve kaybı dışa vurdu. Akil'in sessiz, hareketsiz bedeni karşısında gözyaşları yanaklarından süzüldü, kalbinde derin bir acı açtı. Elayne, Akil’in yanında diz çökerek ellerini onun ellerine kenetledi, ama biliyordu: Ne yaparsa yapsın, Akil geri dönmeyecekti.

Elayne, Akil’e baktığında, birden içini saran soğukluğu hissetti; abisinin bedeni buz gibi olmuş, nefesleri zayıf ve kesik kesikti. Yerde yatan bu kişi, her zaman onu koruyan, onu ısıtan Akil miydi gerçekten? Savaşın acımasız darbeleri, Akil’i tanınmaz hale getirmişti. Elayne, yüreğinde büyüyen o dayanılmaz kederle, gözleri dolarak Akil’in soğuk ellerini avuçlarının içine aldı. O an, abisinin sessizce yitip gittiğini hissetti.

 

Akil, tüm gücünü toplar gibi zorlanarak gülümsemeye çalıştı. Yorgun dudakları titrerken, gözlerinde hâlâ ona duyduğu sevgi parlıyordu. Zorlukla konuşmaya başladı; sesi, hayatının son anlarını bir kardeşin kulağına fısıldayan bir melodi gibiydi.

 

"Canımın içi… biliyorum sana söz verdim, geri geleceğim dedim,” diye fısıldadı Akil, sesi neredeyse bir rüzgar hışırtısı kadar hafifti. “İnan bana, bunun için savaştım, direndim… ama olmadı be güzelim. Belki de… yenilmez dedikleri bir savaşçının bile yenemeyeceği tek şey kaderdir."

 

Bu sözlerle Elayne’in gözleri dolarken, Akil’in dudaklarından dökülen her cümle, içindeki acıyı ve pişmanlığı biraz daha derinleştiriyordu. Akil, gözlerinde bir sevgi parıltısıyla, "Ama ne olur, üzülme olur mu?” dedi. “Senin mutluluğunu görmek, en büyük zaferimdi. Kendini sevmeyi unutma sakın. Sana hep ne derdim, hatırlıyor musun?”

 

Elayne, abisinin sözlerini her zamanki gibi yüreğine kazıyarak dinledi; onun her kelimesi, içindeki acıya bir ağırlık daha ekliyordu. Akil’in gözleri, Elayne’nin her bir hücresine vedasını fısıldar gibiydi, sanki kardeşinin her anını ezberlemek ister gibi bakıyordu. Elayne, içindeki hüznü kontrol etmekte zorlanarak, abisinin son sözlerini duydu ve onun bu nazik vedasıyla hüzün ve sevgi dolu bir anı içinde kaldı.

 

Elayne’nin gözyaşları dur durak bilmeden yanaklarından süzülüyordu. Kalbinde açılan koca boşluk, can yoldaşı ve en güvendiği sırdaşını kaybetmenin acısıyla doluydu. Akil’in son sözleri zihninde yankılanıyordu: “Eğer olur da başaramazsam kardeşim, unutma; bir asker bir ölür, bin dirilir.” Bu sözler, Elayne’in zihninde ve kalbinde yankılandıkça, sanki Akil’in ruhu ona son bir umut, bir güç bırakmış gibiydi.

 

“Elayne’nin dudaklarından, “Bir asker bir ölür, bin dirilir…” cümlesi, Akil’in sesiyle birleşerek döküldü. Savaş meydanının soğuk havasında bu sözler yankılanırken, Elayne Akil’in artık bir daha dönmeyeceğini, vedalarının gerçek ve sonsuz olduğunu anladı. Akil, belki de hayatında ilk kez sözünü yerine getiremeyecekti. Bu acı gerçek, Elayne’in omuzlarına tarifsiz bir ağırlık olarak çöktü.

 

Meydanın taş zeminine diz çökerken, gözyaşları Elayne’nin yüzünde donmuş birer iz bırakıyordu. Başını eğip sessizce hıçkırarak, kederle toprağı avuçladı. Etrafındaki soğuk rüzgar ve savaştan kalan yanık kokusu, onun içindeki derin boşluğa dolarken, Akil’in hatıraları kalbine bir bıçak gibi saplanıyordu.

 

Elayne’nin içindeki fırtına, kardeşinin yokluğuyla yankılanan bir isyana dönüşürken, kalbinin derinliklerinde bir söz verdi: Akil’in yarım kalan hayallerini, ideallerini ve direncini yaşatacaktı. Elayne, hüzün ve öfkeyle dolu gözyaşlarını silerken, Akil’in hatırasının onu her an koruyacağına dair içsel bir güç buldu. Tek bir asker olarak savaşmıştı belki, ama Akil’in ruhu, Elayne’le birlikte binlerce kez dirilecekti.

 

 

Elayne, hayatın acımasız yüzünü ilk defa bu kadar yakıcı bir şekilde hissediyordu. Önce annesini kaybetmişti; o gün, kalbinde açılan yarayı nasıl taşımayı öğrenmişti belki, ama şimdi bu yara daha derinleşmiş, kapanmayacak hale gelmişti. Artık abisini de kaybetmişti ve bu kayıpların ağırlığı altında eziliyordu. Hayat, ona hiç acımadan darbe üstüne darbe vurmuş, tüm umutlarını elinden almıştı.

 

Elayne’nin yüreği, kor alevlerle sarılmış gibi yanıyordu; sanki içindeki her bir hücre, ayrılığın ve yalnızlığın ateşinde kül oluyordu. Yanaklarından süzülen gözyaşları bir ırmak gibi akarken, gözlerinin önünde abisiyle paylaştığı anılar canlanıyordu. Onun koruyucu bakışları, sıcak gülümsemesi, neşesi... Ancak şimdi bu hatıralar, dayanılmaz bir hüzün dalgası olarak zihnine geri dönüyordu.

 

Gözyaşları, savaş meydanının tozlu, soğuk zeminine düşerken Elayne’nin içindeki acı, tarifsiz bir boşluğa dönüşüyordu. Etrafında esen rüzgar, savaşın getirdiği o ağır metal kokusunu taşırken, bu uğursuz hava onun yalnızlığını daha da pekiştiriyordu. Savaş meydanının kasvetli sessizliğinde, bir yanda kan kokusu ve yıkım, diğer yanda kaybetmenin verdiği derin hüzün Elayne’i sarıp sarmaladı.

 

Gözleri, Akil’in artık soğumaya başlayan bedenine son bir kez daha takıldı. Kalbindeki dayanılmaz acı, içinde alev alev yanarken, bu kaybın derinliğini tarif edecek hiçbir sözcük yoktu. Elayne, yalnızlığın ağırlığı altında ezildiğini hissediyordu; dünya, ondan sevdiklerini birer birer almış ve geride sadece hüzün dolu bir boşluk bırakmıştı. Elayne, son bir kez daha abisinin yüzüne, masmavi saçlarına ve derin, okyanus gibi gözlerine baktı. Bu gözler, ona hep huzur ve güven verir, sanki fırtınalı bir denizin dinginliğini taşırdı. Akil’in masmavi saçları, ona küçükken “Mavilerin Efendisi” lakabını takmasına neden olmuştu. Şimdi, üzerinde kendisine özel olarak diktirdiği mavi general kıyafetiyle uzanıyordu; bu kıyafet, onun liderliğini, kararlılığını ve sonsuz sadakatini simgelerdi. Ancak, Elayne için bir zamanlar umut ve sevinç kaynağı olan bu görüntü, şimdi hüzün ve tarifsiz bir kayıp hissi veriyordu.

 

Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Elayne’in dünyası, bir daha aydınlanmamak üzere karanlığa gömülmüştü. Akil, Elayne’e verdiği sözü tutamamıştı; abiler sözlerinde durur derlerdi, ama bu kez hayat ona acımasız davranmıştı. Akil, kardeşinin yanına dönmek, onun güvenliğini sağlamak için savaşmış, elinden gelen her şeyi yapmıştı. Ancak o da, tıpkı geçmişteki nice savaşçı gibi, kadere boyun eğmek zorunda kalmıştı.

 

Elayne, abisinin nefes alışlarının zayıfladığını hissettiğinde, kalbi bir kez daha acıyla sıkıştı. Güneşin son ışıkları savaş meydanına vuruyor, çorak toprak, Akil’in yaralarından akan kanla koyu kırmızıya boyanıyordu. Rüzgar hafifçe esti, sanki bu sessiz vedaya tanıklık etmek istiyormuş gibi.

 

Akil, son gücünü toplayarak titreyen dudaklarını araladı; sesi neredeyse duyulmazdı, ama her kelimesi kardeşine bir miras gibi, bir umut gibi dökülüyordu. "Bir asker bir ölür, bin dirilir…" diye fısıldadı. Bu cümle, Elayne’in ruhunda derin bir yankı uyandırdı; bu, Akil’in her zaman inandığı, savaş meydanında her seferinde tekrar ettiği direniş ruhunun özüydu. Gözlerini, son kez Aşina'nın biri yeşil, biri mor olan o dikkat çekici gözlerine dikti.

 

Son bir gayretle elini kaldırarak, Elayne’in yakut kırmızısı saçlarına usulca dokundu. Parmakları, kardeşinin saçlarının arasında hafifçe dolaşırken, Elayne geçmişe, onların bir arada olduğu zamana döndü. Akil’in bakışlarındaki sevgi ve hüzün, kalbine bir ağırlık gibi çöktü.

 

Elayne, onun sesiyle sarsıldı, gözlerinden süzülen yaşları durduramıyordu. Bu cümle, Akil’in ona her zaman aşılamaya çalıştığı direnme gücünü taşıyordu. Elayne, abisinin o son bakışını ve son sözlerini zihnine kazırken, Akil’in gözleri yavaşça kapandı ve Elayne’in elinde sönüp gitti.

 

 

 

Akil’in gözlerindeki ışık yavaş yavaş sönerken, Elayne, abisinin bir daha asla şakalarına gülemeyeceğini, eve elinde çikolatayla gelip onu neşelendiremeyeceğini, onun deliliklerine tatlı bir öfkeyle karşılık veremeyeceğini anladı. Her gün o mavi saçları rüzgarda savrulurken eve döneceği o anı bekleyen Elayne, artık sonsuz bir boşlukla baş başa kalmıştı.

 

Savaş meydanındaki rüzgar sertçe eserken, Elayne içindeki o devasa boşluğu, abisinin sessizce bıraktığı mirasla doldurmaya çalıştı. “Bir asker bir ölür, bin dirilir…” Elayne, bu sözleri kendisine bir vasiyet gibi duydu. Gözlerini abisinin hareketsiz bedenine dikti ve kalbinde, Akil’in anısını yaşatma yeminini sessizce etti.

Elayne, Akil ile farklı babalardan dünyaya gelmiş olmasına rağmen, kendini asla yabancı hissetmemişti. Onlar birbirlerine sıkı sıkıya bağlıydı; aynı damarda dolaşan kan gibi, her anı birbirlerinin yanında, birlikte geçirmişlerdi. Beraber gülüp eğlendikleri, bazen hüzünle ağladıkları, kimi zaman ise saatlerce şakalaşıp çocukça oyunlar oynadıkları o günler zihninde birer birer canlanıyordu. Elayne, onlar için ölen annelerini, bölünmüş aileyi, kardeşliği ve kaybettikleri sıcak yuvayı temsil ediyordu. Akil, Kadeen ve Zemora… Hepsi, aile denen parçaların bir bütünüydü.

 

Akil’in o delişmen ruhu, yerli yersiz yaptığı şakalar, Zemora’nın modaya olan tutkusu, Kadeen’in masum çocukluğu… Her biri, Elayne için aileyi, aidiyeti ve sevgiyi simgeliyordu. Şimdi bu sıcak bağlardan biri sonsuza kadar kopmuştu, ve Elayne’in yüreğinde derin bir boşluk, tarifsiz bir acı oluşmuştu. Akil’in gidişiyle, sadece bir kardeşini değil, aynı zamanda ailesinin en canlı parçasını, ona huzur ve neşe veren bir koruyucuyu kaybetmişti.

 

Akil’in yerdeki bedeni karşısında diz çöken Elayne, gözyaşlarını tutamıyordu. Gözlerinden süzülen yaşlar, sanki geçmişe ait o güzel anıları geri getirmek istercesine akıyordu. Akil’in neşeyle gülen yüzü, ona uzanan elleri, çocukça oyunlarda birlikte geçirdikleri o masum saatler… Tüm bu anılar, Elayne’nin içindeki aidiyet ve sevgi duygusunu diri tutan tek şeydi. Her bir hatıra, onun yüreğinde aileye dair kalan son izleri ve Akil’in silinmez gölgesini taşıyordu.

 

Ancak şimdi, o anılar bile kalbindeki kırıkların üzerine örtmeye yetmiyordu. Aileleri, parçalanmış ve eksik kalmıştı. Elayne, gözlerini Akil’in donmuş yüzünden ayıramazken, kendi içindeki yalnızlık ve kederin onu sonsuz bir karanlığa çektiğini hissetti. Rüzgar, savaşın izleriyle dolu meydanda hafifçe eserken, Elayne, içinde tarifsiz bir yas ve kaybettiklerine dair derin bir özlemle yere kapandı. Ailesi, bu eksikliklerle dağılmıştı. Ama Elayne, Akil’in mirasını, kardeşlik bağlarını ve kaybettikleri her şeyi yaşatmak için kalbinde yanan küçük bir ışığı söndürmemeye yemin etti.

Elayne, abisinin toprağa verilmesinin ardından sessiz sedasız ortadan kayboldu. Henüz çocuk yaşta olmasına rağmen, hayatın en acı gerçekleri, yük gibi omuzlarına binmişti. Yalnızlık, içindeki acıyı daha da derinleştirirken, etrafındaki dünyanın sessizliği onu daha da çaresiz kılıyordu. Keder dolu iç çekişleri, içindeki fırtınalar ve tarif edilemez kayıp duygusu, kimseye anlatamayacağı, içinde saklı bir yara olmuştu. Artık yanında duygularını paylaşabileceği, onu anlayacak bir omuz ya da teselli verecek bir dost kalmamıştı.

 

Gün batımına doğru, Elayne’in olduğu yere doğru Ardin yaklaştı. Onu bulduğunda, Elayne’nin gözyaşları dur durak bilmeden akıyordu; bakışları kederin ve boşluğun izlerini taşıyordu. Henüz çocuk olmasına rağmen, bu küçük bedende ağır bir yas saklıydı. Ardin, Elayne’in halini gördüğünde derin bir üzüntü hissetti, ama ne yapacağını bilemez haldeydi. Onun yaşadığı bu derin kaybı geri getiremezdi; Akil’in yerine koyacak ne bir sözcük ne de bir teselli vardı.

 

Elayne’nin yanında durup gözyaşlarına baktıkça, Ardin’in yüzünde karmaşık bir acı ifadesi belirdi. Elayne, kardeşi Akil’in anısını kendi içinde yaşatmaya kararlı olsa da, içindeki kederin ağırlığı, onun omuzlarını bükmüştü. Ardin, Elayne’in yalnızlığını ve sessiz çığlıklarını hissetti, ancak bu çaresizlik karşısında ne yapacağını bilemeden, sadece onun yanında kalmayı seçti.

 

Bu savaşın, kayıpların ve yalnızlığın ortasında, Elayne içindeki acıyı taşımak zorundaydı. O an, çocuk olmasına rağmen, hayatın yüklerini sırtlamak zorunda kalmıştı. Akil’in bıraktığı boşluk, Elayne’in ruhunda bir yara gibi kalırken, Ardin onun yanında suskun bir destek olarak durdu; sözcükler yetersizdi, ama sessizliğiyle bile Elayne’ye bir anlığına olsun yalnız olmadığını hissettirdi.

 

Ardin, kendini Akil’in mezarının başında bulduğunda, elinde getirdiği mor iris çiçeklerini dikkatle toprağa bıraktı. Hafifçe eğildi, toprakta yatan dostuna son bir veda etmek istercesine başını eğdi ve gözünden süzülen bir damla yaşla fısıldadı: "Elayne, unutma ki Akil abi, sadece mükemmel bir general değildi, aynı zamanda en iyi dostundu." Bu sözler, Ardin’in kalbinde taşıdığı derin saygı ve dostluk duygusunu yansıtıyordu. Akil, yalnızca savaş meydanında değil, hayatının her alanında yanlarında duran bir yol gösterici, bir koruyucuydu.

 

Elayne, Ardin’in sözlerine ince bir gülümsemeyle karşılık verdi. Ancak bu gülümseme, tükenmişliğin ve hüzünle yoğrulmuş bir kabullenişin ifadesiydi; çünkü artık içinde taşıdığı acıyı anlatacak gücü kalmamıştı. Abisinin verdiği “geri dönme” sözünü tutamamasının hüznü, kalbine ağır bir taş gibi oturmuştu. Elayne için bu mezarın başında güçlü durmaya çalışmak, her gün bu acıyla baş başa kalmak artık anlamsızdı.

 

Dizlerinin bağı çözülmüş gibi mezarın önünde yavaşça yere çöktü. Bu toprak, onun en sevdiği iki kişiyi saklıyordu: annesi ve abisi. Onları kaybetmenin yarattığı boşluk, çocukluğunun o masumiyetini alıp götürmüş, onu hiç beklemediği bir yalnızlıkla baş başa bırakmıştı. Elayne, henüz çocuk olmasına rağmen bu ağır kayıplarla olgunlaşmış, masumiyetini ve çocukluk hayallerini mezar taşlarının ardında bırakmak zorunda kalmıştı.

 

Ardin, onun yanında sessizce durmaya devam etti; çünkü Elayne’in yaşadığı bu tarifsiz acıya karşı söylenecek her söz, bu derin hüzne karşı güçsüzdü. Güneş batıya kayarken, mezarın üzerine düşen gölgeler onların üzerine yavaşça yayılıyordu. Elayne, kaybettiklerine karşı içinden son bir selam göndererek, artık çocukluğunu geride bırakmaya hazırdı. Bundan böyle, Akil’in anısının ve mirasının peşinden gidecek, onun hatırasını yaşatacaktı; ama biliyordu ki, bu yolda yalnız kalmıştı.

 

Hiç kimse, Elayne’in yanında duracak, onun sırlarını bile bile onu koruyacak kadar cesur değildi. Bu acımasız dünyada onu anlayacak çok az insan vardı. Ancak Ardin, yaşananların ağırlığı altında eziliyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gözleri kızarmış, şişmiş ve ifadesi kaybolmuştu. Bu dünya, yalnızca hayatta kalma mücadelesi veren ve yüklerin altında ezilen insanlarla doluydu; Ardin, bu gerçekle ilk kez bu kadar derinden yüzleşiyordu.

 

Elayne, arkadaşının yaşadığı bu derin sarsıntıyı görmekten üzüntü duysa da, ona karşı yumuşak bir sevgiyle yaklaştı. Ardin’in kızarmış gözlerinden öperek ona destek olmaya çalıştı. Hayatın karmaşıklığını, insanların nadiren yalnızca “iyi” ya da “kötü” olduklarını, çoğunluğun gri karaktere sahip olduğunu anlatmıştı. Kendisi de o gri alandaydı; ne tamamen masumdu ne de tamamen karanlık. Elayne, yaşadığı tüm kayıplara rağmen hatalarıyla var olan, hayatın zorluklarıyla büyümüş bir çocuktu. Ardin, ona bakarken bu genç yaşta zorla büyümüş, ruhunda derin yaralar açılmış bir çocuk gördü.

 

Son bir kez Akil’in mezarına bakarken, ikisi de sessiz bir veda etti. Ardin, acının insanı büyüttüğünü düşündü; Elayne ise zaten fazlasıyla büyümüş olduğunu, bundan sonra daha da büyümek istemediğini fark etti. İçindeki fırtınaları kimsenin duymak istememesi, ona kalabalık içinde yalnız olduğunu hissettiriyordu. Bu yalnızlık, onun içindeki yarayı daha da derinleştiriyordu.

 

Elayne, gözlerinde keder ve tükenmişlikle mezara son kez baktı, soğuktan donmuş elini sıkarak ağır adımlarla kabristandan çıktı. Artık onu koruyacak bir abisi yoktu; hayatındaki tüm canavarları yenecek o cesur savaşçı sonsuza dek gitmişti. Akil ile buraya gelmişti, ancak yanında yalnızca Ardin vardı. Hayatın tuhaf döngüsünü düşündü; dün olan, bugün yoktu ve bu acı gerçek her şeyden daha ağırdı.

 

Bütün cesaretiyle direnen o güçlü asker bile kaderin karşısında yenik düşmüştü. Elayne, yorgundu; sürekli güçlü kalmaktan, acıyla mücadele etmekten bıkmıştı. Geriye, soğuk ve sessiz bir boşluk kalmıştı; ama o boşlukta yalnızca kendi sesi yankılanıyordu. Elayne, elini sımsıkı yumruk yaparak mezarın önünden son kez ayrıldı, aklında hem kardeşi Akil’in hatırası hem de hayatın ona yüklediği kaçınılmaz sorumluluklarla.

 

Yorum yapmayı unutmayın ♥️

 

 

Loading...
0%