Yeni Üyelik
20.
Bölüm

20.Bölüm

@yazarperest

Koridorun sessizliği, odadan çıktıktan sonra bile üzerimdeki baskıyı hafifletmiyordu. Her adım attığımda, sanki zeminin altından Mei Ling’in alaycı sesi tekrar tekrar yankılanıyordu. Tırpan’ın o günü söylediği sözler zihnimde dolanıyordu: “Çin'in Kulağı var.” Şimdi anlıyordum ki, sadece bir söz değil, bu gerçekten bir gerçeklikti.

 

Mei Ling, kim olduğumu nasıl bu kadar çabuk öğrenmişti? Babamdan kalan o yüzük bile onun gözüne batmıştı. Hiçbir şey söylemesem bile, o kadının bir şekilde her şeyi öğrenmiş olmasına hâlâ inanamıyordum. Bunu düşünmek bile tüylerimi diken diken ediyordu.

 

Koridorun sonunda beni bekleyen Böge, her zamanki sert duruşuna rağmen, yüzündeki korku ve şaşkınlıkla bir şeylerin ters gittiğini hemen anlamıştı. Kaşları çatılmış, gözleri ise şüpheyle parlıyordu. Sesi, öfke ile karışık bir merakla doluydu: “Nasıl öğrendi Mei Ling şeytanı?” diye sordu, neredeyse alçak bir tonda ama keskin bir şekilde. Onun böyle bir tonda konuştuğunu çok nadir duyardım.

 

İçime bir yük oturmuş gibi derin bir nefes alıp cevap verdim: “İnan ben de hiç bilmiyorum, Böge. Sonumuz hayır olsun.” Sözlerim çıktığında, sesimdeki titremeyi saklayamadım. Kendi korkumu belli etmemek için her ne kadar çabalasam da, ellerim ter içindeydi. Sağ elim, Mei Ling’in yaptıklarından kalan izi saklayan bandajlarla sarılıydı.

 

Böge’nin bakışları anında elimdeki bandaja kaydı. Gözlerinde bir anlık korku belirdi, ardından yerini endişe ve öfkeye bıraktı. Hiçbir şey sormadan, elimi hızla tuttu ve sargıları dikkatlice inceledi. Parmaklarının sertliği, içindeki bastırmaya çalıştığı öfkenin bir yansıması gibiydi.

 

“Eline senin ne oldu? Mei Ling Hatun mu yaptı?!” dedi, sesi bu kez yükselmişti. Onun endişesi, sesindeki titrek öfkeye dönüşmüştü. Böge’nin gözlerinde, koruma içgüdüsü ve çaresizlik aynı anda parlıyordu.

 

Koridorun soğuk ve lüks atmosferi, durumu daha da dramatik hale getiriyordu. Gösterişli avizelerden yansıyan loş ışık, Böge’nin yüzündeki endişeyi daha belirginleştiriyordu. Onun o güçlü ve her zaman soğukkanlı olan duruşu, şimdi çaresiz bir koruma arzusuna dönüşmüştü. O, bir savaş meydanında askerlerini koruyan bir liderdi, ama bu kez beni koruyamamış olmanın yükü onun omuzlarındaydı.

 

“Evet, o yaptı,” demedim. Ama sessizliğim zaten her şeyi anlatıyordu. Gözlerimi kaçırdığımda, Böge bunun cevabı olduğunu anlamıştı. Elimi tutan elleri, bir an için daha sıkı kavradı. Ama bu sıkış, öfkesini dizginleyemediğinin göstergesiydi.

 

Ben o sırada, içimde yanan bir savaşın farkındaydım. Bu, sadece Mei Ling’le değil, aynı zamanda onun temsil ettiği her şeyle olan bir savaştı. Kaybetmeye mahkûm olduğumu bilsem de, bu savaştan geri çekilmek benim için bir seçenek değildi. Düşmanımı silahımla yıkamazsam, duruşumla savaşırdım. Ama o an, Böge’nin yüzündeki ifadeyi görünce, bu savaşın sadece benim değil, çevremdekilerin de savaşı olduğunu anladım.

Koridorun sessizliği, içimdeki utancı ve çaresizliği daha da derinleştiriyordu. Ayaklarımın altında yumuşak halı, üzerimde ise ağır bir yük vardı sanki. Böge’nin yanımda duran gölgesi, güven veren bir dağ gibi görünüyordu ama yine de yüzüne bakmaya cesaret edemiyordum.

 

“Önemli bir şey değil,” dedim, sesimde ne kadar soğukkanlı olmaya çalışsam da titreyen bir tını vardı. Elimi, onun güçlü ellerinden çekerek göğsüme bastırdım. Gözlerim istemsizce yere kaymıştı. Utancım, içimde yankılanan bir sessizlik gibiydi. Mei Ling’in söyledikleri ve yaptıkları... Her şey zihnimde dönüp duruyordu. Ülkemin, soydaşlarımın onuru ayaklar altına alınırken susmuştum. Bu çaresizlik, içimdeki en büyük yaraydı.

 

“Kaldır başını, Asker,” dedi Böge, sesi hem sert hem de şefkat doluydu. Kararlı gözleri, üzerimde bir kalkan gibi duruyordu. Devam ederken sesi biraz daha yükseldi, sanki beni bulunduğum kuyudan çekip çıkarmak ister gibiydi: "Ne dininden ne etnik kökeninden utan. Sen soydaşlarını korumak için onurlu bir şekilde ölen bir komutanın kızısın"

 

Böge’nin sesi, içimde bir kıvılcım yaktı. Kendime, kim olduğuma ve taşıdığım mirasa dair duyduğum gurur bir an için acımı bastırdı. Onun bu sözleri, içimde kopan fırtınayı biraz olsun sakinleştirdi. Ama yine de, başımı kaldırmaya cesaretim yoktu.

 

Sonra hiç beklemediğim bir şey oldu. Böge, elimi tekrar kavradı ve bir anda beni kendisine doğru çekti. Kollarını sımsıkı sararak, beni kendine yasladı. Güçlü, koruyucu bir sarılıştı bu. Sanki tüm yükümü omuzlayabileceğini, beni her şeyden koruyabileceğini söylüyordu.

 

İlk başta şaşkınlıkla irkilsem de, gözlerimde biriken yaşlar daha fazla tutamadım. Sessizce akan yaşlar, içimde biriken tüm kırgınlıkların bir ifadesiydi. O an, sadece bir anlığına, kendimi yeniden güçlü hissettim.

 

Kaçmıştım...” diye düşündüm, içimdeki sesi susturamayarak. Ana vatanımdan, doğduğum ülkeden kaçmıştım. Ama hiçbir zaman bunu bir yenilgi olarak görmemiştim. “Bir gün özgür olacağız ve o zaman geri döneceğim,” diye fısıldadım, daha çok kendime.

 

Koridorun sonunda asılı duran büyük bir tabloya bakarken, gözlerimin önüne özgür bir Doğu Türkistan’ın hayali geldi. Böge’nin kollarında o hayal biraz daha gerçek, biraz daha yakınmış gibi hissettim. Onun varlığı, yıkılmadığımı ve yeniden savaşmak için ayağa kalkabileceğimi hatırlattı.

Koridorun ucundaki pencerenin önünde, rüzgar hafifçe perdeyi sallıyordu. Gökyüzü karanlık ve sessizdi; yıldızlar bile sanki hüzne ortak olmuş gibi solgun parlıyordu. Böge’nin gözleri, karşımızdaki duvarda asılı duran Doğu Türkistan bayrağına kilitlenmişti. Mavi rengin dinginliği ve ay yıldızın ihtişamı, onun kararlı bakışlarıyla birleşiyordu.

 

“Bir gün Karabağ gibi Doğu Türkistan da özgür olacak,” dedi Böge, sesi derin ve umut doluydu. Kelimenin her harfinde inancını hissettim. Gözleri hala bayrağın üzerinde, sanki bayrağa değil de geleceğe bakıyordu. “Hayvanlar öldürülmeden, kuşlar susturulmadan bir güne uyanacağız,” diye ekledi, yüzünde hafif bir tebessüm belirdi.

 

Sözleri içimde bir ateş yaktı. Benim için bu sadece bir umut değil, aynı zamanda bir görevdi. Böge’nin kararlılığı, bana bir kez daha neden burada olduğumu hatırlattı. Doğu Türkistan... Zulüm görmüş, kanla yazılmış bir tarihin sembolüydü. Ama o bayrak... O bayrak bir gün özgür rüzgarlarda dalgalanacaktı.

 

“Ben Cumhurbaşkanı Abdurrahman’a baktığımda gördüğüm şey buydu,” dedim içimden, sessiz bir fısıltıyla. “Özgür bir Doğu Türkistan.” Sözlerim kendi kararlılığımın yankısıydı. Böge’nin söylediği gibi, kanla sulanmamış, çocukların korkmadan oynadığı, kuşların neşeyle öttüğü bir ülke hayal ettim.

 

Pencerenin dışındaki gökyüzüne baktım, karanlık ama yine de umut doluydu. Yıldızlar, tıpkı bizler gibi dayanıyordu. Bir gün, mutlaka o sabah gelecekti. Ve o sabah, özgürlüğün rüzgarı sadece Doğu Türkistan’da değil, dünyanın her yerinde hissedilecekti.

 

 

Böge, bana doğru dönerken yüzündeki neşeli ifadeyi kaybetmişti. Gözleri kararmış, sesindeki neşe yerini ciddiyete bırakmıştı. "Sana ne dedi First Lady Mei Ling?" diye sordu. Sesindeki sertlik, bana doğru daha da yaklaşan bir gerilimin habercisiydi.

 

Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım. İçimdeki acıyı, hayal kırıklığını bir nebze olsun dışarıya atmak istedim ama kelimeler boğazımda düğümleniyordu. “Onlara göre böceğim, değersizim... Özgür bir Doğu Türkistan hayali sadece falan...” dedim, sesim titreyerek. Başımı yasladım, gözlerim yumulu ama içimdeki öfke ve hüzün sanki her geçen saniye daha fazla büyüyordu. Her şey bir hayalmiş gibi geldi bana, hatta bu mücadele de.

 

Böge’nin cevabı, sakin ama bir o kadar derindi. "Ona göre her şey hayal, unutma o babasından kalan son parça kıyafet için birine yalvarmadı... Aşağılanmasına rağmen saygısını bozmayıp direnmedi, eline basılmasına rağmen acımıyormuş gibi yapmadı." Gözleri, avuçlarımda dikkatle gezindi ve derin bir iç çekiş duyduğumda, elimi tuttu, sanki acımın dışarıya sızmasına engel olmak ister gibi.

 

Böge’nin sözleri, içimi biraz da olsa rahatlatmıştı. Vicdanla yapılmış bir direnişin, bazen kucaklanması gerektiğini hatırlattı. "Seni ancak vicdanı olan kişiler anlar," dedi ve gözlerinde bana bir tür anlayış vardı. Onun bu bakışları, içimdeki karanlıkta bana uzanan bir el gibiydi. O kadar derinden bir bağ kurmuştu ki, kelimeler artık daha az şey ifade ediyordu. Sadece hisler, sadece bu sessiz gece, her şeyin özüdür.

"Doğu Türkistana bunu yapanlarda vicdan olduğundan şüpheliyim"

Loading...
0%