@yazarperest
|
öncelikle bu bölümde tarihî değil muhteşem yüzyılı ve oradaki karakterleri eleştirdim ki tarih de eleştirilir.
Gece soğuk ve ağırdı. Karargâha doğru yürürken, ayak seslerimiz taş döşeli yolda yankılanıyordu. Hafif bir rüzgar, kollarımı titretirken ellerimdeki ağrıyı daha da keskinleştiriyordu. Böge yanımda sessizce yürüyordu, uzun boyu sarımtırak saçları gecənin rüzgarında dalgalanıyordu ama varlığındaki tedirginlik neredeyse elle tutulur gibiydi. Kafasını sık sık çevirip bana bakıyor, söylemek isteyip de söyleyemediklerini bir kenara itiyordu.
Yol uzun gibi görünse de sonunda karargâhın ışıkları ufukta belirdi. Gözlerim, karanlığın içindeki o küçük ışık noktalarına kilitlendi. Ne kadar yorgun ve tükenmiş olsam da karargâha ulaşmak bir nebze de olsa rahatlatıcıydı. Ellimdeki acı, sanki yürüdükçe nabzımla beraber atıyordu.
Karargâhın girişine yaklaştığımızda, kapı aniden açıldı ve içeriden hızla iki kişi çıktı. Öksüz ve Dikişsiz. Gözlerim onlara kaydı. Öksüz lakabıyla Mehmet Ârif kısa boyuna rağmen enerjisiyle ortamı dolduran biriydi. Ancak dikkatimi daha çok Dikişsiz lakabıyla Aişə Yasemen çekti. Kızıl-kahveye çalan saçları, 1.90’lık boyuyla tam bir kule gibiydi. Gözlerindeki ışık saçan ifade, her zaman her durumu dalgaya alan birini andırıyordu. Bazen içimden, ‘Dikişsiz bir kadın olarak değil, erkek doğmalıydı’ diye düşündüğüm olurdu. Ama o, tam da bu haliyle olduğu gibiydi; komik, korkusuz ve dimdik.
Dikişsiz bize doğru bir adım atarken gözlerindeki sorgulayıcı bakış hemen fark edildi. “Astsubay'ım, elinize ne oldu böyle?” dedi Öksüz, sesi korku ve dehşetle titreyerek. Onun bu endişesi, içimdeki acıyı daha da derinleştirdi. Gözlerimi bir an kapattım, derin bir nefes aldım. O nefes, sanki tüm hücrelerime yayılan bir isyan gibiydi.
Gözlerimi açtığımda sakin bir sesle konuştum, ama o sakinlik acıyı gizlemek için bir kalkan gibiydi. “Leydi Mei Ling yaptı,” dedim. Bu iki kelime o kadar çok şey anlatıyordu ki, ardından bir sessizlik çöktü. Öksüz’ün yüzü birden karardı, Dikişsiz ise dudaklarını sıkmış, kontrol etmekte zorlandığı bir öfkeyi bastırmaya çalışıyordu.
O an karargâhın soğuk duvarları bile bu sessizlikte bir şeyler hissediyor gibiydi. İçimdeki ağırlığı taşımaya çalışırken, gözlerim yeniden Dikişsiz’e kaydı. Boyunun ve duruşunun verdiği o ürkütücü güç, onun her şeyi çözmeye hazır olduğunu haykırıyordu. Ama ne yazık ki, hepimiz biliyorduk: O kadın bir devlet hatunuydu. Ona hiçbirimiz bir şey yapamazdık. Karargâhın soğuk rüzgarı yüzüme çarparken, düşüncelerim birbiri ardına sıralanıyordu. Ellerimin ağrısını ve Mei Ling'in baskısını unutmaya çalışırken, aklıma başka bir acı saplandı: Ömür Hatun. Yüzümü hafifçe gökyüzüne kaldırıp derin bir nefes aldım. Gökyüzünde yıldızlar solgundu, tıpkı içimdeki umut gibi.
Böge'nin sessizliğine sığınarak düşüncelerimi dile getirdim. "Ben kendimden önce Ömür Hatun'u merak ediyorum," dedim, sesimde bir hüznün ağırlığı vardı. "Bütün olayların içinde olan o. Üstüne kuma olarak getirilen kişi Leydi Mei Ling. Kim bilir Ömür Hatun neler düşündü?"
Böge bir süre sessiz kaldı, ama gözlerindeki anlayış dolu ifade konuşmaya ihtiyaç bırakmıyordu. Benim için Ömür Hatun sadece Cumhurbaşkanının ilk eşi değildi. O, benim kardeşim gibiydi. Birlikte geçtiğimiz yollar, paylaştığımız ekmek ve acılar vardı.
"Ömür Hatun, buraya ilk geldiğimde bana evini açtı, aşını paylaştı," dedim içimden, geçmişin sıcak anılarını yeniden hatırlarken gözlerim doldu. "Aynı medresede eğitim görmüştük. Her şeyden önce biz hem din kardeşiydik hem de soydaştık."
Karargâhın duvarları rüzgarın uğultusuyla inlerken, o geceki sessizliğin içinde hafif bir ezan sesi duyuldu. Bu ses, o zor günlerde Ömür Hatun'un bana uzattığı yardım elini ve dinimizin birleştirici gücünü hatırlattı. Rüzgar, içimdeki hüznü bir anlığına da olsa dağıttı, ama Ömür Hatun'un durumunu düşündükçe bir yumru boğazıma oturdu.
Böge’nin gözleri bana çevrildi, derin bir iç çekti. O da Ömür Hatun’un yaşadıklarını anlayamıyordu, ama bu konuda hiçbirimiz yeterince söz bulamıyorduk. Sessizlik konuşmaktan daha ağırdı. Ama biliyordum, Ömür Hatun, bu fırtınanın ortasında dimdik duran bir dağ gibiydi. Onun gücüne hayranlığım büyüktü, ama omuzlarına binen yük, bizi bile dize getirirdi. Karargâhın sert taş döşemelerinde yankılanan ayak seslerimiz sessizliği bölüyordu. Rüzgarın uğultusu karargâhın dışındaki boş arazide yükselirken, içerideki loş ışık ve taş duvarlar insana hem korunaklı hem de baskıcı bir his veriyordu. Böge yanımda, Dikişsiz ise az ilerde neşeli adımlarla yürüyordu. Her zamanki rahat tavırları, gerginliğin ortasında bile kendine özgü bir hafiflik katıyordu.
"O güçlü biri, Astsubay'ım. Belki yıpranacak ama yine de dik duracak kadar güçlüdür Ömür Hatun," dedi Dikişsiz, hafif bir gülümsemeyle. Sesi, ortamın ağırlığını bir nebze hafifletmek isteyen birinin sesiydi. Ama hemen ardından eklediği şakayla, ortamın ağırlığını tamamen dağıttı:
"Hayır, acaba Leydi Mei Ling Cumhurbaşkanına büyü mü yaptı?" dedi, alaycı bir tonda gülümseyerek.
Bu sefer gözlerimi ona devirdim. Böyle bir yerde ve böyle bir zamanda bu tür şakalar yapması tamamen ona özgü bir şeydi. Eliyle saçlarını düzeltirken, ensesine sağlam bir şaplak indirdim. "Sus aptal, kulağına giderse seni biz bile kurtaramayız," dedim, sesim ciddiyetle doluydu.
Dikişsiz şaka yaptığının farkındaydı, ama Böge'nin yüzü endişe doluydu. Yan gözle ona baktığımda, gözlerinin çevresindeki ince çizgilerin daha da belirginleştiğini fark ettim. "Ne de olsa Çin’in kulağı vardır her yerde," diye ekledi Böge, sesi kısılmış ve tedirgin bir tona bürünmüştü.
Taş duvarların yankısı bu cümleyi tekrar ettiğinde, hepimizin içinden bir ürperti geçti. Sanki bu karargâhta bile güvenli değildik. Dikişsiz'in neşesi bir anda solmuş, tavırlarında bir mahcubiyet oluşmuştu.
Karargâhın dar koridorları bizi daha karanlık bir sessizliğe sürüklerken, Ömür Hatun’un güçlü duruşunu ve Leydi Mei Ling’in sinsiliğini düşündüm. Bu savaşı ne kadar sürdürebileceğimizi kestiremiyordum, ama Ömür Hatun’un bize ilham verdiği bir şey vardı: Onur. O kadın, tüm bunların içinde bile başı dik kalabiliyorsa, biz de kalabilirdik. Karargâhın taş döşemeli geniş koridorlarında yankılanan adımlarımızın sesi, ortamın soğuk ve kasvetli havasını bozmaya yetmiyordu. Tavanın loş sarı ışığı, üzerimize hafif bir ağırlık gibi çöküyordu. Dışarıdaki rüzgarın ıslık çalan sesi arada bir içeride duyuluyordu.
Dikişsiz, enerjisini asla kaybetmeyen bir şekilde yürümeye devam ederken, yine o alaycı tavrıyla konuştu: "Hiç mi biriniz onu Hürrem'e benzetmiyor?" dedi, gülümsemesini saklamaya çalışarak. Alnındaki birkaç kıvrım ve dudaklarındaki kıvrık ifade, bu cümleye ne kadar eğlendiğini açıkça belli ediyordu. Karargâhın taş duvarları, şakalaşmalarımızın yankısıyla hafifçe titriyordu. Soğuk koridorun kasvetli havası, bu neşeli anlarla yerini sıcak bir hareketliliğe bırakmıştı. Tam o sırada, arkamızdan Ömür Hatun’un şakacı sesi duyuldu: "O zaman ben Mahidevran mı oluyorum?"
Bu beklenmedik sözlerle birlikte hepimiz hızla arkamıza döndük. Ömür Hatun, yaşadığı sıkıntılara ve acılara rağmen yüzünde bir gülümsemeyle bize bakıyordu. Gözlerindeki yorgunluk, onun içsel mücadelesini ele veriyordu, ama o gülümsemesiyle hâlâ ayakta kalmayı başaran bir savaşçı gibiydi. Bana kalırsa Ömür hatun çarşafın içinde tam bir sultan gibi gözüküyordu.
Dikişsiz’in yüzündeki renk bir anda uçtu. Korkuyla yutkundu, çünkü bu kızın susmak gibi bir huyu yoktu, özellikle yanlış şeyleri yanlış yerde söyleme konusunda adeta bir ustaydı. "Haşa sultanım, ben asla katiyen öyle demedim!" dedi, tedirgin bir sesle. Ellerini önünde bağlamış, sanki bir hata yapmış bir öğrenci gibi Ömür Hatun’a bakıyordu.
Bu kızın saçmaladıkça daha da saçmaladığına hepimiz aşinaydık, ama yine de bu manzaradan kaçamadık. Öksüz, kaşlarını çatarak fısıldadı: "Dikişsiz, az önce sultanım mı dedin?"
Dikişsiz, paniği daha da büyüten bir ifadeyle savunmaya geçti: "Ben öyle demedim! Ömür Hatun dedim… şey… ponçikelatam dedim!"
Bu cevaba Öksüz, derin bir nefes alıp dişlerini sıkarken, sonunda dayanamadı ve Dikişsiz’i sağlam bir şekilde cimdikledi. "Senin ağzının gevşek bağına edeyim emi, Dikişsiz!" diye mırıldandı hırsla.
Dikişsiz’in mahcubiyeti uzun sürmedi. Yeniden konuştu, ama daha da gereksiz bir şey söyleyerek: "En azından Cumhurbaşkanı Süleyman gibi ayrımcılık yapmıyor!"
Bu cümleyi duyduğumuzda hepimiz duraksadık. İçimizden hep bir ağızdan, ‘Allah’ım, sabır ver!’ diye geçirdiğimizi biliyorduk.
Tam bu noktada, karargâhta yankılanan ağır ve otoriter bir sesle irkildik: "Süleyman mı derken?"
Sesin geldiği yöne döndüğümüzde, gördüğümüz manzara hepimizi şok etti. Cumhurbaşkanı Abdurrahman, ciddiyetle koridorda duruyordu. Onun kararlı duruşu ve delici bakışları, o anı sanki dondurdu.
Dikişsiz, adeta taş kesilmiş gibiydi. Yüzü bembeyaz olmuştu ve hiçbir şey söyleyemedi. Ben onun omzunu sıvazlayıp hafifçe eğildim: "Allah yardımcın olsun Dikişsiz, seni eyi bilirdik," dedim alaycı bir gülümsemeyle, ama gözlerimle ona biraz daha dikkatli olmasını söyler gibiydim.
Karargahtaki hava bir anda buz kesmişti. Dışarıda rüzgarın uğultusu duyulmaya devam ediyordu, ama içeride hepimizin nefes alışverişi bile neredeyse durma noktasına gelmişti.
|
0% |