@yazarperest
|
Dikişsiz Gözlerimi açtığımda karargâhtaydım. Zaman mefhumu kaybolmuş gibiydi, ama karargâhın soğuk, taş duvarları ve ağır havası, uykuyla uyanıklık arasındaki o ince çizgiyi bir anda kopardı. Daha doğrusu, herkesin ayakta olduğunu ve kapıya doğru korkuyla baktığını görünce, uykumdan eser kalmadı.
Tüylerim diken diken oldu. Bir sorun vardı, hem de büyük bir sorun. Kapıya doğru baktım. Orada duran kişi, her an fırtınayı koparabilecek bir kara bulut gibi içeriye süzülüyordu. Gözlerim onun üzerine kayarken yutkunmam bir oldu. Kapıdan içeri giren Leydi Mei Ling'di.
Böyle anlarda insan istemsizce küçülmek ister, görünmez olmak. Ama o, tam tersi bir güçle, hepimizi varlığını hissetmeye zorluyordu. Uzun, ince bedeni ve zarif ama keskin hatlara sahip yüzü, tek bir kişinin bile gözünü üzerinden ayırmasına izin vermiyordu. Gözlerindeki sert bakış, yılan gibi soğuk ve sinsi bir tehditle doluydu. Ama en ürkütücü olan, o yüzündeki kocaman, Cheshire Kedisi misali gülümsemeydi. Bu gülümseme, sanki dünyadaki bütün sırları biliyor ve hepsini aleyhine kullanmaya hazır gibi duruyordu.
Karargâhın sessizliği, onun ayak sesleriyle bozuldu. Yerler taş olmasına rağmen, sesi yankı yapmadan ilerliyordu. Bu sessizlik, onun adımlarına sanki görünmez bir güç katıyordu. Her adımında, üzerimize daha da büyüyen bir gölge gibi çöküyordu.
"Buranın komutanı kim?" dedi, buz gibi bir sesle.
O an nefesler tutuldu. Sesinin soğukluğu, iliklerime kadar işledi. Bu bir soru değil, açık bir tehdit gibiydi. İçimde bir ürperti yükseldi. Kalbim hızlanmış, ama nefes almakta zorlanıyordum. Etrafıma baktım, herkes donmuş gibiydi. Gözleri kocaman açılmış, kimse kımıldamıyordu. Herkes o sesi duymuş, ama kimse tepki verememişti.
Böge'ye baktım. Yüzünde her zamanki sert ifadesi vardı, ama gözlerinde o da bir an için bir tereddüt belirmişti. O an kendimi toparlamam gerektiğini düşündüm. Ama Leydi Mei Ling’e bir kez daha bakınca, bu düşünce yerini saf bir korkuya bıraktı.
Leydi Mei Ling’in yüzündeki o donuk gülümseme hiç bozulmuyordu. Gözleri bizleri tek tek süzerken, sanki ruhlarımızı okuyordu. Sesindeki emir, odaya hakim olmuştu, ama hiç kimse bu buza dönmüş havayı kıracak cesareti bulamıyordu.
Ben mi? Ah, ben o anda başımı yere eğip dua etmeye başladım. "Lütfen, lütfen, bana bakmasın. Beni fark etmesin," diye geçirdim içimden. Çünkü o bakışların altında ezilmek, bir insanın dayanabileceği bir şey değildi.
Bir yandan "Bu kadın neden burada?" diye düşünüyordum. Karargâh zaten yeterince karışık bir yerdi. Ama onun gelişi, bütün düzenimizi altüst edecek gibi görünüyordu. Bu buz gibi hava, daha büyük bir fırtınanın habercisiydi. Ve o fırtınanın merkezinde olmayı kimse istemezdi. Ben özellikle istemezdim. "Benim Leydim," dedi Bulut Böge, her zamanki kendinden emin ve soğukkanlı ses tonuyla. O an bir anlığına durdum. Bu adam nasıl her defasında böyle bir tavır sergileyebiliyordu? Biz sıradan askerler onun gibi bir soğukkanlılık göstermekten çok uzaktık. Sanki damarlarında kan yerine buz akıyordu.
Ama inanır mısınız, Leydi Mei Ling’in yüzünde, o Cheshire Kedisi'ni andıran o tuhaf gülümseme bir saniyeliğine bile olsa genişledi. Bu, hem hayranlık uyandıracak kadar karmaşık, hem de bir o kadar ürperticiydi. Leydi Mei Ling, etrafında ne varsa kendi kontrolüne alabilen biriydi. Gözleri, Bulut Böge’ye kitlenmişti ve sanki yalnızca onun varlığını kabul ediyormuş gibi bir hali vardı.
"Osmanlı döneminde sırt üstü yatırılıp ayaklara vurularak verilen ceza nedir, asker?" dedi aniden, buz gibi bir sertlikle. Sesi bir kamçı gibi havayı yararak üzerimize indi. Bir an o sözlerin ne anlama geldiğini kavrayamadım, ama sonra beynimde yankılandı ve fark ettim: Bu yalnızca bir soru değildi. Bu, içinde daha derin bir anlam barındıran, bir sınav gibiydi.
Havayı dolduran gerginlik, üzerimize ağır bir battaniye gibi çökmüştü. Bazen bir şeyleri anlamanın, anında kavrayabilmenin ceza mı yoksa ödül mü olduğunu bilmiyorum. Ama o an bunun ceza olduğunu düşünüyordum. İçimde, bu sorunun yanlış bir cevabı olursa fırtınanın kopacağına dair bir his vardı.
"Falaka, Leydim," diye cevap verdi Böge.
Sesi ilk defa bu kadar net ama aynı zamanda kırılgan bir şekilde yankılandı. Oysa daha az önce o soğukkanlılığına hayran kalmıştım. Şimdi ise bir anlığına, bir insan olduğunu fark ettim. Çünkü Böge'nin yutkunduğunu fark ettim. O koca Yüzbaşı Böge, tıpkı benim gibi gerginliğini gizleyememişti.
Karargâhın taş duvarları bile bu sessizliğin ağırlığını taşıyamaz gibiydi. Mei Ling’in gözleri bir an olsun kırpılmamıştı. Gözlerinin keskinliği ve yüzündeki gülümseme hâlâ aynıydı, ama bu kez o gülümseme bir tehditten çok daha fazlasını ifade ediyordu. Sanki bu cevaptan memnun olmuş, ama memnuniyetini tamamen gizlemek istememiş gibiydi.
Hepimiz nefesimizi tutmuş durumdaydık. O an içimde bir ürperti yükseldi. Böge, doğru cevabı vermişti, ama neden böyle bir soru sorduğunu anlamıyorduk. Sanki her şeyin altında başka bir sebep vardı. Daha derin, daha korkutucu bir sebep. Ve bunun ne olduğunu öğrenmek istemezdim.
Mei Ling’in varlığı, odayı bir cehennem havasına sokmuştu. Böge’nin soğukkanlılığı bile tam olarak bu havayı kırmaya yetmiyordu. Kendi içimde küçük bir dua ettim. "Bu sahne bir an önce bitsin," diye düşündüm. Çünkü bu anın daha ne kadar süreceğine dayanabileceğimi bilmiyordum. Leydi Mei Ling, ağır ve kontrollü adımlarla yanıma doğru yaklaştı. Yavaş adımları bile bir tehdit gibi hissediliyordu. Taş zemin üzerinde yankılanan topuk sesleri, odadaki sessizliği daha da ağırlaştırmıştı. Sanki her adımı, ruhuma birer damga vuruyordu. Gözleri, bıçak gibi keskin ve soğuktu; o Cheshire Kedisi’ni andıran gülümsemesi ise asla değişmiyordu. Tam önümde durduğunda, o gülümseme, daha da büyümüş gibiydi.
"Adın ne, asker?" diye sordu Mei Ling. Sesi buz gibi bir tonda, ama aynı zamanda ürpertici bir sükunetle çıkmıştı. Soruyu duyduğum anda, boğazıma bir yumru oturdu. Yutkundum ama bu, içimdeki korkuyu bastırmaya yetmedi. Kalbim çılgınlar gibi çarpıyordu.
"Allah’ım, sen bana yardım et," diye içimden geçirdim ve titreyen bir sesle, "Dikişsiz, Leydim," dedim. Konuşurken gözlerimi korkuyla sıkıca kapatmıştım. O an kendime lanet ettim; keşke daha sağlam durabilseydim, keşke korkumu bu kadar belli etmeseydim.
Mei Ling, her bir heceye basarak ve kelimeleri adeta bir bıçak gibi kullanarak tekrar konuştu: "Aptal, sana isim ve lakap arasındaki farkı öğretmediler mi?!" O ton, tüm odadaki havayı daha da ağırlaştırmıştı. Cevap veremezsem ya da yanlış bir şey söylersem neler olacağını düşünmek bile istemiyordum.
"İsmim Aişə Yasemen, Leydim," dedim güçlükle yutkunarak. Her kelimem, boğazımı delen bir çivi gibiydi. Mei Ling’in elini omzuma koyduğunu hissettiğim an, içimde bir ürperti yükseldi. Sanki omzuma dokunan bir el değil, bir buz parçasıydı. Tüm bedenim o dokunuşla bir anda donmuş gibi hissettim.
"Seninle bir büyü yapacağız, Yasemen," dedi. Sesi fısıltı ile tehdit arasında bir yerdeydi, ama bu fısıltı bile beni tir tir titretecek kadar güçlüydü. Gözlerinin içine bakmaya cesaret edemiyordum. Sanki bakarsam, ruhum onun içinde kaybolacakmış gibi bir hisse kapılmıştım.
Ama asıl kabus, ondan sonra geldi. "Yüzbaşı, Yasemen’i falakaya yatırın. İki ayağına elli sopa vurun," dedi keskin, kararlı bir ses tonuyla. O an dünyam başıma yıkıldı. Kalbim yerinden çıkacak gibi hızla atıyordu. Odanın havası bir anda daha da ağırlaştı. Bunu beklemiyordum; kim beklerdi ki?
Korkuyla bir kez daha yutkundum. Tüm korkularımın, tüm çaresizliğimin o anda üzerime çullandığını hissettim. İçimde bir ses, bunun benim için son olduğunu söylüyordu. Ne olmuştu da Mei Ling’in hedefi ben olmuştum? Kendime binlerce kez lanet ettim. Boşboğazlığımın beni bu noktaya getireceğini neden anlamamıştım? Odaya baktığımda, herkesin gözlerinin üzerimde olduğunu gördüm. Ama kimse, en ufak bir şey söylemeye cesaret edemiyordu.
Leydi Mei Ling’in sesi hala kulaklarımda yankılanıyordu. "Elli sopa." Bu iki kelime, beynimde yankılanmaya devam etti. İtiraz edemezdim. Daha fazla konuşmanın, kendimi savunmanın hiçbir anlamı yoktu. Her şey için artık çok geçti. Yüzbaşı, soğukkanlı bir şekilde beni falakaya yatırdı. Ayaklarımı dikkatlice bağlarken yüzünden hiçbir duygu okunmuyordu. Her hareketi, görev bilinciyle yapılmış gibiydi. Gözlerim korkuyla kapanmış, derin bir iç çekişle kendimi hazırlamaya çalışıyordum. Tam sopa kalkmış, üzerime inecekken birden sıçrayarak uyandım. Bu bir kabustu, hem de çok gerçekçi bir kabus.
Nefes nefese, sırtımda soğuk terlerin izlerini hissederek doğruldum. Kalbim çılgınlar gibi çarpıyordu, sanki kabusun etkisiyle hala falakadaymışım gibi bir acı hissediyordum ayaklarımda. Leydi Mei Ling… Gözlerimi ovuşturarak bu ismi mırıldandım. Sözlerimi duyduğunu biliyordum, o kabusun gelecekte olacakların bir habercisi olduğundan emindim. İçimdeki bu his, beni daha da tedirgin ediyordu.
Ranzanın metal merdivenlerinden aceleyle indim. Her adımda demir basamakların çıkardığı tiz ses, odadaki sessizliği bir an bozuyor, sonra yeniden her şey ölüm sessizliğine gömülüyordu. Tüm arkadaşlarım, uykunun kollarında huzur bulmuş gibi görünüyordu. Onlara baktım. "Keşke bu kadar rahat uyuyabilsem," diye geçirdim içimden. Ama benim içimde fırtınalar kopuyordu.
Ayaklarım beni, bir şeylere ihtiyaç duyuyormuş gibi bahçeye yönlendirdi. Karargahın soğuk taş avlusuna çıktığımda, yüzüme çarpan gece rüzgarı beni biraz olsun kendime getirdi. Gecenin karanlığı, gökyüzünü neredeyse tamamen örtmüş, yıldızlar zayıf bir parıltıyla titreyerek bana eşlik ediyordu.
Derin bir nefes aldım, ciğerlerimi doldurmak için. Ama bu nefes bile içimdeki korkuyu, kabusun getirdiği tedirginliği silmeye yetmiyordu. Gözlerim, etrafta gezinmeye başladı. Bahçede bir köşede, karargahın soğuk taş duvarına yaslanarak oturdum. Dizlerimi karnıma çektim ve başımı ellerimin arasına aldım.
"Ya gerçekten olacaksa?" Bu soru zihnime bir kanca gibi asılmıştı. Kalbim hala sakinleşmiyordu. "Leydi Mei Ling… benimle uğraşacak kadar önemli miyim ki?" Kendimi bu sorularla boğmaya devam ederken, gökyüzüne baktım. Gecenin derinliği ve yalnızlığı bana daha da ağır geliyordu.
Ayaklarımın altında toprak soğuktu, ellerimse rüzgarın etkisiyle buz gibi olmuştu. Ama tüm bunlar, içimdeki kasveti hafifletmek için yeterli değildi. Zihnim kabusla dolup taşıyordu. Gözlerimi tekrar kapattım. Bu, geleceğin bir ön gösterimi miydi, yoksa sadece korkularımın bir yansıması mı? Bunları düşünürken bahçede, taş duvara yaslanmış, bir süre daha geceye teslim oldum.
|
0% |