@yazarruhluadam
|
1901, Blackwood Şatosu’nun ağır taş duvarları arasında, uyanan iki ruh… Laura, gözlerini açtığında, taş bir tavandan sarkan ağır perdelerin solgun desenleriyle karşılaştı. Yattığı yatağın yumuşaklığı, eski zamana ait izlerle dolu tahta karyolanın soğukluğu ve pencereden giren hafif sis kokusu — hepsi yabancıydı. Fakat derinlerinde, sanki daha önce bu yerle tanışmış gibi bir his vardı. Vücudunun ağırlığını hissederken, başını çevirdi ve yanındaki ahşap gece lambasına göz gezdirdi. Tanımadığı bir dünyadaydı. Ama bu dünya, ona sanki uzun zamandır kaybolduğu bir yer gibi geliyordu. Küçük parmaklarını yavaşça yatağın kadifemsi örtüsüne dokundurdu. Narin elleri, kalbinin telaşlı ritmiyle titriyordu. İçinde tanımlayamadığı bir boşluk ve ardında bıraktığı şeylerin özlemi vardı. "Bu beden… bu oda… ben burada ne arıyorum?" diye düşündü içinden. Ancak başını kaldırıp pencereden dışarı baktığında, onunla aynı zamanda uyanan başka bir ruh, çok uzak bir başka şatoda aynı sorularla uyanıyordu. Diğer Şato - Nick’in Uyanışı Nick, derin bir nefes alarak gözlerini açtığında, başı sanki binlerce ağır düşünceyle doluydu. Anlamlandıramadığı hisler içinde, nefesini hızlandıran tanımsız bir ağırlık vardı. Göğsünün üstüne çöken o baskı, onun geçmişe dair bir şeyleri bilmesine rağmen bunu anlamlandıramamasıydı. O an yalnızca etrafını gözlemledi: Kalın perdeler, devasa bir ayna ve onu çevreleyen gösterişli mobilyalar. Kalbinde hafif bir sızı vardı; sanki bir şeyler kaybolmuş ama aynı zamanda yeni bir dünyaya açılmış gibiydi. Odadaki her detay, ona yabancıydı. "Ben buraya ait değilim… ya da belki burada bulunmamın bir sebebi var," diye geçirdi içinden. Yabancılık hissi, zihninin en derin köşelerini işgal ederken, etrafındaki sessizliğe tutunmaya çalıştı. Ancak Nick, kendisinin 2024’te yaşamış, belki de bir kazanın ardından bu yabancı dünyada bulmuş bir ruh olduğunu anlamıyordu. Şatonun kalın duvarları, bu sırrı saklamaya kararlıydı. Laura’nın İçsel Çatışması Laura, odadan çıkıp şatonun taş döşemeli koridorlarına adım attığında, bir yandan bu tanıdık ama bir o kadar da yabancı hislerle doluydu. Şatonun geniş salonları, gösterişli tabloları ve dönemin ağır havasını taşıyan duvarlar… Hepsi üstüne doğru geliyor, onu boğuyordu. Duyduğu fısıltılar, bir yankı gibi zihninde dolanıyor, adeta ona ait olmayan bir geçmişin hayal meyal siluetlerini getiriyordu. Her adımında, sanki etrafında görünmeyen bir pranga varmış gibi hissediyordu. 2024’teki Laura, bu anılardan soyutlanmak istercesine her şeyi sorguluyor, aklının derinliklerinde bu dünyaya ait olmadığını tekrar ediyordu. Fakat bu hislerini saklamak zorundaydı. Ne ailesine ne de çevresindekilere anlatamazdı. Onlar için, o sadece şatoda yaşayan basit bir ailenin kızından ibaretti. Nick’in Yalnızlık Duygusu Diğer şatoda, Nick de benzer bir karmaşanın içindeydi. Bu taş duvarlar, ona hiç ait olmadığını düşündüğü bir hayatı hatırlatıyordu. Bir zamanlar modern dünyada yaşamış, bambaşka deneyimler edinmiş biri olduğunu biliyordu sanki, ama bu bilginin kaynağına ulaşamıyordu. Ailesi, onun bu uzak bakışlarını fark etmeden günlük işlerine devam ediyor, odadaki hizmetçiler ise ona hiç sorgulamadan uyuyakaldığı gece için selam veriyordu. Fakat Nick, bu dünyanın kurallarına uyma çabası içinde, içindeki bu derin yabancılığı görmezden gelmeye çalıştı. Şatonun gösterişli odalarında, yalnız hissetmeye devam etti. Sanki hayatında eksik bir parça vardı ve bu parça, bir şekilde onu bu zamanda arıyordu. İkisini de Saran Gizem Ne Laura ne de Nick, geçmişlerine dair hissettikleri boşlukların kaynağını çözebiliyordu. Ancak, içsel sezgileri, onları birbirlerine doğru çekmeye başladı. Farklı şatolarda, birbirlerinden kilometrelerce uzakta olsalar da, içlerinde hissettikleri o derin bağlantı, onları daha da karmaşık bir bilmeceye sürüklüyordu. Her gece başlarını yastığa koyduklarında, gözlerini kapatıp bu dünyadan uzaklaşmayı düşlüyorlardı. Birbirlerine açılan rüyalar, onların bilincinde, aynı kazanın getirdiği karanlık ve derin boşluğu tekrar tekrar hatırlatıyordu. Ve etraflarındaki herkes için Laura ve Nick yalnızca genç birer çocuktu; ama onlar, kendilerini bile tam anlamıyla tanıyamaz halde bu zamanda kendilerine ve birbirlerine yabancıydılar.
Her şey, şimdi başlıyor.....
1901, İngiltere'nin sislerle kaplı taşra kırsalı. Eski, görkemli bir şato… Gece karanlığı, İngiltere'nin kırsal bölgesine bir pelerin gibi örtünmüş, rüzgar, terk edilmiş yollarda fısıltılarla dolaşıyordu. Sisli havanın içinden, kıvrılan ince yolların ardında, soğuk taşlardan yapılma ve tarihi kadar eski sırlarla yüklü Blackwood Şatosu belirdi. Şatonun taş duvarları, yaşanmışlıkla örülü bir perde gibi, sayısız gizemi saklıyordu. Çevresindeki ormanların uğultusu, geceye kendi büyülü havasını katarken, ay ışığı, şatonun taş duvarlarını aydınlatıyor ve gölgelerle oyun oynuyordu. Laura, şatonun hizmetçi odalarından birinde, titreyen bir mumun ışığında oturuyordu. Henüz on yedisinde olmasına rağmen, hayata dair derin düşünceleri vardı; gözlerinde sınıf farklarının acımasız izlerini taşıyordu. Biraz daha düşünceli ve duygulu olan annesi, bir hizmetçi olarak yetişmişti. Babası ise şatodaki ağır işleri omuzlamış, gözlerinin altındaki derin çizgilerle yılların yükünü taşıyan bir adamdı. Laura, içinde bulunduğu bu kısıtlı hayatın dışına çıkmayı düşlüyor, ama bunu nasıl yapabileceğini bilmez halde, her gece gizli umutlarına sarılıyordu. O gece, şatonun koridorları, Laura’nın kalbine ağır gelen sessizliği taşıyordu. Taş döşemeli zeminlere ayak basıldığında çıkan hafif tıkırtılar, gecenin diğer sakinleri tarafından duyulamayacak kadar yumuşaktı. Ancak Laura, sanki bir adım daha atsa, şatonun tüm duvarları onun ruhunun fısıldayan çağrısını duyacakmış gibi hissediyordu. Birden, odanın penceresinden gelen zayıf bir sesle irkildi. Dışarıdaki rüzgar, ona fısıldar gibi bir tonda hafif bir uğultu yayıyordu. Laura, kendini dışarıya doğru çekilmiş buldu. Penceresini açtığında, karşısında eski şatonun taş avlusunu ve yüzlerce yıllık ağaçlarla çevrili bahçeyi gördü. Rüzgar, ağaç dallarını hafifçe sallıyor, soğuk hava onun yüzüne vuruyordu. Gökyüzünde, yarı kapalı ay, gizemli bir ışıkla etrafını sarıyordu. Fakat Laura’nın dikkatini çeken, şatonun duvarındaki eski bir aynada beliren bir gölgeydi. O kadar eski ve solgun bir aynaydı ki, sadece özel ışık altında belirgin hale gelen bu yansıma, onu ürpertiyordu. Aynadaki görüntü ona sanki kendi yansıması değilmiş gibi görünüyordu. Yavaşça pencereden uzaklaşarak aynanın yanına gitti, kalbi hızla atmaya başladı. Yaklaştıkça, yansımada bir başkası vardı — parlak gözleri ona bakan bir adam. Laura, adamın yüzünde sanki geçmişten gelen bir acı, gizli bir hikaye görüyormuş gibi hissetti. Ancak daha gözlerini kırpmasına kalmadan görüntü kayboldu. Aynanın tozlu camında şimdi yalnızca kendisini görebiliyordu. Şato duvarlarının ardında, kendine ait olmayan, garip bir duygu hissetti. Bir bağlantı… fakat nedenini anlayamadı. O esnada, şatonun diğer ucunda: Genç Nick, kendi şatosunda, ailesinin soylu statüsüne yaraşır bir odada, düşünceler içinde derin bir uykuya dalmıştı. Ancak bu sıradan bir uyku değildi. Rüyasında, ona yabancı bir kızın suretini görüyordu. Uzun, koyu saçları, ifadesiyle zıt bir masumiyet barındıran gözleriyle ona bakıyordu. Kızın gözlerinde bir tanıdıklık vardı ama Nick, kim olduğunu anımsamıyordu. Nick rüyasında, ona yaklaşmaya çalışan bu kıza doğru adım atıyor, ama her defasında etraflarını bir sis bulutu kaplıyordu. Yine de onun yüzünü bir türlü net göremiyor, sadece kalbindeki boşluk, sanki onunla dolacakmış gibi hissediyordu. Rüyasındaki bu tanımsız, bilinmez bir aidiyet hissi onu her seferinde karanlığa geri çekiyor, uyandığında ona yalnızca buruk bir boşluk kalıyordu. Nick uykusundan ani bir sıçrayışla uyandı. Birkaç dakika boyunca sessizce tavana bakarken, rüyasının derin etkisi altında kalmıştı. O gece, duvardaki antik aynaya baktığında, gözlerinde bir şeylerin eksik olduğunu hissetti. O anda, kalbine ince bir hüzün çöktü ve derin bir iç çekişle aynadan gözlerini kaçırdı. Şato Bahçesi: Ertesi gün, Laura bahçede çalışırken eski bir köşeye gözü takıldı. Toprak yığını içinde hafifçe parlayan, eskimiş ve yarısı kırılmış bir madalyon bulmuştu. Madalyonun üstündeki işlemeler, uzun yıllar öncesinden kalma gibi duruyordu ve üzerinde sanki iki hayatı birbirine bağlayan bir sembol vardı: İki yüzü olan bir yüz. Bu madalyon, Laura’nın içinde uyanan hissi daha da güçlendirdi. Parmaklarını madalyonun soğuk yüzeyine dokundurdu ve içinden bir ürperti geçti. Onu cebine koydu; kim bilir, belki de madalyon, ona ait olmayan bu hayatta bir bağlantının parçasıydı. Blackwood Şatosu'nun sabahı, gece karanlığının ardında saklı kalan sırların gün ışığında bile süregelen gizemiyle aydınlandı. Laura, madalyonu cebinde hissettikçe içine bir huzursuzluk çöküyordu. Sanki bu küçük nesne, onu hayatının ötesinde bir yolculuğa çıkaracak bir anahtar gibiydi. Bir yandan elini cebine götürüp madalyona dokunmaktan kendini alamıyor, diğer yandan bu gizemi çözme arzusuna kapılıyordu. Şatonun geniş bahçesinde, eski bir gül ağacının gölgesinde duran Laura, gözlerini bahçenin ucundaki ormana çevirdi. Orman, sanki içindeki derinliklerde bir sır saklıyor gibi sessizdi. Gözleri istemsizce sislerin ardına gizlenen ağaçlara kaydı ve ormanın derinliklerinde bir şeyin onu çağırdığını hissetti. Yüzünü yalayıp geçen serin rüzgar, ona hem bir uyarı hem de bir davet gibiydi. Sanki ormanın kendisi bile, onun içindeki bu esrarı çözmesi için ona fısıldıyordu. O sırada, şatonun iç tarafında, Nick'in odasında farklı bir huzursuzluk hüküm sürüyordu. Önceki geceden beri aklından çıkaramadığı rüyanın etkisi, gün ışığına rağmen dağılmamıştı. İçinde belirsiz bir özlem vardı; rüyasında gördüğü genç kadının siluetini, gözlerinin ardında tekrar tekrar canlandırıyordu. Kim olduğunu ve neden onu gördüğünü bilmese de, bir parçası onunla bir bağı olduğunu hissediyordu. Bu tanımsız özlem, onu odasından çıkıp şatonun geniş koridorlarında gezintiye çıkmaya itti. Koridorlarda yürürken, antik duvarlarda asılı duran eski tablo ve aynalar ona bakıyormuş gibi hissetti. Her bir detay, yılların yaşanmışlığını ve şatonun derin sırlarını barındırıyordu. Derken, koridorun sonunda, duvarda asılı duran o eski aynaya bir kez daha rastladı. Ayna, zamanla solmuş kenarları ve tozlanmış yüzeyiyle odadaki diğer tüm nesnelerden farklı bir aura yayıyordu. Nick, bu aynanın karşısına geçtiğinde, içinde tuhaf bir dürtü hissetti. Elleriyle yüzünü tutarken gözleri, bir an için aynanın yüzeyinde tanımadığı bir kadın yansıması gördü. Ona bakan o gözlerde, sanki kendi geçmişinin bir yankısı vardı. Şatonun büyük yemek salonuna ilerleyen saatlerde Laura da geldi. Çalışanların arasına karışarak soylulara yemek servisi yapmaya başladı. Gözleri sürekli odanın içinde dolaşıyor, kendini bu atmosferde ne kadar yabancı hissettiğini içinden sorguluyordu. Sanki burada değil, bambaşka bir hayatta, bambaşka bir geçmişte olmalıymış gibi hissediyordu. Servis yaparken istemeden gözü, şatonun duvarındaki bir tabloya takıldı. Tablodaki adam, ona tanıdık geliyordu; ancak ne kadar hatırlamaya çalışsa da, kim olduğunu çıkaramıyordu. O an, tam karşısında oturan Nick’in kendisine baktığını fark etti. Laura, gözlerini kaçırmaya çalışsa da Nick’in bakışları onu bir mıknatıs gibi kendine çekmişti. Birbirlerine bakışları, yılların arkasından gelen bir yankı gibi derindi. Laura, kalbinin hızla çarptığını hissediyordu; ne var ki, Nick’in bakışları ona yabancı gibi gelse de içinde bir tanıdıklık taşıyordu. Bu, açıklayamadığı bir his, adını koyamadığı bir bağdı. Göz göze geldiklerinde, ikisinin de içinden geçirdikleri bir düşünce vardı: "Sanki seni daha önce gördüm..." Ancak bu düşünce, kendi zihinlerinin derinliklerinde bir sır olarak kalacaktı. Laura ve Nick, birbirlerinden habersiz bu büyülü şatoda, geçmişlerinin gizemli bir yankısı gibi birbirlerine çekilmeye devam ediyorlardı. O gece, Laura bir kez daha madalyonu eline aldı ve odasında eski sayfaları solmuş bir kitabın arasında sakladı. Kitabı açtığında, sayfalar arasında "iki yüz" sembolünü anlatan gizemli bir parşömen buldu. Bu sembolün iki hayat arasındaki bir geçiş kapısı olduğu yazıyordu. Bu bilgi, içinde korku ve heyecan uyandırdı. O sırada penceresinden dışarıya baktığında, ormanın derinliklerinde bir ışık huzmesi belirdi ve ona bu dünyaya ait olmayan bir şeylerin varlığını hatırlattı. Laura ve Nick’in gizemli hikayesi, onları geçmişin sırlarına doğru çekmeye başlamıştı. Bu sırlar, onları sadece kendi kaderlerine değil, aynı zamanda hiç bilmedikleri bir dünyanın kapısına doğru sürüklüyordu. 1901'in bu sisli İngiltere taşrasında, her şey bambaşka bir gerçeği fısıldıyordu. |
0% |