43. Bölüm

BÖLÜM 26: YALANCI UMUTLAR

Yellow Wheat
yellowwheat

Elimdeki temiz kıyafetleri dolabıma yerleştirmek için odama yönelirken banyo kapımdan içeri giren birini gördüm. "Benim siyah montumu da yıkamış mıydık?" diye sordum sesimi yükselterek. Biraz beklememe rağmen cevap gelmedi. İkra ve ben geç gelen kışa ayak uydurabilmek adına kalın kıyafetlerimizi düzenliyorduk. Birazını dün tekrar yıkamış, naftalin kokusunun azalmasını sağlamıştık. Bugün de kalanları halledecektik. Soruma cevap vermeyen İkra, banyoda bir şeyleri tıkırdatmaya başladığında elimdeki kıyafetleri yatağıma bırakıp "İkra?" diye sordum. Ama yine ses seda yoktu. Endişelerim artarken tenim ritmik vuruşlarla hareketlendi. Banyoya doğru bir adımımı attım, sonra da diğerini...

 

Tekrar sordum. "İkra iyi misin?" Bu defa cevap geldi. "Peri! Benim beyaz botlarımı gördün mü?" Bir iki saniye... Sadece bir iki saniye attığım adımlar sonucu yaklaştığım banyo kapısına öylece bakakaldım. Yaşadığım dehşet ve korku duyguları ryaları harekete geçirmeye yetmişti, canımı yakıyorlardı. İkra'nın banyodan gelmediğine emin olduğum yüksek sesli sorusuna cevap vermedim. Sırtımdan soğuk terler akarken hızla yatağımın yanında bulunan komodini gözüme kestirdim. Parmaklarım orta boyutlu vazoyu kavradığında içindeki kurumuş lavanta yaprakları da parkeye saçıldı.

 

Bununla kendimi nasıl savunacağımı bilmiyordum, sadece savunmak zorunda kalmamayı umuyordum. Nefeslerim boğazımı yakmaya başladığında ben çoktan geri çekilmiş, odamın kapısından dışarıya, koridora çıkmıştım. Gözlerim pür dikkat dolabımın yanındaki kapıdaydı. Oradan her an biri çıkabilirdi. Derken omzumdaki parmaklarla büyük bir çığlık dudaklarımın arasından döküldü. Vazoyu parmakların sahibine geçireceğim sırada ağır cam, benden uzaklaştırıldı.

 

"Benim!.." diyordu sesin sahibi. "Benim İkra." İkra vazoyu yere bıraktığında ben de dizlerimin üzerine çökmek üzereydim çünkü içimdeki korku yerini rahatlama duygusuna bırakmıştı. "Ne oldu?" diye sordu tekrar. Ama ben sadece işaret parmağımla banyomu göstermeye devam ettim. Tenimdeki acı azalmıştı fakat nefeslerim halen hızlıydı. O kişi her kimse evime, odama girmiş; yanımdan geçip gitmişti. Tüylerimin diken diken olduğunu hissetim.

 

İkra parmağımla gösterdiğim yöne doğru ilerlerken onu durdurmak istedim. Yine de isteğimin aksine onu takip etmiştim. Önce vazoyu yatağın üzerine bıraktı ama ben tekrar elime aldım. Birkaç adımımı hızlı atıp arkadaşımın önüne geçtim. Burada biri varsa da benim çığlığımdan sonra hâlâ burada olacağını düşünmüyordum. Banyo kapısının hafif aralık kapısını biraz daha ittirdiğimde duş kabini ve lavabo bizi karşıladı. Gözlerim klozetin üzerinde duran küçük cama takıldığında İkra da anlamsızca bana bakıyordu. Cam açıktı ve klozetin beyaz mermerinde siyah, ayak izi olduğunu düşündüğüm bir leke vardı. Nefesimi tuttum, parmaklarımın arasında kırarcasına sıktığım vazo da aynanın önündeki rafta yerini aldı.

 

"Bu aralar çok az uyuyorsun." diye tahminde bulundu İkra. Gülümsemeye çalıştım. Söylediği cümle doğru da olsa ne gördüğümü biliyordum. Banyoma biri girmişti ve ayakkabısıyla klozete basıp camdan dışarıya çıkmıştı. Aklıma gelen ilk şey Ilgaz'ı aramam gerektiğiydi ama bir süre yerimden bile kımıldayamadım. Üzerimde ağırlığını hissettiğim İkra'nın endişesini gidermek adına "En son ayakkabılıktaki kutuya koymuştuk." diye söylendim. Ne dediğimi anlamadı. "Beyaz botların..." diye açıkladım. Kaşlarını çattı ve bakışlarımı çekmediğim pencereye bir göz atıp yanımdan ayrıldı. Muhtemel kafayı yediğimi falan düşünüyordu. Keşke ben de öyle düşünebilseydim, keşke sadece delirmiş olsaydım.

 

Yüzümü soğuk suyla bir iki defa yıkadıktan sonra odama geri dönüp yatağıma oturdum. Telefonun ekranına bakıyordum. Ne diyecektim? Evime birisi girmiş olabilir ama ben onu İkra sandım. Sonra da küçücük camdan çıkıp gitmiş mi? Sahi bir insan bedeni o camdan sığabilir miydi? Yine de Ilgaz'ı aradım. Haberinin olması iyi olurdu. En azından Ilgaz benim deli olduğumu düşünmezdi.

 

Israrla aradım. Birincisini açmamıştı ama ikinci aramamı kapanmak üzereyken yanıtladı. "Neredesin?" diye sordum. Nefes sesleri hızlıydı ve rüzgârın uğultusunu duyabiliyordum. "Uraz..." dedi sadece. Ardından derin bir nefes aldı ve adım sesleri durdu. "Sabah evden beraber ayrıldık, yalnız kalmak istediğini söyleyip gitti. Şimdi de ona ulaşamıyorum." Başka birinin sesini duydum. Yakından geliyordu. "Burada da yok abi." dedi.

 

Endişelenmiştim evet ama Uraz yalnız kalmak istediyse gerçekten yalnız kalabileceği bir yere gitmiş olmalıydı. Ilgaz'ın da bilmediği bir yere... "Yardım lazımsa gelebilirim." diye bir öneri sundum. "Yok." dedi hemen. "Üç kişiyiz zaten. Muhtemelen bir iki saate çıkar ortaya." Daha önce de bu gibi olayların yaşandığını anlamam uzun sürmedi. İstemsizce kafamı sallarken konuya nasıl girmem gerektiğini düşünüyordum. "Ilgaz..." diye seslendim önce. "Zamanını almak istemiyorum ama bilmek isteyeceğini düşündüm."

 

"Bütün zamanlarım senin olabilir Peri." dedi bir anda. Gözlerim karşıdaki duvardayken dudaklarım yukarı kıvrıldı. Kucağıma yastığımı alıp onunla oynamaya başladım. "On dakika önce odamda birini gördüm." dedim fazla düşünmeden. Ilgaz'ı şaşırtmadan böyle bir şeyi nasıl söyleyebilirdim ki? Ilgaz'ın "Siz arabaya geçin, ben geliyorum." dediğini duydum. Hemen ardından "Ne demek odamda birini gördüm?" diye sordu. Dişlerinin arasından konuşuyor gibiydi. "Ben odaya girince banyoya saklandı, ilk önce İkra sandım ama görünen o ki camdan çıkıp gitmiş." Ilgaz bir süre konuşmadı.

 

"Sen iyisin değil mi? Anladığım kadarıyla yüz yüze gelmemişsiniz." Ilgaz'ın nasıl tepki vereceğini kestirememiştim ama bu kadar da sakin karşılamasını beklemiyordum. "İyiyim." dedim. Ilgaz konuşmaya başlayacağı sırada sözünü kestim. "Yalnız Ilgaz... Çıkıp gittiği cam... Bilirsin, oldukça küçük. Benim başım bile zor çıkar oradan." Anladığını belirten mırıldanmalar çıkardı. "Sen merak etme baktırırım ben şimdi. Akel'in işi bu belli. Önemli olan evinden ne aldığı."

 

"Bir şey bulursam sana haber veririm. Kafeye gideceğim şimdi."

 

"Tamam, gece Pandia'da buluşuruz. İstersen buzluktan birini yanına göndereyim. Sesin pek iyi gelmiyor."

 

"Gerek yok." dedim. "Hazar var kafede zaten. Uraz'ı bulursanız beni de haberdar et." Onu aramalı mıydım? Belki yardımcı olabilirdim. Ancak düşüncelerim sonrası Ilgaz'la telefonu kapatıp Uraz'ı aradığımda telefon defalarca kez çaldı fakat açan olmadı. Nedense açacağını düşünmüştüm.

 

Yaşadığımız olaylardan dolayı ne Uraz'a ne Hazar'a ne de Ada'ya pek vakit ayıramamış sadece kendi sorunlarıma gömülüp kalmıştım. Bu özelliğimden nefret ediyordum. Başım ağrıyana kadar bir konu hakkında düşünmek ve yine de bir çıkış yolu bulamamak her zaman yaptığım şeylerdi. Dans salonunda çıkan yangından sonra neredeyse iki gün yataktan çıkmamıştım. Çünkü biliyordum bunu yapan bendim. Öyle bir felaketin yaşanmasını nasıl da içtenlikle dilediğimi hatırlıyor, bunun nasıl olabileceğine dair kafa patlatıyordum. Ama bilinmezlik tıpkı o binayı saran kara dumanlar gibi benim de etrafıma dolanmıştı. Yangın söndürülmüştü ama ben içimdekini nasıl söndüreceğimi bilmiyordum. İster suçluluk diyeyim buna istersem pişmanlık... Ben bir şeylere neden oluyordum, canlar yakıyordum ve bunu sadece dileyerek gerçekleştiriyordum. Damarlarımdan bir ürperti geçti.

 

"Çıkmıyor musun daha?" diye sordu İkra. Kapımın önünde durmuş beni izliyordu. Ona içten bir gülümseme verdim. Hâlâ okulumu dondurduğumu söylememiştim, açıkçası o böyle bir dönemden geçerken de bunun önemsiz olduğunu düşünüyordum. Dışarı çıktığım zamanlar "Okula mı?" diye sorduğunda kafamı sallamam yeterli oluyordu. "Gidiyorum şimdi." diye cevap verdim. Sandalyenin üzerinde duran çantayı koluma taktım ve kitapların ağırlığını hissettim. Ne zamandan beri kitaplarım bu kadar ağır olmuşlardı?

 

İkra'nın yanından geçip gitmeden önce yavaşça omzuna dokundum. Ayaklarım soğuk zeminde ilerledi. Kapının yanındaki küçük dolaptan montumu alıp giydim ve atkımı da sıkıca boynuma doladım. Dün akşam başlayan kar, bugün şehri beyaza bürümüştü ama ben hâlimden gayet memnundum. Sokaktaki sesler kar tabakası tarafından soğruluyor, hafifçe esen soğuk rüzgâr eşliğinde kar taneleri havada uçuşuyordu. Kaldırımlar buz tutmak üzerelerdi, bazı yerler de çamura bulanmıştı. Yürümekte zorlanıyordum ama bilerek yavaş adım attığım da söylenebilirdi. Soğuk kar kokusunu içime çeke çeke kafeye ilerledim. Yanaklarım ve burnum kızarmış olmalılardı ancak kafenin sıcak havası onların buzlarını çözmeye yetti.

 

"Çok güzel yağıyor değil mi?" diye sordum Hazar'a. Atkımı ve montumu askılığa asarken kitaplarla dolu çantamı da tezgâhın altına bıraktım. Saçlarım rüzgârdan birbirine girmişti. "Hiç de bile." diye aksice cevap verdi bana. Kollarını etrafına sarıp "Çok soğuk." diye yakındı. Kafede olmasına rağmen onun da yanaklarının kıpkırmızı olduğunu gördüm. Sesi de biraz boğuk çıkıyordu. Omuzlarımı silkip "Olabilir." diye mırıldandım. Parmaklarım yanaklarını buldu. "Ama bunlar sana çok yakışıyor." Kıvırcık saçları ve şirin kırmızı yanaklarıyla küçük bir çocuk gibi duruyordu. Yüzünü buruşturdu ama kafasını çevirmeden önceki gülümsemesini görebildim.

 

"Ada daha iyi mi?" diye sordum, sesimdeki imaya engel olamayarak. Her gün onu kontrol etmek için evine gittiğini biliyordum, tabi Ada evinde üç kız yaşadıklarını ve Hazar'ın gelip durmasının doğru olmadığını söylüyordu ama gözlerinin ışıltısı onu ele veriyordu. Bal gibi de hoşlanıyordu bu durumdan ve de Hazar'dan tabi. Özel hayatlarına dahil olmak istediğim söylenemezdi yine de aralarındaki duygusallığın ne dereceye geldiğini merak etmeden duramıyordum.

 

"Gayet iyi." dedi. Başka da bir şey söylemedi. Bu aralar fazla suskun olduğunun farkındaydım. Sorunca geçiştirmeye çalışıyordu. Neden insanların ona yardımcı olmalarına izin vermediğini merak ediyorum. Hazar söz konusuysa bazen ne yapmam gerektiğini bile bilmiyordum. Ona sarılmalı mıyım? Ya da güzel bir yemek ısmarlasam kendini iyi hisseder mi? Bahsettiği oyunu hediye alsam mutlu olur mu? Sorular vardı, cevaplar yoktu.

 

Okula ara verdiğim için mesai saatlerimde değişiklikler mevcuttu ama bu sadece bir iki saatle kısıtlıydı. Eskiden öğlen geliyorsam şimdi bir iki saat önce geliyor, üç kişi olsak da yardım ediyor bazen de tek başıma kalıyordum. Fark ettiğim bir şey varsa o da bu işi sevdiğimdi. Kahve ve taze kek kokuları arasında bir oraya bir buraya koşturmak beni iyi hissettiriyordu.

 

Bugün de Hazar'la beraber öyle yaptık. Kahve makinesinin başına geçmek için başlattığımız atışma mağlubiyetimle sonuçlanınca siparişleri almak bana düştü. Neyse ki kendime de fazladan kahve yaptırarak intikamımı aldım. Kafenin camları içerideki sıcaklık yüzünden buğulanmaya başlayınca arka taraftaki camları açtım ama çok geçmeden Hazar'ın sızlanmaları yüzünden geri kapatmak zorunda kalmıştım. Mızmız bir çocuktu, bu özelliğini de insanlara unutturmayı çok iyi başarıyordu.

 

Öyle ki mesaisi bitip de bana elindeki poşetleri uzattığında gün boyu duyduğum bütün söylenmelerini göz ardı edebilirdim. Hatta çoktan etmiştim. "Bunlar senin için." diye mırıldandı koca iki poşeti tam önüme bırakırken. Yüzündeki ifadeyi anlamlandıramadım. Başını eğmiş, göz ucuyla beni izliyordu.

 

Soldaki şeffaf poşetin içinden bir tane paketi elime aldım ve parmaklarımın arasında döndürdüm. Mavi, pembe, kırmızı, beyaz, sarı, yeşil... Ne renk ararsanız hepsinden olacak şekilde paketler vardı poşetlerin içinde. Kiminin üzerinde deniz, kiminin çilek, kiminin de gül resmi vardı. "Hazar..." diyecek oldum ama nefesim boğazımı tıkadı.

 

"Biliyorum başının çaresine bakabiliyorsun..." Bir müşterinin içeri girip masalardan birine oturduğunu gördüm. Bense sadece Hazar'ı izliyordum. Yüzündeki buruk gülüşü, gözlerini kaçırışını... Hazar gülerse içten, dişlerini göstererek gülerdi; böyle dudakları kapalı yukarı kıvrılmazdı. Hazar gözlerini kaçırmazdı, hatta tam gözlerinize bakar; sizi rahatsız hissettirirdi. Peki bu neydi? "Sadece... beni hatırlatsınlar istedim." diye sonlandırdı cümlesini. Bir poşetlere bir de arkadaşıma baktım. Onlarca belki de yüzlerce ıslak, kokulu mendil... Onu hatırlamam için almış öyle mi?

 

Bu sefer boğazımdaki yumruyu geçirmeyi başardım. "Neden seni hatırlamayacağımı düşündün ki?" diye sordum. Hazar'ı hatırlamak için bu mendillere ihtiyacım yoktu. O her zaman yanımda olacaktı; saçımı çekecek, saçma espriler yapacaktı. Onu hatırlamama fırsat bile tanımayacaktı çünkü her zaman burnumun dibinde bitecek, mendilleri bana kendi uzatacaktı. Aslında bu paketleri bana vermesini istemiyordum, her gün çantama bir tane koymak istemiyordum. Bu Hazar'ın işiydi. Beni alıştırıp şimdi de geri çekilemezdi. Fakat bu cümlelerin hiçbirini ona söylemedim. Gerçekleri dillendirmek onları onaylamaktan başka işe yaramazdı. Ve eğer gerçek buysa yalanlarla yaşamaya hazırdım.

 

Omuzlarını silkti umursamazca. "İçimden geldi işte. Kullanırsın." diye geçiştirdi beni. Ama ne yaparsam yapayım gözlerindeki o duyguyu unutamayacağımı biliyordum. "Çok teşekkür ederim." Bir tanesinin kağıdını açıp burnuma yaklaştırdım. Ferah kokuyu içime çektim.

 

"Yarın beraber yemek yemeye ne dersin? Uzun zaman oldu." En son benim yerime baktığı için borcumu ödemek adına ona öğle yemeği ısmarlamıştım. Epey zaman geçmişti üzerinden. Sadece onunla vakit geçirmek istemiştim. Önümdeki poşetlerin görüntüsüne katlanamıyordum ve kalbimdeki bu ağırlığa da anlam veremedim. Hazar'ın yaptığı sadece bir jestti. Evet öyleydi. Bu yüzden sözlerinden sonra kafeden çıkıp gitmesine izin verdim. Aksi takdirde onu şu masalardan birine bağlar gözlerimin önünden ayırmazdım. "Haberleşiriz." demişti. "Hadi ben kaçtım. Sana iyi taşımalar." Sonra da göz kırptı. En azından eski tavırlarına geri döndüğü için sevinmiştim.

 

İkinci defa beni çağıran müşteriye menü götürdükten sonra bu kişinin günün son müşterisi olduğunu anladım. Güneş çoktan batmış, kafe dahil bütün şehri soğuğa teslim etmişti. Ortamın sıcaklığını yükseltmeye yeltenmedim çünkü adam bir Türk kahvesi içtikten sonra ayaklandı. Aldığım banknotu kasaya yerleştirip kafenin ışıklarını söndürdüm. Ellerimde poşetler, sırtımda çantam ve boynumdaki kalın atkıyla dışarı çıktım. Kepenk kapatma vaktiydi.

 

Sağ tarafımdan kar tabakasının yok edemediği bir hıçkırık sesi duydum. Ancak o zaman kafenin yan duvarına yaslanmış bedeni fark edebildim. Omuzları sarsılıyordu, kafasını kollarıyla sardığı bacaklarına gömmüş; yüzünü görünmez kılmıştı. Ellerimdeki poşetler kapının önünde yerlerini alırken ayaklarım hiç vakit kaybetmeden ona doğru yöneldi. Ellerim omuzlarını sardığında ıslak yüzünü atkıma bastırdı. Bedeni buz gibiydi. Kaç saattir buradaydı?

 

Parmaklarımı yanaklarına sardım ama benim ısım ona etki etmiyor gibiydi. "Hadi..." dedim sadece yerden kalkmasını umarak. Gözleri kıpkırmızıydı ve gözyaşlarının yanaklarını ısıtacağını sanıyorsa çok yanılıyordu. İtiraz etmeden uzattığım elimi tuttuğunda onu kafeden içeri soktum. Hızlı hareket edip ısıtıcıyı açtım ve sandalyesinin önüne çöktüm. "Çok oldu mu buraya geleli?" Kafasını iki yana salladı. Hâlâ ağlıyordu ve ben ne yapacağımı bilmiyordum. "Ilgaz'ı aramamı ister misin?" diye sordum. Aklıma başka bir şey gelmiyordu.

 

Geçen yarım dakika boyunca yaşların yanaklarında oluşturduğu yolları izledim. Henüz toy olan hafızam bugünün hangi gün olduğunu kavramakta gecikmedi ama ben öyle olsun istedim. En azından ona yardım etmek istiyorsam biraz olsun geç hatırlamalıydım fakat yine hafızam tarafından ihanete uğramıştım. Kafasını onaylarcasına salladığında ondan biraz uzaklaştım çünkü bakmaya devam edersem kendimi tutamayacaktım.

 

Çantamdan telefonumu bulup muhtemelen beni Pandia'da bekleyen Ilgaz'ı aradım. Ya da hâlâ telaşla etrafta geziniyordu. Telefon açıldığında sadece bir cümle kurdum. "Uraz yanımda, kafedeyiz." dedim. O da sadece "Geliyorum." diye mırıldandı. Sesindeki rahatlama tınısını duymama yetmişti.

 

Ilgaz gelene kadar Uraz'ın yanında oturdum ve başını omzuma yaslamasına izin verdim. Acıyı iki kalbe paylaştırdık ve üçüncü kalbin gelip kendi payını almasını bekledik. Bu işlemi sessizce gerçekleştirdik çünkü en adaletsiz paylaşımlar sessizce yapılırdı.

 

Ilgaz beklediğimden de hızlı geldi. Hatta elindekileri de aldığını düşününce gerçekten de hızlı gelmişti. Uraz onu görünce hemen ayağa kalktı, Ilgaz'ın elindeki papatyalara yöneldi ve onları sıkıca elinde tutup göğsüne yasladı. Onlardan ayrı kaldığım üç yıl boyunca farklı hayatlar yaşamıştık ve bu papatya buketinin de ne için olduğunu bu yüzden bilmiyordum. Hatta Ilgaz Uraz'la beraber beni de arabasına bindirdiğinde nereye gittiğimizi bile soramadım.

 

Geldiğimiz yer bu şehirde varlığını bilmediğim ve bu yüzden de kendime kızdığım bir yerdi. Tepe, denizi görüyordu fakat denizin bir an için büyük bir göl olduğunu düşünmüştüm. Oldukça uzaktı çünkü. Yokuşu tırmandıkça esen rüzgâr yüzümü dondursa da gözyaşlarımı kuruttuğu için memnundum. Uraz önden önden hızla yürüyor, elindeki yapay papatyaları sıkıca tutuyordu. Tepeye vardığımızda kar atıştırmaya başladı ama bundan sonra kar birikmiş, yağmur yağmış, sel olmuş, çığ düşmüş... Hiçbirinin önemi yoktu. Gözlerim sıra ve özenle güzelce yazılmış isimlerin üzerinde gezindi. Birinde "Anne" yazıyordu. Onun hemen yanındakinde ise "Baba". İsimlerin yazıldığı taşların biri mavi, biri yeşil, biri mor... Altı tane taş, her biri farklı tonlarda, hepsi de aynı toprakta...

 

Toprak kahverengi sanırdım ama buradaki bazen siyahtı, bazen kırmızı, bazen de bembeyaz. Uraz'ın çöküp kaldığı yerin hemen başındaki taşa baktım. "Eylül" yazılmıştı gösterişsiz harflerle. Neredeyse yamuk yumuktu yazı. Uraz elindeki papatya demetini özenle yere bıraktı. Kardan dizleri ıslanmış, kıpkırmızı yaralı elleriyle toprağın üzerindeki kar kümesini yok etmeye çalışıyordu. Ilgaz ve ben sadece bekledik. Bunu bilinçli yapmadım, sanki burası beklemek için yapılmıştı. Bazen gelmesini beklemek, bazen kabullenmeyi beklemek bazense artık bitmesini beklemek için... Eli boş dönülürdü buralardan. Ne gelirdi beklenen ne biterdi hayat ne de kabullenirdi insan.

 

Dua ederdik, toprağın altındaki için olduğunu sanırdık. İnsan yalnızca kendi için eder ne ederse... Onu bağışla, bağışla ki ben onun acı çektiğini görmeyeyim. Ona buraya geldiğimi ilet, ilet ki beni unutmadığını bileyim.

 

Uraz toprağı kardan arındırdı, beyazlığa kızgın gibiydi. Nasıl benim sevgilimin toprağını örtersin der gibiydi. Ancak o zaman gördüm toprağın papatyalarla kaplı olduğunu. Bazıları etrafa dağılmış olsa da Uraz onları dümdüz toprağın üzerine zarifçe yerleştirdi. Bugün alınan buket de yerini bulduğunda sadece tek bir şey düşündüm. Papatya mezarlığı...

 

Çevreledikleri toprağın her bir santiminde beyaz yapay çiçekler... Uraz sarıya boyadıkları taşı özenle temizledi. Arada bir gözlerini siliyor, yenilerinin görüşünü bulanıklaştırmasına izin veriyordu. Sesi fısıltı şeklinde olmasına rağmen uğultulu gökyüzünde yankılandı. "Söyleyemediğim her gün için bir tane..." dedi. Sesi titriyordu. Çiçeklerden bahsettiğini anladım. "Seni seviyorum." dedi sonra. "Eylül Tuskan..." diye mırıldandı. "Seni bütün varlığımla, yokluğumla seviyorum. Bil ki seni nefesim kesilinceye dek sevdim."

 

Ne ara düştü yaşlar yanaklarımdan bilmiyordum ama buradaki her şey, kuru dallar, sert rüzgâr, kar taneleri... Hepsi diz çöküp saygı duymuş gibi hissediyordum. Ölümsüz olan tek şey zamandı. İnsanlar ölür, zaman akmaya devam eder. İnsanlar soluksuz kalır fakat zaman onların soluklarına ihtiyaç duymaz.

 

İşte şimdi ilk defa zamandan daha ölümsüz bir şey olduğunu idrak ediyordum. Uraz göz yaşlarını toprağa düşmeden siliyor, parmaklarıyla taşı tutuyordu. Buradaki hiçbir şey gerçek değildi. Toprağın altında gerçek bedenler yatmıyordu ya da taşlar gerçek mezar taşı değildi. Akel bize birer mezar bile bırakmamıştı. Bunlar sadece bir semboldü. Hatırlamak için, dertleşmek için ya da sadece özlem gidermek için... Toprak dümdüzdü ama kalpler ve gözler dopdoluydu. Buradaki her şey semboldü fakat duygular gerçekti.

 

Zamandan daha ölümsüz ve sonsuz olan sevgiydi. Uraz'ın sözleri değildi bunu bana düşündüren. Toprağa bakışıydı, taşa değen parmaklarıydı ve toprağa düşmesin diye sürekli sildiği gözyaşlarıydı... Sevgi sonsuz olmak için sözcüklere ihtiyaç duymaz. Uraz söylemese de son nefesinde Eylül'ü düşüneceğini bilirdim.

 

Gözlerini taştan çekip de gökyüzüne baktığında arkama dönmek zorunda kaldım çünkü hıçkırmak üzereydim. Uraz saatlerce bulutlara baktı. Pembe rengine bürünmüş gökyüzünü izledi. Başımı kaldırıp onun gördüğünü ben de görmek istedim. O an bu tepenin gökyüzüne en yakın yer olduğu fikrine kapıldım. İstemsizce elimi uzattım ve soğuk rüzgâra dokundum.

 

"Bir gün güzel mi güzel bir kelebek kozasından çıkmış." dedi Uraz. Bacaklarımın beni taşımadığını fark ettiğimde yavaşça yere çöktüm. Bir hikâye anlatacaktı besbelli fakat daha çok kendisiyle konuşuyor gibiydi. Yavaşça toprağa, papatyaların yanına uzandığını gördüm. Bakışları bulutlarda, anlatmaya devam etti.

 

"O güzel kelebek ömrünün ilk gününde gezip dolaşmak istiyormuş ama bir papatya onu büyülemiş. Sonra kelebek vazgeçmiş gezip dolaşmaktan. Kendisine hayran hayran bakan papatyanın etrafında dönmeye başlamış." Ilgaz da benim gibi yere çöktüğünde toprağı bütün beyazlıklarıyla kapatan yapay çiçeklere baktım. Bugün Eylül'ün uzun sarı saçlarını dalgalanırken görmekten ilk defa nefret ettiğim gündü. Gece yarısına yaklaşırken tam da bu sıralar... Doktor dikkatle saatine bakıp asistanına tarihi söylerken asla unutmayacağım o rakamlar çıktı dudaklardan. Tuttum yasımı ama tutamadım yaşımı.

 

"Üç gün..." dedi Uraz. "Üç gün boyunca kelebek ve papatya beraber harcamışlar vakti. Fakat kelebek kötüleşmiş. Duygularını papatyaya söylemeye karar vermiş. Bir bir anlatmış." Derin bir nefes aldı. Yumruk yaptığı elini göğsünün tam ortasına ritmik hareketlerle vurmaya başlamıştı.

 

"Papatya kelebeğin veda sözcüklerini anlayamamış. Kelebek ise üç günlük ömrü olduğunu, bugünün de son olduğunu söylemiş. Kelebek zorlukla nefes alıp verirken 'seni seviyorum.' diyebilmiş. Papatya ise..." Uraz sustu. Öyle bir susuştu ki bu çığlık çığlığa bağırsa bundan daha gürültülü olamazdı.

 

"Sadece 'Ben de.' demiş. Kelebek ölmüş." Sesi sonlara doğru kısıldığından durmak zorunda kaldı.

 

"Papatya bunu kaldıramamış, gün gün üzüntüsünden solmaya başlamış. Yaprakları tek tek dökülmüş. Papatya her dökülen yaprağının ardından 'Seviyormuş.' diye sayıklamış." Uraz çamurlu eliyle yanağını sildi. Bu sefer pür dikkat sarı taşı izliyordu.

 

"Son anında bile sevgisini söyleyemeyen papatya gibi olmayacağım." dedi. Kesik bir nefes aldı. "Ama ben buyum işte." Parmakları papatyanın beyaz yapraklarına dokunduğunda sesi biraz daha kısılmıştı. "Kelebeğime söyleyemedim."

 

Bir an Uraz'ın çığlığı kulaklarımda tekrar yankılandı sandım. O gün o sarı saçları yukarıda gördüğümde Uraz'ın sesini bütün laboratuvar duymuştu fakat bir tek seslendiği kişi, Eylül duyamamıştı. Bağırmak yetmiyordu bazen sesini duyurmaya.

 

Demek bu yüzden papatya getiriyordu buraya. Solmalarını izlememek için de yapay olanlardan alıyordu. Ilgaz'a baktım. Gözleriyle bir yeri işaret etti. Yeşil taşın üzerinde "Doğu" yazıyordu. Bir süre de orada bekledik. Gökyüzüne en yakın olan yerde Uraz'ın ve Ilgaz'ın anne babaları, Eylül ile Doğu için bekledik. Uraz affedilmek için bekledi, Ilgaz özleminin geçmesi için bekledi, bense sadece hafızama kazınmaları için bekledim. Sonuçta acıyı paylaşmış üç kalp de elimiz boş o arabaya bindik. Gökyüzünden uzaklaştık, uzaklaştıkça ağırlaştığımı hissettim.

 

Uraz evinde uykuya daldı. O uyuduktan sonra ben de Pandia'nın yolunu tuttum. Merdivenlerden çıkarken bir ses beni durdurdu. "Saat epey geç oldu." dedi Umut Hoca. Sadece kafamı salladım. "Uzak kalmamak için geliyorum arada." diye açıkladım. Onun yangından tıpkı diğerleri gibi zarar almadan kurtulmasına seviniyordum. Ne yaptığımı ve nasıl yaptığımı bilmeden koskoca bir yangın çıkartmıştım ve bunun bir tesadüf olmadığını anlayabilecek kadar aklım başımdaydı.

 

"Bir hafta sonraya alındı. Devlet tiyatro salonu kiralanmış."

 

"Bu kadar çabuk olmasını beklemiyordum." dedim ama sesim herhangi bir beklentiden uzaktı.

 

"Ne kadar erken o kadar iyi." diye cevap verdi ve veda ettikten sonra yanımdan geçip gitti.

 

Sakince merdivenleri tırmandım ve her zamanki çalışma salonumuza geldim. Saatlerce oturdum orada. Zeminin sıcaklığı sinirimi bozuyordu ama hareket etmek istemiyordum. Gece boyunca karanlığı seyrettim. Eylül'ün sarı saçları, ukala lafları, kahkahaları... Hepsini zihnimde döndürüp durdum.

 

On sekiz yaşımın en yakın arkadaşı Eylül... Sarı saçları ömründen uzun olan Eylül...

 

O an fark ettim ki ben de Eylül'e hiç onu sevdiğimi söylememişim. İşte şimdi böyle sessizce acı çekiyordum. Gözyaşlarım yanaklarımdan akıyordu belki ama çığlıklarımı içime içime atıyordum. Uraz'ı daha iyi anladım. O ilk çığlığından sonra neden bir daha bağırarak ağlamadığını, neden hiç feryat etmediğini anladım. Boynumdaki acının sebebi olan yuvarlak cihaz tenimi delip ellerime düştüğünde bu dünyadaki bir kuralın daha farkına vardım: Söylenmemiş sevgilerin acıları da sessizce çekilir.

 

,

 

 

Bölüm : 31.05.2025 20:17 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...