45. Bölüm

BÖLÜM 28: LİDER'İN VEKİLİ

Yellow Wheat
yellowwheat

Kulağımda telefon, avcumun içinde erimeye yüz tutmuş bir kâğıt ve panikten dolan gözlerimle deli gibi koşuyordum. Elimden gelen şeylerin kısıtlı olması canımı yakıyordu. Ilgaz'a ulaşmaya çalışıyordum ve okuduğum satırların benim anladığım şeklinden çok farklı olmasını diliyordum.

 

Saat 15.05. Buzun alevlere yenildiği an.

 

Sadece kırk üç dakikam vardı. Nefeslerimin ciğerlerime yetmediği gibi bu sürenin de yetişmeme yetmeyeceğinden korkuyordum. Ana yola vardığımda gözlerimi hızla etrafta gezdirdim, taksi ya da otobüs ne olursa... O an buzluğa gitmeme ne yardımcı olacaksa onu arıyordum. Bir taksi, müşterisi olduğu için yanımdan geçip giderken nihayet Ilgaz telefonu açtı. "Ilgaz..." dedim telaşla. "Buzluk...Buzluğa gitmen gerekiyor. Hemen." Ben yakınlardaki bir durağa doğru koşmaya başladığımda karşı taraftan da gürültülü sesler gelmeye başladı. Çocuk sesleri duyuyordum.

 

"Sen neredesin?" Benim telaşım ona da bulaştı ama hâlâ olayı kavrayamamış olduğunu anladım. "Vakit yok. Uraz'a ulaş, çıksınlar oradan, uzaklaşsınlar." Ardından telefonu cebime atıp taksi durağının önünde oturan bir adama araç istediğimi söyledim. Neyse ki hâlimin perişan olduğunu görmüş biraz hızlı davranmıştı. Bir yandan sürücüye hızlı gitmesini tembihliyor bir yandan da Uraz'ı arıyordum. Ne kadar ararsam arayayım her seferinde ulaşılamadığını tekrarlayan kadının sesi tekrar kulaklarıma ulaştı. "Duralım." dedim aniden. Cüzdanımdan çıkardığım birkaç banknotu uzatıp fırladım arabadan. Koşmaya başladım. Nefeslerim tükenene kadar ağaçların arasından hızla ilerledim. Çok yorulduğum için mi yoksa havaya hâkim olan siyah duman yüzünden mi olduğunu bilmiyordum ama boğazım yanıyordu. Gözlerimin doluluğundan önümü göremiyordum. Neden ben? diyordum kendi kendime. Neden bu haberi ben aldım, neden artık her şeyin bittiğini bilirken hâlâ koşuyorum?

 

Ayağım bir çamur kütlesine takılıp yere kapaklandığımda gözlerimi ileriden ayırmadım. Gitmeliydim, yardım etmeliydim. Ancak ayağa kalkınca takıldığım şeyin bir çamur kütlesi olmadığını anlayabildim. Bu gri bir demir parçasıydı. Etrafıma baktım, biraz ileride aynı renkte parçalara rastladım. Her adım atışımda başka bir kalıntı gözüme çarpıyordu. Birkaç bağırış, çığlık ve ağlama sesi duydum. Asıl garip olan henüz buzluğa yaklaşmamış olmamdı. Acının sesi gerçekten bu kadar yüksek mi oluyordu?

 

Bu sefer koşmadım, ayaklarım çamurun içinde sürüklendi. Bazen battım, bazen de çıktım. Ama sonunda hiçbir katkımın olmadığı bu insanlarla yüzleşmek zorunda kaldım. O yazının küçük bir kâğıda karalanmasını adaletsiz mi bulmuştum? İşte adaletsizlik buydu. İlk önce çamura bulanmış, sonra da gözyaşları tarafından ıslanmış yüzlerin her birine baktım. Duman bütün alanı kaplamıştı, buzluğu görmeyi bekledim ama onun yerine dümdüz bir metal gördüm. O da kahverengilikten nasibini almıştı. İnsanların, sanki yeterince acı çekmemişler gibi aynı şeyleri tekrar yaşayan insanların, arasından geçtim. Birazı yerlere oturmuş, öylece karşılarına bakıyorlardı, bir kızın hıçkırdığını duydum muhtemelen şoktaydı. Bir kısım ise koca bir yuvarlak oluşturmuş, dümdüz tabaka hâlini alan buzluğun önünde duruyorlardı. Duman burnumdan içeri sokulduğunda göğsümü tutarak öksürdüm. Havada garip bir kimyasal kokusu vardı.

 

Ilgaz'ı o yuvarlak grubun içinde ceketinden tanıdım. Mavi kumaş gözüme çarptığında adımlarım hızlandı. Birkaç kişinin kenara çekilip kafalarını eğdiğini gördüm. Bir an Ilgaz yok oldu. Çok geçmeden eğildiği için görüş açımdan çıktığını anladım. Ortamdaki ağır sessizliği soludum. Çembere ben de dahil olduğumda buz gibi yanaklarımdan sıcak damlalar geçti. Bir yumru tam boğazımın ortasında durdu. Yere çömelmiş Ilgaz'a kısa bir süre baktım. Kimse ağlamıyordu, çığlık atmıyordu, bağırmıyordu. Sadece saygıyla bekliyorlardı.

 

Ilgaz yerde yan bir şekilde uzanan kişinin ense kısmını gömleğin yakasından tutarak hafif aşağı çekti. Canlı mavi rengiyle bir buz küpü herkesin gözlerinin önüne serildi. Birinin iç çektiğini duydum. Ilgaz'ın yanına gitmek istiyordum, elimi sırtına koymak ve destek olmak istiyordum. Gözlerim onun başında dikilen Uraz'a kaydı. Çenesini sıkıyor, önünde birleştirdiği ellerini birbirlerine bastırıyordu. Parmakları bembeyazdı. Bir an bana baktı, sonra tekrar başını eğdiğinde bulanık bir damlanın çenesinden düştüğünü gördüm. Yüzü, kıyafetleri, ayakkabıları çamur içindeydi. Ne demişlerdi? Etrafımızda baba figürüne en uygun kişi o.

 

Kısacık kesilmiş, kırlaşmış saçlarıyla yerde yatan adama baktım. Belki de buradaki herkes bir şekilde onun sayesinde buradaydı, onun sayesinde hayatına devam edebilmişti. O, insanlara bir amaç vermişti. Bir intikam fırsatı, bir hedef... İyileşenlerin bazıları için ise o bir baba figürüydü. Belki benim için bile... İyileşenlerin Lider'i şimdi kendi oluşturduğu bu grubun arasında saygıyla uğurlanıyordu.

 

Ilgaz'ın ceketini çıkardığını gördüm. Yüzünde hiçbir duygu yoktu. Hayatın onun için seçtiği babasını kaybetmişti, şimdi de kendi seçtiğini... Lider Ilgaz'ı ayrı severdi. Onu dinlerken takındığı ifadede, elini omzuna bastırışında her zaman ayrı bir duygu olurdu. Ilgaz'dan şüphelendiğimi ona söylediğimde beni nasıl azarladığını hatırladım. Neredeyse öyle bir şeyi düşündüğüm için kendimden utanacaktım. Mavi ceket, kır saçları ve hayatın izlerini taşıyan bembeyaz yüzü örttü.

 

Ilgaz sakince ayaklanıp dimdik durdu. "Akar tuzlu yaşlar..." dedi bir mırıldanmadan farksız sesiyle. Ancak o zaman kirpiklerinin ıslandığını gördüm. Hırsla gözlerini sildi.

 

Yerimden bir milim kımıldamazken yuvarlaktaki herkes tek bir ağızdan gür bir sesle bağırdı. "Alır kanlı canlar."

 

Bu bir söz olabilirdi ya da intikam yemini... Hangisi olduğu fark etmezdi asıl gerçek buradaki herkesin bu sözcükleri ezbere bilmesiydi. Asıl gerçek buradaki herkesin enselerinde buz küpü dövmesini taşımalarıydı. Birçok defa kayıplar vermişlerdi. Bu farklıydı, Lider buzluğu ayakta tutan kişiydi. Şimdi ise iyileşenlerin omuzları çökmüştü. Toparlanmamız biraz zaman alacaktı.

 

Çemberin içine dört kişi daha dahil oldu. Lider'i omuzlarından tuttuklarını gördüm. Ardından da kalabalık dağılmış, bedeninin taşındığı arabaya doğru ilerlemişlerdi. Ilgaz'a yaklaşıp parmaklarımı eline doladım. Dudaklarını birbirine bastırdı ve gözlerini yukarıya çevirdi. "Nasıl oldu?" diye sordu dalgalı sesiyle. Soruyu bana yönelttiğini sanmıştım ama Ilgaz'ın diğer tarafında duran Uraz cevap verdi.

 

"Yedek parçaları depoladığımız alt kattaki küçük odada yangın çıkmış. Alarmlar çalmaya başlayınca buzluğu tahliye ettik. Lider..." Yutkundu. "Lider tekrar kapıdan girmeye çalıştı, içeride çok önemli bir şeyi olduğunu söyleyip duruyordu."

 

Parmaklarıyla uzakta bir grup iyileşenin oturduğu bölgeyi işaret etti. "Topluca oradaydık, Lider bir anda koşmaya başladı." Üzerine bastığım toprağa baktım. Biraz ilerisine göre burası oyulmuş gibiydi. "Kapıya az bir mesafe kala bir patlama oldu."

 

"Yangını nasıl söndürdünüz?" diye sordum.

 

"Yangın falan çıkmadı. Alevler bir an gökyüzündeydi, sonra yok oldu."

 

Buzun alevlere yenildiği an.

 

Bu da Akel'in icatlarından biri olmalıydı. "Alarmlar ne zaman çalmaya başladı peki?"

 

Uraz bir süre düşündü. "Siz gittiniz, ben Ilgaz'la konuştum. Telefonu kapatınca da yangının haberi geldi işte."

 

"Seni bıraktıktan hemen sonra konuştuk." diye açıkladı Ilgaz. Avcumun içinde sıkıca tuttuğum kâğıdı tekrar hissetim. Onca zamandır yumruğumu kapalı tuttuğumun farkında bile değildim. Parmaklarımı gevşetip kâğıdı Ilgaz'a uzattım. "Hazar'la yemek yedikten sonra elime geçti. Sonra seni aradım zaten."

 

Bunu kim yazmıştı? Garson kız görmüştür belki de. Ya da o da Akel için çalışıyordur. Sıkıntıyla parmaklarımı saçlarımdan geçirdim. Eğer yazıyorsa, amacı yardım etmekse neden yanlış bilgi veriyordu? Kâğıt elime geçtiğinde çoktan buzluk yerle bir olmuştu. Ya da yazan kişi sadece dalga geçmek istemişti. Bir şeyleri kurtarabileceğime inanmamı istemişti sonra da bu çabamın nefeslerimi kesmesine neden olmuştu. Sadece acizliğimi görmek istiyordu. Böyle sadistçe bir planı Akel'den başkası yapamazdı.

 

Cebimdeki telefonum çalmaya başlayınca aramayı reddettim. Bunca zamanın ardından neden tam da şu an aradıklarını bilmiyordum ama bir psikiyatri kliniğine ayıracak vaktim yoktu. Ilgaz, Selim'le konuşuyordu. Lider'in ona da çok fazla sorumluluk verdiğini hatırlıyordum. Genellikle Akis'teki olayları bize ulaştırıyordu ama son zamanlarda ikincisini bulmak için ekiplerin başına geçmişti. Şimdi ise profesyonel duruşundan eser yoktu. Sıkıntıyla yüzünü buruşturmuştu, herkes gibi onun da kumral saçları dahil bütün yüzü çamura bulanmıştı. Patlama, toprağı yerinden oynatmıştı.

 

"Küçükler, çökmüş durumda. Herkes sersem gibi." dedi Selim. "Bazıları kaçarken düşüp yaralanmış."

 

Ilgaz sakince "Tamam. Önce bir sakin ol. Sana ihtiyacım var." deyip onun koluna dokundu. Selim omuzlarını biraz dikleştirdi. "Planı uygulayacağız, grup grup herkes sığınaklara geçecek." Ilgaz'ın sakinliği tüylerimi diken diken etmişti. Benim bile patlamayı bizzat deneyimlememişken bacaklarım titriyordu. "Önemli olan yerimizi belli etmemek. Durumu uygun olanlardan birkaçını seç, onlu gruplar hâlinde hareket edeceğiz. Grupların başında duracak kişilere ihtiyacımız var."

 

Selim hemen kafasını salladı. "Anlaşıldı." dedi sert bir ifadeyle. Sonra da kalabalığın içine daldı. Gözlerimi Ilgaz'a diktim. Bu sefer de Uraz'a dönmüştü. "Biz şu Boris işini halledelim. Onu yanımızda götüremeyiz."

 

Telefonum tekrar çaldı. "Ne yapacağız peki?" diye sordu Uraz. Neden bu kadar ısrar ettiklerine anlam veremezken Ilgaz'ın söyledikleri aklıma doldu. Psikiyatrinin Akel'e bağlı olduğuyla ilgili bir şeyler söylediğini hatırlıyordum. Hatta kaydımı oradan aldırmıştı. Akel beni kontrol edebilmek için eski psikiyatristimi şehir dışına göndermişti.

 

Bu yüzden telefonu açtım. Açmasam daha da arayacak gibi duruyorlardı. "Gösteriyi beğendin mi?" Ne beklediğimi bilmiyordum ama bu kadının sesini duymayı beklemediğim açıktı. "Sizin harekete geçeceğiniz yoktu." diye hayıflandı. Ilgaz'ın kaşlarını çatmış bana baktığını gördüm. Telefonu hoparlöre aldım ve ortaya tuttum. Ben cevap vermememe rağmen o konuşmaya devam ediyordu. "Aldığın istihbarat güvenilir olmadığı için üzgünüm tatlım. Bazen planlarda değişiklik olabiliyor."

 

"Sen mi yolladın o kâğıdı?" Güldüğünü duydum. Uraz yumruklarını sıktı. "Hayır." diye cevap verdi keskin bir sesle. "Ama böyle daha eğlenceli olduğunu kabul edeceğim." Kaçık kadın. O yapmadıysa kim yapmıştı? Akel'den başka kim benim acizliğimden zevk alırdı?

 

Ilgaz telefonu elimden alıp kulağına götürdü. "Bekle..." dedi sinirle. "Bu şehir başıma çökecek olsa bile seni ve laboratuvarlarını yok edeceğim. Sadece bekle." Ilgaz'ın ilk defa Akel'e karşı öfkesini kustuğunu fark ettim. Önceden Akis'e girip çıkabilmek için onlar gibi davranmaya çalışıyordu. Artık bunu yapmak için hiçbir gerekçemiz yoktu. Eteklerimizdeki taşlar ortalığa saçılmış, çoktan kana ve çamura bulanmıştı. Akel'in dediklerini dinledi ama hoparlörü kapattığından ben duyamadım. "Karşılık vermemi mi istiyorsun?" diye sordu Ilgaz. "Misilleme yapayım mı?"

 

Aklıma Boris geldi. Akel de bu uğurda birilerini kaybetmiş miydi? Şimdi de kardeşini mi kaybedecekti? Asıl şaşırtıcı olan Ilgaz onu öldürmeye karar verirse engel olup olmayacağımı bilmememdi. Durmasını söyler miydim? Akel masum ya da suçlu ayırt etmiyorsa biz neden ediyorduk? İkinci Akis söz konusu olduğunda Boris'i sorgulamıştık ve bir yumruk bile yememişti. Belki de bu yüzden kayıp veren tek taraf bizdik.

 

Ilgaz'ın dudaklarından alaylı bir gülüş geçti. "Senin bir kalbin olduğundan şüpheliyim. Bu yüzden Boris'inkini sana göndereyim. Ne dersin?" İrkilmeden edemedim. Yüz ifadesinin ciddiliği beni gafil avlamıştı. Akel yine bir şeyler söyledi.

 

"Benim çocukluğum siz ailemi elimden aldığınız gün bitti. Acıdığımız günler geride kaldı Akel. Yakında ya sen batacaksın ya da ben"

 

Telefonu kapatıp bana uzattı. Artık daha canlı görünüyordu. Bir süre Selim'in iyileşenleri gruplandırmasını izledi. Ardından buzluğun arka tarafına doğru ilerlemeye başladı. Uraz'la onu takip ettik. Buradaki zemin de patlamadan dolayı oyulmuştu. Çalılıkların arasından geçerken bir dikene takıldım. Montumun kolu yırtıldı.

 

Ilgaz arkasına bakmadı. Ona yetişebilmek için daha hızlı yürüdüm. Taş yapı bütün sağlamlığıyla gözlerimin önüne serildi. Çelik kapıya ulaşan Ilgaz'ın peşinden ilerlediğim sırada ellerimi yavaşça taşların girinti ve çıkıntılarının üzerinde gezdirdim. Yüksek eşikten geçerken nerdeyse takılıp düşüyordum ama buna pek dikkatimi veremedim. Çünkü Ilgaz eve girdiği gibi duvarın dibinde oturan Boris'in üzerine yürümüş, sertçe yumruğunu geçirmişti. Kapıdan biraz daha içeri adımlayıp arkamda duran Uraz'a yer açtım. İkimiz de onu durdurmak için kılımızı bile kımıldatmadık. Zaten Ilgaz da dördüncüden sonra durmuştu. Patlamaya rağmen görev bilinciyle hâlâ köşede bekleyen oğlana eliyle işaret yaptı. "Ne oldu? İyi kalpli mağdur rollerinizi bir kenara mı bıraktınız?" diye sordu Boris. Ilgaz sinirle güldü. "Enerjimi atmam gerekiyordu. Kum torbası olarak da seni seçtim, öyle düşün."

 

Ilgaz'ın işaret verdiği çocuk Boris'i kolundan tutunca zar zor ayağa kalktı. Önce elleri sonra da ayak bilekleri serbest kaldı. Bir iki adım atmaya çalıştı ama başarısız oldu. Günlerdir burada hareketsiz durduğu düşünülürse durumu gayet normaldi. Ilgaz'ın yumrukları yüzünden burnu kanıyor olsa da çenesi gayet iyi çalışıyordu. Oğlan onu dışarı sürükleyip çamurun içine bırakıverdi. "Özgürlüğünün tadını çıkar. Ablana da selamımı ilet. Hep o selam gönderecek değil ya." Boris şaşırdı, ortası kesik timsah gözleri açılırken hemen yerden kalkmaya çalıştı. Biraz sendelese de sonunda başarmıştı. Arkasına baka baka koşmaya başladı.

 

Artık gözlerinin lens olma ihtimalini aklımdan dahi geçirmiyordum. Bu kalıcıydı. Belki kendi isteğiyle belki de Akel'in zoruyla gözlerini bu hâle getirmişti. O laboratuvarda yapılabilecek şeyleri düşündükçe ürperiyordum.

 

Ilgaz oğlana dönüp "Takip et." diye komut verdi. "Nereye gittiğini kurula bildir." Kapıdaki eşiğe oturdum. Koştuğum mesafeyi ancak şimdi hissedebiliyordum. Kanımda dolanan adrenalin azalmaya başlamış olmalı ki artık ayakta duramıyordum. "Diğerlerinin yanına gitmeliyiz." dedi Uraz. Ben daha sığınak dedikleri yerin bile nerede olduğunu bilmiyordum.

 

"Sığınaklar yakın mı?" diye mırıldandım.

 

Uraz yüzünü buruşturdu. "Pek sayılmaz."

 

***

 

Daha önce toprağın böyle muazzam bir şekilde şekillendirildiğini görmemiştim. Dar geçitler, uzun koridorlar, bölmeli çalışma alanları, girintili çıkıntılı odalar... Kısacası kanser bir yapılanmayı çökertmek için gereken her şey burada vardı. Buzluktaki dosyaların hepsi kâğıt ve dijital olarak arşivlendiğinden çalışmaları kesintiye uğratacak herhangi teknik sorun da yoktu. Sadece elektrik jeneratörler tarafından sağlandığı için bilgisayarları kullanma imkanları kısıtlıydı o kadar. Zaten bundan sonra sadece teknik cihaz üretimine ağırlık verilecekti. Birkaç kopyalama işleminden sonra da hazırlıklar duygusal hâle bürünecekti. Herkes zamanın gelmesini bekleyecek, kendisini amacına odaklayacaktı.

 

Bütün koridorların birleştiği geniş meydan benzeri yerde toplanmıştık. Bu bir tür uğurlama töreniydi. Aydınlatma konusunda bir süreliğine eskiye dönmüştük çünkü enerji kaynaklarımız kısıtlıydı. Duvarlara asılan çatılı ışıklandırma kutularının içine birer ateş yakılmış, ortamın turuncu bir ışıkla aydınlatılması sağlanmıştı. Birkaç saat öncesine göre herkes fiziksel olarak eski hâline dönmüş gibiydi. Grubumuzun bu özelliği beni rahatlatıyordu. Hemen organize oluyor, yapılması gerekeni kısa sürede hallediyorduk. Burada avuçlarımı açmış, kaybettiklerimiz için okunan duaya katılırken içimi her şeye rağmen bir sıcaklık kapladı. Bir yerin parçası olmaktan, onlara katkım olmasından memnundum.

 

Duanın ardından herkes yavaş yavaş dağılıp işlerine geri döndü. Grubun içinden bize doğru ilerleyen Selim'i gördüm. "Yolculukta herhangi bir sorun çıkmadı." diye bilgi verdi. Açıkçası bu konuda şaşkındım. Ilgaz'ın ipleri eline almasına ve de Selim'in ona kolayca ayak uydurmasına şaşırmıştım. "Ancak genel bir endişe hâkim. Herkes işleri kimin devralacağını merak ediyor. Zaman geçtikçe bu sorun büyüyecektir."

 

"Ne öneriyorsun?" diye sordu Ilgaz. Uraz'ın elini onun omzuna koyduğunu gördüm. Tabi ki yeni birini seçmek gerekiyordu ama bu konunun bu kadar hızlı gün yüzüne çıkmasını beklemiyordum. Daha olayın üzerinden üç saat ya geçmiş ya geçmemişti.

 

"Seni destekleyeceğim." Ve bunu da beklemiyordum. Selim'in bu işe gönüllü olacağına nerdeyse emindim. Benim gibi Uraz da şaşkın görünüyordu ama Ilgaz ifadesini bizden daha erken sakladı. "Neden peki?" diye sordu temkinli bir şekilde.

 

Selim omuzlarını kaldırıp indirdi. "Anlaşılan Lider öyle istemiş." Sonra kolunu ileriye doğru uzatıp eliyle bir yeri işaret etti. Ilgaz'la beraber önden ilerlemeye başladılar. Gözlerimi Uraz'a çevirdim. Kaşlarını kaldırıp bu durumu garip bulduğunu belirtti. Kafamı sallayarak onu onayladım. Yine de sessizce peşlerinden gittik.

 

Geldiğimiz yer kapısı olmayan taşın içe doğru oyulmasıyla oluşturulmuş bir odaydı. Büyük bir masa ve iki sandalye vardı sadece içeride. Ilgaz geçip masanın arkasındaki sandalyeye oturdu. Selim'in önüne koyduğu kâğıdı okuyordu. "Yine de oylama yapsak daha adaletli olur." diye söylendi Ilgaz. Anlaşılan Lider gerçekten de onun başa geçmesini istemişti.

 

"Beni Lider kurtardı Akis'ten. O yüzden o kimi istediyse, ben desteklerim." Ilgaz yerinden kalktı ve Selim'in yanına geldi. İkisi de birbirlerine sarılıp sırtlarına vurdular. "Eyvallah." dedi Ilgaz. Selim gülümseyerek başını salladı. "Akşama doğru oylama işini hallederiz." Ilgaz'ın da bunu aceleyle yapmak istemediğini fark ettim. Selim odadan çıktığında montumu çıkarıp tişörtümün kollarını yukarı çektikten sonra kendimi kenarda duran sandalyeye attım. Uraz düşünceli görünüyordu. "Bu sorumluluğu almaya hazır mısın?"

 

"Birinin bunu yapması lazım." Haklıydı. Ilgaz'dan başka birini iyileşenleri yönetirken düşünemiyordum. Zaten toplantılara katılmış herkes bunu bilirdi. Ben bile ilk katıldığımda Ilgaz'ı Lider'in sağ kolu falan sanmıştım. Yönetime en yakın kişi oydu. Masaya oturmadan önce yanıma geldi. Hafifçe eğilip elimi tuttu ve ayağa kalkmamı sağladı. Sonra da kollarını belimde hissettim.

 

O an aslında buna ne kadar ihtiyacım olduğunu fark ettim. Üç saattir ilk gerçek nefesimi gönderdim ciğerlerime. "Her zaman yanında olacağım." diye fısıldadım destek vermek için. Her ne kadar soğukkanlı görünmeye çalışsa da bütün endişesini başından beri hissedebiliyordum. Sözlerimden sonra derin bir nefes verdi. Biraz geri çekilip mavi ışıltılı yüzünü izledim. O sırada parmakları bileğimi kavradı. "Bu da ne böyle?" dedi şaşkınlıkla.

 

Uraz da hemen yanımıza gelmiş, koluma bakıyordu. Her zaman iyileşmemelerinden endişe ettiğim üst üste yara izlerine benzer çizgiler bu sefer de mavi yerine kırmızı bir ışıltıyla parlıyorlardı. Yavaşça parmaklarımı o kısma bastırdım ama herhangi bir gariplik hissetmedim. "Şimdi anladım." diye mırıldandı Uraz bilmiş bir şekilde.

 

"Sen neden her şeyi biliyorsun?" diye sordum. Ilgaz'la ikisinin dudaklarından birer soluk gülümseme geçti. "Bu senin iyiliğine yalnız." diye hatırlattı Uraz.

 

"Evet ama... Her şeye bir neden bulabiliyor olman normal mi sence?"

 

"Sadece ileri görüşlüyüm hepsi bu."

 

Ilgaz araya girdi. "E, neden ışıltılar kırmızıya dönüşmüş?"

 

Uraz parmağıyla üç çizginin de üzerinden geçti. "Üç tane var. Birincisi hatıralarının ondan alındığını izlettiğimizden, ikincisi Eylül, üçüncüsü de..." Üçüncüyü ben kendim bile hatırlamıyordum ama Uraz açıklamaya devam etti. "Üçüncüsü de kayıtlardan Akis'e getirilişini izlediğin için. Eski çipin bulunduğu yerde oluşmalarına dikkat çekerim. Sonuçta o cihaz hatırlamaman için vardı ve sen de buna karşı koydun."

 

Mobese görüntülerini izlediğimi bilmesine şaşırmadım. Ilgaz da biliyor gibiydi, o yüzden bu konuda herhangi bir tepki vermedi. Sonuçta orası kendi odalarıydı ve giriş çıkışları da kontrol ediyor olmalıydılar. Üstelik o zamanlar cihazları kullanmada o kadar acemiydim ki belki de ekranları arkamda açık bırakarak gitmişimdir.

 

Ilgaz "Peki eskiden neden kırmızı ışıklarla parlamıyorlardı?" diye sordu. Baş parmağını tenimin üzerinde gezdiriyordu. "Çünkü artık o üç anıyı bu izlerle kazanmış oldun. Mavi ışıltıyı yaratan çıkarttığımız çipti, yenisi de vücuduna böyle uyum sağladı. Bu sadece bir kalıntı." Kafam karışmıştı ama Uraz'a göre bu bir sorun değildi. Sadece eski çipten kalan bir şeydi. "Size böyle açıklayabilirim ancak."

 

"Kalıcı mı?"

 

"Öyle görünüyor."

 

Sıkıntıyla bir nefes verdim. "Kendi vücudumdan ben bile yoruldum." diye hayıflandım. "Yok hareketli çipler, yok kırmızı ışıltılar... Bir de yakında alev üfleyeyim de tam olsun."

 

"Şey..." dedi Uraz çekinerek. "Kısmen onu da yaptın." Dans salonunu yaktığım günü hatırladım. Gerçekten onu da yapmıştım.

 

"Nedenini bulabildin mi?" diye sordum.

 

"Henüz değil ama bazı tahminlerim var."

 

Elimi geçiştirircesine salladım. "Onları başka bir güne sakla lütfen. Bugünlük dozumu aldım." Ilgaz da gülerek beni onayladı. Uraz'ın gidip masanın arkasındaki sandalyeye oturmasını izledim. "Ne hâliniz varsa görün." dedi surat asarak. "Ben de oyumu Ertan'a veririm."

 

"Ver de yarın burada çalışabiliyor musun gör bakalım." diye karşılık verdi Ilgaz.

 

"Neden ki?" diye sordum. Ilgaz şaşkınca bana baktı. "Sen de mi..." diyecek oldu ama hemen itiraz ettim. "Sadece merak ettim."

 

"İki dakikaya yerimizi belli eder de ondan. Başarılı olduğu alanlar var elbet ama fazla fevri."

 

Anladığımı göstermek için kafamı salladım. "E, iyi o zaman." deyip yanıma geldi Uraz. "Bırakalım da yeni liderimiz masasına oturup çalışsın. Biz de seninle etrafı gezeriz." Uraz kolunu omzuma atmış, beni yönlendirmeye çalışıyordu ama Ilgaz'ın yanında kalmam gerektiğini hissettim. "Ne o, yoksa kalıp lideriçelik görevini mi yerine getireceksin?" Dirseğimi çok da güç uygulamadan Uraz'ın karnına geçirdim. Ilgaz kal derse kalacaktım. Onu bu odada kâğıtların arasında bırakmak içime sinmiyordu.

 

Benim tahminimin aksine Ilgaz umursamazca elini salladı. "Hadi gidin, gidin. Dikkatimi dağıtıyorsunuz. Kapıyı çalmadan da girmeyin odama." Sözler alaylı olabilirdi, yüzlerse gülümsemelerden yoksundu. Ilgaz görevini yerine getirecekti ama o unvanı almayı elinden geldiğince erteleyeceğini biliyordum.

 

"Lider'e bak. Daha odasının kapısı olmadığını bilmiyor."

 

Ilgaz onu "Uraz!" diye uyardığında hemen "Tamam, tamam. Gidiyoruz." diye karşılık verdi. Birlikte bütün sığınağı dolaşmaya başladık. Tahminim bu sığınağın herhangi kimyasal bir saldırı durumunda kullanılması için yapıldığı yönündeydi. İyileşenler burayı keşfetmiş ve bir nevi el koymuştu. Akis de bir bakıma kimyasal saldırı girişimi sayılırdı. Devletin olup bitene kulaklarını tıkamasını dehşet verici buluyordum. Bir kişi kalkıp da bütün bunlara karşı çıkmıyor muydu?

 

Biz varız ya, diye düşündüm. İşte, biz karşı çıkıyoruz. Uraz beni sığınağın görmeme gerek olmayan yerlerine bile götürdü. Şehir meydanını beş kez turlamış gibi hissediyordum. Genellikle ortama ağır bir hüzün hâkimdi ama Uraz gittiği her yeri neşelendirmeye, onları çalışmaya teşvik etmeye çabalıyordu. Ağzım açık onu izlemiştim. Ilgaz Lider'in sağ kolu değildiyse bile Uraz artık öyleydi. Yaptığı şey azımsanamayacak kadar önemliydi. Her gördüğü kişinin yanında duruyor ve illa ki karşı tarafın ilgisini çekecek bir sohbet kurmayı başarıyordu. Sosyal becerileri beni hayrete düşürmüştü.

 

Sonunda dayanamayıp koluna asıldım. Uraz konuştuğu genç oğlana verdiği dikkatini bana yönlendirdi. "Su içebileceğim bir yer bulsak fena olmaz." diye söylendim. Onaylarcasına gözlerini ağırca açıp kapattı ama en az üç dakika daha orada dikilmiştim. Neyse ki ısrarlarım sonucu bir deponun önüne gelebilmiştik. İçeride envaiçeşit konserve, hazır yiyecek ve vakumlanmış paket bulunuyordu. Duvarın dibine dizilmiş su kolilerinden birinin poşetini yırtıp içinden iki adet şişe çıkardı. Birini bana uzattı. Su dudaklarıma değene kadar bu derece susadığımı bilmiyordum. "Bunu da Ilgaz'a götürelim."

 

Uraz'ın üretime yardım etmek gibi önemli görevleri vardı ve benim de fiziksel olarak daha dayanıklı hâle gelmem gerekiyordu ama ikimiz de kendi bölgelerimize çekilip çalışmaya başlamayı reddediyor gibiydik. Bahanemizse Ilgaz'dı. Onun yeni görevine adapte olmasını sağlamaya odaklanarak kafamı meşgul etmeye çalışıyordum.

 

Gidecek başka yer kalmamış olmalı ki Uraz beni Ilgaz'ın odasına geri götürdü. Yolları karıştırmadan nasıl ilerlediğini bilmiyordum ama ben olsam çoktan kaybolmuş olurdum. Ilgaz içeride biriyle konuşuyordu, bu yüzden odaya girmeden biraz geride bekledik. "Tam konum bilgileri bugün elimize ulaşacaktır, ekip etrafı izliyormuş. Yakında bize bilgi verirler." Gözlerimi Uraz'a çevirdim. Bulmuşlardı, ikinci laboratuvarı bulmuşlardı.

 

"Tamamdır, çalışmalarda bir aksaklık var mı?"

 

"Şimdilik yok."

 

"Bilgi verdiğin için teşekkürler." dedi Ilgaz son olarak. Çok geçmeden birinci ekibin yöneticisi Ezgi bizim yanımızda belirdi. Kafamı hafifçe eğerek selam verdim. Uraz da aynısını yaptıktan sonra yavaşça hareketlendi. Kapısı olmayan girişin tam önünde durup parmağını büktü ve sanki önünde bir şey varmış gibi oraya bir iki kere vurdu. "Tak, tak."

 

Ilgaz bir saniyeliğine bize bakıp tekrar önüne döndü ama yüzündeki sinirli ifadeyi yakalayabilmiştim. "Girin." diye buyurdu. Gergin miydi, canı bir şeye mi sıkılmıştı? Şu an duyguları o kadar karmakarışıktı ki çözemiyordum. Uraz da benim gibi havadaki gerginliği hissetmiş olacak ki odanın ortasına doğru ilerlerken sordu. "Bir sorun mu var?"

 

"Bana yalan söyledin." dedi Ilgaz sakince. Arkasına yaslanmış, önündeki tabletin ekranından gözlerini ayırmıyordu. Rahatsızca yerimde kıpırdandım. Uraz'ın yüz ifadesi hiçbir şey anlamadığını belli ediyordu. Öne doğru bir adım attığında Ilgaz onu bakışlarıyla durdurdu.

 

"Şimdi tekrar soruyorum. İyileşenlere ne zaman katıldın?" Uraz attığı bir adımı geri çekti. Bu sorunun cevabının nasıl bir sorun teşkil ettiğini bilmiyordum. Eylül'ü kaybettikten sonra Uraz laboratuvardan çıkartılmıştı ve bilgime göre de tam o sıralarda Lider onu gruba dahil etmişti. Ama Ilgaz sorduğuna göre durum pek de böyle değildi anlaşılan.

 

Uraz kafasını dikleştirdi. "Siz gelmeden çok önce." diye yanıt verdi. Ilgaz cevabını bildiği bir soru sormuştu ama yüzündeki hüsranı saklayamadı. Bu sefer "Kaç kişiydiniz?" diye sordu.

 

"Seksen civarı..." Şaşırdım. Şimdi bile sayımız o kadardı ve dört sene öncesi olduğu düşünülürse iyi organize olmuşlardı.

 

"Bana sadece bir düzine olduğunuz söylendi." dedi Ilgaz net bir sesle. "Ve bu sayının henüz bir kalkışma için yeterli gelmeyeceği..." Uraz dudaklarını araladı, Ilgaz ise konuşmaya devam ediyordu. "O gün tek başıma gittim, tek başıma dikildim o kapının önünde."

 

"Emir böyleydi." diye cevap verdi Uraz sakince. İkisini daha önce de tartışırken görmüştüm ama bu çok farklıydı. Neredeyse dört yıl öncesinden bahsediyorduk ve Uraz'ın söylediklerinin de doğru olmadığı ortaya çıkmıştı. Yine de Ilgaz'ın tek başına dikildiği kapının hangisi olduğunu anlamam çok zamanımı almadı. Hafızama veda etmeden önce odama gelmişti. Hiçbir şey güzel olmayacak. Kendini korumak zorundasın. Buğulu zihnimde dönüp duran çaresizlik duygusuna nasıl da teslim olduğumu hatırladım. Ellerim Ilgaz'ın hastane önlüğüne sarılmıştı ama kendime manen sarılabilecek hiçbir şey bulamamıştım.

 

Ilgaz'ın sesi yüksek çıkmaya başladığında sakin kalma süresinin sonuna geldiği de anlaşılmış oldu. "Yalan söylediniz bana." diye çıkıştı. "Peri'yi kurtarmadınız." Onun aksine Uraz gayet sakindi ve bu durum benim bile sinirimi bozuyordu. Ne bekliyordu, kusura bakma demesini mi? Bizim gücümüz yetiyordu ama uğraşmadık, bunu mu duymak istiyordu?

 

Hesap sormaya hakkı olduğu doğruydu ki ben de öyle yapmak istiyordum. Asıl sorun bazı şeylerin geride kalmış olmasıydı. Uraz beni kurtarmaya gelmiş ya da gelmemiş, artık o kadar da önemli görünmüyordu. Ama Ilgaz'ın benimle aynı fikirde olmadığı açıktı. Parmaklarının yumruk şeklini aldığını gördüm. Birkaç saniye gözlerini kapatıp bekledi.

 

"Çok önce bu kuruluşun bir parçasıydın, nasıl acı çektiğimi gördün." Artık sesini ayarlamaya bile çalışmıyordu. Az sonra birkaç kişinin sesleri duyup buraya geleceğine emindim. "Ve sen emirlere uymayı mı seçtin? Ne zamandan beri doğrular emirlerin altında ezilir oldu?"

 

"Kurtarsaydık ne olurdu biliyor musun?" Uraz ellerini masaya yaslayıp doğrudan Ilgaz'ın gözlerine baktı. "O seksen kişi... Hepimiz ölürdük. Sen bunun farkına varamazdın çünkü kaçmaya odaklanmıştın." Sesinin düzeyini düşürdü. "Kurtulmaya değil."

 

Ilgaz kafasını hüsranla sağa sola sallıyordu. Ne yapmalıydım? Burada öylece durup tartışmalarını izlemek doğru görünmüyordu. Ilgaz büyük bir bıkkınlıkla "Mantıklı davranmışsınız." diye söylendi. "Ne yaptınız, kurtulabildiniz mi peki?"

 

Uraz ne söyleyeceğini bilememiş, masaya yaslı ellerini geri çekmişti. "Henüz değil."

 

"Şimdi de gelmiş aklı fikri kaçmakta olan benden size liderlik etmemi mi istiyorsunuz?" Dudaklarında hastalıklı bir gülüş belirdi. "Komikmiş."

 

"Haksızlık ediyorsun."

 

"Artık bir anlamı da yok zaten."

 

Dakikalar sonra Ilgaz'ın gözleri beni buldu. Uraz yalan söylemiş, Ilgaz'ın yanında olmamıştı. Sonuçta herkes kendi doğrularına göre hareket etmişti ama o Eylül'ün bedenine sarılmış yatağın üzerinde dururken bizim nasıl da görevlilere karşı koyduğumuzu hatırlamadan edemedim. O gün sol kaşım yarılmış, omzum nerdeyse çıkma raddesine gelmişti. Yine de Uraz'a hak veriyordum. Koca laboratuvardan beni kurtardıktan sonra çıkmaları mümkün değildi. Yapılması gerekeni yapmışlardı. Ilgaz şu an olaya biraz duygusal yaklaşıyordu. Belki aynı şey onun başına gelse o da Uraz yerine diğer seksen kişinin canını kurtarmayı seçebilirdi.

 

İkisi arasında soğuk rüzgârlar eserken odanın giriş kısmında bekleyen Selim'i yeni yeni fark ediyordum. "Vakit geldi." dedi Ilgaz'a bakarak. Uraz'la daha fazla konuşmadılar. Benimle de öyle. Selim ve yeni lider kapıdan çıkıp giderken Uraz'ın tereddüt ettiğini gördüm. Bana bakmış sonra gözlerini kaçırmıştı ama buna gerek olduğunu sanmıyordum. O zamanki seçimi daha çok Ilgaz'ı ilgilendiriyordu çünkü tek başına mücadele ederken çaresizlik içinde kıvranan oydu. Üç yıl boyunca kurtaramadığı kızı deli gibi her yerde arayan da oydu. Hesap sormaya hakkı olan Ilgaz'dı ve o da yeterince şey söylemişti zaten. Uraz bir süre duyduğu kelimeleri unutabileceğe benzemiyordu. Bana yalan söyledin.

 

Ben Ilgazların peşi sıra adımlar atmaya başladığımda Uraz da aynısını yaptı. Belki de bunu telafi etmişti. Sonuçta gece gündüz demeden hatıralarımı bana kazandırmaya çalışmış, sonunda da başarmıştı. Ama bütün bunların Ilgaz'ın içinde bulunduğu hayal kırıklığını onarmaya yetmeyeceğini biliyordum. Çünkü kötü duygular çoktan hissedilmiş, yaşlar çoktan yanakları ıslatmıştı. Hesap sormanın hiçbir işe yaramayacağı gibi, özür dilemek de hiçbir şeyi iyileştirmezdi.

 

Az önce dua ettiğimiz geniş alana vardığımızda aklıma Ilgaz'ın beni iyileşenlere tanıttığı an geldi. Buzlukta da tıpkı buradaki gibi biraz yüksek bir platform vardı. Şu an orada Selim ve Ilgaz duruyordu. Sadece buzlukta teknik işlerle ilgilenen kişilerin sığınaklarda kalmasına karar verilmişti, diğerleri oylamadan sonra evlerine dağılıp haber bekleyeceklerdi. Aslında alınan kararın ne kadar tehlikeli olduğunu düşündüm. Akel bizimle ilişkisi olduğunu saptadığı birini asla evinde rahat bırakmazdı.

 

"Burada neden toplandığımızı herkes biliyor. Lider'i kaybetmenin acısının henüz soğumadığının farkındayız fakat bizzat onun isteğiyle yeni bir yönetici seçmek zorundayız." Selim sesini arka taraflara da duyurabilmek için çok fazla bağırıyordu. Elindeki kâğıdı açıp gözüne kestirdiği ilk kişiye uzattı. Kâğıt elden ele gezindi. "Her zaman bize tedbirli olmamızı söyleyen Lider, bunun da tedbirini almış ve bize yol göstermek amaçlı kendi adayını açıklamış." Ilgaz arka tarafta dikilmeyi bırakıp bir adım öne çıktı. Gözleri toplulukta gezindi. Asla tedirgin hissetmiyordu hatta neredeyse... gurur duyuyordu. "Başka bir aday çıkması hâlinde sizin de oylarınızla belirleyeceğiz." dedi yüksek sesle. Kâğıdın yanımda duran Uraz'a geldiğini fark ettim, okumadan bana verdi. Kısa bir paragrafın sonunda Lider'in şatafatlı imzası gözüme çarptı. Vakit kaybetmeden kâğıdı yanımdaki kıza uzattım.

 

Yeni bir aday çıkacağından şüpheliydim. Ki öyle de oldu. Selim gönüllü olan kişinin elini kaldırmasını rica ettiğinde kalabalıktan biri "Lider ne derse o." diye bağırdı. Bu durumun Ilgaz için iyi olduğunu düşündüm. Lider artık hayatta olmasa da iyileşenler onu başları olarak kabul edecek, Ilgaz ise onun vekili görevini üstlenecekti. Onun da böyle olmasını istediğini biliyordum. Her ne kadar kendinden emin dursa da az önce omuzları çöküktü, kalabalıktan duyduğu ses ona biraz daha güç vermişti. Açıkçası Ilgaz'ın yerinde olmak istemezdim. Daha dayandığım duvarın yıkıldığını, arkama doğru yuvarlandığımı fark edemeden kendimi birçok kişinin canına mâl olabilecek kararlar alırken bulmak istemezdim. Birinin bunu yapması lazım.

 

"Yeni yöneticimiz Ilgaz Bulut. Kabul edenler?" Selim, Uraz ve ben dahil herkes ellerini kaldırdı. "Kabul edilmiştir."

 

İnsanlar hareketlendi ama Ilgaz konuşmaya başlayınca duraksadıklarını gördüm. "Teknik ekipten olmayanlar evlerine dağılabilirler. Takip edilmediğinizden emin olun. Şehir merkezine kadar tünelleri kullanmayı unutmayın." Kalabalığın içinden birkaç kişiyle göz göze geldi. "Yarın sabah yapılacak toplantıya ekip başkanlarının hazırlıklı gelmesi gerekiyor. Saat yedide odamda olun lütfen." Birkaçı başını salladı. Ilgaz platformdan inerken Ezgi'nin ona doğru koştuğunu gördüm. Ben de hızlı davranarak onlara yetiştim.

 

Ezgi koluna taktığı küçük tabletini Ilgaz'a doğru uzattı. "İşte efendim, Akel'in ikinci laboratuvarının tam koordinat bilgileri."

 

***

 

4 YIL ÖNCE

 

URAZ

 

Sanırım sonunda güneşi görmeyen bir insanın gelişme olanaklarının kısıtlı olduğunu anlamışlardı. Her zaman yorgundum, aşırı beyaz parlaklıktan kaçınmak için gözlerimi kısmaktan sürekli başım ağrıyordu. Diğer deneklerin de benden bir farkları olmadığını tahmin edebiliyordum. Hatta bazıları yürümekte bile zorluk çekiyorlardı. Bu hafta böyle geçeceğe benziyordu. İlk dışarıya çıkarılan bizdik fakat bu durumun devam edeceğiyle ilgili duyumlarım vardı.

 

Etrafıma baktım. Gözlerimle on kişi saydım. Issız ormana yakın ferah bir alandaydık. İlerideki dağları gören çimlik alanda oturmuş, bize dağıtılan ekmeklerimizi yiyorduk. Çok sıradan bir olaydı belki bu. Evimden çıkmış, yakındaki bir büfeden aldığım minik sandviçle hava almaya buraya gelmiş olabilirdim. Durum böyle olsaydı hafif esen rüzgârın, vızıldayan böceklerin ya da batmaya yüz tutmuş güneşin kıymetini bilemeyebilirdim. Şimdiyse her birine uzun uzun bakıyordum çünkü biliyordum ki bugünden sonra bunları yapmaya pek şansım olmayacaktı.

 

Hava kararmaya, yıldızlar gökyüzünde parlamaya başladığında sağ tarafımdan bir ses duydum. "Çok fazla aydınlıkta kalınca gecenin güzelliğini unutuyor insan." Eylül yanıma oturmuş, dizlerini kendine çektikten sonra gökyüzüne bakmıştı. Çevredeki insanları şöyle bir kontrol ettim. Babası etrafta olsa zaten yanıma gelmezdi ama ben yine de onu aradım. Çimlerde uzanan tek tip kıyafetli insanların en arkasında ip gibi dizilmiş görevliler yer alıyordu. Ellerindeki kâğıt ve tabletlerle uğraştıklarını gördüm. Ayrıca alanda doktorlardan hiçbirinin bulunmadığını fark ettim.

 

Usulca sağa doğru kayıp Eylül'e yaklaştım. "Nasıl hissediyorsun?" diye sordum. Gözlerinin altları çökmüş, yanakları kemikli bir hâl almaya başlamıştı. Kuru dudaklarından bir gülümseme geçti. "Canlı." diye cevap verdi sadece. Parmaklarını çimlerin arasında tek tük bitmiş beyaz çiçeklerde gezdirmeye başladı. Narince dokunuyor, yapraklarını okşuyordu. "Küçükken çiçek toplamayı çok severdim." diye mırıldandı. Hafif rüzgâr saçlarını uçuştururken onların da eski canlı görüntülerini kaybettiklerini fark ettim. Günler geçtikçe bir şeyler ellerimden kayıp gidiyordu. Akan zamandan, tik tak geçen dakikalardan nefret ediyordum.

 

"Şimdi de seviyorsun anlaşılan." diye bir çıkarımda bulundum. Eylül ise kafasını iki yana sallayıp benim bu çıkarımımı yalanladı. Yıldızlara çevirdi gözlerini. Öyle bir bakıyordu ki o an gökyüzünde bir yıldız olmak istedim. Belki de onun için gökyüzünden kayıp avuçlarının arasına düşerdim. "Büyüdükçe onların toprakta kalması gerektiğini anladım." dedi. Çok geçmeden aslında Eylül'ün de benimle aynı şeyi istediğini anladım. O da bir yıldız olmak istiyordu, sabahları görünmez olup geceleri parlamak; insanlara bir süre de yukarıdan bakmak istiyordu.

 

Kafasını bana çevirdi ve şu ana kadar bana verdiği bütün gülüşlerini gölgede bırakan bir gülümsemeyle baktı. Gözlerimi kırpmadım bile, ağır ağır nefes almaya çabaladım. Parmaklarım ona doğru uzanacağı sırada zorlukla durdurdum kendimi. Yalnız değildik ama keşke durmasaydım. Dokunsaydım tenine, gülüşüne.

 

Dudaklarım kalbimden taşan kelimeleri söylemek için aralandı. "Eylül..." dedim bir fısıltı gibi ama o çoktan yanımdan kalkmış; ileriye, rüzgârın daha sert estiği patika yoluna doğru yürümeye başlamıştı. Arkasından onu takip ettim. Sakin sakin adımlar atıyordu. Görevlilerin bizi uyarmalarını bekledim ama hiçbir şey olmadı. Eylül'e yetiştiğimde çoktan patika yola yaklaşmıştık. Onun kolunu tutup geri dönmemizi söyleyecektim, beni durduran ayaklarımın dibindeki beyaz bitkiydi. Az kalsın üzerine basıyordum. "Eylül..." diye seslendim. Hemen arkasını dönmüş, dikkatini bana vermişti.

 

Bir dizimi kırıp yerde duran yaprakları buruşmuş, sapı susuzluktan kurumuş beyaz yapraklı çiçeği aldım parmaklarımın arasına. Ya bir insan tarafından ya da doğal nedenlerden kökünden ayrılmış, buraya savrulmuştu. Başımı yukarıya kaldırdıktan sonra çiçeği Eylül'e uzattım. Sap kısmı kendi yapraklarını taşıyamayarak öne doğru eğildi.

 

Eylül zarifçe çiçeği parmaklarımın arasından aldı. Ölü bir papatyaydı bu. Eylül'e verdiğim ilk çiçekti. Son olmaması için uğraşacağımı biliyordum. "Daha önce cansızken bu kadar güzel görünen bir şeye rastlamamıştım." diye mırıldandı. Çiçeğe hayranlıkla bakıyordu. Gözlerindeki o zararlı, tehlikeli ışıltılarla karşı karşıya kaldığım ilk andı. İçimdeki korkuya anlam veremedim.

 

Dudaklarım az önceki gibi ona söyleyebilmek, içimdeki bu yoğunluğu azaltabilmek için aralandılar. Bir anda kulaklarım uğuldamaya başladı. Kalbim deli gibi attı ve sonra patika yoldan üzerimize doğru gelen motosikleti saniyelik olarak algıladım. Üzerimize doğru geliyordu, Eylül'e doğru geliyordu.

 

Dizlerimin üzerinde durmayı bırakıp kollarımı önümde duran Eylül'e doladığım gibi ikimizi de geriye doğru toprağın üzerine savurdum. Motor hiç durmadan yoluna devam etti. Şaşkınlık ve öfkeyle zar zor gözlerimi açıp plakasına bakmaya çalıştım. Onun yerine beni bomboş bir tabela karşıladı. Plakası yoktu, yerinden sökülmüştü.

 

"Tuttum seni." dedim hızla nefes alıp veren Eylül'ün saçlarını geriye doğru atarken. Sımsıkı yumduğu göz kapaklarını araladı. "O da neydi?" diye sordu. Cevap veremedim. Bu yol kullanılmıyordu ki zaten Akis'in arazisindeydik. Asla buraya kimsenin girmesine, etrafta dolaşmasına izin verilmezdi. Motoru kullanan kişinin nasıl da kararlı bir şekilde üzerimize doğru sürdüğünü hatırladım. Ucuz atlatmıştık.

 

Arkamızda birkaç kişinin adım sesleri yankılanmaya başlayınca yerden kalkıp Eylül'e yardım ettim. Çabuk toparlanmıştı. Bir süre üzerindeki tozları silkelemeye uğraştı. "Sanırım bugünlük bu kadarmış." diye mırıldandım üzüntüyle. Sol elini tutup parmaklarımla sarmaladıktan sonra hafifçe sıktım. Eylül hiç tereddüt etmeden bana yaklaştı ve dudaklarını benimkilere kısacık bastırdı. Teninin üzerinden derin bir nefes çektim içime. "Eğer bir gün beni tutamazsan üzülme olur mu?" dedi fısıltıyla. "Sen üzülürsen ben yaşayamam."

 

Görevliler Eylül'ü yanımdan alıp götürürken sağ elinin parmakları arasında sallanan beyaz çiçeğe kaydı bakışlarım. Hayatımda duyduğum en ironik cümle, diye düşündüm. Eğer bilseydin... Sen olmazsan ne kadar çok ağlayacağımı bilseydin yine de bu cümleyi kurar mıydın? Yine de gider miydin?

 

,

 

 

Bölüm : 03.06.2025 18:41 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...