Yeni Üyelik
29.
Bölüm

BÖLÜM 16: GÜLÜŞLER VE DÜŞÜŞLER

@yellowwheat

Ölüme olan merakım... Beni terk edeli çok oluyordu. Hiçbir şey hissetmediğim zamanlara ait yegâne isteğim buydu belki de. Peki neden ölmek istemiştim? Hayatta kalmak daha zor olduğu için miydi? Sanırım kolaya kaçmak istemiştim. Ölmek bütün her şeyden daha basitti benim için. Zaten neden yaşıyordum ki? Bir amacım ya da hedefim yoktu. Kim olduğuma dair kendime verebilecek cevaplarım yoktu.

 

Ama neden ölmek istediğime dair ikinci bir hipotezim daha vardı. Hayattaki hiçbir duyguyu hissedemeyen küçük Peri sadece ölüm duygusunu hissedebiliyordu. Korku değildi bu. Sadece onun yaklaştığını biliyor, anlamlandıramadığı bir göğüs sıkışmasıyla baş başa kalıyordu. Ona kesinlikle hak veriyordum. Küçük Peri'ye yani... Hissedebildiği tek duyguya dört elle sarılmayı seçmesi en doğal hakkıydı.

 

Ona kızgın değildim. İsteklerinin bu yönde olması onun suçu değildi. Eğer gerçekten bir suçlu aramak gerekirse hiç tereddüt etmeden annemi gösterebilirdim. Bana ölümden başka sarılabilecek bir duygu veremediği için sonuna kadar hatalı ve suçluydu. Son günlerinde annesinin tek doğru hareketini görmeyen bir kız çocuğu olarak onu asla affedemiyordum. Affetmek istemiyordum.

 

Peki beni o derin isteğimden vazgeçiren şey neydi? Neden hâlâ nefessiz kalmayı dilemiyordum? Hastalığım iyileştiği için miydi, artık ölümden başka sarılabilecek hislere sahip olduğumdan mıydı? Eğer böyleyse yaşamak için sadece sarılabilecek bir şeylere sahip olmamız yeterli miydi?

 

Anlaşılan benim için öyleydi. Sıkıca tutunduğum değerlilerim bir gün giderlerse tekrar eski hâlime döneceğime neredeyse emindim. Ama endişelenmeme gerek yoktu. Son birkaç haftadır sarılabilmek için kendime yeni duygular bulmuştum. Ve onlar o kadar güçlüydüler ki ilk defa hisler bana tutunmuş gibiydi. Ben istesem de bırakamazmışım gibi...

 

Ve bu hislere sadece tek bir kişi sebep olmuştu. Doğru kişiyi bulduğumda tamamlanmış hissedeceğimi biliyordum. Tıpkı bir elmanın iki yarısı gibi... En azından öyle duymuş, görmüştüm. Ama bu adamlayken hissettiğim tam olarak bu değildi. Belki de bu benim tam anlamıyla bir parça olmadığımdan kaynaklanıyordu. Ben yarım bir parçayı oluşturabilecek kadar bile bütün hissetmiyordum kendimi.

 

Ben bir parça değildim, paramparçaydım. Beni tamamlayacak birine ihtiyacım yoktu, kırıklarımı toplayacak birine muhtaçtım. Ilgaz geldiğinde en azından birbirlerine biraz olsun yakın olan kırıklıklar biraz daha saçılmışlardı etrafa. Bana doğru attığı her adım şiddetiyle bir şeyleri eziyor, dağıtıyordu.

 

Anlattığı, yaşadığımız onca şey... Hepsine fazlasıyla yabancıydım. Geçmişime ait duyduğum her kelime son üç yıldır kurduğum yaşam düzenime kuvvetli bir darbe indiriyordu. Demek ki oluşturduğum her şeyin temeli fazlasıyla zayıftı. Belki de bir temele bile sahip değildim. Hatırladığı her anısı düzmece olan bir insan eninde sonunda yıkılmaya mahkumdu.

 

Bir gün yıkılacağımı biliyordum. Her insan yanılır, tökezler, düşer. Fakat böylesine kuvvetli olacağını düşünmemiştim. Düştüğümde yanımda birileri olur sanıyordum. Kollarımdan kaldırmasa da en azından yanımda durur, kalkmamı bekler diye düşünmüştüm.

 

Ilgaz'ın her sözcüğü kırıklarımı daha çok etrafa savuruyordu belki. Benim isteğim ise o kırıkları bir araya getirmesiydi. Bir tepecik hâlinde toplarsa belki daha hızlı bir bütün hâline getirebilirdim. Ama son zamanlarda farkında olmadan yaslandığım bu adam dağıttığı her şeyi toplamasını çok iyi biliyordu. Bırakın bir tepecik hâline getirmeyi, sanki elinde koca bir şişe yapıştırıcıyla geziyormuş gibiydi. Özenle tek tek parçalarımın eşlerini bulup sıkıca tutturuyordu birbirlerine.

 

Ilgaz düştüğümde yanımda olan ya da kalkmamı bekleyen o insan değildi. Düşmeden önce kollarımdan beni yakalayan ve takıldığım o kocaman taşı ellerinin arasında un ufak eden kişiydi. Öyle ki geride o taşın kırıntılarını bile göremeyeyim diye onları gökyüzüne doğru savuruyordu.

 

Biz Ilgaz'la iki yarım elmadan ibaret değildik. Çünkü ben bir yarım bile sayılmazdım. Ama Ilgaz şefkatli kahverengi küreleriyle bir şifacı gibi etrafımda gezindiğinde kırılmadan önceki hâlimden bile daha güçlü hissediyordum kendimi.

 

Şu an sesi kulaklarımda dolanan bu adam bütün kötülüklere rağmen "iyi ki" diyebilmemi sağlayan tek nedendi. Dün olanları oldukça net bir şekilde hatırlıyordum. Kapının ziline dokunmadan önce bir adamın arkamda durduğunu hissetmiştim. Arkama dönmeye çalıştığımda ise bir şeyi koklamamı sağlamıştı. O garip kokuyu hâlâ soluyormuş gibiydim çünkü kafam oldukça buğuluydu. Öyle ki gözlerimi bile aralayamıyordum.

 

"İkra sakin ol. Birazdan kendine gelecektir." Uraz? Onun burada ne işi vardı? Peki ya Ilgaz'ın? Az önce sesini duyduğuma emindim. "Sen Peri'yi bulduğunda başka birilerini gördün mü? Ya da bir not? Ne bileyim şüpheli bir şeyler işte." Ilgaz'ın sesi sol tarafımdan geliyordu. Sanırım odamdaydık.

 

İkra sesini çıkarmadığında hiçbir şey görmemiş olduğunu anladım. Artık gözlerimi açmak istiyordum ama bunu yaparken gerçekten zorlanmıştım. "İşte, uyandı." İkra telaşlı hâliyle hemen yanıma gelmiş, bana yakından bakmaya başlamıştı. "İyi misin bir tanem?" dedi şefkatle. "Bir yerin acıyor mu?"

 

İyi olduğumu göstermek adına gülümsemeye çalıştım. "İyiyim." İkra'nın elleri saçlarımda dolanıyor, gözleri yüzümün her yerine odaklanıyordu. Gerçekten çok korkmuş olmalıydı. Bakışlarımı ondan çekerek odadaki diğer kişilere odaklanmaya çalıştım. Daha birkaç saat önce beraber ağladığım Uraz; tam karşımda çalışma sandalyeme oturmuş, beni izliyordu. Birkaç gün öncesine ait yüzündeki yaralar artık bandajlı değildi ve kabuk tutmuşlardı. Hâlâ aynı kıyafetleri giyiyor olması beni endişelendirmişti çünkü bu derece yoğun bir hayat sürmeleri hiçbir açıdan sağlıklı değildi. Ela gözleri fazlasıyla yorgun bakıyordu.

 

Bir şey söylemeden onu incelemeyi bırakıp Ilgaz'a doğru çevirdim başımı. İkra'nın hemen arkasında öylece ayakta bekliyordu. Göz göze geldiğimizde hafifçe gülümsedi. Onun da alnında küçük bir yara bandı vardı sadece. O olayı bana anlatmamış olmalarını şimdilik es geçiyordum çünkü şu an ne yeri ne de zamanıydı. Üzerinde kısa kollu bir tişört ve siyah bir pantolon vardı. Oldukça dinç gözüküyordu. Ama aynı zamanda parmağımla arkaya doğru ittirsem anında yerle buluşacak gibiydi. Kaç bardak kahve içtiğini merak ettim.

 

"Tam olarak ne oldu?" diye sordum en sonunda. O şeyi soluduktan sonra kapının önüne öylece yığılıp kalmış olmalıydım. Peki ya sonra? O adam beni başka yerlere götürmüş sonra da eve geri mi getirmişti? Benimle derdi neydi ki? "Ben yemek hazırlıyordum mutfakta. Sonra kapının oradan bir gürültü duydum." dedi İkra telaşla. "Sen öylece yerde uzanıyordun."

 

"Tansiyonun düştü herhâlde." dedi Uraz hemen. Aynı zamanda kaşlarını imayla havaya kaldırmış, huzursuzca yerinde kıpırdanmıştı. Bunun normal bir bayılma olmadığının o da farkındaydı ama İkra'yı daha fazla endişelendirmek ve olaylara dahil etmek istemiyordu.

 

"Herhâlde." dedim İkra'ya gülümserken. Daha fazla korkmasını istemiyordum. "Sizin nasıl haberiniz oldu?" diye sordum Uraz ve Ilgaz'ı kast ederek. İkra beni öyle gördüğünde panik yapmış olmalıydı ve o panik hâlinde aklına Ilgaz'ın geleceğini sanmıyordum. Baha'yı arardı ya da Hazar'ı. Hatta Ada'yı bile arayabilirdi. Üstelik Uraz da buradaydı.

 

"Telefonun sürekli çalıp duruyordu ben de açmak zorunda kaldım." diye açıkladı İkra. Kafamı aşağı yukarı sallarken tam o sırada Ilgaz'ın beni aramasının tesadüf olma ihtimalini bile düşünmüyordum. Ilgaz'dan bahsediyorduk. Sırtımı yatağımın başlığına yaslamak için hareketlendiğim sırada Ilgaz'ın "İkra sana bir çorba yapsın bak o zaman bir şeyin kalıyor mu?" dediğini duydum.

 

İkra anında yemi yuttu. "A, evet. Ben sana bir şeyler hazırlayayım." Ve hızla odadan ayrıldı. Çıkarken açık bıraktığı kapıyı Ilgaz sessizce kapattıktan sonra Uraz'ın da hareketlendiğini fark ettim. Oturduğu sandalyenin tekerleklerini kullanarak yanıma kadar gelmişti. "Kim yaptı?" dedi hemen konuya girerek.

 

Keşke kimin yaptığını görebilseydim. Sesi tanıdık geliyordu aslında. Ama herhangi birinin sesine benzetmiş bile olabilirdim. Hiçbir konuda emin değildim. "Bilmiyorum. Ama bir adamdı ve..." Gözlerim Uraz ve Ilgaz'ın arasında mekik dokudu. "Akel'in selamı olduğunu söyledi."

 

Bir süre ikisi de hareket etmediler. Şaşırdıkları için böyle tepkisiz bir şekilde beklediklerini düşünüyordum. Ama sonra gözlerini benden çekip birbirlerine şüpheyle bakmaya başladıklarında sadece düşündüklerini anladım. İkra Ilgaz'a benim kapının önünde bayıldığımı söylediğinde eminim ki her ihtimali, kimin yapabileceğini ya da neden yaptığını çokça düşünmüş olmalıydı. Hatta beni aradığına göre böyle bir olay yaşayacağımı biliyor bile olabilirdi. Ona dışarının buzluktan çok daha tehlikeli olabileceğini söylerken şaka yapmıyordum.

 

"Bir ihtimal..." dedim gözlerimi Ilgaz'a dikerek. "Beni takip ettiriyor olabilir misin?" Bu soruya olumlu bir cevap alırsam ne tepki vereceğimi kestiremiyordum. Sanırım bana söylemediği için garip bulurdum bu durumu. Sonuçta güvenliğim için yapıyordu. Bana söylememesi için hiçbir neden yoktu.

 

"Onu da nerden çıkardın?"

 

"Tam bayıldığım sırada aramış olman tesadüf olamaz herhâlde. Üstelik daha yeni konuşmuştuk."

 

Sözlerimden sonra Uraz da Ilgaz'ı şüpheyle süzdü. Eğer takip ettirme gibi bir durum varsa bile Uraz'ın da bundan haberi yoktu. Ilgaz bir anda ikimize de kınayıcı bakışlarını göndererek "Hayır tabi ki." diye söylendi. "Seni takip ettirmek için bile olsa kimseye güvenemem. Sadece bazı olaylar yolunda gitmedi ve aklıma sen geldin. İyi olup olmadığını soracaktım."

 

"Sen ciddi misin?" dedi Uraz şaşkınlıkla. Yolunda gitmeyen olay her neyse gerçekten kötü bir şey olmalıydı. Çünkü şu an ikisi de oldukça gergin ve sinirli gözüküyorlardı. "Kaçtı mı yani? Peri'yi bayıltan o muydu?" Uraz kendi sorularını böyle üstü kapalı bir şekilde sorarak ne planlıyordu bilmiyordum ama bu ikisi artık bana da olanları açıklamak zorundalardı.

 

Ilgaz soruların ilkini es geçip "Muhtemelen." diye yavan bir cevap verdiğinde ben de artık bu yatakta öylece oturmaktan sıkılmaya başlamıştım. "Ilgaz nasıl olur da kaçırabilirsin onu elinden?" Uraz gerçekten de hüsrana uğramış görünüyordu. Hâlâ benim çalışma sandalyemde oturmaya devam ederken dirseklerini bacaklarına yaslamış, parmaklarıyla saçlarına eziyet çektiriyordu.

 

Ilgaz ise kendini tutuyormuş gibiydi ya da olanları çoktan sindirmişti. Ayaklarımı yataktan sallandırırken "Sizce de artık bana anlatma zamanınız gelmedi mi?" diye sordum imalı bir sesle.

 

"Hadi bakalım. Anlat Ilgaz Efendi." Sağ tarafımdan gelen ses Uraz'a aitti. Sinirli gözüküyordu. Kime sinirlenmişti? Ilgaz'a mı? Kaşlarını havaya kaldırmış, bir filmi seyretmek için buradaymış gibi rahatça arkasına yaslanmıştı. Ilgaz'ın sıkıntılı bir nefes verdiğini işittim.

 

Benim için her şey daha fazla karmaşık hâle gelmeye başlamıştı ama içimden bir ses bu karmaşıklığı sadece benim hissetmediğimi söylüyordu. Uraz ve Ilgaz da hatta bütün iyileşenler bile büyük bir karmaşanın içindelerdi. Ve belki de bu karmaşanın tam merkeziydiler.

 

Ilgaz açıklamak için hiçbir girişimde bulunmazken ellerini cebinde bulunan telefonuna attığını gördüm. Birkaç saniye ekrana baktı ve aramayı yanıtladı. "Evet?" dedi sadece. Duyabildiğim kadarıyla karşı taraf soluksuz bir şekilde anlatmaya başlamıştı ama kelimeleri bulunduğum yerden tam olarak ayrıştıramıyordum. Gözlerimi Uraz'a çevirdim. O da dikkatli bir şekilde Ilgaz'ı izliyordu.

 

"Tamamdır. Uyutun siz. Ben en kısa sürede orada olurum." Ve telefonu kapattı. Tam artık sabrımın tükendiği anlardayken odamın kapısı sakince aralandı. İkra elinde koca bir tepsiyle odamın ortasına doğru yürümeye başlamıştı. Yemekleri kucağıma özenle yerleştirdikten sonra "Bunların hepsi bitecek." diye tembihledi. Ne yalan söyleyeyim gerçekten acıkmıştım ve kasedeki çorba iştahımı kabartmıştı.

 

İkra odadan ayrılmak için hareketlendiğinde "Siz de bir şeyler yemek ister misiniz?" diye sordu. "Olur valla." dedi Uraz oturduğu yerden heyecanla kalkarken. Az önce sinirinden yerinde duramazken şimdiki tavırları oldukça garipti. Neler olduğunu anlayabilmek için gözlerimi Uraz ve Ilgaz'ın yüzlerinde gezdiriyordum ama ikisi de az önce hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlardı.

 

"Aslında bir kahve iyi olur." dedi Ilgaz gözlerini ovuştururken. Uraz hemen lafa atlayıp "Bence sen bir süre evine kahve falan alma." dedi Ilgaz'a. Sonra da İkra'ya dönüp "Sakın buna kahve verme. Bir yudum daha içerse bayılır düşer kesin."

 

İkra Uraz'ın tavırlarına gülerken tamam anlamında kafasını salladı ve kapıdan geçmeleri için onları bekledi. Odada yalnız kalmadan önce "Saat kaç?" diye sordum İkra'ya. Kafeden çıkıp eve geldiğimde saat sekize yaklaşıyordu ama şu an kaç saat baygın kaldığımı kestiremiyordum. Dışarısı karanlıktı. "10'a geliyor. Hadi güzelce ye yemeğini." dedi ve gitti.

 

Çorbamdan içmeye başladığımda Ilgaz'ın elinden kaçırdığı kişinin kim olabileceğini düşünmekle meşguldüm. Üstelik az önce gelen telefonda birini uyutmalarını söylemişti. Akel'in hangi amaçla böyle bir hamlede bulunduğu tahmin edebiliyordum ama yaptırdığı şey çok saçmaydı. Böyle küçük oyunlarla uğraşacak kadar boş vakti var mıydı gerçekten?

 

Ilgaz'la görüştüğümüzü bildiği için mi beni tehdit etme gereği duyuyordu? Ya da iyileşenlerden haberi var mıydı? Ve benim de onlara katıldığımı bildiğinden böyle davranıyor olabilirdi.

 

Ama bu tezimi kendi kendime çürüttüm. Hazar'la onları konuşurken gördüğümde de beni tehdit etmişti ve o zamanlar iyileşenlere henüz katılmamıştım. Ki öyle olsa bile bu kadar geniş bir örgüte karşı böyle önlemler alması çok gereksizdi. Akel'in akıllı bir kadın olduğunu varsayıyordum ama amacını anlayabilmek gerçekten çok zordu. Ilgaz'ın dikkatini benim üzerime yönlendirmek istemiş bile olabilirdi.

 

Çorbamı bitirmek üzereyken dış kapının zili bütün evi doldurmuştu. Hemen ardından Hazar'ın gürültülü sesini işittim. "Nerde benim canım arkadaşım he?" Ve sesini adımları takip etti. Odamın kapısı şiddetle açılırken Hazar'ın arkasından Baha ve Ada'nın da geldiğini görmüştüm. "Mini minnacık yersen böyle olur tabi." diye söylendiğini duydum Hazar'ın. "İkra seni beslemiyor mu Peri? Söyle arkadaşına."

 

Hazar yine beni gülümsetmeyi başarırken aklıma birkaç saat önceki hâli geldi. Yıllar önce bugün kardeşini kaybetmişti ve öğlen görüştüğümüzde morali doğal olarak bozuktu. Şimdi onu bu neşeli hâliyle görmek beni şaşırtmıştı. Gerçi Hazar hep böyleydi. O acılarını gülüşlerinin arkasına saklamayı çok iyi bilirdi.

 

"Tabi ki besliyorum. Kalbimi kırıyorsun Hazar." İkra bunu söylerken dudaklarını büzmüştü ve buna karşılık Hazar ona yapmacık bir gülümseme verdi. Sonra hemen tekrar bana döndü ama benim dikkatim çoktan Ada'nın üzerine kaymıştı. Üzgün bir surat ifadesiyle Hazar'ın arkasında durmuş, öylece yeri izliyordu. Baha ve Hazar gayet normal gözüküyorlardı. Bu yüzden Ada'nın moralini bozan şeyi merak etmiştim.

 

"Geçmiş olsun baldız." dedi Baha gülümseyerek. Hazar kucağımdaki tepsiyi almış, koştur koştur odadan çıkmıştı bu sırada. "Sağ ol enişte." dedim duruşumu düzeltmeye çalışırken. Bir süre sonra Hazar arkasında Ilgaz ve Uraz'la beraber tekrar yanıma gelmişti. Şimdi odamda altı kişi durmuş şefkatli gözlerle beni izliyorlardı.

 

"Bu saatte gelmenize gerek yoktu." Hele Hazar'ı kendi problemlerimle yormak istemiyordum. O an kendimi suçlu hissetmiştim. En ufak bir olayda Hazar koştur koştur yanıma geliyordu ama ben onun kardeşini kaybettiğini bilmeme rağmen yanında durmuyordum. Evet... O her zaman acı çekerken yalnız kalmak isterdi. Ben de buna saygı duyarak Hazar'a iyilik yaptığımı sanıyordum. Ama artık öyle değildi. Hiçbir insan acı çekerken yalnız kalmamalıydı.

 

Bunun kendi tercihi olduğunu sanıyordum. Fakat şu an net bir biçimde böyle olmadığını anlamıştım. O acılarını gizlemeyi tercih ediyordu ve güçsüz görünmekten nefret ediyordu. Herkesin hafızasında hep o neşeli çocuk olarak yer edinmek istiyordu. Unuttuğu şey ise insanların sadece tek bir duygudan ibaret olmadığıydı.

 

"Hastayı daha fazla yormayalım." dedi İkra ben Ada'nın düşmüş yüzünü seyrederken. Geldiğinden beri tek bir kelime etmemiş, sadece kafa sallamakla ve zoraki gülümsemelerle yetinmişti. İkra'nın direktifini duyduğunda da bunu bekliyormuş gibi sakin adımlarla kapıya yönelmişti.

 

Diğerleri odadan ayrılırken Hazar son kez saçlarımı okşamış ve geriye doğru bir adım atmıştı. Bileğini tutup uzaklaşmasına engel oldum. "Geldiğin için..." dedim duygulu bir sesle. "Teşekkür ederim." Büyük bir gülümsemeyle beni izlerken sözlerimi devam ettirdim. "Ve gelmediğim için... Özür dilerim."

 

Hiçbir şey söylemeden kollarını bana sardı, saçlarımın üzerinde sıcak bir baskı hissettim. Yumuşak kıvırcık saçlarından gelen sabun kokusu beni yatıştırırken kollarımı ona doladım. Her zaman duygusal bir insan olduğunu biliyordum. Çünkü Hazar gülüşleri kadar düşüşleri olan bir çocuktu. Bazen anlık olarak görebilirdiniz o acıları fakat gizlemeyi çok iyi başarırdı. Tabi buna başarı denirse.

 

"Senin suçun olmadığını biliyorsun Peri. Hatta senin bana saygı duymana hayranım. Ben anlatmadıkça sormazsın, gelmeni istemediğimi anladığında da gelmezsin."

 

"Hayır." dedim hemen itiraz ederek. "Ben senin arkadaşınım ve her koşulda yanında olmalıydım. Daha böyle bir kaybın olduğunu bilmiyordum bile." Etrafıma sıkıca doladığı kollarını hafifçe gevşettiğinde göz göze geldik. Şu an duygularının önüne çektiği o ışıltılı perdeyi indirdiği nadir anlardandı. Hissettiği acıyı artık ben de görebiliyordum. "Herkesin kimsenin bilmediği kayıpları vardır Peri. Ve kimsenin bilmemesinin tek nedeni de acı sahibinin onu saklamak istemesidir."

 

"Hâlâ saklamak istiyor musun?"

 

Kafasını usulca aşağı yukarı oynattı. "Evet."

 

"O zaman beraber saklayalım." Bu sefer ben Hazar'a sarıldım. Ona saygı duymayı seçtiğim ama farkında olmadan yapayalnız bıraktığım her gün için de defalarca kez sarılmaya hazırdım. Ama tabi ki o günlerin telafisi olamayacağını biliyordum.

 

Beraber saklamamız gerektiği için Ada haricinde bu konu hakkında kimseyle konuşamazdım. İkra böyle bir şeyi öğrenirse muhtemelen ortalığı yıkardı. Bazen sonuçlarını düşünmeden fevri davranışlarda bulunabiliyordu.

 

"Tamam. Hadi sen dinlen." Aslında dinlenilecek bir şey yoktu. Akel'in bana gözdağı vermek için yaptırdığı bir olaydı ve sadece eter gibi bir madde koklamış olmalıydım. Ama arkadaşlarım tansiyonumun düştüğünü sandıkları için biraz daha odamda kalmalıydım.

 

Yanımdan ayrılan Hazar'ın arkasından öylece kapıyı izlemeye başladığımda bu sefer de başka bir beden içeri girdi. "Bir yere gitmemiz lazım." dedi sesini kısık tutarak. "Arkadaşlarına bir şeyler uydurmamız gerekiyor." Ilgaz sakince yanıma gelip yatağımın kenarına oturduğunda şüpheli bakışlarımı üzerinde gezdirmekle meşguldüm. Buzlukta dönen bütün olaylara dahil olduğumdan sonra bile bana hiçbir şey anlatmamaya devam ediyordu ve Ilgaz hakkında sinirimi bozan tek şey de buydu. "Nereye?" dedim soğuk bir sesle. Bana cevap vermedi. Her zamanki gibi.

 

"Hadi oğlum ya. Seni soruyorlar aşağıdan. Bu aralar bayağı revaçtasın." Uraz da bize katıldığında artık kadro tamamdı. Her ikisi de onlar "Hadi gidiyoruz" dediklerinde benim de "A, öyle mi? Hemen gidelim." falan dememi bekliyorlardı herhâlde. Neydim ben? Sorgulamayan bir kukla falan mı?

 

"Ya Uraz dur bir kardeşim. Peri'nin ne söyleyeceğini düşünüyoruz şurada." He yani bu kadar emindi benim onunla geleceğime. "Bana her şeyi açıklamadan bu odadan dışarı bir adım bile atmıyorum." dedim bir anda. Hakkım olan gerçekleri böyle tehditvari bir şekilde elde etmek istemezdim ama onlara yüzlerce kez şans vermiştim.

 

İkisi de bu çıkışımı beklemediklerinden kaşlarını çatmış, benim gerçekten böyle bir şeyi söyleyip söylemediğimi anlamaya çalışıyorlardı. Uraz bir anda öne çıkıp "Başımın belası küçük kardeş, beni iyi dinle." dedi ve nefes almadan konuşmaya başladı. "Şimdi bu garip gözlü adam var ya. He, işte onun adı Boris. Hani seni kazadan çıkaran adam. İşte o adam bir süredir kaçaktı ve biz de onun peşindeydik. Akel ne kadar pis işi varsa hepsini ona yaptırıyor. He, bir de bunların ikisi kardeş. Boris'i daha dün yakaladık ama benim bu akıllı kardeşim elinden kaçırmış. O herif de soluğu senin yanında almış. Ve şimdi Ilgaz'ın arkadaşları adamı tekrar yakaladılar. Biz onun yanına gitmek zorundayız."

 

Bütün bu cümleleri tek nefeste söyledikten sonra derin bir nefes çekti içine. "Şimdi bizimle geliyor musun, gelmiyor musun?"

 

***

 

Tabi ki de onlarla bu izbe yere gelmiştim. Konuşmamızın üzerinden on dakika geçtiğinde Ilgazlarla birlikte salona inmiş, iyi olduğumu göstermek adına arkadaşlarımla sohbet etmiştim. Uraz kendini Ilgaz'ın arkadaşı olarak tanıttığı için kimse onu yadırgamıyordu. Neyse ki çok zaman geçmeden, zaten vakit de epey geç olduğundan, herkes evlerine dağıldı ve ben de İkra'yla biraz hava almak istediğime dair duygusal bir konuşma gerçekleştirdim.

 

Ve şimdi de buradaydım. İlk önce üçümüzün buzluğa geldiğini zannetmiştim ki buna epeyce de şaşırmıştım. Çünkü buzlukta adam alıkoymak bana oldukça sıra dışı görünmüştü. Yani açıkçası bir adamı saklamak için uygun olduğunu düşünmüyordum. Orası daha çok bir çözüm merkeziydi benim için. Bir adamı alıkoymak veya şiddet için kullanılmıyordu.

 

Gecenin soğuğu üzerimize yapışırken buzluğun arkasına doğru ilerlemeye başladığımızda burada başka bir yapının daha olduğu düşüncesi yerleşti kafama. Yaklaşık beş dakikalık bir yürüyüşten sonra koca bir çalılık bizi karşıladı. Ilgaz önden yürüyerek dalları ve yaprakları Uraz ve benim için kenara çekti. Böylece şu an karşımda duran bu binayla karşı karşıya kaldım.

 

Oldukça sağlam görünüyordu. Duvarlarındaki taşlar sıra sıra özenle dizilmiş gibiydiler ve belirli bölgelerinde siyahlıklar mevcuttu. Sanki bir zamanlar yangından son anda kurtarılmış gibiydi. İki katlı sayılırdı. Tabi çatısında bir kat daha olduğunu düşünerek söylemiştim bunu.

 

Evden ayrılırken, Ilgaz'ın her zamanki siyah arabasının arka koltuğuna kurulurken ve hatta buzluğun önüne geldiğimizde bile kendimi gayet normal hissediyordum. Ama şimdi o kesik gözlü, bana timsahları hatırlatan adamın bu çelik kapının ardında olduğunu bilmek avuçlarımı terletmeye başlamıştı. Ilgaz adımlarını hiç hız kesmeden kapıya doğru atıyordu. Ne zaman yürümeyi bıraktığımı bilmiyordum. Ilgaz kapının açılmasını sağladığında ve Uraz'ın eli sırtımda destek olmak ister gibi durduğunda soğuktan kurumuş olan dudaklarımı ıslatıp bu binayla aramdaki mesafeyi kısaltmaya başladım. Attığım her adım beni geçmişime götürüyormuş gibiydi.

 

Yüksek eşikten geçtiğimde önümde uzun boyuyla Ilgaz, hemen arkamda ise Uraz dikiliyordu. "Vay, beni ziyarete geldiniz demek." Boris denen adamı görmeden önce sesini duydum. Ve o an aklımda dönüp duran "Akel'in selamı var." cümlesi ile kaza yaptığımız gün söylediği "Ne kadar da güzel bir kız çocuğu değil mi Emir?" sözleri hemen sahiplerini bulmuştu. Bir travma gibi bu adamın sesini beynimde yaşattığımı fark etmek daha da korkunçtu.

 

Ilgaz arkasına dönerek bana bir bakış attığında dümdüz bir ifadeyle durduğuma neredeyse emindim. Benim iyi hissettiğime karar vermiş olacak ki görüşümü daha fazla daraltmayı bırakıp sol tarafa doğru uzun bir adım attı. Böylece timsah adam ve gözleriyle baş başa kaldım. En son anılarımı izlediğimde göründüğü gibiydi. Sadece biraz daha yaş almıştı. Ilgaz'dan büyük görünüyordu ama aralarında en fazla beş yaş olduğunu düşünüyordum.

 

"Pericik de buradaymış. İyi uyudun mu prenses?" Benimle böyle konuşabilme cüretini nereden bulduğunu bilmiyordum. Sonuçta kullandıkları birçok denekten sadece biriydim ve beni özel olarak tanıyacak kadar bu adamla nasıl bir samimiyetim olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu.

 

"Oydu değil mi?" dedi Ilgaz sol tarafımdan. "Seni kaza yaptığınız arabadan çıkaran kişi..." Cümlesini devam ettirmemesinin sebebi benim birçok defa kafamı aşağı yukarı sallayıp ona olumlu cevap vermemdi. Ben neden buraya gelmiştim ki? Acı çekmekten zevk mi alıyordum?

 

"Beni onunla yalnız bırakır mısınız?" dedim gözlerimi etrafta dolaştırırken. Ilgaz'dan itiraz dolu cümleler duymaya hazırdım ama kimse tek bir kelime etmedi. Sadece köşede duran siyahlı, tanımadığım adam yerinden kımıldamadı. Onun da güvenliğimiz için burada olduğunu tahmin ediyordum. Omzumda bir el yer edindiğinde "Hemen kapının önündeyim." sözleri kulağıma fısıldanmıştı. Ilgaz'ın hiç itiraz etmeden Uraz'la beraber çıkıp gitmesi beni şaşırttı ama muhtemelen benim bu adamla yüzleşmem gerektiğine o da hak veriyordu. Ya da sadece birkaç gün önce ona bağırarak söylediğim isteğimi gerçekleştiriyordu. Karalarıma saygı duyuyordu.

 

"İyi uyudum." dedim az önceki laubali sorusuna cevap vererek. Elleri ve bacakları oturduğu sandalyeye bağlı olduğundan kendimi çok da gergin hissetmiyordum. Bu yüzden rahatça konuşabiliyordum zaten. "Buna sevindim küçük kız." dedi imayla.

 

"Neden yaptın?" diye sordum hemen ardından. "Beni neden o arabadan çıkardın?" Cümlemin sonlarına doğru sinirlerime hâkim olamadığımdan sesim yüksek çıkmıştı. Timsah adamın güldüğünü işittim. Kafasını önüne eğmiş olduğundan yüz ifadesini göremiyordum ama bunun için de ona yaklaşacak değildim. Şu an bulunduğum yer sadece kapıdan üç adım uzaklıktaydı ve bu kendimi güvende hissetmemi sağlıyordu.

 

"Hatırlamıyor musun yoksa? Ne yazık." dedi alayla gülümserken. Şimdi gidip suratına bir tane geçirsem ne yapabilirdi ki? En azından o gri ortası kesik gözlerini birkaç saniye olsa da kapatırdı da ben de feraha ererdim. Böylesine ucube bir lensi kim üretiyordu?

 

"Seninle konuşmaya çalışmam bile hataydı." dedim arkamı dönüp kapıya doğru bir adım atmadan hemen önce. Gerçekten bu adamdan ne duymayı bekliyordum? O sadece bir piyondu.

 

Attığım tek adımı devam ettirmememin sebebi Boris'le daha fazla konuşmak istemem değildi. Sözleriydi. Dışına nazaran içi kırık dökük olan bu taş evin duvarları taşımıştı bana onun sesini. "Ilgaz'a çok mu güveniyorsun?" demişti. "Sana her şeyi anlattı mı?"

 

Aradan saniyeler geçti ve bu adam benim iç sesimi; kendimle olan kavgamı biliyormuş, duyuyormuş gibi bir cümle daha sarf etti. "Ne kadar tanıyorsun ki onu? Ya da hatırlıyorsun mu demeliyim?"

 

Beni yerimde durmaya zorlayan, daha fazlasını bilmek istememi sağlayan sözler bunlardı. Her zaman her şeyden kaçan Peri, konu güven olduğunda arkasına bakmadan koşan ben, şimdi de ortalıktan kaybolacak mıydım? Ilgaz'a güvenmeyi seçmiştim ve bu benim seçimimdi. Evet. Ilgaz'ın, bana seçimlerimi sorgulatmayacağını, beni böyle zor bir durumla karşı karşıya bırakmayacağını düşünmüştüm. Sonuçta biz birbirimizi iyileştirmiştik. İnsan somut bir şekilde şifa olduğunu birine ihanet edebilir miydi? Üstelik ben de onun ilacı olmuşken.

 

"Küçük kızlar hata yapabilirler Peri. Ben de bunun için varım. Onları hatalarından döndürmek için." Yavaşça arkamı dönüp bütün tüylerimin diken diken olmasına neden olan o gri gözlere baktım. Bunu bekliyormuş gibi hiç susmayan dudakları tekrar hareketlendi.

 

"Ilgaz da bizden biri Pericik." İşte bu cümle son beş dakikadır sakin olmak için kullandığım bütün nedenlerimi silip atmıştı. Yavaş yavaş sinirlendiğimi hissediyordum. Eğer yalan söylüyorsa gerçekten de çok amaçsız bir yalandı. Sinirlerime hâkim olamayıp yanlış bir şey söylemekten korkuyordum. Ama her geçen dakika aleyhime işliyormuş gibiydi.

 

"Yalan söylüyorsun." dedim. Ve böylece Ilgaz'a olan güvenimi son kez savunmuş oldum.

 

Bu adamın tek bir sözüne dahi inanmıyordum ama aklımın en karanlık köşesinde tek bir soru öylece havada asılı kalmıştı. Ya doğruysa? Bu ihtimali düşündüğüm ilk andı ve sol kolumda hissettiğim katlanılamaz acının sebebinin de bu durum olup olmadığını merak ettim.

 

Daha önce tenimde hiç böyle bir şey hissetmemiştim bu yüzden de gözlerim direkt olarak koluma kilitlenmişti. Üzerimdeki ceketin kolunu sıyırdığımda koca bir morluk beni karşıladı. Şaşırmamı sağlayan etken bu değildi çünkü ben her zaman farkında olmadan kendimi yaralama potansiyeline sahiptim. Kolumun iç tarafında dirseğimin hemen altında asla görmeyi beklemediğim hareketli minik bir disk vardı. Tıpkı lunapark rüyasında olduğu gibi. O zaman da Doğu'nun ölümüne çok fazla üzülmüş ve aynı zamanda sinirlenmiştim. O rüyada sayıları çok fazlaydı ama şimdi tek bir tanesinin ritmik hareketlerle tenime vurduğunu görebiliyordum.

 

Karşımda böyle bir adam olmasa daha fazla inceleyebilirdim. Ama benim hakkımda öğrendiği her bilginin bana kötü bir şekilde döneceğinin farkındaydım. Üstelik derimin altındaki bu hareketli disklerle alakalı Ilgaz'ın bile bir fikri yoktu. Bu yüzden hemen o minik diskin üzerine sağ elimi bastırdım ve hareketsiz kaldığına emin olana kadar da oradan çekmedim.

 

"Yalan söylemiyorum. Ben sadece yıllar önce yaptığım gibi seni yeni bir yangından daha kurtarıyorum." İşte buna kahkahalarla gülebilirdim. Yıllar öncesinde yaptığı şeyin gerçekten kurtarmak olduğunu mu sanıyordu? Benim için asıl kurtuluş o arabada kalmaktı.

 

Bu adama inanmadığımda alacağım hasar inandığımda alacağımdan çok daha büyüktü. Eğer Boris'e inanırsam daha kârlı çıkacak gibi görünüyor olabilirdim. Peki gerçekten öyle miydi? Bir güveni yıkmak onu oluşturmaktan çok daha kolaydı belki. Ama ya benim alacağım hasar? O güven yıkıldığında enkazı da hayatım boyunca benimle kalmayacak mıydı? Yıkılırken duvarlarıma verdiği hasar her geçen gün su sızdırmayacak mıydı?

 

"Ya o yangını sen başlattıysan?" Yıllar önce yaptığımız o kaza, Boris'in beni sözde kurtarması ve Akis'e götürmesi... Bunların hepsinin bir tesadüf olmadığının gayet de farkındaydım. Birkaç gün önce tesadüflere inanırdım belki ama şimdi ölesiye inkâr edebileceğim tek şeydi. O kazayı yapmamız da kazadan sadece benim kurtulmam da oyunun sadece küçük parçalarıydı.

 

Sarf ettiğim sözlerden sonra Boris'in giderek şaşırmaya evrilen surat ifadesini zevkle izledim. Beni anılarından yoksun, saf, küçük bir kız çocuğu olarak gördüğü barizdi. Anılarımdan yoksun olduğum doğruydu ama kesinlikle saf değildim. Anne ve babasını bile bile o arabaya bindiren bir kız çocuğu ne kadar saf olabilirdi?

 

Daha fazla burada durmama gerek yoktu. Kapıyla aramda kalan iki adımlık mesafeyi de kapatıp kendimi dışarı attığımda soğuk hava beni sarmaladı. Uraz ve Ilgaz'ın sorularını duymazdan geldim. Zaten yarın biz Boris'le konuşurken kenarda bekleyen çocuktan her şeyi öğreneceklerdi. Neden sorma zahmetine giriyorlardı ki?

 

Timsah adamın sözleri tam olarak içimdeki duyguları yıkmış değildi ama inkâr edilemez bir şekilde Ilgaz'a duyduğum güveni sorgulamama neden olmuştu. Ne Ilgaz'a ne de buzluktaki diğer kişilere tam olarak güvenebilirdim. Bunu kabullenmek demek sırtımı yasladığım duvarın bir anda yok olması demekti. Artık her şeye hazırlıklı olacaktım. İhanetin düşüncesi bile çok fazla acı vericiydi. Hem de beraber yeterince çok kayıp vermişken.

 

Yıllar önce o arabada yangını ben çıkarmamış olabilirdim. Ama şimdi tam da şu anda yeni bir yangın başlatıyordum. Hatta bu sefer kibrit de o kibriti çakan el de bendim. Bir insanı kendi başlattığı yangınından kurtarabilir miydiniz ki?

 

***

 

BİRKAÇ SAAT ÖNCE

 

ADA

 

Gün batmaya yüz tutmuşken ağır sırt çantamı omzuma asmış, sahil yolunda öylece yürüyordum. Kafedeki mesaim henüz yeni bitmişti ve benim aklımda sadece tek bir kişi vardı. Her zaman orada olması yetmiyormuş gibi şimdi bir de onun için endişelenmeye başlamıştım. Öğlen abisini almak için geldiğinde ona bir sürü şey söylemek istemiştim. Hazar kardeşini kaybetmişti ve bugün ölüm yıl dönümüydü. Tabi ki de ona destek olmam, teselli edecek sözler söylemem gerekiyordu.

 

Onu telefonla aradığımda ve abisinin iyi olmadığını söylediğimde hemen geleceğini bildirmişti ama o boğuk sesin Hazar'a ait olduğunu düşünmek bile istememiştim. Zorla nefes alıyor, zorla kelimeleri birleştiriyor gibiydi. Geldiğinde de karşımda acıdan harap olmuş, gözleri şişmiş bir Hazar görmeyi bekliyordum. Ama o oldukça güçlü duruyordu. Yüzünden eksik etmediği tatlı tebessümü onu terk etmiş olsa da şu dört yılda Hazar'ı çözememiş, tanıyamamış olduğumu bir kez daha net bir şekilde anlamıştım.

 

Hazar'ın güzel gülüşleri vardı kendine has. Birçok defa tanık olmuştum o gülüşlere. Hayran hayran izlemekten de çekinmemiştim. Ama tabi ki şiddetli düşüşleri de vardı her insan gibi. Bugün görmüştüm o düşmüş hâlini ve bir daha da asla görmek istemiyordum. Güçlü görünüyordu fakat çökük omuzları ve ıslak bakışları gözümün önünden gitmiyordu.

 

Peri'ye bile cevap verememiş abisini aldığı gibi gitmişti hemen. Ne olursa olsun ben Hazar'ın arkadaşıydım ve ona karşı hislerimin olması hiçbir şeyi değiştirmezdi. Onun yanında olmalıydım.

 

Sahil yolu son bulduğunda iki yanıma göz atıp karşıdan karşıya geçtim. Önümdeki beyaz iki katlı müstakil ev, yemyeşil bahçesiyle beni karşıladı. Açıkçası nasıl karşılanacağımı bilmiyordum. Bu eve ilk gelişim de değildi aslında. Ama bugün farklı bir gündü işte.

 

Elimdeki poşeti sımsıkı tutarak bahçenin tam ortasında bulunan taşlı yoldan geçtim. Parmaklarım zile uzandığında acaba gelmeden önce arasa mıydım diye düşünüyordum. Hazar için gelmiştim ama ailesine de rahatsızlık vermek istemiyordum. Zaten bir kapıdan görüp gidecektim. Nasıl olduğunu görsem yeterdi.

 

"Ada?" Kapıyı açan onu görmek için metrelerce yol teptiğim arkadaşımdı. Kıvırcık sarı saçları dağılmış, yeşil gözlerinin altındaki koyuluklar oluşmuş olmasına rağmen büyüleyici görünüyordu. Soğuktan kurumuş dudaklarımı ıslattıktan sonra hafifçe gülümsedim. "Merhaba."

 

Ne diyeceğimi bilememiştim çünkü beni gördüğüne bu kadar şaşırmasını beklemiyordum. Kapının kenarına yaslanmış, yorgun gözlerle beni izliyordu ve bir şey söylememesi her geçen saniye daha da gerilmeme neden oluyordu.

 

"Ben seni merak ettiğim için geldim." diye açıkladım ve elimdeki poşeti ona doğru uzattım. Elim boş gelmek istemediğimden pastaneye uğramış, sevdiği tatlılardan almıştım onun için. Aslında doğru bir seçim yapıp yapmadığım hakkında emin değildim. Aklıma bu gelmişti. Yolda gelirken tezgâhta gördüğüm bir anahtarlığı daha atmıştım poşetin içine çünkü hoşuna gideceğini düşünmüştüm. Umarım severdi.

 

Uzun parmakları poşete uzanıp eline aldığında içine bir göz attı ve hemen sonra tebessüm ederek "Teşekkür ederim." dedi. "Rica ederim. Ben artık gideyim. Muhtemelen yalnız kalmak istiyorsundur." Amacıma ulaştığıma göre evime dönebilirdim. Nasıl olduğunu görmüştüm ve içim artık rahattı. Ailesinin evindeydi ve güvendeydi. Hem böyle zamanlarda yalnız kalmak istediğini biliyordum. Sınavından düşük aldıysa, arkadaşlarıyla kavga ettiyse ya da babasının baskısına maruz kaldıysa o gün yanına kimseyi yaklaştırmazdı. Ertesi gün aynı neşesine geri dönerdi ve herkes ona ayak uydururdu. Ben dahil.

 

Ona el sallayıp arkamı dönerek geldiğim yoldan geri döneceğim sırada parmaklarının bileğime dolandığını hissettim. Kolumdan hafifçe çekiştirdi ve tekrar ona dönmemi sağladı. Bu sefer yüzünde daha sevecen bir gülümseme vardı.

 

"Gelsene." dedi kapıya yasladığı bedenini kenara çekerek. Ciddi olup olmadığını anlamak için gözlerimi bir süre yüzünde tuttum. Onu reddetmek için hamle yaptım ama o lafımı keserek "Hadi." diye tekrarladı isteğini.

 

Ailesinin de evde olabileceğini düşünüyordum bu yüzden de girmesem daha iyiydi ama karşımdaki bu istekli yeşil kürelere itiraz edecek gücü kendimde bulamadım. İçeri doğru bir iki adım atıp ayakkabılarımı çıkarttım ve köşeye yerleştirdim. Ev oldukça sessizdi. Bu yüzden sessiz adımlarla Hazar'ı takip etmeye başladım. "Ailen evde değil mi?"

 

"Abim odasında uyuyor. Annemler de teyzeme gittiler." Anne ve babasının çektikleri acıyı tahmin bile edemiyordum. Kayıplarının üzerinden epey zaman geçmiş olmalıydı ama söylenilenin aksine zamanın geçiremediği tek duygu acıydı. Daha derinlere itiyor olabilirdi, ne kadar derindeyse etkisinin o kadar büyük olacağını unutuyorlardı.

 

"Madem tatlı aldın o zaman beraber yiyelim." dedi Hazar zoraki bir neşeyle. Mutfağa girip tezgâha paketi yerleştirdi ve içindeki üç kutuyu da özenle poşetten çıkarttı. Ben de bir masanın sandalyesine oturmuş, onu izliyordum.

 

Tam poşeti alıp torbaları koydukları yere götürecekken içinde bir şeyin daha olduğunu fark etti ve gözleri saniyelik olarak beni buldu. Yüzümdeki gülümsemeyle bakması için poşeti işaret ettim. Küçük figürü elleri arasına alıp incelemeye başladığında sevdiğini anlamıştım çünkü gülüşü büyümüştü. "Güle güle kullan." diye mırıldandım. Sahil yolunda bulunan hediyelik eşya mağazasından bulmuştum bu anahtarlığı. Sarı kıvırcık saçlara, yemyeşil gözlere sahip minyatür bir çizgi film karakterine benziyordu. Hazar'a çok fazla benzettiğimden onun için almak istemiştim.

 

"Çok tatlı. Teşekkür ederim." dedi anahtarlığı özenle eşofman ceketinin cebine koyarken. Aklıma maça gittiğimiz gün ve sonrasında olanlar belirip duruyordu ama şu an hiç sırası değildi. Hazar'a olan kırgınlığımı bir süreliğine rafa kaldırmıştım. Üstelik ona kırgın olmaya bile hakkım yoktu. İstediği gibi hareket edebilirdi. İster sevgili bulurdu ister yıllarca bekâr kalırdı. Ne hakla ona kırgın olabiliyordum ki? Hazar bana hiçbir şey vaat etmemişti ve ben de hislerimi gayet güzel bir şekilde saklamaya devam ediyordum. Ona kırgın olmaya hakkım yoktu. Hazar çok iyi bir arkadaştı ve ben de onun gibi davranmaya çalışıyordum. Kötü günümde hep yanımda olurdu, üzgünsem beni neşelendirirdi. Ona fazlasıyla borçluydum.

 

Hazar ilk kutuyu açmış, içindeki trileçe dilimlerini büyük tabağa yerleştirmeye başlamıştı. Diğer kutuları da açarak aynı işlemi uyguladığında yanında oturduğum masanın üzerine üç büyük sunum tabağını yerleştirmişti. Ekler, trileçe ve çikolatalı kurabiye almıştım çünkü sevdiğini bildiğim tatlılar bunlardı. Hazar büyük bir tatlı aşığı olduğundan çok fazla da seçeneğim vardı aslında.

 

"Böyle yiyiverelim üşendim şimdi ayrı tabaklara koymaya." Tam yanımdaki sandalyeye oturacakken "İçecek bir şey ister misin?" dedi. Ondan önce davranıp ayaklandım ve omuzlarından bastırarak sandalyeye oturmasını sağladım. "Sen otur. Ben yaparım." dedim tezgâhın üzerindeki ısıtıcıyı gözüme kestirip. "Kahve yapıyorum." diye bildirdim. Ağzına kurabiyelerden birini atarken "Olur." dedi. Dolaplardan bulduğum kupalara iki kahve hazırladıktan sonra Hazar'ın yanına döndüm.

 

Sessizce bir bu tabaktan bir diğer tabaktan yiyordu ve hâlinden gayet memnun gözüküyordu. Ya da dışarıya öyle yansıtıyordu. Hemen yanında bulunan sandalyeye oturduğumda bir süre onu izledim. Bunu fark etmesine rağmen hiçbir tepki vermeden tatlılardan yemeye devam ediyordu. Kahvemden bir yudum aldım.

 

"Hazar." dedim ve gözlerini bana çevirmesini bekledim. "İyi misin?"

 

"İyiyim." dedi hemen sahte bir gülümsemeyle. Onun en samimi gülüşlerine tanık olduğumdan sahtelerini hemen fark ediyordum. "Neden sordun? İyi görünmüyor muyum?" Kıvırcık saçlarını düzeltmeye başlamıştı ama o da neyi kast ettiğimi çok iyi biliyordu.

 

"Hazar..." dedim tekrar elimi ona doğru uzatarak. Koluna dokunmak istemiştim ama hemen sonra vazgeçtim. "Biz arkadaşız." Boğazımdaki yumruyu yutkunarak geçirmeye çalıştım. "Bana anlatabilirsin." Bazı şeyleri içine atmak zorunda değildi. Tamam. Bazen insanlar sırlarını, kayıplarını kendilerine saklamak isterlerdi. Onu anlıyordum. Hazar ise hiçbir şeyini bize anlatmazdı. Sadece bizi hayatına ne kadar dahil ettiyse biz o kadar vardık onun için. Ama ben daha fazlası olmak istiyordum.

 

Cümlemden sonra gözlerini masaya dikmiş öylece zemini izliyordu. Destek olmak için elini tutmak istedim ve ona doğru uzandım. "Hayır." dedi bir anda ayağa kalkarken. Ona uzanan elim koluna çarpmış hemen yanıma düşmüştü. "Anlatamam." Ve gitti. Hızlı adımlarla çıktı mutfaktan.

 

Ben ise ne yapacağımı şaşırmış bir şekilde öylece oturmaya devam ettim. Asla böyle bir tepki beklemiyordum. Çok mu üzerine gitmiştim? Sadece onun yanında olduğumu bilmesini istemiştim. Sanırım artık gitsem iyi olurdu. Zaten baştan eve girmemeliydim. Ne diye ısrar ettiyse? Muhtemelen bu kadar yol geldiğim için bana nazik davranmaya çalışmıştı. Ben de o nezaketi başka bir şey sanmıştım. Hazar'ın davranışlarını başka bir yerlere çekmeye bayılıyordum gerçekten. Kahretsin ki içimdeki umut dolu ışıltılara karşı koymayı bir türlü öğrenememiştim.

 

Yandaki sandalyeye bıraktığım ağır sırt çantamı tekrar omzuma atıp mutfağın dışına doğru ilerlemeye başladım. Hazar muhtemelen odasına çıkmıştı ve bu bana git demenin farklı bir yoluydu. Kalbim Hazar'a kırılmak için can atıyormuş gibiydi. Sadece... Sinir bozucuydu.

 

Mutfaktan sonra koridora çıktığımda dış kapıdan geçip gidecektim ama duyduğum şeylere kayıtsız kalamayıp holde biraz oyalanmayı seçtim. Hazar salonda telefonla konuşuyordu. "Yine mi bu konu Gökçe?" Bir an sessizlik oldu. "Sana geçen gün gayet net anlattığımı düşünüyorum... Evet." dedi sıkıntıyla.

 

"Evet kardeşimdi... Sen nereden öğrendin?" Gökçe ismini geçen gün dövüş kulübüne gittiğimde de duymuştum. Yeni sevgilisinin adı mıydı? "İyi olur. Evime mi geleceksin?.. Tamam gel. Bekliyorum." Ve telefonu kapattı.

 

İçimdeki bütün karmaşaya rağmen nasıl o evden sessizce ayrıldım bilmiyordum. Karanlık gökyüzüne bakıyordum sürekli çünkü yaşlar yanaklarımdan süzülmek için inat ediyorlardı. Sadece yürüyordum. Sahil yoluna inmiş, rüzgârın saçlarımı dağıtmasına izin veriyordum.

 

Sırt çantamın saplarına sıkıca tutunup buraya geldiğim yönün tersine adımladım. Neden ona ulaşmama izin vermiyordu ki? Dört yıl boyunca hiç mi yardımım dokunmamıştı ona? Gökçe denen kızın yanında olmasına izin veriyordu. Tamam. Sevgilisi olabilirdi. Ama ben de onun... arkadaşıydım. Bilmiyordum belki de boşuna alınganlık yapıyordum. Yine de şu gözlerimi ıslatan hüzne engel olamıyordum.

 

Evime doğru yürüdüğüm süre boyunca -farkına varmadan bir saat boyunca yürümüştüm- Hazar üç kez aramıştı beni ama cevap vermek istemiyordum. Olanları sindirene ve yüzüme bir maske geçirmeye hazır olana kadar da aramalarını cevaplamayacaktım. Sadece biri şu sol tarafımı yarsın ve oradan Hazar'ı çekip çıkarsın istiyordum.

 

Artık bu adamı her şeyiyle sevmekten yorulmuştum.

 

Soğuk hava yüzünden ellerim ve yüzüm buz tutmuş bir şekilde evime yaklaştığımda çantamda anahtarımı aramaya koyuldum. En ön bölmeden zar zor çıkardığım anahtarı kilide yerleştirdim ve apartmanın ağır demir kapısını araladım.

 

Gecenin sessizliğinde art arda iki defa korna çalındığında ister istemez gözüm oraya kaydı. Arabanın sahibi sokağıma girdikten sonra tam evimin önüne park etmiş, göz kamaştırıcı farlarını kapattı. Bu, öğlen de gördüğüm Çağrı Abi'ye ait beyaz arabaydı.

 

"Ada." Kaşlarım havada ne yapmaya çalıştığını anlamaya çabalıyordum. Sarı kıvırcık saçları ve yemyeşil gözleriyle arabadan inen kişi Hazar'dan başkası değildi. Neden bu kadar eşsiz bir insan olmak zorundaydı ki? Neden benim gözümde bu kadar büyüktü değeri?

 

Adımlarını hemen yanımda durduğunda telaşlı hâlini daha yeni fark edebiliyordum. Tabi ki bir şey olmuştu. Gönlümü almak için peşimden geldiğini falan asla düşünmemiştim. "Peri bayılmış." dedi bir anda. "Ne?"

 

"İkra söyledi kapılarının önünde baygın bulmuş onu."

 

"Ne diyorsun ya? Hadi hemen gidelim." Hazar'ın telaşı bana da bulaşırken sırt çantamı hemen kapıdan içeri bırakmış, açtığım kapıyı tekrar kapatmıştım. Çantamın apartmanın içinde güvende olmasını diliyordum. Hazar çoktan arabaya binmişti. Ben de yan koltuğuna oturduğumda arabayı çalıştırıp gaza bastı.

 

"Neden bayılmış ki?" Peri için endişelenmiştim ama yanımda bu adam varken endişem ve kırgınlığım iç içe girmişti. Bu yüzden sesim biraz soğuk çıktı. Hazar cevap vermedi. Tepkisini görebilmek için bakışlarımı ona çevirdim.

 

Omuzlarını aşağı indirip kaldırmış, "Bilmiyorum." diye cevap vermişti soruma. Ben ise o an için cevabıyla pek ilgilenememiştim. Dikiz aynasındaki süse takılmıştım çünkü. Araba hareket hâlinde olduğundan bir ileri bir geri sallanıp duruyordu. Sarı saçlı, yeşil gözlü bir minyatür çocuk... Bu benim aldığım anahtarlıktı.

 

Ellerimi yumruk yapıp oturduğum koltuğa bastırdım ifadesizce durabilmek için. Gerçekten Hazar... Sen bana zararlı mısın, yararlı mı?

 

Beni güldürür müsün, yoksa öldürür müsün?

 

Ellerinin arasına bıraktığım kalbimi sever misin bir gün? Ya da sadece geri mi verirsin?

 

,

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%