@yellowwheat
|
Tenime yapışan nem, boğucu bir sıcak, burnumda ateşin kokusu... Başımdaki sersemletici ağrıya rağmen gözlerimi hafif aralamamı sağlayan etkenler bunlardı. Çevremdeki yoğun sis bulutu bütün hücrelerime işlemiş, duymamı ve net görmemi engelliyordu. Tek hissettiğim şey katlanılmaz bir acıydı. Bir araba motorunun çalışma sesini duyuyor gibiydim ama o kadar boğuktu ki bu sesin benim inlemem olduğunu bile düşünebilirdim. Etrafıma bakmak istedim, neler olduğunu tam hatırlayamıyordum bile. Kollarımı kaldırıp koltuklara zorlukla tutunmaya çalıştım. Bütün kemiklerim kırılmıştı sanki ve şimdi de tenime batıyorlardı.
Paramparça olmuş arabamızın ön camı girdi ilk önce görüş açıma. Koca ağacın dalları kırılmış, birazı ön koltukta oturan anne ve babamın üzerine serilmişti. Benek benek turunculuklar görüyordum. Puslu beynim onun ne olduğunu algılayamadı ancak hissettiğim sıcaklık sayesinde bir yangının tam ortasında olduğumu idrak edebildim. Arabamız...yanıyordu.
Demek ölüm sebebim araba değildi. Bir yangında ölecektim. Ya da büyük bir patlama sonucu bütün uzuvlarım sağa sola savrulacaktı. Yüzümde anlamsız bir gülümseme olmasına rağmen yine her zamanki gibi hissizdim. Ne korku vardı içimde ne de en ufak bir endişe... Bütün kabullenmişliğimle arka koltuğa uzanmıştım. Kanla ıslanmış uzun saçlarım kapatmıştı yüzümü. Bekliyordum. Yangının büyüyüp beni yutmasını bekliyordum.
Uyku tekrar beni ele geçirmeye başladığı sıralarda omuzlarımda bir çift el hissettim. Beni yavaşça sürükledi. Ona engel olmak istedim, bağırmak, çağırmak... Fakat tek yapabildiğim gözlerimden bir iki damla yaş düşürmekti. Bu iki adamı tanımıyordum. Yüzleri siyah maskelerle kapalıydı. Beni taşıyan adamın simsiyah gözleri vardı. Sonra etrafımdaki sıcaklığın yok olduğunu hissettim. Başka bir arabadaydım şimdi.
"Sür çabuk." dedi başımın üstünden bir ses. Araba büyük bir hızla hareket ederken tek yaptığım komutu veren adama dikmekti gözlerimi. Onun da ağzında siyah bir maske vardı ama beni asıl şaşırtan şey gözleriydi. Göz bebekleri sivri iki yarık şeklinde gri renkteki yuvarlakları bir bıçak gibi kesmişti. Bana timsahları anımsatmıştı.
Bu timsah adam ona baktığımı hissetmiş olacak ki korkutucu gözlerini bana çevirmişti. "Ne kadar da tatlı bir kız çocuğu değil mi Emir?" Kolumda sivri bir soğukluk hissettim bu sözlerin ardından. Emir adlı kişi soruya cevap vermedi ya da ben karanlıktaki çığlıklar yüzünden tam olarak duyamadım.
***
"Peri! Peri kalk!" Omuzlarım sarsıldı. "Uyan artık." dedi ağlamaklı bir ses. İkra... Gözlerimi açmaya çalıştım ama işe yaramadı. Sonra bedenimde koca bir soğukluk hissettim. Bu soğukluk beni yataktan kaldırmaya yetmişti.
" Oh, sonunda be kızım." İkra yüzüme bir bardak dolusu suyu boca etmişti. Boğazıma kaçanlardan kurtulmak için öksürmeye başladım. Hâlâ neler olduğunu idrak edemeyen beynim sadece nefes almaya odaklanmıştı.
"Ya sen deli misin? Boğuluyordum az kalsın." Yeni uyandığım için sesim boğuk çıkıyordu. Sahte bir sinirle İkra'yı izliyordum. Ellerini beline koymuş eğer tekrar bir nefessizlik durumu yaşarsam anında müdahale için hazırdı. "Yine kâbus gördün Peri." Yatakta yanıma oturdu." Dün kötü bir şeyler mi oldu ben yokken? Uzun zamandır olmuyordu böyle."
Dün neler olduğunu hatırlamaya çalıştım. Okul, kafe, sahil... Başka bir şey yoktu. Siyah paltolu oğlanın gözlerimle ilgili garip sözlerinden sonra izin isteyip ayrılmıştım yanından. Utanmış da olabilirdim. O anki atmosfer bana biraz ağır gelmişti. Ondan sonra da eve gelip uyumuştum zaten. Anormal bir şey yoktu.
"Hayır" dedim. "Her şey normaldi. Bu ara çok fazla arabaya biniyorum. O yüzden herhâlde." İkra'nın daha çok sorusu olduğunu biliyordum. Hepsinin cevabını almak istiyordu. Ama beni çok fazla sıkmak istemediği de açıktı. O yüzden bana kocaman bir gülümseme verdikten sonra ayağa kalktı.
"Peki öyleyse. O zaman sen buraları toparla. Ben de sana sevdiğin kreplerden yapayım. Hım?" Gözlerim dolu dolu olmuştu. Kâbus da beni iyice etkilediği için duygularımı kontrol edemiyordum. Kollarımı İkra'ya sardım sımsıkı. "Teşekkür ederim." dedim ama sesimi ben bile zor duymuştum. Saçlarımın üzerine yumuşak bir öpücük kondurdu. "Hadi, hadi. Duygusallığın sırası değil. Geç kalacağım yoksa." Kapıdan çıkmadan önce alayla söylemişti bu sözleri ama gözyaşlarını sildiğini görmüştüm çoktan.
Kâbusların neden tekrar beni rahatsız etmeye başladığını bilmiyordum. Belki de terapilerimi aksatmaya başladığım içindi. İlaçları da bir süre önce bırakmıştım çünkü gün içinde beni kötü yönde etkiliyorlardı. Tamamen uyuşmuş gibi hissediyordum. Bu kabuslardan kurtulmak istediğim doğruydu ama terapi işini erteleyebileceğim kadar erteleyecektim. Henüz hazır hissetmiyordum kendimi. Eski doktorum da artık bu şehirde olmadığı için seanslar beni daha da korkutmaya başlamıştı.
Islak çarşafı yenisiyle değiştirirken kafamı dağıtmam gerektiğinin farkındaydım. Dansa gitsem iyi olurdu. Bir dans kulübüne yaklaşık iki yıldır üyeydim. Beni mutlu etmesinin yanında eskileri hatırlattığı için geri plana atmaya çalıştığım bir aktiviteydi. Son iki yıldır kendimle girdiğim savaşlardan biri de buydu. Dans etmeye devam etmek...
Daha birinci sınıfa giderken annemin hâlâ benimle ilgilendiği değerli zamanlarda bir jimnastik kursuna yazılmıştım. Oraya gitmekten çok keyif aldığımı hatırlıyorum. Bedenimi esnetmek çoğu zaman acı verici olabiliyordu ama havada takla atarken çok iyi hissederdim. İl geneli bir yarışmaya hazırlanıyordum liseye geçtiğim zamanlar. Fakat artık annem tamamen kendisiyle ilgilenmeye başlamıştı. Bana oradan ayrılmam gerektiğini söyledi. Hiçbir açıklamada bulunmadan kaydımı aldırmış bir gün. Kapıdan içeriye giremediğimde asfalt zemine oturup saatlerce ağladığımı hatırlıyorum. Ve işte iplerimi annemden kurtardığımda tekrar başlamıştım bu işe. Dansla jimnastiği harmanlayıp koreografiler oluştururduk Umut Hoca'yla beraber. Bir aya yakın olmuştu gitmeyeli.
"Kahvaltı hazır!"
İkra'nın yukarı doğru seslendiğini duyunca odayı toplamayı bıraktım. Karnım açlıktan garip sesler çıkarmaya başlamıştı ve kreplerin kokusunu alabiliyordum artık. Merdivenleri hızlı hızlı inip mutfağa koşturdum. "Vay, döktürmüşsün." dedim gözlerimi masanın yüzeyinde gezdirirken. Sandalyemi çektiğim gibi oturmuştum hemen. Çok güzel kokuyordu.
"Afiyet olsun." dedi gülümseyerek. Önüme çikolatalı krepleri koyduktan sonra o da karşıma oturdu. Büyük bir iştahla yemeye başladım. Ama bu kreplerde bir gariplik vardı. Yine de bozuntuya vermemeye çalışıyordum. Küçük ısırıklar aldım ve kahvemi yudumladım. Bu, İkra'nın çok da iyi yemek yapamadığı gerçeğini tekrar hatırlatmıştı bana.
"Neler yapacaksın bugün? Dersin yok diye hatırlıyorum." Ağzımdaki lokmayı güçlükle yutmaya çalışırken kafamı aşağı yukarı salladım. Kahveyle yutmaya çalışıyordum ama boğazıma dizilmişlerdi sanki. Sonunda bütün çabalarım işe yaradığında sorusunu cevapladım. "Dans kulübüme gitmeyi düşünüyorum. Kafeden iki saatlik izin alabilirsem tabi."
"Doğru, sınavlar başlayınca ara vermiştin değil mi? İyi olur senin için. Hem bence bu işi ilerletmelisin. Yeteneğin boşa gider yoksa." Masadaki peynirlerden birkaç tanesini ağzıma attım.
"Sen ne yapacaksın bugün?" dedim ilgiyi üzerimden çekmeye çalışarak. İkra sürekli kreplerden yiyip yemediğimi kontrol ediyordu ve arada gözleriyle de işaret ediyordu. Kendisi bir yese ne yaşadığımı anlayacaktı ama o pek sevmezdi bu yemeği. Kabalık etmek istemediğimden gerçekleri de söyleyemiyordum. Sonuçta sabah sabah kalkmış bana kahvaltı hazırlamıştı. "Fulya'yla ödevi bitireceğiz. Yarın son teslim günü." Ağzına tabağında son kalan domatesi de atıp ayaklandı. "Hadi ben kaçtım. Sana iyi eğlenceler."
"Akşam yemeğe gelecek misin? Ona göre bir şeyler hazırlayayım." dedim ayakkabılarını giymesini izlerken. Yüzüne gelen kızıl saçlarını arkaya atıp sevimlice yüzüme baktı. "Ay, senin şu tavuk yemeğinden yapsana. Çok canım çekti." Kahvemden son yudumumu alırken ona baş parmağımı kaldırdım. "Tamamdır." Çok geçmeden bana el sallayıp çıktı evden.
Benim de çıkmam gerekiyordu ama önce şu izin işini halletmeliydim. O yüzden evin içinde telefonumu aramaya başladım. Odamda olmalıydı ama bulamamıştım bir türlü. Sonunda aklıma ceketimin cebi geldiğinde dolabıma hızla bir göz gezdirdim. Nihayet bulabilmiştim. Ekran parlaklığını açmaya çalıştım ama şarjı azaldığı için buna izin vermedi. Mecbur böyle arayacaktım artık. Umarım konuşurken kapanmazdı.
"Efendim Peri." Çalıştığım kafenin sahibi Çağrı Abi yanıtladı telefonumu.
"Çağrı Abi, senden bir şey isteyecektim."
"Tabi buyurun efendim. Emrinize amadeyiz." Konuşma tavrı beni gülümsetmişti. Hazar ile ikisi kardeşti o yüzden birbirlerine çok benziyorlardı. İlk ortak özellikleri insanları güldürebilme yetenekleriydi. "İki saatçik izin versen bana bugün. Dans kursuma gitmem gerekiyor da."
"Hım, bir düşüneyim." Bir süre hattın diğer ucundan hiç ses gelmedi. "Düşündüm ve evet izin veriyorum. Ama bir şartım var." Merakla gözlerim kısıldı. Ne isteyebilirdi ki benden? "Şart mı?"
"Aynen. Şu bizim oğlanla Ada'yı barıştırıver be. Sabahtan beri vır vır başımın etini yediler." Öyle bir hayıflanmıştı ki haline ben bile acımıştım. Aralarındaki sorun ne tam olarak bilmiyordum. Ama bence de bu iş biraz fazla uzamıştı. Ben de artık barışmalarını istiyordum. Elimden geleni yapacağımı söyledim Çağrı Abi'ye. Sonra da veda ederek kapattım telefonu.
İçimde garip bir heyecan vardı. Sevmiştim bu hissi. Tekrar dans etmeye başlayacak olmak içimde bir şeyleri harekete geçirmişti. Çok zamanım yoktu. Bu yüzden hemen hazırlanıp çıkmalıydım. Dolabımı açarak en sevdiğim beyaz tişörtümü aradım ama sonra onu kirliye attığım geldi aklıma. Bu durumdan nefret ediyordum.
Ne yapalım artık favori tişörtümüz olmadan gidiverelim biz de. Moralimi hiçbir şeyin bozmasına izin vermeyerek siyah bir tayt ve tişört giydim üzerime. Üşümemek için tişörtün üzerine de kalın bir kapüşonlu kazak geçirdim. Koluma taktığım lastik tokalar aksesuar ihtiyacımı giderirken spor çantama da temiz kıyafetlerimi yerleştirmiştim. Dışarıda yağmur yağıyordu. Cama vuran damlaların sesi bütün evi dolduruyordu. Kursa olduğunca kuru bir şekilde gitmeliydim. Bu yüzden bir taksi çağırdım.
Kapımızı iki kere kilitleyip anahtarı çantamın en güvenli yerine tıkıştırdım. Neyse ki çok beklememe gerek kalmadan taksi de gelmişti. Şoföre gideceğim yeri söyledim ve arkama yaslanıp çantamdan kokulu spreyimi çıkardım. Araba kokusunu bir nebze bastırabilmesi için elime bolca sıkarak kalanını yanaklarıma dağıttım. Yağmur iyice hızlanmıştı ve her yer çok güzel görünüyordu. İçimdeki huzurla gülümsedim.
"Geldik, efendim."
Şoförün sesiyle bakışlarımı camdan çektim. Cüzdanımı elime alarak taksimetrede yazan tutarı uzattım adama. Arabadan çıktığım gibi yağmur beni esir almıştı. Kapüşonumla saçlarımı korumaya aldım. Hasta olmak istemiyordum.
Sonra binaya çevirdim gözlerimi. Beni kocaman bir Pandia yazısı karşılamıştı. Kulübün adı buydu ve şimdi daha büyük ve görkemli bir tabelaya yazılmıştı. Duvarların dış boyası maviden siyaha dönmüştü ama bu rengi daha çok sevmiştim. Binayı daha asil göstermişti sanki. Buraya ilk geldiğim zamanı hatırladım. Rüyamda yine annemi görmüştüm. Bu yüzden de kötü bir ruh halindeydim. Çocukluk hayalimin beni iyileştirebileceğine inancım tamdı. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Kendimle gurur duyduğum sayılı an vardı ve bu da onlardan biriydi. Tekrar başlamak hayatta aldığım en iyi karar olabilirdi.
"Hoş geldiniz. Üyelik kartınız lütfen." Elimde sımsıkı tuttuğum kartı uzattım sarışın kıza. İçerisi de yeniden dizayn edilmişti. En son gördüğümde bu kadar modern değildi. Şimdi siyah temalı ferah bir mekâna dönüşmüştü. "Buyurun Peri Hanım. 3 numaralı salonumuz boş. Orada çalışabilirsiniz."
Kızın yuvarlak kocaman gözleri vardı ve küçük yüzünde en çok dikkat çeken şey onlardı. Gerçekten güzel bir kızdı. Nazikçe ona teşekkür edip uzattığı kartı çantama koydum tekrar. Merdivenlerden teker teker çıkarken etrafımda gezdiriyordum gözlerimi. Koridorlar fazlasıyla kalabalıktı. Bir ay önce daha az insan olduğuna emindim. Demek ki burası artık gelişmeye başlamıştı. Sonunda hak ettiği değeri aldığı için sevinmiştim. Umut Hoca burası için çok uğraşıyordu. Emeklerinin karşılığını almaya başlamıştı.
Hatırladığın kadarıyla 3 numaralı salon birinci kattaydı. Bu yüzden koridor boyunca yürümeye başlamıştım. Sonunda bulabildiğimde kartımı okuttum kapıya. Kilit hafif bir bip sesiyle açılırken içeriye adımladım. Burası çalışmam için yeterli büyüklükteydi. Bir duvar boydan boya aynayla kaplıydı. Yerler ahşap parkeyle döşenmişti ve tavandaki aydınlatmadan yansıyan ışıklar nedeniyle parlıyordu. İlerde küçük bir masa vardı. Üzerinde de su şişeleri diziliydi. Elimdeki çantayı masanın üzerine bıraktım. Telefonuma uzanıp sessize alacağım sırada kapımın tıklatıldığını duydum.
"Girin." diye bağırdım kapıya bakarken. İçeri giren kişiyle yüzümde özlem dolu bir gülümseme oluşmuştu. "Geldiğini haber verdiler aşağıdan." dedi kapıyı arkasından kapatırken. "Gelmesen seni arayacaktım." Yanıma gelip kollarını bir baba edasıyla bana saran Umut Hoca'ya karşılık verdim. Ellerimi sırtına doladım. "Özlemişim buraları."
"Biraz değişiklik yaptım etrafta. Nasıl olmuş?" dedi kollarını benden uzaklaştırırken.
"Her şey harika olmuş. Sonunda keşfedilmiş bu güzel kulüp. Bayağı kalabalık."
"Ben de seni bu yüzden arayacaktım." dediğinde gözlerimi merakla ona diktim. "Yarışmalara katılmak istiyorum. Pandia'nın adını duyurabilmek için mükemmel bir fırsat." Yoksa düşündüğüm şey miydi? "Bu yüzden sana bir partner buldum. Birkaç gün önce katıldı daha ama bir görsen öyle yetenekli ki... Sanki birini aradığımı duymuş gibi çıkıverdi karşıma. Kimyanızın uyacağını düşünüyorum."
İfadesizce Umut Hoca'yı dinlerken aslında çığlık atmamak için kendimi zor tutuyordum. Öyle mutlu olmuştum ki... Bu, Umut Hoca'nın da dediği gibi mükemmel bir fırsattı. "Eğer kabul edersen hemen sizi tanıştırayım." diye ekledi en son. İçimdeki büyük sevince rağmen sakince gülümsedim. "Tabi ki." dedim. "Tanışalım hemen. Ben de merak ettim."
"Süper. O zaman ben hemen gidip geliyorum. Bir yere ayrılma." Cevap vermeme fırsat kalmadan kapının kapanma sesini duymuştum. Umut Hoca benden daha heyecanlıydı anlaşılan. Aynadan kendimle göz göze geldiğimde içimde biriken bütün coşkuyu gözlerimde gördüm. En son ne zaman bu kadar ışıl ışıl bakmıştım hayata?
Gözlerindeki minik renkli ışıklar yüzünden...
Kafamın içinde yankılanan cümleyle yerimde kıpırdanmadan edemedim. Neden bilmiyordum ama bana üst üste aynı cevabı verdiğinde gözlerim şaşkınlıkla açılmışlardı. Kalbimi öyle hızlı çarptırmıştı ki derin bir nefes almak zorunda kalmıştım. Atmosfer zaten yeterince garipti. Yağmur yağıyordu, bir sahil kenarındaydık. Yanımda güzel bir adam oturuyordu ve ona çoktan hayran olmuş ben, sadece dinliyordum. O adamın büyüsüne çoktan kapılmıştım bile. Bunu kendime itiraf etmek için çok erkendi ama birçok kişi tarafından kandırılmış biri olarak bir de ben kendimi kandırmak istemiyordum.
Kapı bu sefer tıklatılmadan hızla açıldı. "İşte Peri. Seninle tanıştırmak istediğim kişi..." Sözü edilen dansçı çocuk odanın ortasına doğru adımladı. Ayakları parlak ahşap zemine her vurduğunda çıkan tok ses beynimde yankılandı. Açık kahve gözler beni esir alırken gıkımı bile çıkaramadım. "Peri, bu Ilgaz. Aramıza iki gün önce katıldı."
Gözlerimi ne kadar açtığımı veya göz kapaklarımı kırpıp kırmadığımı bilmiyordum ama en sonunda gözlerim yanmaya başladığında içeri girdiğinden beri hareket etmediğimi fark ettim. Üzerinde siyah ipekten bir gömlek ve yine siyah bir pantolon vardı. Gömleğinin ilk iki düğmesi tenini gözler önüne seriyordu, dalgalı saç tutamlarından birkaçının alnına döküldüğünü gördüm.
Soğuk hava etrafımda dört dönüyor gibiydi. Kollarımı birbirine sarma isteğiyle dolup taştım ama bir milim bile kıpırdayamadım. Lavanta kokusu odayı hızlıca kaplamıştı. İçime derin bir nefes çektim ve şaşkın gözlerimle onu izlemeye devam ettim. "Siz birbirinizi tanıyor musunuz?" Bu soruya nasıl bir cevap vermeliydim? Dün gece sahilde iki saat oturduk ama adını bile sizden duydum hocam gibi bir cevap fazla dürüst olurdu değil mi?
"Pek sayılmaz." dedi kafamdaki karmaşayı dağıtmama yardımcı olduğundan habersiz. Artık bir cevap vermem gerektiğini biraz geç de olsa idrak ettim. "Birkaç kere karşılaştık." dedim geçiştirmeye çalışarak. Tamamen yalan sayılmazdı. Kahve dükkanında görmüştüm onu sonra da sahilde. Gerçi kahve dükkanına da bilerek mi geldi yoksa tamamen tesadüf müydü orasını bilmiyordum ama tesadüf olma olasılığı biraz düşüktü. "İyi o zaman ben sizi yalnız bırakayım da iyice konuşun." Umut Hoca odadan çıkmaya niyetlenmişken önüne geçtim hızlıca. Birkaç pürüz vardı.
"Hocam bu iş benim için biraz zor olacak. Biliyorsunuz derslerim yoğun oluyor ve buraya bile zor vakit ayırıyorum. Bütün bunların altından kalkabilir miyim emin değilim." Bu yarışma benim çocukluğumdu. Hayalimdi. Ama Umut Hoca'ya söylediklerim de benim hayatımın gerçekleriydi. Bunları söylerken aslında birinin bana yapabilirsin demesine ihtiyacım vardı. Bütün bunları bir arada idare edebileceğime inanmak istiyordum.
"Sadece pazar günleri çalışarak bile altından kalkabilirsiniz ama madem kafan bu kadar karışık sana bir gün düşünme süresi veriyorum. Ben bu yarışmaya ikinizle katılmak istiyorum ama seni de bu yükün altında ezemem. İyice düşün. Yarın kararını bana bildir." Yavaşça omzumu sıvazladı bana destek vermek ister gibi. Sonra da Ilgaz'a bir bakış atarak sakin adımlarla ayrıldı odadan. Şimdiden kararımı vermiştim aslında. İstediğim desteği fazlasıyla almıştım ama İkra'yla da konuşmak istiyordum.
"Benimle birlikte dans etmek istemiyor musun?"
Gözlerimi kapıdan çekerek sesin sahibine çevirdim. Adını daha az önce öğrendiğim adama baktım. Dün gece gitmeyeceğine söz veren adam, Ilgaz... Gitmeyeceğim derken hayatımın her alanına dahil olmayı kast ettiğini düşünmemiştim. En azından bu kadar çabuk onu tekrar görmeyi beklemiyordum. Umarım yakında kafede çalışmaya da başlamazdı.
Açık kahve gözlerinde cam kırıkları yer edinmişti yine. Söylediğim cümlelerde onunla ilgili tek bir sözcük yoktu, bana yine de kırılmış mıydı? Kırgınlığı bu konuyla ilgili değildi sanki. Onunla bu yarışmaya katılmayı reddetsem bile bir insan sırf bu yüzden bu şekilde bakamazdı birine. Çok daha büyük bir şey vardı. Başka bir şey için kırgındı bana. Sanki zaten bana kırılası vardı.
"Seninle bir alakasının olmadığını biliyorsun. Daha dün tanıştık. Senden rahatsız olmam için hiçbir sebep... Konuşmamı yarım kesmeme neden olan şey yine bu güzel adamdı. Elleri yumruk olmuş, dudaklarını birbirine bastırmıştı. Bir yeri mi acıyordu? Ona doğru bir adım attığımda aynı oranda uzaklaştı benden. "İyi misin?" dedim telaşla. Sesimi duyduğu anda serbest bıraktı parmaklarını. Sahte bir gülümseme yer edindi dudaklarında.
"İyiyim. Sorun yok." Aramızda oluşan birkaç dakika sessizlikte bu adama ne yapmış olabileceğimi düşündüm. Dün gece ne yapmıştım da bana bu kadar kırılmıştı? Ona yardım etmeme bile izin vermiyordu. Bütün bu soruları tek seferde dışarı atmamak için zor tutuyordum kendimi. Soruların ona ağır geleceği gibi bir düşünce vardı içimde. Ve belki de cevaplar da bana ağır gelecekti.
Düşüncelerimi dağıtıp sessizliği bozduğunda daha iyi görünüyordu. Gözlerine koca siyah bir perde çekmişti artık. "Ben bugünlük çalışma süremi doldurdum da burada seni izlesem olur mu?" Düşünmeden kafamı salladım olumlu anlamda. Hayır dersem daha ne zaman yaptığımı bilmediğim hatalara bir yenisini ekleyeceğimden korkmuştum.
Bu sefer az öncekinin aksine gamzelerini gösteren içten bir gülümsemeyle kapıya en yakın köşeye oturdu. Aynadan göz göze geldiğimizde çoktan pişman olmuştum kabul ettiğime. O buradayken bütün kaslarım gergindi. Nasıl esneyecektim?
Bakışlarımı ondan çekerek kendi yansımamla göz göze geldim. İçimden kendimle motive edici bir konuşma yaptım. Yapabilirdim. Bu lavanta kokulu adamın beni etkilemesine izin vermeyecektim ve gözlerimi çalışma sırasında asla ona değdirmeyecektim. Plan basitti. Kapüşonlu kazağımı üzerimden çıkarmaya çalışırken aynı şeyleri aklımdan tekrar ediyordum. İyice odaklanmamı sağlaması için şarkı açmaya karar verdim. Listeyi başa sardığımda bir süre şarkıyı dinlemiştim.
Kapüşonlumun altına giydiğim tişört beni üşütmeye başladığında artık başlamam gerektiğini anladım. Isınma hareketleri bana yardımcı olacaktı. Yaklaşık on dakikamı sırf bunun için harcadım. Ayak bileklerimi de son olarak gevşettiğimde bacaklarımın esnekliğini test etmem gerekiyordu. Buraya gelmeyeli bir ay olmuştu bu yüzden biraz paslanmıştım ama bacaklarımın esnekliğini kaybetmediklerini umuyordum. Yoksa acılı bir süreç beni bekliyor demekti.
Önce ayaklarımı yavaşça zeminde kaydırdım ve ilk olarak yaklaşık 100 derecelik bir açıyı denedim. Hiç zorlanmadan yaptığımı fark edince 180 dereceye geçiş yaptım. Neyse ki hâlâ esnektim. Ellerim zemini bulduğunda vücudumu hafif sağa döndürdüm ve ellerim üzerinde yavaşça havalandım. Seyircime güzel bir şov yapsam fena olmazdı. Dengemi tam sağladığımda güzel bir taklayla hareketi bitirdim.
Arkamdan gürültülü bir alkış sesi duydum. Seyircim gösteriyi beğenmiş olmalıydı. Samimi bir gülümsemeyle arkama dönüp hafif eğilerek selam verdim. Yavaşça doğrulurken gözlerimiz tekrar kesişti. Açık kahve gözler saklamadığı bir hayranlıkla yüzümde dolaştı. Bana kalsa akşama kadar böyle durabilirdim. Bana böyle bakan bir adam varken ne önemi vardı dünyanın? Dün akşam tek etki altına alınan ben değildim anlaşılan. Aramızda garip bir çekim olduğunun farkındaydım ama bunun yanında başka bir şey daha vardı. Tanıdık gelen bir şeyler... Arka fonda çalan şarkı sayesinde gözlerimi ondan çekebildiğimde nefesimi tuttuğumu fark ettim. Derin bir nefes aldım önce. Onu umursama ve bitir artık şunu. Gitmemiz gereken bir iş var.
Kendime verdiğim öğütler sonrası gözlerime sahip çıkmış, birkaç tane daha ters ve düz takla denemiştim. Son olarak da geçen sene çalıştığımız koreografiyi açıp onu tekrar ettim. Maksat vücudumu tempoya alıştırmaktı. Dansın son hareketlerini de tamamlayınca şarkı sona ermişti. Yorgunlukla ahşap zemine bıraktım bedenimi. Artık gözlerime sahip çıkmama gerek olmadığından ona çevirdim bakışlarımı.
Başını duvara yaslamıştı. Kirpikleri kahvelerini örtmüş, derin nefesleri yüzünden göğsü inip kalkmaya başlamıştı. Dinlenme sürecim boyunca bu huzurlu görüntüsünü izledim. Uyurken daha da bir güzel gözüküyordu. Dans ettiğini öğrendiğimde şaşırmamalıydım aslında. Hareketleri bunu yansıtıyordu zaten. Hafif ve nazikçe yapıyordu ne yapıyorsa. Beni asıl şaşırtan kısım kaslarıydı. Genelde erkekler dansla ilgileniyorlarsa kas yapmamaya çalışırlardı çünkü bu esnekliklerini bir nebze de olsa etkilerdi. Çok fazla yapılı değildi ama yine de asla azımsanamazdı. Zarifliğinden bir şey kaybettirmeden onu güçlü ve daha çekici göstermişlerdi.
Ilgaz'ı daha fazla incelemek istiyordum ama titreyip duran telefonum buna izin vermemişti. Kesin Hazar arıyordu kafeye çağırmak için. Bu yüzden yattığım yerden doğruldum. Önce Ilgaz'ı uyandırmalıydım. Böyle uyumaya devam ederse boynu tutulacaktı. Oturduğu köşeye giderek bir süre de orada oyalandım. Saçları yüzüne dökülmüşlerdi ve onu rahatsız ediyor gibi duruyorlardı. Saçlarını yüzünden çekmek istedim. Elimi usulca kaldırarak yüzüne uzandığım sırada gözleri bir anda açıldı.
Parmaklarım havada öylece kalakaldım. Uykusu hafif olmalıydı. "Yorgun olmalısın. Burada uyuyakaldığına göre..." dedim sonunda elimi indirebildiğimde. Hem ondan uzaklaşmak hem de kıyafetlerimi toplamak adına diğer köşede bulunan masaya doğru ilerledim.
"Değilim aslında. Müzik uykumu getirir hep. İçim geçmiş bir an." Hâlâ ayılmaya çalışıyordu. Telefonumu elime almadan önce gözlerini ovuşturduğunu görmüştüm. Üç kere Hazar iki kere de Ada aramıştı. Artık cidden gitmem gerekiyordu ve bunun için de üzerimi değiştirmeliydim. Tam arkamı dönüp Ilgaz'dan odadan çıkmasını isteyecekken adım seslerini duydum. Yaklaşıyordu. Sonunda nefesi kulağımı okşadığında fısıltısı bütün odada yankılanmış sonra ben duymuştum sanki. Öyle gürültülüydü.
"Akşam aynı saatte sahilde bekliyor olacağım aurora." Ve kapının kapanma sesi... Ne zaman kapandığını bilmediğim göz kapaklarımı araladım. Gerçekten bu kadar çok mu etkiliyordu beni? Şaşkınlığım yüzünden miydi bütün bunlar?
Gözlerim tekrar yansımama takıldı. Ve bu hareketim aklımdaki bütün soru işaretlerini süpürüp yerine daha büyüğünü ekledi. Aynadaki görüntüm... Ben... Parlıyordum. Mavi bir ışık huzmesi bütün damarlarımda akıyor gibiydi. Aynaya doğru bir adım attım. Her adımımda daha çok şaşırıyordum. Sonunda parmaklarım aynaya dokunduğunda vücudumdaki bütün mavilik gitmişti. Gözlerimde bile görmüştüm onları. Kanım mavi renkmiş de damarlarımda akıyormuş... Öyle bir görüntüydü.
"Gerçekten..." dedim kendi kendime. "Sonunda kafayı yedim galiba." Olmayan şeyler daha doğrusu mümkünatı olmayan şeyler görüyordum. Şizofreni miydim acaba? Aleksitimi hastalığım mucizevi bir şekilde iyileştikten sonra geride bunu mu bırakmıştı? Artık bünyemin bir deli hastalığı daha kaldırabileceğini hiç sanmıyordum. Ama bu durumun da başka bir açıklaması yok gibiydi. Nedeni neydi peki? Heyecan mı? Nefessizlik mi? Böyle durumlarda beynim etki olarak olmayan şeyler mi oluşturuyordu?
Bilmiyordum. Bütün ihtimalleri düşünmüştüm. Ve en mantıklısı. Şizofreni olma durumumdu.
***
"Ada. Sana bir şey soracağım." dedim masaları silerken. Ada eşyalarını topluyordu. Onun çalışma süresi bitmişti ve sanırım staj yerine gitmesi gerekiyordu. Bu saatlerde fazla müşteri olmazdı ama iş çıkış saati geldiğinde insanlar dinlenmek istedikleri için içerisi tıklım tıklım olurdu. O yüzden birazdan onun yerine Hazar gelecekti bana yardım etmek için. "Sor bakalım." Elindeki çantayla kapıda dikiliyordu. Saçlarının uçlarını mora boyatmıştı bu sefer. Her ay değiştiriyordu renklerini ama ona en çok yakışan bu olmuştu.
"Şizofreni hastaları şizofreni olduklarını anlarlar mı?" Sabahtan beri kafamda dönüp duran tek soru buydu. "Bazıları anlar. Hatta saklamak isterler." dedi tekdüze bir sesle. "Bunu neden sorduğunu çok merak ediyorum ama şu an vaktim yok. O yüzden daha sonra detaylıca konuşalım." Başımı aşağı yukarı hareket ettirdim yavaşça. Elimdeki bezi masaya bırakarak bir sandalyeye oturdum. İşte şimdi gerçekten de ayvayı yemiştim. An itibariyle kendime teşhisi koymuştum. Şizofreniydim ve bunu saklamak için elimden geleni yapacaktım. Omuzlarım çökmüş, öylece yeri izliyordum. Ne kadar süre orada öylece oturdum bilmiyorum ama sonunda Hazar'ın sesi bütün kafeyi doldurduğunda kendime gelebilmiştim ancak.
"Selam, ben geldim!"
"Hoş geldin." dedim durgun bir sesle.
"Ne oldu sana? Sabahtan beri arıyorum açmıyorsun zaten. Okulda her yerde seni aradım." Karşımdan bir sandalye çekip o da oturdu. Tam kesinleşmeyen bir şeyi ona anlatmak istemediğim için geçiştirmeye çalıştım. "Sabah dansa gittim de yorgunum biraz." Ünlü beni bunlarla kandıramazsın bakışını attı bana. Beni sıkıştırmaması için şirince gülümsedim.
"Neyse. Dua et bugün çok mutluyum. Yoksa kurtulamazdın elimden." Yerinden kalktığı gibi tezgâhın arkasına geçti. Bir süre çekmeceleri karıştırınca önlüğünü aradığını anlamıştım. "Niye? Yoksa annen yine sana Sünger Bob baskılı pijama mı aldı?" Bir hafta önceki doğum gününde annesinin hediyesi buydu ve paketi açtığında mutluluktan neredeyse ağlayacaktı. Ondan sonraki birkaç gün okula bile altında Sünger Bob'lu pijama ve beyaz bir tişörtle gelmişti. Eğer abisi kafedeki müşterileri kaçırdığını söyleyerek azarlamasaydı hâlâ öyle devam edeceğine emindim.
"Öf hayır ya. Niye hatırlattın ki şimdi? Pijamamın dizleri eskimiş iki günde. Anneme söyledim yenisini alması için ama stoklar tükenmiş." Dudaklarını sarkıttı küçük bir çocuk gibi. Gülmemek için dudaklarımı ısırıyordum. Sünger Bob onun kırmızı çizgisiydi ve eğer bununla dalga geçersem iki güne helvamı kavururdunuz. "E, sen de her yerde giymeseydin. Belliydi böyle olacağı."
"Modumu düşürdün ya. Sus artık." Dudaklarıma hayalî bir fermuar çektikten sonra arkama yaslandım. Önlüğünü bağlayıp dibime kadar geldi bir anda. Nerdeyse saçımı çekeceğini düşünüp savunmaya geçiyordum ama onun yerine kulağıma fısıldamaya başladığında havadaki ellerimi yavaşça indirdim. "Birileri benden özür diledi de." Bunu neden fısıldayarak söylediğini bilmiyordum ama sanırım hâlâ Ada'nın buralarda olduğunu düşünüyordu. "O gitti." dedim kısaca. "Stajı var herhâlde."
"He tamam o zaman." deyip kafasını kulağımdan çekti. Söylediği şeyi daha yeni idrak edebilmiştim. Ada Hazar'dan özür dilemişti. Ama ne için? "Barıştınız yani." Kafasını salladı sevimlice. Aralarındaki meseleyi iyice merak etmiştim. "Niye kavga ettiniz ki?"
Telefondaki neşeli gözleri hüzünle dolduğunda meseleyi çok kurcalamamaya karar verdim. O anlatmak istediği zaman zaten gelip bana anlatırdı. "Neyse sonra anlatırsın." Gözlerim kapıda bekleyen birine takıldığında ayaklanıp oraya ilerledim. Kafenin kapısında dikilmiş, bir tabelaya bir elindeki telefona bakıyordu.
"Buyurun." dedim kapıyı açarak. "Bir yeri mi arıyorsunuz?"
"Ah, aslında arkadaşım konum atmıştı. Burayı gösteriyor ama kendisini bulamadım. En iyisi ona bir telefon edeyim." Kadın orta yaşlardaydı ve üzerindeki kalın paltoya sıkı sıkı tutunmuştu. Ama en dikkat çeken özelliği ateş kırmızı saçlarıydı. "Üşümüş gibisiniz. Buyurun bir kahvemizi için."
"Ah tatlım. Ne kadar da naziksin." dedi içeri geçerken. Hazar hemen ayaklanmış kasaya doğru ilerlemişti. Kadını masalara doğru yönlendirip menüyü önüne bıraktım. Seçmesi için ona zaman tanımak adına Hazar'ın yanına ilerledim. "Ben ilgilenirim sen kahveleri kontrol et." dedi Hazar. Kadına kaşlarını çatarak bakıyordu. "Bir sorun mu var?" diye sordum. Tedirgin olmuştum çünkü.
Sırtımdan ittirerek beni arkaya doğru yönlendirdi. "Yok canım. Sen kahveleri daha güzel yapıyorsun. O yüzden dedim." Ben de bunu yuttum. Bu sefer etrafımda çok fazla olay olmaya başlamıştı. Monoton bir hayat yaşamayı tercih ederdim, bu yüzden de kendimi biraz yorgun hissetmeye başlamıştım.
Hazar'la konuşulacaklar listeme bir başka madde daha ekledim ve kahvelerin miktarını kontrol ettim. İşimi bitirdiğimde müşteriler çoğalmaya başladığı için ön tarafa geçmiştim. Kadın da gitmişti zaten. Yoğunluk yüzünden sadece müşterilere odaklanmaya çalıştım.
Akşam aynı saatte sahilde bekliyor olacağım aurora.
Sesi kulaklarımı doldurduğunda onu böyle hatırlayıp durmamın şizofreni olduğum düşüncesini daha da arttırmaktan başka bir şeye yaramadığını fark ettim. Müşterilerle ilgilenmelisin Peri. Sadece birkaç saat sonra sahildesin. Şu anlık o muhteşem adamı aklından uzak tut yeter.
Artık ayaklarım beni taşımayı bırakmıştı. Kendimi zorlukla bir sandalyeye attım. "Of çok yoruldum ya. Bak ellerim falan titriyor. Kan şekerim mi düştü acaba?"
"Başladın yine." diye hayıflandım. Tamam, ben de yorulmuştum ama öyle elim ayağım titreyecek kadar değildi. Kapının zil sesini duyduğumda Hazar'la uğraşmayı bıraktım. Çağrı Abi gelmişti. "Yürü bakalım bıcırık. Seni almaya geldim." dedi Hazar'a ithafen. "Peri burası sende. Bizim yemeğe yetişmemiz lazım." Tamam anlamında kafamı salladım. Hazar toparlandıktan sonra yanağımı sıkıştırıp çıktı hemen kafeden.
Yine kaldım kendimle değil mi? Ellerimi dizlerime bastırıp ayaklandım. Artık kafeyi kapatmalıydım. Saat sekize yaklaşmıştı. Dışarıda usulca yağmur yağıyordu. Bir süre sessizliği dinledim. Sonra da iki bardağa buzlu americano doldurdum. Ben çalışan olduğum için her gün bir bardak hakkım vardı ama diğerinin parasını kasaya bırakmalıydım. Parayı bırakıp bütün ışıkları söndürdüm. Artık gidebilirdim. Sahile...
Denize doğru inen taşlı yolda yürürken bütün yorgunluğumun uçup gittiğini hissettim. Sadece sabahki antrenmandan kalma bir titreme vardı bacaklarımda. Onun dışında oldukça enerjiktim. Yağmur yağıyordu ama bu sefer kapüşonumu takmadım. Saçlarım ıslanırken çok daha iyi hissediyordum kendimi.
Sonra onu gördüm. Dün oturduğumuz bankta oturuyordu. Sabahki kıyafetler vardı üstünde. Siyah pamuklu bir gömlek ve siyah pantolon... Yağmur yüzünden yer yer koyuluklar vardı üzerinde. Saçları hafif ıslanmış dalgalı bir şekilde alnını örtmüştü. Elimde iki kahve bardağıyla öylece dikiliyordum. Saniyeler dakikaları kovaladı. Başı beni hissetmiş gibi sol tarafa dönerken ben de tekrar yürümeye başladım. Yanına ulaştığımda elimdeki kahveyi hiçbir şey söylemeden uzattım ona. Uzun kemikli parmakları usulca bardağı kavradı.
Aynı sessizlikle yanına oturdum. İkimiz de konuşmadık bir süre. Bu adam belli bu soğukta sadece bir gömlekle üşümüyordu ama beni üzerimdeki montla bile üşütmeyi başarmıştı. Soğuğu severdim ama Ilgaz'a yaklaştığımda oluşan üşüme hissi çok farklıydı. Nasıl tarif edeceğimi bilmiyordum. "Soyadının bir anlamı var mı?" Bir süre cevap vermediğimde gözlerini üzerime dikti. Merak ediyordu. Bunu anlayabilmiştim.
Bu soruyu daha önce sormadığı için kendine kızıyor.
Ilgaz mı ne düşündüğünü çok belli ediyordu yoksa ben mi çok iyi bir gözlemciydim? Sorduğu soruyu düşündüm. Bu sorunun aynısını yıllar önce anneme ben de sormuştum. Bana özenle cevap vermişti. İletişim kurabildiğimiz son zamanlardı sanırım. "Büyük büyükbabam." dedim. Sesim biraz kısık çıkmıştı. "Eskiden köyde yaşıyormuş. Köylerde insanlar birbirlerine lakap takar ya, onun da lakabı Karaay'mış."
"Neden böyle bir lakap takmışlar?" Bir bacağını benim olduğum tarafa doğru kırmış, o şekilde oturmaya başlamıştı. Bankın yüksek kısmına yasladığı kolu başını destekliyordu. Açık kahve gözleri dikkatle beni izliyordu. Gözlerimi ondan kaçırdım. Yoksa doğu düzgün konuşamayacaktım.
"Ay'ın siyah olduğunu iddia etmiş her zaman. Gece vakti kahvehanede otururken söylemiş bunu ilk kez. Gökyüzü ne kadar da beyaz bugün, dediğinde herkes itiraz etmiş. Öyle şey mi olur, demişler. Muhtarmış dedem köyde. Aklı başındaymış yani." Hafif bir kıkırdamayı serbest bıraktım dudaklarımdan. "Ne zaman sorsalar aynı cevabı vermiş. Ay bu gece de siyah mı, demişler. Tabi ki öyle, demiş. Geceleri Ay karadır, bulutlar beyaz. Olması gerektiği gibi. İşte bu yüzden Karaay demişler dedeme."
"Geceleri Ay karadır, bulutlar beyaz. Olması gerektiği gibi." diye tekrar etti Ilgaz beni. Usulca kafamı sallayıp onayladım söylediklerini. Açıkçası bu hikâyenin annemin büyük bir uydurması olduğunu düşünüyordum. Küçüktüm ve hâliyle masallara bayılıyordum. Her ne kadar uydurma olsa da ilgi çekici bir yanı olduğunu inkâr etmeyecektim. "Peki ya yıldızlar?" Omuzlarımı kaldırıp indirdim. "Bilmiyorum onların hakkında bir şey söylememiş."
İkimizde gözlerimizi gökyüzüne çevirdik. "Aslında belki de tek doğru gören dedendir." dedi fısıltıyla. "Ay, siyahtır belki de." Kafamı iki yana salladım gülümserken. "Bu teknik olarak imkânsız. Tutumalar dışında tabi ki, Ay sadece bir yansıtıcı." dedim.
"Teknik olarak imkânsız olan o kadar çok şey var ki. Ve ben çoğunun imkânsız olmadığını görmüş biri olarak söylüyorum bunu." Ben de Ilgaz'ın yaptığı gibi hafif sağa doğru oturup ona doğru döndürdüm yüzümü. "Mesela?"
Birkaç saniye düşündü. "Mesela... Hâlâ kanserin tedavisi bulunmadığı değil mi? Yani kemoterapi ve ameliyattan başka pek etkili bir yöntem yok."
"Evet." dedim hiç düşünmeden.
"Sen öyle san." Yüzünde alaycı bir gülümseme vardı.
"Nasıl?" diye sordum merakla.
"Çoğu şey aslında çoktan gerçekleşti ama bizden saklıyorlar." dedi fısıldayarak. Bir an durup düşündüm. Olabilir miydi böyle bir şey? Peki neden yapıyorlardı bu kötülüğü? "Yani diyorum ki Ay'ın siyah olarak gözükmesi o kadar da imkânsız değil." Gökyüzüne bakan gözlerini izledim. Bana diyordu ama gözlerinde minik ışıklar taşıyan asıl kişi oydu. Uzun kirpikleri, tatlı bir burnu vardı. Pürüzsüz yanaklarında küçük küçük benler yer edinmişti. Hiç sakal bırakmış mıydı acaba?
"Belki de..." dedim bütün kabullenmişliğimle. Hâlâ yüzünü izliyordum. "Ancak Ay siyahsa ve bulutlar beyazsa parlar bu gözler bu kadar." Bakışları anında bana döndü. Gülümsedim hafifçe. Söylemesem içimde kalacaktı. "Küçücük Ay'ın ışığı yetmez bu kadarına." diye devam ettirdi sözlerimi. Yanaklarımın ısınmaya başladığını hissettiğimde önüme döndüm. Elimdeki soğuk kahveden bir yudum aldım. "Senin soyadın ne?"
"Karabulut" dedi ama güldüğünü görebilmiştim. Gülüşü beni de gülümsetirken " Dalga geçme." dedim. "Gerçekten merak ettim."
"Sadece Bulut." dedi bu sefer. "Gerçek soyadım değil aslında. Birkaç sene önce değiştirdim." Bu konuda bir yarası olmalıydı çünkü bir anda gülümsemesi silinmişti yüzünden. Daha fazla kurcalamamaya karar verdim. Daha o kadar da yakın sayılmazdık.
"Sanırım şizofreniyim." dedim aradan beş dakika geçmişken. "Hatta şu an kendi kendime konuşuyor bile olabilirim." Bunu sesli olarak dile getirmek durumun vahimliğini bir kez daha hatırlatmıştı bana. "O da nerden çıktı şimdi?" dedi telaşla. Sabah gördüğüm şeyi ona anlatmalı mıydım? Deli olduğumu düşünüp kaçar mıydı acaba yanımdan? Umarım kaçmazdı çünkü anlatmaya karar vermiştim bile. "Sabah sen odadan çıktıktan sonra garip şeyler gördüm." Bankta bana biraz daha yaklaştı. "Ne gibi şeyler?"
"Damarlarımda mavi kan akıyormuş gibiydi. Gözlerim de maviydi. Yani olmayan şeyler görmek şizofrenidir ve... Sözlerimi kesen şey Ilgaz'ın geceyi inleten kahkahasıydı. Dudaklarımı birbirine bastırıp konuşmayı kesmiştim. Bu görüntüyü kaçıramazdım. Çok güzel bir sesi vardı bir kere. Bir de gamzeleri... Onlara dokunmamak için ellerimi yumruk yapmam gerekmişti. Gülüşleri durduğunda gözleri direkt ellerime kaydı. "Şizofreni değilsin aurora. Sana bunu garanti ediyorum." Bana sesleniş şeklini seviyordum.
"Peki neden öyle şeyler görüyorum?"
"Sana anlatacağım ama bu gece değil tamam mı?" Üzerimdeki etkisi azımsanacak türden değildi. Kuklası gibiydim. Kafamı aşağı yukarı sallarken de bunu doğrulamış oldum. Neden bu kadar çabuk kabulleniyorsun? Bu adam senden bir şeyler saklıyor. Neden sormuyorsun sorularını? Kendime sorduğum can alıcı sorular bunlardı. Hiçbirine de mantıklı bir cevabım yoktu. Ben bir kuklaydım. Tek hissettiğim buydu.
"Rahatladım." İçimdeki onca çelişkiye rağmen söylediğim şey bu muydu yani? " Zaten yeterince hastalığım var. Bir de şizofreniyle uğraşamam." İyice kafayı yemiştim. Kesinlikle. Durum böyleydi. Şu an verdiğim tepkiler beni bile şaşırtıyordu. Ayrıca korkutuyordu da.
Cebimdeki telefon titremeye başladığında sesin kaynağına yöneldim. İkra arıyordu. Elimi alnıma götürdüğümde sıkıntıyla nefes verdim. Daha eve gitmem ve yemek yapmam gerekiyordu ama benim tek yaptığım burada oturup Ilgaz'la şizofreni olup olmadığımı tartışmaktı. Artık gitmeliydim. Telefonumun şarjı zaten az olduğu için çoktan kapanmıştı bile. Çantamı elime alarak ayaklandım. Ilgaz'a veda etmem gerekiyordu. Ona doğru döneceğim sırada ayağımın altındaki ıslak taş yüzünden az daha arkaya düşecektim. Yani belimdeki kol olmasa çoktan düşmüştüm bile.
Belimi sarmalayan ellere can simidi muamelesi yapıp sıkıca tutundum. Sonra kolun sahibine çevirdim gözlerimi. O gözler hayranlıkla beni izliyordu. "Kesinlikle şizofreniyim." Aramızdaki boğuk hava kelimelerimi söndürüp yok etti. Sabah gördüğüm şey tam karşımdaydı şimdi. Ilgaz'ın siyah gömleğinden açıkta kalan boynu mavi ışıltılarla kaplıydı. Yüzündeki damarlar boyunca bu ışıltılar devam ediyordu. Gözlerinde de mavi lekeler birikmişti. Bu görüntü korkutucu olmaktan çok... Büyüleyiciydi.
"Hayır." dedi. "Değilsin." Neye cevap verdiğini anlamam biraz zaman aldı. "Bu sadece mucizenin ta kendisi." Hiçbir tepki ya da cevap vermedim. Geçen dakikalar boyunca sadece mavi ışıkları izledim. Benim de yüzüm bu kadar güzel mi parlıyordu acaba? Ilgaz bana böyle baktığına göre öyle olmalıydı. Açık kahveleri yüzümde dolanıyordu. "Bugün" dedim. "Hiç alıntı yapmadın." Yüzündeki hayranlığı silmeden cevap verdi bana.
"Bugün benim küçük auroram bir alıntı söylesin bana." Kolunu hafif sıkılaştırıp daha iyi bir dengede tuttu beni. Asla geri çekilmiyordu. Bakışlarının yoğunluğu altında kendimi düşünmeye zorladım. Okuduğum bütün şiir kitaplarını kafamda döndürüp durumumuza en uygun olanı söyledim.
"Elimden tut yoksa düşeceğim." diye mırıldandım. Yağmur beni götürecek yoksa beni..."¹ Fısıltım gecenin sessizliğinde çınladı. Yağmur daha da hızlanırken bir gök gürültüsü bütün geceyi anlık olarak aydınlattı. Saçlarım iyice ıslanmışken Ilgaz kolunu çekti belimden. Temasımızın kesilmesiyle birlikte bütün mavilikler yavaşça geri çekilmeye başlamıştı. Aklımı başıma toplamaya çalıştığım saniyeler dakikalara dönüştü. Kolu belimdeyken beni sarmalayan soğukluğu, bedenimi tamamen terk ettiğinde sıcaklık sardı etrafımı. İlk defa sıcaktan bu kadar nefret etmiştim. Mavilikler tamamen kaybolduğunda karşımdaki oğlan kendi gibi güzel bir gülümseme verdi bana.
"Sana benzediği için seviyorum yağmuru. Tıpkı senin gibi ıslatıyor gözlerimi..."²
,
¹Atilla İlhan'ın "Yağmur Kaçağı "adlı şiirinden bir alıntı.
²Mahmut Taş'ın "Yağmur" adlı şiirinden bir alıntı.
|
0% |