@yenibiryazar__
|
İçeri girdiğimizde yüzümde gülümseme vardı. Dağhan'ın bana söylediklerini düşünmeden edemiyordum. İçime çok işlemişti. Sıcacık olmuştum. Dışarıdan göründüğünden daha sıcak davranıyordu bana. Bu da kendimi özel hissettirmişti. Ama hastanede çok da böyle değildi. Ömer'i ziyarete geldiği zamanlarda yani. Birkaç gündür böyleydi ve devam edip etmeyeceğini merak ediyordum. Kardeşim öldüğü için de böyle davranıyor olabilirdi. Ne de olsa, her ne kadar düşünmek istemesem de onu daha bugün gömmüştük. Birkaç saat önce. Hatırladığımda iyi olmuyordum. Her an düşüp bayılacak gibi hissediyorum. Geçtiğimiz iki günde içimi döküp doya doya ağlamıştım. Hatta bu sabahta. O yüzden kendimi toparlamalıydım. Önceden de dediğim gibi, Ömer beni ağlarken görmeyi sevmezdi, istemezdi. Ben de elimden geldiğince gülecektim. Dağhan, ezbere bildiği yerleri yürürken ben de onu takip ettim. Bir koridordan geçerek başka bir salona girdik. Burası yemek odasıydı. Lale hanım ve Devran bey vardı. Hatta İnan da vardı ve... Yanında çakma sarışın olduğu belli olan bir kız vardı. Bir eli İnan'ın kolundaydı ve gülerek bir şeyler anlatıyordu. İkisi, bir anne babanın yanında davranılmayacak şekilde davranıyorlardı. Bu terbiyesizlikti. Fazla yakınlardı. Öpüşseler şaşırmazdım. Şu görüntüden sonra... Üstelik bu durumdan Lale hanım ve Devran bey rahatsız görünüyordu. İkisi de o tarafa bakmamaya çalışıyordu ama adının Çağla olduğunu öğrendiğim kız kelimeleri yüksek bir şekilde söylüyordu. "... Sonra da eğlenmeye gideriz. Senin için harika çamaşırlar aldım." Odanın başından ben bile duyuyordum, diplerinde onlar nasıl duymasın? İnsan içinde söylenecek sözler değildi. Bu kızda utanma yoktu belli ki. Ben utanmıştım resmen. Zaten iç çamaşırları konusunda hassastım. İnan, muzipçe gülüp, "Görmek için sabırsızlanıyorum," dediğinde,. Dağhan daha fazla sessiz kalamadı. "İnan, konuşmanın yeri ve zamanı vardır değil mi kardeşim?" Öfkeli olduğunu ele veren sesi, konuşmalarını bölmüştü. Sadece ikisinin değil, herkesin yüzü bize döndü. Lale hanım ve Devran bey rahatlamıştı. Dağhan'ın etkisi büyük olmalıydı. İnan, gözlerini devirdi. Çağla da aynı şekilde. "Masada kimse konuşmuyor abi. Bari biz konuşalım dedik." "Hayırdır, havayla su mu kesildi?" Dağhan cevap verirken biz de masaya gelmiştik. Dağhan, benim için sandalye çekti. Bunu beklemiyordum o yüzden biraz duraksadım. Hemen toparlanıp oturdum. Bir kıkırdama sesi duydum. Bu ses Çağla'dan geliyor olmalıydı. Fazla kibirli ve küçümseme doluydu. "Benim konuşabileceğim şeyler değil onlar abi. Çok sıkıcı." "Annemle babamın önünde konuşulacak şeyler değil onlar, İnan. Çok saygısızca." İnan' ın cümlesini değiştirip ona geri göndermesi tebessüm etmeme neden oldu. Dağhan bu laf sokma işini biliyordu. "Özür dileriz abi. Dikkat ederiz. E sana da hayırlı olsun. Evleniyor muşsun haberimiz yok. Daha yeni görüyoruz nişanlını." Çağla'nın dedikleriyle başımı kaldırıp ona baktım. Gözü benim üstümdeydi. Kıyafetimde bir şey yoktu ama beni küçümseyerek izliyordu. "Gerçi sende haklısın. Böyle bir nişanlım olsa ben de birine göstermekten utanırdım," diye devam ettiğinde, İnan la ikisi güldü. Resmen beni aşağılamıştı. Çirkin olduğumu söylüyordu. Ağzının payını vermek istiyordum ama ona şöyle bir bakınca kötüleyecek bir şey bulamamıştım. Boya da olsa sarı saçları vardı ve çok güzel sekillendirilmişti. Yeşil gözleri olduğundan bahsetmiyorum bile. Benim gözlerimde elaydı. Yeşili ağırlıklıydı ama onun gözlerindeki ton hoşuma gitmişti. Güzel giyimliydi. Üstünde özel tasarım olduğu belli olan askısız bir elbise vardı. Boyunu bilmiyordum ama uzun olduğu tahmin edilebilirdi. Makyajı ise çok güzeldi. Fazla ağır olmamıştı. Yüzündeki hafif çilleri bile seçiliyordu. Kendisi yapmadıysa tabii. Baştan aşağıya çok güzeldi. Ağzımı açmadan kapattım. Ben bu kızla yarışamazdım. Ama anlaşılan Dağhan benimle aynı fikirde değildi. "Laflarına dikkat Çağla. Herkes sizin gibi ne bok yediğini tüm ülkeye duyurmaya meraklı değil. Bu ikinize de ilk ve son uyarım. Yaren'e karşı kibar olacaksınız yoksa canınızı yakarım." "Şu kız için bunları da söyledin ya, helal abi." Devran bey elini masaya vurup, "İnan!" diye adeta kükredi. İnan, ellerini teslim olur gibi kaldırdı. "Tamam, bir şey demedim." Çağla bıyık altından gülerken diğerleri bana özür dileyen gözlerle bakıyordu. Bense ağlamanın eşiğindeydim. Normlade kendimi savunur, bağırıp çağırırdım ama saygısızlık yapmak istemiyordum. İçimde tuttuğum öfkeden dolayı gözlerim doldu. Belli olmaması için başımı eğdim. Masa sessizliğe gömülmüştü. Sonunda Lale hanım söze girdi. "Kusura bakma kızım. Bunlar böyle işte. Aldırma sen." Başımı kaldırmadan, "Sorun değil," diyerek geçiştirdim ama sorundu. Çenemden bir el hissettim. Hafif baskı uygulayarak kaldırdı. Kafamı çevirdiğimde Dağhan olduğunu gördüm. Bana biraz öfkeyle bakıyordu sanki. "Sakın, ne olursa olsun başını eğdiğini görmeyeceğim. Bir daha asla yapmayacaksın duydun mu?" Kimsenin duyamayacağı bir şekilde söylemişti. Ben de aynı ses tonunda cevap verdim. "Duydum." Elini çenemden çekip tabağına döndü. Az önceki konuşmalarda, görevliler gelip çorbaları koymuştu. Bende kaşığımı elime aldım ama yiyesim yoktu. Kaç gündür doğru dürüst bir şey yememiştim. Kendimi zorlayarak birkaç kaşık aldım. Diğer yemeklerde gelince ayıp olmasın diye onlardan da biraz yedim. Herkes masadan kalktıktan sonra salona geçmişti. Dağhan la ben yan yana oturmuştuk. Kolunu oturduğum koltuğun arkasına koymuştu. Bu sahiplenici bir tavırdı. Hoşuma gitmişti ama gerçek değildi. Peki bu neden canımı yakmıştı? Ortada dönen sohbete katılmak istemiyordum. Zaten genel konuşan yoktu. İnan ve Çağla konuşuyordu. Yine. Lale hanımla Devran bey de Dağhanla. Ben direk bu ortamda bulunmak istemiyordum. İçerisi sıcaklamıştı sanki. Bunalmıştım. Konuşmaları duraksadığı sırada Dağhan'a dönüp, "Ben buraz hava alsam olur mu? Çok bunaldım," dedim. Dikkatini bana vermişti. Kafasını eğip bana baktığında nefesi yüzüme çarptı. Çok yakındık. Bu, kalbimin hızlanmasına sebep oldu. Gereksizdi, çok gereksizdi. "İstersen birlikte çıkalım?" Kafamı salladım. "Gerek yok sağol. Çok durmam zaten. Odama çıkıp dinlenmek istiyorum. Yorucu bir gündü, malûm." Ne demek istediğimi anladığında uzatmadı. "Peki. Üstüne bir şey almayı unutma." Kafamı sallayarak onayladım ve ayağa kalktım. Tüm gözler yine bana dönmüştü. Bu durumdan hoşlanmıyordum. Lale hanım, "Nereye kızım?" diye sordu. Nereye gidebilirdim acaba? Ya tuvalete ya da odama. Bunlar da bir âlemdi. "Bunaldım da biraz. Hava alıp odama çıkacağım. Bugün benim için yorucuydu." Anlayışla kafasını salladı. Tam arkamı dönüp gidecekken Çağla lafa karıştı bu sefer. "Aaa eltim. Nereye böyle? Daha seninle konuşacaktık ama. Kardeş dedikodusu yaparız biraz, fena mı?" "Yaren bugün kardeşini toprağa verdi. Bunu bildiğin halde dediğin şeye bak. Seni tekrar mı uyarayım Çağla? İkincide ne yaptığımı biliyorsun değil mi?" Dağhan'ın sert çıkmasına karşı Çağla yerine sindi. Ama başı dikti. Dağhan'dan korktuğu ya da çekindiği belliydi ama bunu belli etmemeye çalışıyordu. "Unuttum canım, ben de insanım. Ayrıca bende geçen ay dayımı kaybettim. Bu kadar üzülmemiştim. Abartıyor sanki." Son söylediği sabrımı taşırmıştı. Bağırmamaya çalışarak, "Kalpten gelen bir şeydir o. Anlamaman normal," dedim. Bana öfkeyle bakmaya başladı. "Sen bana kalpsiz mi dedin?" "Ben öyle bir şey demedim. Sadece kalpten gelir dedim." "Kalpsiz anlamında dedin." "Hayır, demedim. İnsan kendini nasıl görüyorsa lafı da o şekilde anlıyor." Resmen sinirden köprüyordu. Diyecek bir şey bulamayınca susmuştu. Ben de bu duygunun verdiği zevkle arkamı döndüm. Tam gidecektim ki Dağhan'ın bana bakışını fark ettim. Gururla parlıyordu. Dediğini yapmıştım. Başımı dik tutmuştum ve bunda sonra eğmeye de niyetim yoktu. Özellikle de o çakma sarışına karşı. Bahçeye doğru yürüdüm. Cidden hava almaya ihtiyacım vardı. Hava karanlıktı ama bahçede aydınlatmalar vardı. Çok güzel görünüyordu. Ani bir kararla seraya gitmeye karar verdim. Daha ne kadar tuhaf isimli çiçek olduğunu merak ediyordum. Seradan içeri girdiğimde biran afalladım çünkü etraf karanlıktı. Bunu düşünmemiştim. Omuzlarım çöktü. Tam arkamı dönüp gidecektim ki ışıklar bir anda yandı. Ani olan şeyle yerimden sıçradım. Sonuçta kendi kendine ışıklar yanmıştı. Ne olduğunu anlamak istercesine etrafa bakındım ama bir şey bulamadım. "Işıklar nasıl yandı be?" "Ben yaktım. Sen hayaletleri mi tercih ederdin?" Duyduğum sesle tekrar sıçradım, bu sefer ufak bir çığlıkla. Arkamı döndünce onu gördüm. Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. "Ne yapıyorsun Dağhan ya? Sessizce niye geliyorsun? Ödüm patladı!" diye çemkirdim. "Sessiz olmaya alışkınım. İsteyerek olmuyor. Kusura bakma." "Bakarım. İlk de değil ki bu." "Anlaşılan son da olmayacak." Gülerek demişti. Cidden bu durumdan keyif alıyordu. "Etrafıma da baktım. Yoktun. Niye saklandın?" "Saklanmadım Kar Çiçeği. Sadece sen arkana bakmadın." Biran duraksadım. Bana hep bu şekilde mi seslenecekti? Bu çok hoşuma gitmişti. Daha önce kimse bana böyle güzel şeyler söylememişti. Alışık değildim ve tuhaf geliyordu ama çabuk alışacağım belliydi. "Neyse. Ben farklı çiçeklere bakmak istemiştim. Senden izin almadığım için özür dilerim. Rahatsız olduysan çıkayım." Arkamı dönmüş çıkıyordum ki dirseğimi tutup durdurdu. "Rahatsız oldum dedim mi de çıkıyorsun?" "Olmadın mı?" Kaşlarını kaldırıp indirdi. "Olmadım." Üstüme baktı. "Ayrıca ben sana üstüne bir şey alda çık dedim. İncecik gömlekle hasta olacaksın." Ben onu unutmuştum. Aslında alacaktım ama Çağla'yı susturmanın verdiği keyifle aklımdan çıkmıştı. Aslında çok üşüyordum ama sera fena değildi. Dayanabilirdim çünkü eve gidip bir şeyler almaya üşenirdim. "Unutmuşum, bir şey olmaz herhalde." Tekrar ceketini çıkartıp yakalarından tutarak açtı. "Giy şunu." Dediğini yaparak giydim. Kollarımı da geçirmiştim ve çok büyük olmuştu. Kendi kendime güldüm. Komik görünüyordum ama bu kokuyla sarmalanmaktan şikayetim yoktu. Sonsuza dek yaşayabilirdim. Kafamı kaldırınca Dağhan'ın da güldüğünü gördüm. Ceketin kollarına uzanarak kıvırdı. Ellerim ortaya çıkmıştı. Önümü de ilikleyerek geri çekildi. Beni baştan aşağı süzdü. Memnun görünüyordu. Gözlerinden tuhaf bir ifade geçti ama hemen gitti. Benimse yanaklarım kızardı. İlgiye cidden alışık değildim ve bu kadarı fazlaydı. İşte buna alışmam zaman alacaktı. "Şimdi daha iyi." Üstünü işaret ederek, "Bu seferde sen gömlekle kaldın,"dedim. Omuzlarını silkti. "Ben kolay kolay üşümem. Dert etme." Kafamı salladım. Bugün gördüğüm çiçeğe doğru gitti. Çömeldi ve yapraklarını okşamaya başladı. Burada, evden daha rahat olduğunu fark ettim. Kendi alanıydı. Güvenli yeriydi. Burada huzurlu hissediyor olmalıydı. Kimseyi buraya almıyordu ama ben girmiştim. Özel alanını işgal ettiğim için kendimi kötü hissettim ama rahatsız olup beni buradan çıkarmamıştı. Sanırım rahatlayabilirdim. Tıpkı onun gibi. Yanına gidip ben onun gibi çömeldim. Etekten biraz zor oluyordu o yüzden ceket her yerimi örttüğü için daha rahat olmak adına bacaklarımı hafif araladım. Böyle daha iyiydi. "Adını hatırlıyor musun?" Dağhan'ın yönelttiği soruyla dikkatimi ona verdim. Hâlâ aynı çiçeği okşuyordu. "Evet, Aslanağzı demiştin." Kafasını sallayarak onaylıdı. "Peki özelliklerini biliyor musun?" "Hayır. Çiçeklerle aram hiç iyi değil. Genel bilinen çiçekler dışında bir şey bilmiyorum." "Öğretmemi ister misin? Böylece bakım zamanı geldiğinde sen yapabilirsin." Şaşkınlıkla, "İzin verir misin gerçekten?" dedim. Bunu çok isterdim. Ben ona güveniyordum. Onunda bana güvenmesini isterdim. Ayrıca uğraşacağım bir şey olurdu. Hafif gülerek, "Vermicek olsam niye söyleyeyim Kar Çiçeği?" dedi. Çok mutlu olmuştum ve bu hem sesime hem de yüzüme yansımıştı. "Lütfen öğret, lütfen. Çok isterim bakmayı." Heyecanıma karşı gülümsedi. Bu sefer dişleri de görünüyordu. Kendimi gülüşüne bakmaktan alamadım. Gerçekten çok güzel gülüyordu. Onun sevdiği, hatta değer verdiği bir şeyi bana da öğretecek olması beni sevindirmişti. Yerimin onda farklı olduğunu hissettiriyordu. Oysaki değildi çünkü her şey bir oyundan ibaretti. "O zaman beni iyi dinle." Kafamı sallayınca devam etti. "Aslanağzı çiçeğinin toprağı hep nemli kalmak zorunda. Islak olmayacak, sadece nemli. Direk olarak güneş ışığı görmeyecek. Dolaylı yoldan görmeli. Seranın tavanı açılabiliyor. Burada direk güneş görme ihtiyacı olan çiçekler var. O zaman üzerlerine naylon örtmelisin. Bunun için iki tabureye uçlarını sabitledigimiz naylon var. Taburenin birini çiçeklerin başlığı yere, diğerini de bittiği yere koy. Üstündeki naylon açılır ve hem güneş ışığından korur hem de çiçeklerin havasını engellemez. Yazın her gün sulayacaksın, kışın ise aralıklı sulanacak. Özelikle Ekim ayında çok su ister. Biz de Ekim ayındayız. Sulamayı unutma, nemli olacak şekilde." Dikkatle dinlemiştim. Çok da iyi anlamıştım. O kadar da zor bir bakımı yoktu. Bu güzellikleri bana emanet ettiği için çok mutluydum. Ama kafama takılan bir soru vardı. "Peki bu çiçekleri sulamak için belli bir zaman var mı?" "Aslında var. Sabah erkenden ya da gece geç saatlerde sulanmalıdır. Bu saatlerde su daha iyi emilir ve bitki yaprakları güneşe maruz kalmadan kurur. Bu daha sağlıklıdır. Ben gece veriyorum. Sen de yatmadan önce verebilirsin. Ama gün içinde bak, eğer toprağı kuruysa hemen sula." "Tamam." Ondan bir şey dinlemek çok güzeldi. Sesi o kadar güzeldi ki anlattıkları masal gibi geliyordu. Açıkçası uykum da gelmişti. Üç gündür doğru dürüst uyumamıştım. Gözlerim isyan edercesine yanıyordu ama onun yanından ayrılmak da istemiyordum. "Her şeyi anladım. Eksiksiz yapacağım, söz. Ama şimdi Kar Çiçeğinin hikayesini anlatır mısın?" Bana şaşkınca baktı. "Çok mu merka ediyorsun?" Hemen kafamı salladım. "Evet." Ayağa kalkıp elini uzattı. "Buradan çıkalım da öyle anlatayım. Güzel bir yer biliyorum." Düşünmeden elini tuttum. Birlikte seradan çıktık. Ama beni heyecanlandıran bir şey vardı. Elimi bırakmamıştı! Şuan resmen el ele evin bahçesinde yürüyorduk. Bilerek, bakan olursa diye rol mü yapmıştı yoksa farkında değil miydi bilmiyordum. Ama bu his güzeldi. Çok güzeldi. Elim elinin içinde kaybolmuştu. Uzun parmakları elimi sarmıştı. Gözümü ellerimizden alamıyordum. Ne kadar yürüdük bilmiyordum ama birden durduk. Dağhan nereye baktığımı fark etmesin diye hemen kafamı kaldırdım ama çok geçti. Zaten bana bakıyordu. O da ellerimize baktı. Uzun uzun hem de. Sonra kafasını kaldırıp tekrar bana baktı. Ellerini çekmemişti. Aksine, sanki biraz daha sıkmıştı. Gözlerinde anlayamadığım bir şeyler vardı. Gözlerden duygu okumak konusunda iyi değildim. Ama tüylerim diken diken olmuştu. Çok dikkatli bakıyordu. İçimi görmek istermiş gibiydi. "Oturalım," dedi boğuk bir sesle. Ne demek istediğini anlamamıştım. Yere mi oturacaktık? Düşündüğümü duymuş gibi kafasıyla yan tarafı işaret etti. Kafamı çevirip baktığımda ağzım açık kaldı. Çok güzel bir manzara vardı. Deniz olduğunu dalga seslerinden anlamıştım. İlerisinde ise köprü vardı. Oradan geçen arabalar karınca kadar küçük görünüyordu. Köprünün ışıkları denize vuruyor, hayran bırakılacak bir görüntü sunuyordu. Çok güzeldi. Önümde bir çardak vardı. Sanırım oturmamız gereken yer orasıydı. Dağhan yürüyünce elimi tuttuğu için beni de çekti. Çardağa oturduk. Çok büyük değildi ve etrafı da açıktı. Bu yüzden manazara hâlâ net bir şekilde görünüyordu. Dağhan'a dönerek, "Böyle güzel bir yerde mi anlatmak istedin hikayeyi?" diye sordum. "Evet,"dedi. "Hazırsan başlayayım. Uykun var gibi. Gidip uyu sonra." Uslu bir şekilde, "Tamam," dedim. O da anlatmaya başladı. "Yüzyıllar önce bir mecnun, sevdiğine kavuşamayarak dağlara çıkmış. Zaman geçmiş ve kış gelmiş. Karın yağdığını gören Mecnun bir mağaraya girmiş. Saatler sonra çıkmış. Karın altında bir şeyin kıpırdağını görmüş. Hemen oraya gitmiş ve elleriyle kârı temizlemiş. Karşısında kardan kurtulmak isteyen, oraya buraya kıpırdayan bir bitki görmüş. Hemen orada sevdiğini unutarak o bitkiye aşık olmuş." "Bir insan bir bitkiye mi aşık olmuş?" diye şaşkınca sorarak hikayesini böldüm. "Hikaye işte. Takılma." Kafamı sallayarak onayladım. Uykum iyice gelmişti. Gözlerim kapanmak üzereydi. Dağhan'ın sesi ninni gibi geliyordu. Kafamı taşıyamayınca Dağhan'ın omuzuna koydum. Ani hareketime şaşırsa da belli etmedi. Hafif kasılıp gevşediğini hissettim. Çok geçmeden hikayesine devam etti. "Zaman geçmiş, mecnunla kar bitkisi evlenmişler. Çocukları olmuş ve onun ismini de Kardelen koymuşlar." "Ama bu çok saçma. İnsanla bitki aşık oluyor, evleniyor, çocuğu oluyor. Mantıklı yanı yok ki bunun." Bedeni hafif sallanınca güldüğünü anladım. "Sadece bir hikaye Kar Çiçeği. Anlat dedin, anlattım." "Peki sen seviyor musun?" "Neyi?" "Hikayeyi." "Aslında birkaç tane hikayesi var ama ben bunu seviyorum. Yani evet." "Kardelen çiçeği böyle mi doğmuş yani? Kar çiçeğinden mi türemiş?" "O kadarını bilmiyorum. Ama hikakeye göre öyle." Gözlerim kapanmıştı. Uykulu bir şekilde, "Bir gün çocuğum olursa adını Kardelen koyacağım o zaman. Çok anlamlı olur," dedim. Uyumadan önce duyduğumu son şey Dağhan'ın söylediğiydi. "Belki beraber koyarız."
Evvvetttt ben geldim! Benim içime çok sinen bir bölümdü kesinlikle, özellikle de son kısımları. Bu arada bin okunmayı geçtik.🥳 Hepinize çok ama çok teşekkür ederim. Oy veren vermeyen herkese teşekkür ederim. (oy verirseniz tabi daha iyi olur♥️) Bu serüvende yanımda oldunuz. İyi iki varsınız 🫶🫂 Sizce Dağhan son cümleyi neden kurmuştur? Azıcık yorumlara yazın lütfen. Bu arada bu hikaye uydurma değil. Araştırdım ve gerçekten böyle bir hikaye varmış. Kardelen kısmı falan hepsi. Hiçbir kelimesi uydurma değil. Kurgum hakkında düşündüklerinizi de yazın lütfen. Eğer abartı ya da eksik bulduğunuz yerler varsa bileyim ki ona göre yazayım. Düşüncelerinizi merak ediyorum. Oy vermeyi unutmayın ♥️
|
0% |