Oy vererek ve yorum yaparak destek olan herkese teşekkür ederiz...
***
Azize odaya girdiğinde, halasının yatağında saçları yastığa dağılmış halde yatan birisini gördü. Yüzü duvara dönük olduğundan, senelerdir temizlik yapmak dışında bozulmamış yatağa yatma cesaretini gösteren kişiyi tanıyamadı. Afallamıştı, yalnızlığa alıştığı bu odada başkasını görmeyi beklemiyordu. Gözlerini açıp kapattı birkaç kez. Yorganın altında ağır ağır nefes alan kadın, uyumaya devam ediyordu.
Halam mı? Diye geçirdi aklından. Ondan başkasını sokmazlar bu odaya. Hem kim olsun ki gelir gelmez buraya yatsın? Yengem müsaade etse bile, ki etmez, babaannem durdurur onu. Başka misafir de gelmeyecekti, öyle biliyorum. O zaman halamdır. Ama bu zayıf omuzların içine çökmüş baş onunkine benzemiyor. Ya da unuttum halamı. Ben küçüktüm, o gençti. Gerçekten bir gün ansızın çıkıp gelmiş olabilir mi? Azize öne doğru eğilip, yorganın içinde yüzünü kaybetmiş kadına bakmaya çalıştı. Bunu yaparken olabildiğince sessiz ve dikkatliydi. Fakat yine de ayağının altındaki tahtaların gıcırdamasına engel olamadı. Uyuyan misafir uyandı, yüzünü gömdüğü yerden çıkardı ve senelerdir görmediği yeğenine yorgun gözlerle baktı.
"Hala" diyebildi Azize şaşkınlıkla. Gidişinde olduğu gibi, dönüşünde de kelimelerini tüketmişti herkesin. İnsanlar yalnızca kollarını açıp sarılabiliyordu ona. Azize bunu da yapamadı.
"Azize..." Çiçek yattığı yerde doğrulup gülümsedi. Sırtını yatak başlığına dayadı. Gözlerine baktı Azize'nin. Seneler geçse de, bu kız değişip bambaşka bir yüze sahip olsa da gözlerinin yeşili aynı kalacaktı. "Ne kadar büyümüşsün. Gelsene yanıma." Kollarını açıp yeğeninin şaşkınlığını atmasını bekledi sabırla. Sonra da sarıldı sıkıca. Bu evden hiç gitmemiş gibi davranıyordu, çünkü öyle hissediyordu.
"Ne zaman geldin hala? Öyle şaşkınım ki! Yatakta birini görünce önce başkası sandım. Sonra babaannem başkasının yatmasına izin vermez diye düşündüm. Yüzünü de göremedim."
"Çok olmadı geleli, sen dışarıdaydın. Anneme sarıldım, babamı gördüm. Sonra da biraz dinlenmek için yattım." Çiçek'in ne zaman geldiğinden çok, artık burada olmasıyla ilgileniyordu Azize. Kendini tutmasa ağlayacaktı. İçine yayılan heyecan dalgası, yıllar süren endişe ve merakın son bulmasından kaynaklıydı. Hâlâ kutuda saklanan kurdelelerin sahibinin nihayet evine dönmüş olması, Azize'ye bir dram romanının sonunu okuyormuş gibi hissettirdi. Ucu açık, karakterin vicdanıyla baş başa kaldığı, bir akşamüstü tasviriyle biten hikâyeler ise her zaman içinde ağlama isteği uyandırırdı. Yarım kalmak ve karakterin vicdan yükünü omuzlamak hissinin kalp kıran bir yanı vardı. Ne olacak ona? Nasıl devam edecek hayatı? Biliyorum, kesinlikle eskisi gibi değil.
Eskisi gibi olmadığını en iyi bilen Çiçek'ti. Ne döndüğü ev eskisi gibiydi, ne de o ve peşine sürüklediği ruhu. Kucak açan insanlar fırtınaya tutulmuş kadar perişandı aslında. Limana varmak için çabalıyorlardı sadece. Ufak tesellilere sarılıyorlardı. Hani bir gün batıp gider de bu gemi, biz denizi hasret yeri bilmeyelim. Dönene, selam verene elimizi uzatalım. Zira gidiyoruz. Pek de yol kalmadı geriye, limandan bayrak açıyorlar. Bizi çağırıyorlar. Varabilsek ne âlâ!
Çiçek'e babasının kıyamet koparmamasından ötürü şanslı olduğunu söyleyeceklerdi. Bu devirde böyle baba bulunmazmış. Habersiz gidip bir anda geleni kimse kabul etmezmiş. Hasan bey yaşlanmış ya da aklını kaybetmiş kimine göre. Tüm bu söylemleri duyacak ve eskisinden daha uzak duracaktı insanlardan. Elinde kalan bir parça insafı iyi veya kötü niyetli yorum yapanların yanında harcamayacaktı. Büsbütün suçsuz değildi, masumiyet iddiasından da uzaktı. Ama hâlâ yargıyı yabancılara bırakmayacak kadar asiydi düzene.
Bu uzun yolculuk, genç yaşında ona pek çok şey öğretmişti. Büyük şehrin içinde ufacık hissettiğinde ruhunu, öğrenecek bir dünya şey var, diye düşünmüştü. Her Allah'ın günü de öğrendi. Pek de kalbi okşanmadı. Kayboldu, sınandı, direndi, çabaladı, yoruldu, sığındı, bağlandı, bir aileye mensup oldu yeniden, birini sevdi, pek çok kişi tarafından sevilmedi, sevgisi yetmedi, kaldı yine de, o biri gitti, Çiçek de döndü. Dünya suymuş, derdi sorulsaydı. Parmaklara değermiş ama tutamazmış insan. Bir azapla bakılırmış arkasından. Oysa denizler yerindeymiş, bulutlarla doluymuş gök. İnsan elini uzatırmış daima, kendine ait olmayana. Dünya su gibiymiş, dünya had bilmeyi öğretirmiş.
Çok olmasa da günler geçti. Babasına sarılınca iyileşmedi. Annesi ağlayınca yumuşamadı kalbi. Yeğenlerini görmek güldürmedi yüzünü. Evde gibi hissetmedi. Ruhu gurbete düşmüştü bir kere. Yalnızca abisini anlayabildi. Onunla oturup konuşabildi. Sakin ve serin bir akşamüstü, yine arka bahçedeydiler. "Temelli mi geldin?" diye sordu Mehmet. Yıllar öncesinde bu sorunun sahibi kız kardeşiydi. Olumsuz anlamda başını salladı Çiçek. Bu cevap abisini üzdü, düşündürdü. "Ne zaman gideceksin diye sormayacağım. Nereye gideceksin? Kime?" Parmağındaki yüzüğü çıkartıp taktı birkaç kere. Kimsenin sormadığı ama merak ettiğini öğrenmek istiyordu abisi. Elbet bir gün anlatacaktı, öğreneceklerdi. "Niye konuşmuyorsun? Dilimizi mi unuttun?" Bunu duyunca güldü belli belirsiz. Malum, keyifsiz bir şakaydı.
"Unuttuğum yok abi" dedi sessizce. Sesi bile fazla geliyordu o gün. Konuşmasının devamında, abisinin hayıflandığı gibi, hatta bu gün o kadar çok konuştum ki, diyemeyecekti. "Unutmamışsın seneler önce konuştuklarımızı. Yine buradaydık, ben kızıyordum sana. Hesap soracaktım kendimce. Susmana, dönmene, gitmene, beni geride bırakmana öfkeleniyordum. Almanya'yı ben de görmek istiyordum."
"Bir cesaret sana sormuştum. Sen neler yapıyorsun?" Çiçek gözlerini kısıp derin bir nefes aldı. Verdiği cevabı çok iyi hatırlıyordu.
"Beklediğimi söylemiştim. İsteklerime ulaşacağım günü bekliyordum."
"Geldi mi o gün? Ulaştın mı isteklerine?"
"Hım... O gün geldi ve geçti. Anlayamadım, çok hızlı geçti. Ellerimden kayıp gitti sanki. Ama o hazzı yaşadım. İsteklerimin bir kısmına ulaştım."
"İsteklerin seni mutlu etti mi?"
"Seni ettiği kadar." Bu cevap üzerine bir süre sessizlik oldu. Kalın hırkalarına sarılıp karanlık göğün ardını görmek istercesine uzaklara baktılar. Üşümek ve soğukta oturmak iki kardeşe iyi gelmişti. "Mevhum sevgililer... Böyle söylemiştin. Neden mevhumdular? Hayır, o günlerde emindim, bu söylediğin beni kandırmaya çalışmaktı. Elle tuttuğun, gördüğün yaşadığın bir zevk nasıl bir vehimden ibaretmiş gibi konuşabilirdin ki? Sana inanmamıştım, uzun zaman da inanmadım. Kandırılmış ve geride kalmış bir kız kardeşin gururu epey ayakta tuttu beni. Fakat günün sonunda, elim boş pencerenin ardını manasız bakışlarla seyrederken ne demek istediğini anladım. Gezdim, gördüm, sevdim..." Bu kelimeyi epey acıyla söyledi. Boğazındaki yumru geçene kadar bekledi.
"Sonra... İşte her şey eski bir anı olarak kaldı. Bir mevhum düş olup yerleştiler sineme. Saklamak veya silmek iradesine bile sahip olamayışım ne acı. Öyle bir yürek lazım ki demiştin. Geriye bir yürek kaldığından bile emin değilim abi. Her gittiğim yerde bir parça bırakmışım sanki. Parça parça olmuş içim. Kız kulesini gördün mü? Ben gördüm uzaktan. Onun önündeki taşların birinde bir parça. Fabrika bahçesinde, akşamları meyve satan yaşlı bir dede vardı. Sohbet ederdik onunla. Rahmetli oldu. Onda kaldı bir parça. Bir kızla arkadaş olduk, öyle zannettim yani. Güvendim, kandırdı beni. Kırdı bir parça. Sonra... Neyse işte seneleri anlatacak değilim sana. Pişman oldum zannedersin, sanki günah döküyorum. Af diliyorum gibi gözükür. Biliyorum ben kendimi, yine olsa yine giderim. Görmek isterim."
"Yargılamıyorum seni Çiçek, sadece dinliyorum." Mehmet bu sözlerinde samimiydi. Kardeşinin anlattıklarını o da yaşamıştı, o yaşına dönse yine gurbete gitmek isterdi. Akıllarına koyduklarını yapıyorlardı, isteklerine inat tohumları serpiyorlardı. Birbirlerine ne de çok benziyorlardı. Ama iki suçlu çocuk gibi başları önlerindeydi. Gittiği için üzen lezzetlerden nasıl hevesle bahsedebilirdi ki insan? Bunca geride kalan varken, nasıl rahat olurdu ki gönül?
"Sahi, niye yargılamıyorsun?"
"Ben... Ben çok hatalar yaptım, aileme ve kızıma acılar yaşattım. Senin gitmene sebep olan da bendim. Bunun azabını hissettim hep içimde. Şantiyede yatıyorum, geçimim zor, sonra... Evimde kavga var diye alıp götürmedim seni Almanya'ya. Buralar daha güvenli geldi gözüme. Seni götürüp bir karmaşanın ortasında gezintiye çıkartmak uygun değildi sanki. Ya da sorumluluk alacak kadar büyük değildim ve altında eziliyordum hayatın. Oysa şimdiki aklım olsa, alırdım seni dolaştırırdım. Bir otelde kalırdık, gezerdin görürdün. Hevesini alırdın. Yoldaş olarak görmen gereken bir abin olurdu yanında. Ama bunların hiçbiri olmadı. Sen tek başına gittin. Kızmak yerine, kız kardeşimi bulmak istedim. Özür dilemek ve yanında olmaktı niyetim. Olmadı, gün geçtikçe kaybettim."
"Kendini suçladın demek? Ben de bir zamanlar seni suçluyordum. Sadece sen değil, herkesi her şeyi. Ama artık öyle düşünmüyorum. Bana yolculuğa çıkmayı teklif ettiğinde, reddetmiştim. İnadım tutmuştu, uzattığın eli tutabilirdim ama yapmadım. Sana veya size kendi başıma halledebileceğimi göstermek istiyordum. Sanırım hem gösterdim, hem gördüm. Ama dilimde acı bir tat kaldı, bir ruh bedeli ödedim." Çiçek önemli bir itirafta bulunacaktı birazdan. Oturduğu taburede dikleştirdi sırtını. Abisine döndü ciddiyetle.
"Evden kaçtım ben, dönüşümü kimsenin kabullenmeyeceğini düşündüm buraya gelirken. Dövmek babamın huyu değildir bilirim ama hiç olmadı bir tokat yerim diye hesap ediyordum. Utanç, hor görülme ne varsa işte... Bunları aklıma getirip vazgeçebilirdim, başka bir yere gidebilir ya da evimde kalabilirdim. Ama bitti dediğim bir anda, aklıma sen geldin. Benim gibi, beni anlayan birisi var, dedim bu dünyada. Bu yollara çıkmamda onun da payı var, sözünü tutmadı beni kandırdı bilmem ne. Bunun hesabını bir ömür boyu görürdük, sıkılmıştım da içimdeki öfkeden. Benim merak ettiğim, sona gelindiğinde ne yapıldığıydı. Bendeki yabancı ve tükenmiş ruhtan birinde daha vardı. Ona gitmeliydim. Ne de olsa ona da bir paça bırakmıştım. Anlardı halimi, sorularıma cevap verirdi."
"Sen... Aslında evine dönmedin, bana geldin."
"Ya kınadım seni, ya hep gıpta ettim. Fakat bunu düşünmekte fayda yok, senin yolundan gidip nihayet sana geldim." Mehmet ne kadar şaşkınsa, Çiçek o kadar sakindi. Hatta gecenin karanlığında görülmeyecek bir pırıltı geçiyordu gözlerinden. Şehrin ışıklarında da uzun zamandır görülmüyordu zaten. "En çok inatlaştığım insansın şu hayatta. Zıddım mısın aynım mı çözemiyorum? Zaten bu saatten sonra ya hiç çözemeden, yaşıyor gibi güne uyanacağım ya da yine senin yolundan gideceğim. Ne yazık ki kendine çizdiğin yeni yoldan pek haberdar değildim. Döndükten sonra neler yaptın? Malum, bırakıp gittim her şeyi. Ama öğrenmem gerekiyor. Feda edebilirim hisleri ama vazgeçmek pek bana göre değil."
Mehmet'in gözleri doldu. Hâlâ gözünde küçük Çiçek'ti bu kız. Nasıl da hırçındı, asi! Belli, çok kırılmıştı. İnatla pişman olmadığını söylüyordu ama ona gösterilen şefkati sorguluyordu, hak etmiyormuş gibi. Bir hatayı kabullenmişti. Başka türlü bir yolculuk isterdi, keşke olsaydı. Keşke Kız Kulesinin önündeki taşlara bıraktığı yürek parçası kimsenin ayağına değmeseydi. Dost dediğinin ihanetini görmeseydi. Biraz daha bekleseydi, Mehmet de çok bekletmeseydi. Keşke demenin bu gece vaktinde, faydası neydi?
"Kalmış kalmış..."
"Ne?"
"Sende o yürek kalmış. Biraz onarmak lazım tabi."
"Bomboş olsa orası, hiçbir iz kalmasa yürekten... O zaman nasıl olur?"
"Kalkıp gelemezsin yanıma. Kapatmazsın mesafeleri. İyileşmeyi istemezsin. Yaşamak için parmak kaldırmazsın. Direnmezsin, kırık dökük parçalar kesip dururken içini." Çiçek, kelime elbiselerini giyen ıstıraba yüzünü buruşturdu. Kırıp dökülürken mi daha çok acıyordu insan, iyileşirken mi? Omuzları öne çökmüştü üşüdüğünden. Abisinin, taburesiyle yanına yanaştığını fark edince kıpırdanmadı. Sonra sarıp sarmalandı zaten. Önceleri ne Mehmet yapardı böyle, ne Çiçek izin verirdi. Günahın aynı rengine boyandıklarından belki, biraz sarılmak ikisine de iyi geldi. Şu sıralar ikisinin de kollarında teselli yoktu. "Öğreteceğim sana, öğreneceğiz birlikte. Üzüleceğiz, güleceğiz, yaşayacağız yine. Ben sizin için çabalayacağım, siz bahar için yaşayacaksınız."
"Ben aldım cevabımı."
"Ne cevabı?"
"Sende de o yürekten kaldı mı diye sormuştum. Kalmış, yaralıymış ama onarmışsın." Pencereden başını çıkartan Rahime hanım bölmüştü o konuşmayı. Cevap vermemişti gurbetçi adam. Bu gece cevabını buldular. Yüzleştikçe sustular. Mehmet kendini onarırken, kızını epey kırdığını söyleyip her an patlayacak volkan potansiyeline sahip kardeşini kızdırmadı. Çiçek'in Azize'yi sevdiğini ve kayırdığını biliyordu. Kabahatini söylese Mehmet, sıkı bir azar işitirdi. Ki yakındı bir iki güne Azize sebebiyle tartışmaları.
Şurada yarım saatliğine de olsa birinin ona sarılması, karşılıklı sohbet etmesi nefsini okşamıştı. Ortamı bozmak istemedi. Azize'yi ürkütüp kaçırmamak için dikkatli davrandığı bir dönemdeydi. Dışarıdan birinin müdahale etmesini hoş görmüyordu. Evine dönmüş, aslında çoktandır yolunu kaybetmiş kardeşinin ağladığını fark etmeden sırtını sıvazladı.
***
"Çok sessizsin" dedi Zeynep. Gerçi o da epey kısık sesle konuşmuştu. Henüz uyuyan Akif'ten dolayı değil, Çiçek ürkmesin diye herkes gibi temkinli davranıyordu sadece. Tüm ev halkı, sözleşmiş gibi irdelemiyordu hiçbir mevzuyu. Arif dışında kardeşine küsen yoktu. Geriye kalanlar daha bir durgun olsa da devam ediyorlardı yaşamaya. Evin, ineğin, bahçenin, sobanın işi dururken bir köşeye çekilip uzunca düşüncelere dalmak fikri kimsenin aklına gelmiyordu zaten. Kışın sertliği yürekleri de lal etmiş gibiydi.
"Ne konuşayım?"
"Bilmem, ne istersen." Aslında Çiçek, konuşacak bir şeyin kalmadığını ima etmişti. Zeynep anlıyordu aslında. Fakat yardım etmek, yeniden arkadaşıyla dertleşmek istiyordu. Çiçek geçmişi yâd etmenin faydasını görmemişti hiçbir zaman. Anlatsa ne değişecekti? Dışarıda erimeye başlayan karlar gibi geçip giden günler, çığ olup omzuna binmeyecek miydi? Uyuyan Akif'e baktı derin derin.
"Çok güzel bir duygu, değil mi? Anne olmak yani." Zeynep hiç beklemeden tebessüm edince cevabını vermiş oldu. "Tahmin ettim biliyor musun? Anne değilim ben, olamadım. Ama kucağında çocuk tutmuş bir kadının gözlerine bakınca anlıyorum, minik yavrular (büyüyüp kocaman olsalar da tabi) çok seviliyorlar. Annelerdeki karşılıksız bir muhabbet. Büyük bir yanlışa rağmen, kollarını açacakları kadar tükenmez bir şefkat. Bir çocuğum yok diye herhalde, henüz anlayamadım bu kaynağı da dibi de görünmeyen sevgiyi. Öyle üzgün bakma, ben üzülmüyorum. Yani aslında çok üzüldüm zamanında.
Sağ olsunlar, azıcık kederden dinlense kalbim, azıcık iyileşse yaram taze tutmaktan geri durmayanlar oldu. Arttırdılar, bastırdılar. İstanbul'a kaçıp gelmiş bir kız. Tutunmuş hayata, sonra tutmuş bir askerin elini. Ama aile kabul eder mi? Bu kız niye kaçmış, kim bilir ne yapmış, anası babası neredeymiş? En nefret ettiğim şeydir insanların hakkımızda konuşması. Onlara ne, derim. Onlar yüzünden hayatımızı yaşayamayacak mıyız? O gün askerin annesi... (Kayınvalideme askerin annesi diyeceğim.) Annem babam hakkında kötü konuşunca, ben de kaçıp gelmişliğimden ötürü bir türlü savunmamı düzgün yapamayınca kafama dank etti. İlk kez el alemin sözleri canımı yaktı. Ne askerin annesi sustu, ne ben köydeki Hasan bey ve Rahime hanımın iyi birer ana baba olduğuna ikna edebildim onu. Çünkü onlardan kaçmıştım. Bağırdık durduk.
Oysa yalanın, dolanın, hilenin, kavganın, cinayetin kol gezdiği bir şehre beni göndermeyi istememekten başka kabahatleri yoktu gözümde. Uzaktan bakan biri olarak iyi bilirsin, bu evin çocuklarının fazla şımartıldığını söylerlerdi. Babam sert dururdu biraz ama bizi çok severdi. Sonra düşündüm. Sadece bu kadın değil, bizi tanıyan herkes aynısını konuşuyordu. Tek kişiyle baş ederken dağılmıştım, aklına gelen yalanları sıralıyordu. Peki onca insanın dedikleriyle yaşlı anne babam nasıl başa çıkacaktı? İçinden geçiriyorsun belki, giderken düşünmedin mi? Aklın yeni mi başına geldi? Bunlar olacaktı, biliyordun…
Gitme arzusuna yenildim. Tek doğrunun bu olduğunu düşünüyordum. Daha fazla beklemek istemedim. Hırs, inat, kimseyi beklemeden kendime yetebilme isteğinin peşine düştüm. Oldu, istediğimi aldım. Çok şeyi de feda ettim. Güldüğüm bir güne bedel, sayısız gözyaşı döktüm." Çiçek durup dinlendi biraz. İsim vermeden, üstü kapalı konuşsa da hikâyenin ana hatlarıyla karşı tarafa aktarılmasının yeterli olduğunu düşünüyordu.
"İçim sığmıyordu bu dağların arasına. Tanıdık geliyor mu bu sözler? Kocandan bir farkım yok aslında. Sen de bir alemsin Zeynep. Kendinden mustarip iki kardeşten biriyle evlendin, diğerinin de yakın arkadaşı oldun. Biz içimizdeki karmaşadan yoruluyoruz bazen, nasıl dayanıyorsun bize?"
"Seviyorum sizi" diye kısaca cevapladı Zeynep.
"Bu kadar mı? Sevgi üstesinden gelir mi her musibetin? Ne yazık, demek biz yeterince sevmemişiz. Sana askeri anlatayım mı?" Çiçek dudaklarını birbirine bastırıp muzipçe güldü. Irmak başında sevdiceklerini anlatan kızları kınadığı geliyordu aklına. Demek tek hakikat; kınamak, doğruyu kendinin bildiğini düşünmek, gezmek, görmek, inatla toplumdaki ufak mutluluklardan kaçmak değilmiş.
"Fabrika çıkışı hava karanlık oluyordu. O günlerde de fabrikada eylem vardı. Maaşları vermiyorlardı işçilere. Yine bir akşam, ben eylemin ortasında kaldım. Ama bu sefer arbede çıktı, kavga ettiler epey. Kurtaramadım kendimi. Biri kafama sertçe vurdu sopayla, bayılmışım. Gözümü açtığımda hastanedeydim. Doktor bir şeyler anlattı, sonra asker girdi içeriye. O bulmuş beni. Uyanana kadar da beklemiş. Neler olduğunu sordu. Evime götürmek istedi, ailemi aramayı teklif etti. Hiçbirini kabul etmedim tabi."
"Kaşlarını dökmüşsündür sen..."
"Hem da nasi!" Güldü ikisi birden. "Tanımadığına yüz verilir mi öyle? Asker de olsa bir adımdan fazla yanaştırmadım yanıma. E sonra tabi..." Parmaktaki yüzüğe kaydı gözler. Eğer asker burada olsaydı, bu hikâye neşeli ve sevimli gelebilirdi kulağa. Fakat Çiçek bir başına dönmüştü köye. Asker yoktu yanında. Gülüşler yarımdı. "Ailesi kabul etmedi beni, anlattım ya. Detaya gerek yok ama. Biz bir süre birlikte yaşadık anne babasıyla. Asker uzun görevlere çıkıyordu, tek kalmayayım istedi. İyiliğimi düşündü ama fena etti. Anlaşamadık annesiyle, çok hakaret ederdi. Çocuk olmaması en büyük problemdi. Bakma, çocuğum olsa sevecek değillerdi, maksat beni üzmek. Ben de kaldırmazdım tabi. Kavga ederdik. Babası müdahil oldurdu derken... Al sana kıyamet. E benim anamı savunduğum yerde, kışladaki düzeni evinde sağlayamayan asker annesini korumadan durur mu?"
"Ne yani senin arkanda durmadı mı?"
"Bir durdu, iki durdu. Her geldiğinde bir kavga kıyamet görünce, bir de habersiz olduğum yalanlar fısıldanınca kulağına bizim kavgalarımız başladı. Birbirimizi seviyorduk ama kafamızı karıştırdılar. Zaten uzak mesafeler giriyordu aramıza. Çok zorlanıyorduk. O da benim kadar sıkıntıya düşüyordu. Anlayacağın Zeynep, senin tüm sabrını sığdırdığın o sevgi kelimesi bize yetmedi. Ne masaldayız ne sinema filminde. Sevgi deyip oturamazdım ben, çarptım kapıyı çıktım. O da göreve gitti yeniden. Öyle uzunca konuşmadan ayrıldık." Parmakta yüzük vardı. Çiçek de bir tek askerden bahsederken yumuşak ve sakindi. Ayrıldık diyordu biraz kırgın. Zeynep ikna olmadı bu ayrılığın, bahsedildiği kadar sessiz tesir bıraktığına.
"Seviyor musun hâlâ?" Çiçek sıkıntılı bir nefes alıp hoyratça savurdu omzuna düşen saçını. Sonra oturduğu yerden kalktı. Sitem etmeye hazırlanıyordu.
"Ne önemi var sevmenin? Sevince ne oluyor mesela, anlatsana bana. Sevdim diyelim, hâlâ seviyorum diyelim. Asker görevden döner dönmez bana mı gelecek? Özür mü dileyecek? Annesini aramızdan çıkartıp, yeni bir hayat mı vadedecek bana?" Elini havaya kaldırdı. "Niye yüzüğü çıkartmadım biliyor musun? Sadece bir sebebini söyleyeceğim sana, diğeri bende kalsın. Siz evlendiğimi bilin, bu konuda gizlim saklım olmasın diye. Bir gün karşınıza çıkarsa, evinize gelenin kim olduğunu tanıyın diye. Ben insanlardan vazgeçemeyecek biri değilim Zeynep. Tanıdın ya az çok beni. Evini bırakmış kızım gençlik aklımla. Bir askeri çok sevip elinden tutmuş olabilirim. Ama ruhumu ezmeye kalkarsa, bana inanmazsa karısı olmamın hiçbir hükmü kalmaz. Nihayetinde oturur ana babama olan özlemimi dindirdi diye teşekkür ederim. Şöyle gülerek bakarım gözlerinin içine, seni bıraktığım da iyi oldu derim."
Zeynep daha sesini çıkartmadı. Çiçek'in hırçın ve temkinli ruhunda barındırdığı acıya saygısından yapmadı bunu. Ama asker bir gün gelse şu kapıya, özür dilese barışırlar mı diye merak etmeden duramadı. İyi ki ayrılmışız demek büyük cesaret göründü Zeynep'in gözüne. Pencerenin ardını seyreden, özleyen, seven ama her hissi toprağa gömmeye uğraşan Çiçek'e bile bu sözleri söylemenin ağır geleceğini hissetti. Gerçekten bu hislerle mi yola çıkmıştı, yoksa bir kırgınlığın neticesi miydi ayrılığı? Kötülük edenlerin aradan çekildiği o günleri merak ediyordu aslında. Hiç olmamış olsalar?
"Sevgi mi sadakat mi seninki?" Çiçek'in aniden dudaklarından dökülen bu soru, Zeynep'i düşüncelerinden ayırdı.
"Anlamadım" dedi bekleyerek.
"Babandan kaçmadın hiç. Seni evlendirmeye kalktı defalarca, başka evin kapısını bile çalmadın. O herifi çok sevdiğinden sözüne boyun eğmiyordun elbette. Söyleneni yapıyordun, başka seçeneğin yokmuş gibi. Uysal bir kalp taşıyordun ya da sadık. Sonra abimden teklif geldi, onayladın. Sevmekten dedin. Bu geçen senelerde bir sıkıntı yaşadın mı bilmiyorum. Muhakkak canını sıkan günler olmuştur. Sevgi mi tuttu seni ayakta, sadakat mi?" Çiçek güldü arkadaşının afallamış gibi bakan yüzüne. "Beni ve hislerimi sorguluyordun az önce. Susuyor gibi gözüküyordun ama merak ediyordun. Aramızdaki farkı göstermek istedim sana."
"Kaçmadım, sevgiden değildi. Bir anne babanın kızıydım, ne derlerse yapıyordum. Uysallık mı ne dersen artık… Seninle iki zıt kutup gibiyiz hakikaten. Senin gibi değilim, olamam. Bir eve bağlıyken ona sadakatle hizmet edebilirdim, birini sevmişsem hep sevebilirdim. Çoğu zaman halime acıyanları göz ardı edip iyi günler için dua edebilirdim."
"Sadakat, sevgi ve umut..." Çiçek başını sallayıp arkadaşının dizinin dibine oturdu. Şefkatle baktı kara gözlerine. Elini omzuna atıp sıvazladı. "Sana bazen kızardım böylesin diye ama acımazdım. Yine de acımıyorum. Hatta mutlu bir yuva kurmuş olmana seviniyorum. Eğer bu güne dek içinde böyle hisler büyüterek geldiysen devam et yaşamaya arkadaşım. Kusur gördüğüm, ruhuma uymuyor diye sitem ettiğim davranışların seni kötü ve acınası yapmaz. Bu dünyaya senin gibiler de lazım, benim gibiler de lazım. Hatalar içinde insanız ama sakiniz, celalliyiz diye büsbütün kötü mü sayılırız? Öyle olmasa iyi olur. Sen sevmeye, sadakatine, umuduna sarıl sıkıca. Biz de arada bir dizinin dibinde oturup gülümsemenden nasipleniriz."
"Ben hep beraber gülebilmeyi isterim. Yalnız olsam ne fayda?"
"Kendi faydası uğruna yola çıkıp nihayetinde ağlayanların içinde, niye mutluluğundan feragat edesin ki? Herkes kendi kararlarıyla yaşar bu hayatta." İki arkadaş da birbirini asla anlayamayacak olmanın bilincindeydi göz göze geldiklerinde. Kendini cezalandıran, verdiği kararların sorumluluğunu üstlenen biriyle ilk kez karşılaşmayan Zeynep arkadaşının elini bırakmaya niyetli değildi. Tıpkı Mehmet'e davrandığı gibi şefkatli yaklaşıyordu ona. Çiçek de bu kızın, sırf sevdiği için kabahatlilere özür dileme fırsatı sunmasından yakınıyordu. Birini uçurumdan döndürmeye çabalayanla, rotasını uçuruma bile isteye çevirenin anlaşılmaz lisanı çarpıp duruyordu duvarlara.
***
Çiçek odasında otururken Azize gelmiş, selam verip yarım saat boyunca ara vermeden ders çalışmıştı. Halasının kendisini izlediğinin farkında bile değildi. Yabancı terimleri ezberliyordu fısıltıyla. Sonra Çiçek bozdu sessizliği. "Sen niye böylesin Azize? Bu kızı ziyan edecekler diyordum. Buradasın, görünüşte iyisin gerçi. Ama kırılmış sanki birkaç dalın. Kafanı kitaplara gömmekle de çözülmüyor sorunlar." Azize'nin elindeki kalem düşecek gibi oldu. Sakin bir akşamüstü, ona yeni bir karakter bahşeden konulardan konuşmayı beklemiyordu. Gözlüğünü çıkartıp gözlerini kırpıştırdı.
"Ben hep böyleydim" dedi kısık sesle.
"Öyle miydin? Yok, ben hatırlıyorum seni. Ufacık tatlı ve sevimli bir çocuktun. Konuşmayı, anlatmayı severdin. Çocuklarla oyun oynardın. Babanın yanında zaman geçirmek için an kollardın."
"Ben... Artık başka sorumluluklarım var. Ders çalışmam lazım. Oyun oynayamam, büyüdüm biraz. Sevdiğim şeyler değişti."
"Doğru ya, artık küçük bir çocuk değilsin. Küçükken komşulara kızardım bana aklına geleni soruyorlar diye, onlar gibi yaptım. Ama baban konusunda lafımı geri almıyorum. Küs müsünüz siz?" Azize önce cevap vermek istemedi. Sonra halasının ufak sırdaşlığına sığınıp seneler önce alınmış kararı öğrendiğini anlattı. Böylece Çiçek'in soru işaretleri kuş olup uçtu. Evini seven bu kız çocuğunun kırıldığı için Samsun'a gittiğine kanaat getirdi. Kezban hala ile yaşamanın zor olacağını savunuyordu çünkü herkes gibi. Azize'yi onun yanına bırakmanın mantıksız bir fikir olduğundan, o ana kadar emindi. Vazgeçti...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
7.35k Okunma |
742 Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |