36. Bölüm

35- YÜCE DAĞLAR

Zehra
yesilkutuphane61

Başka mevsimlere ertelendi akşamların sıcağı. Ya geçmişte kaldı, ya yarınların heybesinde saklı. Özlemek ve beklemek arasında bocalayanlar bir odaya toplanmış. Bir yudum çayda lezzeti arıyorlar. Çocuklar yerde oturmuş oyun oynarken büyükler onları seyrediyordu. "Hile yaptın Mustafa" diye sızlandı Azize.

"Yapmadım, say kâğıtları! Hepiniz şahitsiniz, bakın. Emice bir şey de kızına, boyna beni suçluyor!" Dumruk denilen bir oyun oynuyorlardı. Her yörede oynanan bom oyunundan biraz farklıydı. Bom demek yerine dumruk diyerek ortada top haline getirilmiş gazete kâğıdı veya eldiven yumağını almak için yarışıyorlardı. Epey gürültülü, heyecanlı, kavga çıkmazsa bol kahkahalı oynanıyordu. Mustafa bu tip oyunlarda ufak hileler yapmaktan çekinmez hatta keyif alırdı. Kuyu adı verdikleri boncuk ya da ufak taşlarla oynan bir oyunda hile yoluyla kazanır, rakibinin sinirlerini zıplatırdı. Azize de çocuğun huyunu bildiğinden ona güvenmiyordu. Akşamın sonunda yine kazanan Mustafa'ydı ve bileğinin hakkıyla oyunu bitirdiğine kimseyi ikna edemiyordu.

"Hep aynısını yapıyorsun çünkü. Belki de şehirleri bir araya getirmeden dumruk dedin, olamaz mı?" Kız, babasının konuşmasına fırsat vermeden yine savunmaya geçti.

"Yav etmedum!"

"Oğlum hile yapma diye uyarıyorduk seni. Bu yüzden işte. Doğrunu yalan sayıyor insanlar." Selvi bu sefer inanıyordu oğluna ama geçmiş kabahatlerinin bedelini ödediğini ihtar etmesi gerektiğini düşündü.

"Tamam, önceden hile ettum ama vallahi bu sefer etmedum!" Yerinden kalktı bir çırpıda. Parmağını uzattı Azize'ye. "Özür dile benden" diye çıkıştı. Omuz silkti kız. O da kalkıp rakibinin göz hizasında durdu. Gülcan kavgayı çıkartan olmadığı için kenardan izlemekle yetindi. Hem Azize haksızdı bu sefer. Bu işten nasıl sıyrılacağını da merak ediyordu.

"İyi madem, kazandıysan kazandın. Ama özür dilemem. Önceki hilelerine say bunu!" Kaşlarını çattı, ellerini beline koydu.

"Kan çekermiş" diye mırıldandı Rahime hanım. Kaynanasının huysuz tavırları gelmişti aklına. Çocuklar da dahil kimse onu duymadı. Örgüsünü örmeye devam etti.

"İyi, bir daha da oynamam senle!"

"Esas ben seninle oynamam!" Mustafa salondan çıktı. Azize de ayakta durmaktansa odasına gitmenin daha iyi olacağını düşündü. Gülcan yerde bir başına kaldı. Elinde tuttuğu birkaç şehir ismini gelişigüzel yere bıraktı. Dizinin dibindeki ufak metal kutuyu aldı. Bir daha kullanmak üzere ufak kâğıtları içine doldurup duvardaki, kısa ahşap rafa koydu. Koltuktaki boş yere oturdu. Ağız tadıyla bir oyun oynayamadıklarından yakınmadı. Bir yıl öncesine kadar bunu seve seve yapabilirdi oysa.

Evden ayrıldıktan sonra çok değişmişti hayatı. Huzursuzluk çökmüştü günlerine. Kar tatiline kadar güldüğünü, rahatça yemek yediğini hatırlamıyordu. Hüseyin'le aynı odada kalırken uyuduğu uykuları özlüyordu. Huysuzluk yapmasına rağmen onu azarlamayan babaannesinin dizinin dibinde oturmanın keyfini arıyordu. Aile sırrı diye dört duvara hapsedilen huzursuzluktan bahsetmek yasaktı. Başkalarından bahis açmayı çok seven Emine, ev içinde olanları anlatmaktan menetmişti kızını. Gülcan denileni yapıyordu. Gurur karışmış bir öğretiyle, sırlarını saklamanın ailesini toplum önünde hor bakışlardan koruyacağına inandırılmıştı. Ki hatasını söyleyip nasihat edenlerden hoşlanan biri olmaması, annesine haklılık payı vermesine sebep oluyordu. Böylece kimse onları karşısına alıp uzun ve sıkıcı öğütlere boğmazdı.

Yine de bu kar tatili çok iyi gelmişti ona. Büyük ailenin yanına dönmek, sohbet eşliğinde yemek yemek, sobanın başında muhabbet etmek, amcalarının çocuklarıyla oynamak bütün yılın huzursuzluğuna merhem sürmüştü. Çoğu zaman eve dönmedi, özellikle halası geldikten sonra. Merak en büyük etkendi tabi. İnsanın fıtratında iyi veya kötü hangi his olursa olsun, aile içinde huzur bulduğu gerçekti. Aynı evde yaşamaya başladıklarından beri ufak rekabetlerle atıştığı Azize'yle vakit geçirmekten bile hoşlanıyordu. Bunu ona hiç söylemeyecekti. Ama Emine'nin etkisi çemberin dışında kaldıkça iki kız sağlıklı bir mesafeyle aynı ortamda bulunabiliyordu.

Gülcan'a etik davranışlar ve benliğini öne çıkartma konusunda uyarı yapacak, toplum içindeki yanlış hareketlerine müdahale edecek bir annesi yoktu. Aksine ön planda olmak ve görülmek için sesini yükseltmeyi, meziyetlerini diğer bir kimseyi geride bırakarak göstermeyi, eksikliğinin sebebini başkalarından bilmeyi telkin eden bir kadınla yaşıyordu. Her fıtratta baskın bir his vardı ki Gülcan kıskançlığını annesinin kibriyle sulamıştı. Kendini dışarıdan görme fırsatını bulana dek, haklı olduğunu ve iyi davrandığını zannediyordu.

Lise dönemi, yeni bir okul ve başka karakterde insanlarla bir arada olmak demekti. Gülcan, Azize, Mustafa farklı okullardaydı. Ama aynı disiplinin terbiyesi altında eğitim görüyorlardı. İstediği zaman konuşamayacağını, hep kuralları koyamayacağını, başkasını beğenmeyip alay ettiğinde kendi düşük notuyla yüzleşmeyi ve utanmayı, arkadaş gruplarına alınmamayı, gün geçtikçe itilmeyi öğrenmişti Gülcan. Kızmış, kavga etmişti. Neden kabul edilmediğini annesine sormuştu. Yine diğerleri suçlu... Tanıdıktı cevap. Öfkesine, gözyaşlarına çare olmadı. Hep başkaları kabahatli olamaz ya? Sahi, olamazlar... Tüm dünya kabahatli! En sevdiğim ve bana yakınlık göstermekten çekinmeyen matematik öğretmenim kaşlarını çattığında bir hareketime, o da mı kabahatli? Sanmam, pek de iyi bir kadın.

Kendini bilmek, ruhu keşfetmek ve bir sonraki adımını atacağın yeri öngörmek kişisel gelişimin kapılarını açıyordu elbette. Gülcan, onu toplumdan dışlayan tavırlarının sonuçlarıyla yüzleşmeye devam ediyordu. Artık önünde iki yol vardı; öfkeli davranışlarla toplum dışına atılmanın intikamını almakla, fıtratında boy vermiş dikenleri budamak. Kucağına doğduğu ve kokusuna güvendiği kadının öğretileriyle bu yaşa gelmişti. Ama böyle devam etmenin sıvasız bir evde, huzursuz bir yuvaya doğru yuvarlanan gittikçe büyümekte olan ve insanı sefil eden bir çığ olduğunu görmeye başlıyordu.

Bazen etik olanı, huzuru bulmak imkânsız bir tümden değişim olarak görünüyordu gözüne. Azize'yi beğendikleri gibi kendini beğendirebileceğine olan inancını kaybetmişti. Yaptığı hırçınlıklar ve dilinden dökülen kavgacı sözler bundandı. Kıskanıyordu, diğerleri gibi olamıyordu, olmak da istemiyordu. Biliyordu; Mehmet'in Azize'ye baktığı gibi ona bakacak bir babası yoktu. O yüzden parmakla gösterilen bir kız olamazdı hiçbir zaman. Kabahatini örtecek dağ gibi bir baba olsa arkasında, kimse kolay kolay azarlayamazdı Gülcan'ı. Fakat Kâmil kavgacı ve son bir yılda iyice çekilmez bir adama dönüştüğünden, öyle bir duruş sergilemesi mümkün değildi.

Değişmenin iyi geleceğine inanmak istediği bir zamanda, etrafına baktı. Selvi yengesi gibi yumuşak ve sabırlı davranamazdı. Zeynep gibi sessiz oturamazdı. Onlar toplumdan dışlanmıyordu. Kötü özellikleri de vardı üstelik. Mesela Azize inatçıydı, hem de çok. Bir şeyi tutturdu mu yapmak için diretiyordu. Gülcan, şımarıklık sayıyordu bu hareketi. Haylazlık yaptığı da oluyordu. Selvi yengesi herkesin ihtiyacını gidermek için koştururken Mustafa'ya kızdığında, Gülcan da ona kızardı içinden. Zeynep'in hâlâ anne babasını ziyarete gitmesini çokça eleştirirdi. Kötü niyetli insanlardılar ve onlarla aynı ortamda olmaktan bu gün bile ürperiyordu. Babaannesini de kaba bulurdu bazen, sürekli geçmişten bahsetmesinden çok bunalırdı. Nitekim onların kusurlarını görmek hoşuna gidiyordu. Mükemmelin yanındaki siyah nokta olmadığını hissetmek, onu rahatlatıyordu.

Bu iyi özellikleri sayesinde mi diğer kusurlarına tahammül ediliyordu insanların? Bir iyi birkaç kötüyü siliyor olmalıydı. Yeni yaşı ve yeni dönem Gülcan'a sorularla geldi. Düzelmek ve doğru olanı aramak da onun elindeydi. Kendini haklı görmek ve fıtrat bahçesindeki ayrık otlarının arasındaki dikenleri kibir tohumuyla büyütmek de. Zaman ve toplum iyileşmesi için ara sıra sancı veren bir süreç haline dönüşebilirdi. Gelecekte, geçmişin misafiri olup, sanırım düzeldim diyebilirdi büsbütün olmasa da. Pes edip ona öğretildiği gibi yaşamak, dünyanın geri kalanını suçlamak ve annesinden hazır şikâyet cümleleri miras almak da ihtimalleri arasındaydı.

"İki keçi!" Selvi boş bardağını kenara itti. Salondan çıkan Mustafa ve Azize'nin ardından oluşan sessizlikte, kadının sözleri yankılanınca Gülcan irkildi. Bu gece eve gitmek yerine eski odasında kalma kararı alıyordu o sıra. "Ne var şurada güzel güzel oynasalar."

"Oyun yaşlari geçti da ondan." Rahime hanım derin bir nefes alıp, sıcağın nüfuz ettiği bacak kemiklerini ovaladı.

"Oyunu ortaya koysan ben da oynarum ana, mesele yaş değil. Bak Gülcan'a sesi çıkmadan oynadı, kalktı. Bizimkilerun huysuzluğundan çıktı karmaşa." Selvi'nin saygılı tonunu bozmadan yaptığı itiraz Gülcan'ın dikkatini çekti. Kötü niyetle olmasa da sevinmeden edemedi. Azize'nin olduğu ortamda övülmek güzel bir histi. Hep el işi becerilerine övgü alırdı. Davranışının beğenilmesi hoşuna gitti. Yengesi daima köyde kalsaydı ya, hiç gitmeseydi çarşıya! Sevgi göstermeyi bilen bir kadındı. Zeynep yengesi de yumuşak ve sevecendi ama aralarında büyük bir yakınlık tesis edilememişti. O kendi halinde yaşar, Mehmet'le ve Akif'le ilgilenir, evin işini yapardı.

"Birinun eline orak, birinun sırtına sepet ver. Bak kavga duyar misun?" Kavganın yegâne sebebini gençlerin tembelliği olarak görmek Rahime hanımın adeti olduğundan, Selvi cevap vermedi. Akşam yemeğine ne yapılacağını düşündü. Birkaç fikir danıştı.

Azize odaya girdi hızla. Çiçek ayaklarını uzatmış, sırtını yastığa yaslamıştı. Rüzgâr misali esen yeğeninin bu haline sebep olanı merak etmeden önce, Kasım yaprakları gibi dağılan düşüncelerinin ardından üzüldü kısa bir an. Bir beyefendiden bahis açan zihnini, fırtına hoyratça dağıtıp gitti.

"Neymiş, özür dileyecekmişim! Oldu efendim, başka? Sen hile yap dur, oyunu karıştır. Özrü ben dileyeyim!"

"Mustafa mı?" Azize başını sallayıp onaylamakla yetindi. "Hile mi yaptı?"

"Bu sefer değil?"

"Ee niye kızdın?"

"Yaptı zannettim."

"Yapmadı yani?"

"Öncekilerde hep yapıyordu. Kazanınca hile yaptı zannettim."

"Ama yapmadı..." Azize itiraz etmek için ağzını açacaktı ki durdu. Öfkesine yenilmeden cevap vermek zorundaydı. Omuzlarını düşürdü, yatağın kenarına oturdu.

"Yapmadı. Özür dilememi istedi, ben de dilemedim. Öncekilere saysın."

"Sanırım bu, şimdi haksızlık yapıyor olduğun gerçeğini değiştirmiyor." Çiçek ufak bir tebessüm etmekten alamadı kendini. Azize suskunlaştı. Sürekli oyunbozanlık yapan birini, önceki suçlarıyla yargılamanın bile haksızlık olduğu gerçeğiyle tanıştı.

***

Meryem teyze aldığı güzel haberle koşturarak Rahime hanımın yanına geldi. Oğlu arayıp artık evlenmeye karar verdiğini söylemişti. Kendine uygun bir eş bulmuş, tanıştırmak için köye getirecekmiş. Hanım hanımcık bir kızmış, herkes çok sevecekmiş. Ondandı bu yolları aşındıran heyecan. Yasemin annesi kadar hevesli değildi, Azize'yi görmek için annesini takip etmişti. "Ee artık vakit gelmiş idi. Ben da kaynana olacağum çok şükür. Uşağumun mürüvvetini da göreyim. Kızi evlendurdum. Uşak inatçıydı."

"Kız kimlerdenmiş?" Meraklandı Rahime hanım. Bir devlet dairesinde memur olan yeğeni nihayet hayatı hakkında önemli bir karar verebilmişti. Sık sık onun münzevi bekâr halinden yakınan annesinin gönlünü rahat ettirecekti.

"Gümüşhaneli. Haftaya geleceklermiş. Tanışacağız. Anam, önceleri gelinleri biz bulurduk, dedi. Burun kıvırdı." Ellerini kucağında birleştiren Meryem teyze de aynı şekilde burun kıvırdı. "Benum sevduklerumi uşağum sevmedi. Ne yapayim, evde mi kalsun? Kimi sevdiysa alsın. Çıksun aklumdan, evini barkını göreyim."

"İyi kardaşum iyi, hayırlı olsun. Allah tamamına erdursun." İki kardeş kendi aralarında heyecanlı bir sohbete tutuştu. Bundan sonraki süreçten, iyiden kötüden bahsettiler. O sıra içeriye Hasan bey girdi. Ufak bir baş selamı verdi, yemek hazır olana kadar beklemek üzere her zamanki yerine oturdu. Divanın köşesi, pencerenin altı, elini uzatsa perdeyi açabileceği, başını çevirse ailesini görebileceği kısma. Tespihini çıkartıp bir iki kere elinde çevirdi. Meryem teyzenin heyecanına karşın, kayıtsız bir merakla dinlendi. Ne de olsa sormasa da eşinden duyacaktı her detayı.

Ardından Çiçek girdi içeriye. Elindeki çuvalda odunlar vardı. Akşam karanlığında ahıra inmekten korkmadığı gibi, kimse de bu işi elinden almamıştı. Kendini iyi hissedeceği kadar iş yapıyor, bir hayalet gibi süzülen varlığını yerini değiştirdiği tabak çanakla ispatlıyordu. Ona kalsa, böyle bir kastı yoktu. Farkında değildi, ruhu istiyordu. Babasını gördü köşesinde otururken. Göz göze geldiler. Konuşmak ve hemen odadan çıkmak arasında kaldı. Yutkunup odun dolu çuvalı sobanın yanına koydu. "Hoş geldin baba" dedi zor duyulan bir sesle.

"Hoş bulduk" diye cevap verdi Hasan bey, gözlerini yere çevirdi. Sessiz birkaç dakika geçti. Meryem teyze bile sustu. Aklı yeğeninin parmağındaki yüzüğe kaydı. Hâlâ şu meçhul damat hakkında bir şey bilmiyorlardı. Kapı açıldı, elinde sofra beziyle Zeynep girdi içeriye. Sofrayı kurmaya başladı. Meryem teyzeye yemeğe kalma daveti edildi. Teklif kabul gördü. Beyler işten dönmüşlerdi ve dumanı üstünde yemeklere kurt iştahıyla bakıyorlardı. Kısa sürede herkes bir tabağın başına oturur vaziyete geldi. Ekmekler bölüşüldü, küsler konuşmadı, servisler yapıldı.

"Yav sabahtan beri gözüm seğiriyor" diye söylendi Arif. Avuç içini sol gözüne bastırdı.

"Hayrolsun" dedi Hasan bey.

"Başa bir kötülük gelmese bari" diyerek atıldı Meryem hanım.

"Niye gelsin ki? Yorgunluk, uykusuzluk yüzünden gözü seğirir insanın. Kas kasılması durumu yani." Azize kitapları karıştırırken okuduğu taze bilginin sofrada karşısına çıkmasına sevinerek araya girdi. Meryem teyzenin itiraz etmek için kendini hazırlamasıyla da sevinci kursağında kaldı.

"Öyle dema, benum nenem..." diyerek başladı söze. "Hisleri güçlü bir kadındı. Rüya görüp birisinin öleceğini söylerdi ve ardından köyden birinin ölüm haberini alurduk. Parti bağırınca hastaluk ya da vefata işaret eder derdi. Göz seğirmesinin ardından bir bela..." Buna benzeyen ve aklında kalan bilgileri sıralamaya devam etti bir süre.

"Tamam, kabul ediyorum" dedi Azize, bu uzun nutuktan sonra. "Maddi ilimler kadar manevi olanlara da inanırım. Ama öyleyse bile bir felaket habercisi olmak yerine, dedem gibi hayrolsun demeliyiz. Ağzımızdan çıkan sözler dua hükmüne geçermiş, Davut hoca söylemişti.”

"Ben de kötü bir şey demedum zaten. Ağzumdan kötü dua çıkmadı." Meryem teyze nasihatini karşı tarafa kabul ettirdiğine inanarak çatalına batırdığı bir lokmayı ağzına aldı. Kötü demediyse de, iyiyi çağırmamıştı. Arada bir gözü Mustafa'ya takılmasa ve çatık kaşlarının hedefi olmasa bu mevzuyu düşünebilirdi Azize. Ama sabah oynanan oyunun akıbetine kendini epey kaptıran oğlan, geri adım atacak gibi durmuyordu.

Tamam, ben bir kere haksızlık ettim. Ama o hep ediyordu. Yine de böyle asmadım suratımı. Ha bir kere hile yapmadı diye gözümde masum bir oyun arkadaşı olmadı. Biliyorum, herkes kendi vicdanıyla, doğrusuyla, yanlışıyla yargılanacak. O yüzden Mustafa'nın hatalarıyla ilgilenmek yerine bu sabah yaptığım haksız ithama odaklansam daha iyi olacak, diye geçirdi aklından. Yasemin tuz isteyince dikkati dağıldı, tuzluğu arkadaşına uzattı.

Yemekten sonra Meryem teyze biraz daha oturdu. Kızların bu uzun ziyarete hiçbir itirazı yoktu. Sobanın başında, keyifli bir sohbete dalmışlardı. Aynı odada oldukları için Gülcan da yanlarındaydı. Zaten yeterince insan olan odada sırlarla dolu bir muhabbet edemeyecekleri için, Azize ve Yasemin bir üçüncü kişinin varlığından etkilenmediler. Yasemin komik şeyler söylüyordu. Okuldaki sevmediği kızların taklidini yapıyor ve arkadaşlarını güldürüyordu. Bazen fazla aksi ve huysuzdu ama sevdiklerinin yanında neşeli ve sesi en çok çıkan kişiydi. Abisinin tanışma ziyaretine getireceği kıza da şimdiden nasıl davranacağını düşünüyordu.

"İyi kızsa, ben da iyi davranırım." Başını salladı teminat vererek. "Ama hareketlerini beğenmezsem, çekeceği var elimden."

"Tam bir görümce olacaksın yani, Kezban hala gibi." Gülcan ufak bir imayla babaannesine baktı. "Beceruksuz gelin, hamur yoğuramadun mi!" Sesini kalınlaştırıp kaşlarını çattı. Yasemin ufak bir kahkaha patlattı.

"Kezban hala iyi bir kadın, onu muhabbete karıştırmayalım bence." Azize yanında kaldığı ve gerçekten iyiliğini gördüğü kadının bire bir taklidinin yapılmasına gülmemek için yanaklarının içini ısırırken bir uyarı çekti kızlara. Kendini tutamaz ve gülerse ayıp olurdu. Samsun'a döndüğünde bu muzip şakalar aklına gelirdi daima. "Bizim halamız gibi ol bence." Azize cümlesini devam ettirecekti, evdeki herkesle iyi anlaşan birini örnek almasını söyleyecekti ki Yasemin sesinin tonunu ayarlayamadan araya girdi, patavatsızlık etti. Talihsiz bir anın kapısını çaldı.

"Ne yapayim, ben de evden mi kaçayim?" Kurduğu cümlenin uygunsuzluğunu, oluşan gergin sessizlik Yasemin'e söyler nitelikteydi. Ağır ağır başını arka tarafa çevirdi. Tüm büyüklerin gözü üzerindeydi. Nadir olurdu ama utandı. Kızların ağzından durumu toparlayacak bir söz çıkmadı. Mehmet, Azize'ye baktı sorgularcasına. Kızı da en az diğerleri kadar şaşkın görünce kaşlarını çatmakla yetindi.

Bunca sessizlik çok gelmiş olacak ki birkaç cümle atıldı ortaya. Akif'in şirinliğinden bahsedildi. Nazar değmesin diye dillendirilmeyen tombulluğu bile konuşuldu. Meryem teyze, kızına tehlikeli bakışlar atmayı bir an bile ihmal etmedi. Çiçek odasına geçti. Arif kardeşiyle konuşmuyordu zaten, yine de konu açılınca huzursuz hissetti. Yorgundu, dinleneceğini söyledi. Akşam da böylece sona erdi. Misafirler evine döndü.

Hasan bey kapıdaydı, sırtında kalınca bir ceketle oturuyordu. Mehmet de babasının yanına gitti. Bir iskemleye oturup soluklandı. Karanlık, soğuk, sessiz bahçeyi seyrettiler. İçerideki küslükten, huzursuzluktan kaçtılar biraz. Yolda kendilerine rastlama pahasına dışardaydılar. "Ona bağırıp çağırmadum geldiğinde." Babası söze girince dinledi Mehmet. En taze yara, Çiçek'ten bahsedildiğini anladı. "İstedum ama yapmadım. Zaten bir çocuğun gülerek söylediği iki kelimede bile ıstırap çekecekti. Kendi kararı ve ödeyeceği bedel ona yeterdi."

"Kızmadın ama sarılmadın da baba." Bu bir eleştiriden ziyade soruydu. Babasının ne hissettiğine, affedip affetmediğine dair meraktı. Hasan bey avuç içlerini dizlerinin üstüne bıraktı bir kâğıt gibi.

"Kuvvetum yok" dedi. "Bu dünyaya bir gün daha uyanmaya kuvvetum yok." Kollarını kaldırmaya, evladına sarılmaya, kahveye gidip çay içmeye, arkadaşlarıyla sohbet etmeye, iyileşmek için daima ilaç içmeye gücü olmadığı açıktı. Anne babası gibi olmak istememişti. Adaletli, merhametli davranmaya çalışmıştı. Fakat kendi çocuklarını yetiştirmeyi beceremediğini düşünüyordu. Ciddi biri oluşundan ötürü, hanımına da istediği sevgiyi verememişti belki. Böyle şeyleri konuşmak bir yana, düşünmezlerdi bile. Hayatın olağan akışında birbirine ısınmış, yaşamı paylaşan iki kalbin sıcaklığında avunurlardı. Rahime hanıma sorulsa, eşinden razı olduğunu söylerdi. Fakat Hasan bey bu aralar ince ince düşünür olmuştu her meseleyi. İnsan hayatını gözden geçirince, ayağının dibinde dolaşan kediyi itelediği bile aklına geliyordu. Ciddi bir şekilde baktı oğluna.

"Fakat senin kuvvetin var. Genç adamsın, bu ailenin sorumluluğunu alabilecek yaştasın." Mehmet babasının imasına karşın yutkundu. Olumsuz anlamda başını salladı. "İtiraz etme. Benum yaşum başum belli. Ölümün vaktini Allah bilir ancak. Ama gelirsa da arkamda biri olduğunu bilerek kapatayım gözlerimi. Hazır olmakta fayda var. Ara sıra böyle şeyler konuşmak lazım. Bunalma." Derin bir nefes aldı. Ağzından bir buhar kütlesi çıktı. "Kız kardaşunun akıbetini bilemem, onu korumaktan geri durma. Arif biraz tersleniyor. Barıştır onları. Anana sahip çık. Bu evi, kapıları şenlik tut."

Bir ömür yaşadı Hasan bey. İyiyi, kötüyü, varı, yoğu gördü. Bu kapılarda çocuk oldu, bu evde büyüdü. Evlatların, odaların, kendi bedeninin bile emanet olduğunu hissetti. Kınayan gözlerle bakan konu komşu anlamazdı bu hisleri. Sakin duruşunu, teslim oluşunu, sesini çıkartmayışını, hayal kırıklıklarını hissedemezlerdi. Yeni bir mevzu dikkatlerini çekene kadar konuşup duracaklardı. Hasan beyin son imtihanı da kulaklarını kapatmaktı.

"Açıkçası bu konuşma hoşuma gitmedi baba. Ha illa yapılması gerekiyorsa yaptık sayalım, tekrarlamayalım bir daha.” Çünkü aklımdan çıkmayacak. "Biz zor günler yaşadık ama bak, hep birlikteyiz yine. Afiyetle içiyoruz çayımızı. Çocukların yanında, benimkiler de benimle. Günler bitmesin, saatler geçmesin istiyorum bazen. Kimse gitmesin diye..." Durup ceviz ağacının karanlıkta salınan yapraklarını seyretti. "Allah seni başımızdan eksik etmesin baba" dedi. İki adam bir müddet sustular. Mehmet, bir zamanlar ayrılıkların adamıyken ayrılmaktan korkan birine dönüşmüştü. Babası, bir gün yeni bir yolculuk bileti keseriz, diyordu haliyle. Kızı gidecekti, babası hazır olalım diyordu. Almanya'ya hiç gitmemiş olsaydı, her gideni ceza görür müydü kendine?

"Yüce dağların başları..." Hasan bey adeti olmadığı halde ufak bir türkü mırıldandı. Çatallı sesi soğuk havada kayboldu gitti. Sonra aklına bir şey geldi, gülümsedi. "Dağlarun başlari" dedi Mehmet'e "kar da fırtına da dağlarun başlarına uğrar önce. Ama hiç yıkılmazlar, eğmezler kafalarını. Sen hiç yıkılan dağ gördün mi? Yok, yaylalari çok severum. Yüce dağlar! Öyle olacaksın işte. Babalar öyle olur." Ardından kalktı. Oğlunun omzuna vurdu bir iki kere. Elini cebine koydu. Türküsünü mırıldanmaya devam etti. Gören onu mutlu bir adam zannederdi.

***

Azize mutfakta işini bitirince kabanını giydi. Üstünü temiz bir bez mendille kapattığı tabağı ve çatalı torbaya dikkatlice koydu. Haber verme gereği duymadan evden çıktı. Büyükler sürekli ortalıktan kaybolan çocukların haline alışkındı zaten. İşleri başlarından aşkındı, bazen yardım almak için etraflarına bakınıyor kimseyi göremeyince de işlerine devam ediyorlardı. Azize çoraplarının ıslanmamasına özen göstererek ırmağa kadar yürüdü. Durup etrafına bakındı.

Güneşli bir gündü. Su birikintileri yokuştan süzülürken parlıyor, gökkuşağı otların yamacında süzülüyormuş görünümü veriyordu. Renkli şeritler akıp gidiyordu toprağa. Coşkun ırmağın sesi çekirgelerinkini bastırıyordu. Sıcağa göçmüş kuşların yokluğu belli oluyordu yaprak dökmüş ağaçların dallarında. Meyvelerini ve dostlarını özleyen ağaçlar baharı bekliyordu. Ve karlar erise de kış henüz bitmiş değildi. İnsanın burnunu sızlatan soğuk rüzgârlar daima esiyordu. Gözlerine güneş yansıdıkça yeşilinin rengi canlanan kız gülümsedi. Bu köy, pek de sevilesi bir yerdi.

Yoluna devam etti. Çayevinin önüne kadar elinde tuttuğu torbayı sarsmadan yürüdü. Suyu buz gibi akan çeşmeden birkaç yudum ikram aldı. Etraf tenhaydı, kimseye rastlamadığı da iyi olmuştu. Yanına gitmeye niyetlendiği somurtkan bir oğlan için çıkmıştı yola. Çeşmeden sola sapıp patikayı yürüdü. Ayakkabıları çamura bulandı. Birazdan otlara siler, temizlerdi. Kaymamaya dikkat ederek ufak taş basamağın üstüne çıktı ve karşıya geçti. Mustafa yavru köpeklerle birlikte ağacın altındaydı.

"Burada olduğundan emindim" diye mırıldandı. Sonra bir çırpıda çocuğun yanına gidip soluklandı. Mustafa, köpeklere yemek vermek için geldiğini zannetti.

"Ben onlara yemek verdum" dedi. Mesafeli ve somurtkandı. Hilecilikle itham edilmenin alınganlığı vardı üzerinde. Azize buna biraz şaşıyordu aslında. Daha önce defalarca hileci olduğunu söylemişlerdi ona. İlk kez alınmıştı. Gerçekten hile yapmadığından olsa gerekti.

"Onlara değil, sana getirdim."

"Bana mı? Ne getirdin?" Önce meraklandı, soğuk tavrını bırakacak gibi oldu. Sonra vazgeçti. "Aç değilim" dedi. Azize kuru kalmış otların üstüne oturdu. Torbadan tabağı çıkardı. Üstündeki mendili kaldırdı. Patates salatasını, kızgın kalmak için direnen çocuğa uzattı.

"Yeni yaptım. İçine kekik de koydum, biraz nane de. Sevdiğin gibi acılı."

"Kekik ve nanenin ne işi var patates salatasında?" Burun kıvırıp etrafa bakındı. Azize sabırla gülümsedi.

"Geçerken uğramışlar Mustafa. Seni temin ederim, çok lezzetli oldu. Yemeyecek misin? Buraya kadar getirdim. Ben yiyeyim bari. Ne güzel de koktu!" Tabağı kendine yaklaştırınca Mustafa ayağına kadar gelen lezzeti kaybetmek istemedi. Uzanıp salatayı aldı.

"Madem getirdin, yiyelim. Kaşuk yok mi?"

"Al, getirdim. Aslında bu bir beyaz bayrak. Barışalım diye. Hep hile yaptığın için sana inanmadım. Ama doğru söylediğini anlayınca yaptığım şeye üzüldüm. Doğrusu içimden özür dilemek gelmiyor. Hem faydası olmaz hem de..."

"Hep kabahatli olduğumdan benden bekliyorsun özrü." Çocuk ağzına attığı bir lokmayı ağır ağır çiğnerken araya girdi. Azize laf ağzından alınınca gülümseyip başını salladı. "Tamam, daha hilleluk etmeyeceğim. Sen de bana inanırsın artık. O son oyunu da unuturuz."

"Çok sevinirim. Ve sana öyle davrandığım için üzgünüm." El sıkıştılar oracıkta. Mustafa ne kadar haylaz bir çocuksa da bir o kadar saf ve dürüsttü. Çok zorlanabilirdi ama verdiği sözleri tutardı. Şakaklarından ter aksa, dudağını ısırmaktan kıpkırmızı yapsa da içindeki hile yapma dürtüsüne karşı koyacaktı. Bir konuda maharetli olması, o işi meşru yapmazdı.

"Güzel olmuş. Kekik da nane da..." Azize gülüp çocuğun lokmalarla şişmiş yanaklarına baktı. İnsanın iştahı açılırdı böyle yemek yiyenin yanında.

"Bir parça versene bana da."

"Evde yesaydun."

"O kadarcık yaptım, bir kaşık da tadına baktım."

"Vermem, benum tabağum, git yine yap."

"Mustafa!" Sitemi onu kızgın göstermek yerine sevimli yaptı. Bir de henüz barışmışlardı. Mustafa gönülsüzce tabağı uzattı.

"İyi tamam hayde, biraz al. Bitirme hepsini." Bir lokma aldı Azize. Kahvaltı yapmamıştı ve ne kadar acıktığını o an fark etti. Farklı baharatlar damağında yayıldı durdu.

"Çok güzel..."

"Çok yedun, bırak!"

"Mustafa!"

"Ne var? Bana geturdun sen yedun!"

"İyi, al. Gidip bir leğen daha yapayım da gör."

"Güzel olur. Evde de yerim."

"Sana yok!"

Bölüm : 26.12.2024 17:33 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...