Zaman, ikilemlerin boyunu uzatma yetisine de sahipti. Kararsızlık dakikaların peşine takılır, hayal ve gerçek arasındaki boşlukta salınır dururdu. Azize odada bir duvardan diğerine yürürken, bir eli belindeydi. Valizini hazırlaması, yarın da yola çıkması gerekiyordu. Neşeli ve dingin tatili sona eriyordu. Ayrılma zamanı yaklaştıkça gitmek zorunda olduğunu tekrar ediyordu kendi kendine. Samsun'da okuma kararını değiştirmenin konusunu açmaya dahi cesareti yoktu. Aylar boyu inatçı bir direnişle Samsun'a gitme planları yaptığı günler tazeydi hafızasında. Her kırgınlığı unutsa, ki mümkün olduğunu düşünmüyordu, gururunun kırılmaması için özlemi sineye çekerdi.
Babaannesine, dedesine, yengesine, köyün dingin havasına, Akif ve Hüseyin'e, babasına veda edebilirdi. Başka şansı yok gibiydi zaten. Fakat halasının hikâyesini merak ederken, gözünün arkada kalacağından emindi. Yaşı biraz daha büyüdüğü ve farklı çevreler gördüğü için Çiçek'le sohbet edebiliyordu. Hatta öyle keyif alıyordu ki halasının kedere bulanmamak için direnen fikirlerini dinlemekten, saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyordu. Peki, hikâyesi neydi? İstanbul'da neler olmuştu ve parmaktan çıkmayan o yüzüğün öteki eşi kimdeydi? Birkaç kere sormaya yeltendiyse de ustalıkla konunun değiştirildiğini fark etti, sustu.
Bunun dışında Mustafa da köye dönme kararı aldı. Bu da karların arasında tanıştığı iki cılız yavru sayesinde oldu. Köpekler artık ağacın altındaki kutuda kalamazdı. Bir cesaretle hayvanları kapıya getirdi. Tahmin ettiği gibi babaannesinin kesinlikle müsaadesi yoktu. Besleyip ilgileneceklerini, bir kulübe bile yapılabileceğini söyledi. Tüm sorumluluğu üstleniyordu. Mustafa'nın, hayvanları donmak üzereyken bulduğunu öğrenince Mehmet yetişti yavruların imdadına. Madem biraz sıcaklık ve yemek onlara iyi geliyordu, kedilere verdikleri kadarını köpeklere de verirlerdi. Hem büyüdükçe kapıyı kollar, bahçesinde büyüdükleri evin önünde güvenliği sağlarlardı.
Mustafa öyle sevindi ki amcasına kısa bir an sarıldı. "Adam gibi adamsın" diyerek övgüde bulundu. Rahime hanım isteksizce içeriye geçti. Hüseyin iki küçük köpeği uzaktan da olsa sevdi. Mehmet sayesinde çocukların önündeki izin engeli kalktı. Mustafa günlerce hayvanların iyileşmesini bekledikten sonra, hele de kapıya kadar gelmişlerken onları bırakamayacağına karar verdi. Köyde duracak, yine derslerine çalışacak ve okuluna da servisle gidip gelecekti. Anne babası, şaka yaptığını zannetti. Fakat fazlasıyla ciddiydi ve laf dinlemiyordu.
Azize, "istediği zaman köye dönebilecek olmasına rağmen Of'ta yaşamak istemiyor" diye fısıldadı kendi kendine. "Ben bir kere gitsem, aylarca dönmüyorum. Üstelik yolum da çok uzak. Ancak okul bitince temelli kalabileceğim burada. Ne kadar süre var bitmesine?" Dört parmağını kaldırıp birini indirmek için hamle yaptı. Fakat bir dönem bitirmişti, bir sene değil. "Of!" Eteğinin pilesini hoyrat bir hamleyle savurdu ve dönüp yatağına oturdu. Babasına da öyle bir mesafe koymuştu ki, adam haklı olarak kızına yeniden dönme teklifinde bulunmuyordu. Toplum içinde bir iki kere sohbet edebilse kendini şanslı sayıyordu. Kaldı ki Azize'ye bir kere daha, gitme kızım desin! Hasta olduğu gece, kendini tutamayıp, bir anlık gaflete düşerek söylemişti gerçi. Fakat Azize cevapsız kaldı, babasına ilacını verdi ve tıpkı mektup konusu gibi bunu da soğuk topraklara gömdü.
"Tamam Azize, kafanı karıştırma. Hadi hazırla valizini. Duygusallaştın iyice. Kendine gel. Herkes ne kadar da heyecanlıydı başka şehirlerde okumak için. Nasıl da güzel anlatıyorlardı. Ama neticede onlar da köyü özlüyor işte. Fırsat bulan dönüyor, dayanabilen okuluna devam ediyor. Ben de dayanabilirim. Bir dönem geride kaldı bile." Yumuşak telkinlerini büyük bir ciddiyetle sıraladı. Derin nefesler aldı. Tatilin uzaması, aileden gördüğü ilgi ve sıcaklık zihnini bulandırmıştı sadece. Samsun'a gittiğinde bu tatili güzel bir anı olarak hatırlayacağını ve hayatına kaldığı yerden devam edeceğini biliyordu. Dakikalar geçti. Geçiştirmeyi teselli zannetti. "Oldu işte" dedi gülümseyerek. Daha sakindi. Karşısında açılmayı ve yolculuk yapmayı bekleyen valizi duruyordu. Şimdi güzelce eşyalarını yerleştirmesi gerekiyordu. Yerinden kalkacağı sırada, odanın kapısı süratle açıldı. Mehmet girdi içeriye, müsaade istemek şöyle dursun kızın yüreğini ağzına getirdi.
"Korkuttum sanırım, af edersin." Yüzünde bir telaş ve hareketlerinde acele vardı. Azize'nin yerinden kalkmaması için kapıyı kapatıp hızlıca Çiçek'in yatağına oturdu. Boğazını temizledi kararsız kelimeleri onu yalnız bırakmasın diye içinden sitem ederken. Konuşmak niye zordu? Mehmet için hep böyleydi. Üstelik sözcükleri yerli yerinde kullanmayı öğrendiğini zannettiğinde bile dilinin dönmediği oluyordu. Karşısında Azize vardı. Tek kelimesine boyun eğen ve yeni bir açıklama beklemeyen koca insanlar değil. Geç olduysa da anlamıştı. "Ben bir mevzu hakkında konuşacaktım da seninle."
"Kötü bir şey mi oldu? İyi görünmüyorsun."
"Kötü değil, yani ben iyiyim. Aklımda dolanan bir konu vardı da... Nasıl desem. Yine kızacaksın, biliyorum ama..." Azize sıkıntıya düştü. Ne olduğu hakkında bir fikri yoktu. Kötü bir şey konuşmayacaklarsa, babasının bu tavırları da neydi? "Biliyorsun, kırıcı şeyler yaşandı aramızda ve sen sonunda gitmeye karar verdin. Aylardır uzakta, Samsun'dasın. Kabahatimi biliyordum ve daha fazla yıpranma diye en sonunda gitmene müsaade ettim. Sen istediğin müddetçe de sesimi çıkartmayacaktım. Bu güne kadar öyle yaptım, kal diye diretmedim. Yarın gitmen gerekiyor, biliyorum. Aramızda hatırı sayılır bir saygının var olduğuna inandığımdan, bu konuşmayı yaptığım için bana kızmayacağını umuyorum. Yine karşındayım. Yeniden hayatına müdahale etmek değil niyetim." Henüz söylemek istedikleri dökülmemişti dilinden. Fakat mevzuyu anlamak için bu kadarı bile yetmişti Azize'ye. Bölmedi babasının sözünü. Soluklanmasını bekledi.
"Ama... Eğer fikrin değiştiyse bunca süre içinde, köye dönmek istersen... Geç değil Azize. Şimdi gitmek istemiyorum dersen bana, hemen nakil işlemlerini başlatırım. Sürmene'de sağlık meslek lisesi var. Birkaç tanıdık aracılığıyla görüşürüm okul müdürüyle. Arkadaş çevrem geniş, biliyorsun. Derslerinden geri kalmazsın. Bir süre ben bırakırım seni okula, sonra servis ayarlarız. Civar köylerde oraya giden öğrenciler vardır muhakkak. Konuşur, tanışırsınız. Yani... Bunları düşünüp duruyordum sürekli. Konuşmayacaktım aslında seninle. Fikrine saygı duymadığımı düşünme ama bir çocuk için ailesinin yanında olmak en sağlıklısıdır. Başkasının evinde kalman sadece benim değil, nenenin dedenin de içine sıkıntı oluyor.
Bana kızdın diye gitmek istiyorsun ama burası senin evin. Herkes seni çok seviyor. Aramızda kalsın, deden en çok seninle muhabbet etmekten hoşlanıyor. Yengen beni azarlayıp duruyordu, bir de halan çıktı karşıma. Bulduğu fırsatta sıkıştırıyor beni. Hiçbiri senden ayrılmak istemiyor. Tabi, seni bırakmak istemeyen ilk kişi benim. Onların hatırına sığınıyorum, anlıyorsundur. Azize, gitmek istersen önünde engel olamam. Ama kalmak istersen her türlü imkânı hazırlamak için, baban olarak buradayım. Zorlanacağını düşünürsen, yeni arkadaşlar ve öğretmenler..."
"Olur." Azize daha fazla dayanamadı. Babasının aşikâr davetine karşın bir el onu sırtından ittirdi sanki. Mehmet afalladı bu cevaba, algılayamadı önce. "Naklimi aldırabilirsin Sürmene'ye." O an içi dolup taşıyordu köyde kalma arzusuyla. Böyle bir teklifin hiç gelmeyeceğini ve kendisinin de edemeyeceğini düşündüğünden, eğitim öğretim süresi boyunca bu konunun rafa kaldırıldığını düşünmüştü. Demek babası hâlâ eve dönme mevzusunu tasarlıyordu zihninde. Başkalarının sevgisini bahane ediyordu. Bunu da dürüstçe dile getiriyordu. Bu tedirgin adamın söylediklerinde haklı olduğunu düşündü.
Bu ev onundu. Seneler önce ne sebeple olursa olsun böyle bir karar verilmişti ve bu köy baştan sona küçük bir kıza ev olmuştu. Nenesi dedesi, arkadaşları akrabaları, ahırdaki inekleri ve civcivlerine kadar aşinaydı herkese. Özlem içinde kıvranıyordu. Samsun'a yabancıydı, orada eksikti. Hala tek başına bütün çocukluğunu unutturamıyordu ona. Yaptığı lahana yemeği bile sobanın üstünde pişen gibi olmuyordu.
Madem bir fırsat çıkmıştı önüne, reddetmeyecekti. Tek kişilik odasına dönüp özlem gözyaşları dökeceğine, lütfeder gibi üstten bir bakış atıp babasına teklifini kabul ederdi. Onun yüzünden, yaşadıklarından ve çocukluğundan kaçıyordu evet. Ama bu kaçış bir mutluluk vadetmiyordu Azize'ye. Deneyimlemişti ve iyileşememişti. Yağmurlu günlerin beslediği karamsar ruh halini bir leke gibi büyütüp durmuştu benliğinde. Peki diğerleri? Onlar mutluydu, tek hissettikleri özlem ve biraz pişmanlıktı. Gurbet ağırlığı ve evsiz kalmak deneyiminden uzaktılar. Azize de uzak olsaydı ya!
"Hem Davut hoca da gitmemi istemiyor. Kur'an okumam yavaşladığı için de biraz üzüldü. Köyde olursam sık sık yanına gidebilirim." Aldığı taze ve karşı konulamaz kararın neşesine kapılmadan önce birkaç bahane sıralamayı ihmal etmedi. "Mustafa köye dönerse yengem de dönebilir, halam da burada artık."
"Ben... Çok sevindim Azize. Kabul etmezsin sanıyordum. Epey tedirgindim aslında." Gülerek rahat bir soluk verdi Mehmet. "Yeniden senin düzenini değiştirmeye kalktığımı düşünür de kızarsın diye endişe ediyordum. Tek amacım mutlu olman." Yerinden kalktı heyecanla. Kızına sarılmak istedi ama Azize herhangi bir girişimde bulunmayınca aldığı cevaba sevinmekle yetindi. "Çıkayım o zaman. Arkadaşımı arayayım. Eşyalarını da getirtmek gerek..." Şaşkın gülüşü büyürken yüzünde, ensesini kaşıdı. "Epey işim var, gideyim ben." Koşar adım çıktı odadan. Holde meraklı bakışların önünden geçip gitti. Kimseye soru sormak için zaman tanımadı.
"Ne oldi ha buna? Yüzü da güleyi." Rahime hanımın sorusu Zeynep'eydi.
"Bilmiyorum ki ana. Normalde de çok konuşmazdı ama bu aralar içine kapandı iyice. Ne düşünüyor, ne yapıyor bilmiyorum." Bu cevaptan sonra bir sessizlik oldu. Baba kız arasında alınan karardan habersizdiler. Sevinç onlara uğramamıştı henüz. Bilinmez kederler bir bulut olmuş, güneşi kapatmış zannediyorlardı.
***
Ocak 19
Nasıl bir yola girdiğim hakkında herhangi bir fikrim yok. Sadece geriye döndüğümü ve rahat hissettiğimi yazabilirim. Hazırda beklemesi gereken tüm olumsuz cevaplar saklandı birden ve "olur" dedim babama. Gardımı indirdiğim bir anımı yakaladı. Bilerek yapmadığını biliyordum. O an kızmak veya reddetmek yerine, bana iyi hissettirecek kararlara odaklandım. Ağırlıklarımdan kurtulmak, içimdeki kasırgaların dinmesi için dua ettiğim günleri hatırladım. Babamın söyledikleri ve bana sunduğu fırsat duama cevap niteliğindeydi sanki.
Başka bir an böyle düşünemeyebilirdim. Fakat babam odaya girip konuşmaya başladığında bir ışık yandı zihnimde. Bunu kuvvetli bir şekilde hissettim. Hayatımın yoluna gireceği günler uzak değildi. Seneler sonrasını beklememe gerek yoktu. Burası benim evimdi, herkes buradaydı ve ben babama kırgınım diye tüm güzel vakitleri bir ara tatile sıkıştırmamalıydım. Ona mı ceza veriyorum kendime mi? Olumlu cevabımın akıllıca olup olmadığını sorgulamaya vaktim yoktu. Dökülmüştü ağzımdan kelimeler. Ve ben tıpkı giderken olduğu gibi, döndüğümde de pişman hissetmiyordum.
Bir dönem kendi başıma kalmanın ve disiplinli bir sıkı çalışmanın ardından, köyde en sevdiklerimin yanında farklı hissettiğimde bir farkındalık çaldı kapımı. Şahsi programım, düzenim vardı. Zihnimi meşgul eden görevlerim vardı. Çevremdekilerle muhabbet etmek zevkliydi elbette fakat tüm saatleri kendime göre düzenliyordum. Ne zaman uyuduğum ve uyandığım, yediğim ve gezdiğim, çalıştığım ve okuduğum tamamen bana bağlıydı. Sorgulanmıyor, hatta destekleniyordum. Ruhum sevgiye doyarken zihnim dinleniyordu yoğunluk içinde olsa da.
Bir gün anladım ki ben varım. Bir bireyim. Hayatta, özellikle eğitim alanında attığım adımlarda destekleneceğim. Bu köy dağıyla taşıyla, komşusuyla akrabasıyla bana kucak açacak. Hiç kurtulamayacağımı zannettim bir girdaptan çıkmama yardımcı olacak. Ve oldu da. Ben Samsun'a gitsem, sene sonu Almanya'ya gitsem, mama ile Avrupa tutu yapsak engellenmeyeceğim. Yalnızca... Bir günah neticesi, haklarıma itiraz etme şansını kaybetmiş gibi hisseden babam memnun olmayacaktır. Fakat nihayetinde karar bana kalacaktır.
Tek başıma kalmak bir musibet gibi görünürken, köye dönmenin mutluluğu gözlük camlarımı tozpembeye mi boyadı bilemiyorum, büyüdükçe bir şahıs olmanın lezzetini tattırıyor ruhuma. Bu köyün tertemiz rüzgârlarına bağımlıyım fakat hayat programımla diğer tüm fertlerden bağımsızım. Bir kişiyim, Azize'yim. Öğrenciyim, arkadaşım, çocuğum, büyüğüm, yeğenim, torunum, kuzenim. Bir babanın kızı olduğumu da eklemeliyim. Tüm bunları kalbindeki raflara dizmiş, yüreğine bir elbise gibi giydirmiş Azize'yim.
Açılan boşluklar kapanır mı? Dağılan raflar toparlanır mı? Kaybolan anılar bulunur mu? Özlemek veda edince, yeni misafirlerim gelir mi? Ne çok soru var! Yine de iyi hissediyorum. Bu anılarla dolu odada, divandan bozma yatağımın üstünde, yan tarafta mutfaktan sesler gelirken aşinası olduğum insanlara bakıp gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Gülmek, yeniden misafirim oluyor.
Babam beni köye getirdiğinde, kocaman bir ailem olmasını istedi. O gidecekti ve bir gün gerçekten gitti. Ben onun anne babasıyla, kardeşleriyle kaldım. Senelerimi yanlarında geçirdim. Sevdim, sevildim. Eksik yanlarım tedavi edilmeyecek belki. Kırıldığım günleri hep hatırlayacağım. Ama yaşamın devam ettiğini, kararlarımızın ona yön verdiğini de öğreniyorum. Kötü başladı diye kötü devam edemez. Bana verilen aileyi kabul ettim. Gidene veda ettim. Köprü başında bekleyen kız hâlâ oradadır belki. Öyleyse tutup kolundan, almalıyım onu yanıma. Gelse iyi olur, gelmezse ve özlemine sahip çıkarsa da kızamam tabi.
Bir tutam mutluluğun, içimdeki tüm umutları canlandıracağını bilmiyordum. Tıpkı bir vedanın tüm çiçeklerimi solduracağını bilmediğim gibi. İki farklı, iki canlı yanım var. Yağmur hangi taraftan gelirse, güneş hangi pencereden süzülürse içeriye, teslim olmaya hazır gibiyim. Bu bir zayıflık mı? Ben bunu bir düşünmeliyim...
***
Keyif hâkimdi her odada. İki torunun eve dönmesi, kapıların şenlenmesi demekti. Ses ve neşe demekti ki büyükler uzun bir yalnızlıktan sonra, günden güne büyüyen çocukların adımlarını takip etmekten mutluluk duyacaklardı. Arif oğluna sitem ediyordu gerçi. Çarşıdaki evde kurdukları düzen çalışmak ve başarılı olmak için yeterliydi. Köye dönmesi, Mustafa'nın dersleri boşlaması anlamına gelebilirdi ki bu adamın aklında yer edinmiş bir endişeydi. Azize'nin kararı ise herkes tarafından isabetli bulunmuştu. Kezban hala hariç.
O, dönmesini beklediği kızın bir daha gelmeyeceği haberini alınca, korktuğunun başına geldiğini anlamış ve kendini hazırladığı bir üzüntüden daha fazlasıyla karşı karşıya kalmıştı. Bir telefon ahizesinden karşı tarafa olabildiğince normal ulaşmıştı sesi. Olgun bir kadın gibi Azize'ye nerede mutlu ve rahat hissedecekse orada kalması gerektiğini söylemişti. Fakat günler sürecek yalnızlığının, dünyasının sonuna kadar devam edeceği kederiyle yaşamak hiç de kolay değildi. Evindeki misafirliği sonlanan kızın eşyalarını toplarken usul usul gözyaşı döktü.
Fakat karar Azize'nindi. Küçüktü yaşı, fikirleri büyük olsa da ruhunu kucaklayacak insanlara ihtiyacı vardı. Babasının, nenesinin, dedesinin yanına gitmesi hakkıydı elbette. Zaten istemeyerek de olsa bunun nasihatini edip duruyordu Kezban hala. Doğru olan buydu. En sonunda boş odalar ve sessizlik kalmıştı evinde. Ne vardı bu köyde? Herkes gidiyordu. O da mı dönseydi? Belki bir gün...
***
Mehmet, Akif'i havaya atıp tutunca bebekten neşeli bir çığlık duyuldu. Sabahın erken saatleriydi henüz. Üst kattakiler uyanıktı. "Yavaş" dedi Zeynep. Üstünde pijamalarıyla, uykulu vaziyette baba oğulun oyununu seyrediyordu.
"Oğlum yavaş oynamayı sevmiyor ki." Bu itirazında haklı olduğunu göstermek istercesine Akif'i bir kere daha hoplattı. Oğlan kahkaha atarken halinden memnun gözüküyordu. "Çocukla da böyle oynayacaksın. Atacaksın tutacaksın. Öğren biraz. Masaj yapar gibi seversen uyur çocuk. Sessiz sakin bir şey olur."
"Akıllı uslu olmasının neresi fena anlamadım. Ben gayet güzel seviyorum çocuğumu." Yanında büzüşmüş yorganı çekiştirdi Zeynep. Sesi de sitemkârdı.
"Fena demedim ki... Yani şöyle etini budunu sıksan..." Mehmet bir türlü göz teması kuramadığı Zeynep'i küstürdüğünü anlayınca dilinin ucunu ısırdı hafiften. Ne dese toparlayamayacaktı. Akif'i yeni bir zıplama beklentisi içinde yere bırakıp önüne renkli bir çıngırak koydu. Çocuk baş dönmesini atlatana dek etrafa bakındı. Yüzünde sersem bir gülümseme vardı. Mavi, kalın yünlü bir yelek giyiyordu. Tombul kırmızı yanaklarına yünün püskülleri değiyordu. Mehmet yatağın ucuna yanaşıp oturdu. Omzuyla Zeynep'i dürttü hafiften. "Takılıyorum, kızma" dedi muzip bir ifadeyle.
"Kızmadım."
"O yüzden mi yüzünde güller açıyor? Bak bakayım. Maşallah, gül tarlası var benim hanımın yüzünde. Hadi tutma kendini, güleceksen gül. Ne kadar çok gül dedim değil mi? O zaman gülmek lazım." Zeynep direnemedi daha fazla. Gül bahçesinden toplanmış kadar taze bir neşeye teslim oldu. Sırtı sıvazlandı. Başına bir destek buldu. "Nasıl istersen öyle yap, içinden geldiği gibi kucakla çocuğunu. Sevgiyi bulmuşken de bırakma. En kıymetli günler bunlar. Hiç de küstürme."
"Yeniden bir arada olduğumuz için çok mutluyum biliyor musun? Birkaç gecedir deliksiz uyuyorsun. Yüzün gülüyor, sol yanın eksik gibi bakmıyorsun. Aklını kurcalayan düşüncelerin gölgesi kalkmış gözlerinden. Akif'i bile bir başka seviyorsun. Benden kaçmıyorsun. Azize desen, o da aynı. Bilmiyorum seninle konuştu mu ama çok mutlu. Hali bir başka, yüzünün rengi bir güzel."
"Öyle değil mi? Çok güzel..." Mehmet canlandı birden. Zeynep başını salladı. "Nasıl ikna oldu? Hâlâ hayret ediyorum. Ama sesimi çıkarmadım. Sormadım hiçbir şey. Tek kelime daha etmem. Gözümü korkuttu inadı. Ben öyle kolay kolay korkan biri değilim, biliyorsun. Kodaman adamların karşısında dururum. Gel gör ki bir Azize'ye eğildi boynum."
"Sen de onun boynunu eğmeye niyetlenmiştin." Tüm mutluluğun arasında bu sözler bir yumruk gibi indiyse de Mehmet'in kalbine, sesini çıkartmadı. "Ama... Pişman olan biri, yeniden başlamak istiyordur. O günleri düzeltmek için elinden geleni yaptığını biliyorum. Geçmişi unutmayacaktır Azize. Fakat defalarca özür dilemiş babasının barış teklifini de göz ardı etmeyecektir."
"Kendim için bir şey istemiyorum Zeynep. Ailem, çocuklarım mutlu olsun bana yeter. Azize'nin evi burası, Samsun değil. Burada olmalıydı ve nihayet döndüğü için kendimden çok onun adına seviniyorum. Yüzü gülüyor ya yeniden, sesini duyuyorum. Babaannesine sokuluyor, dedesiyle konuşuyor. Sanki bu köydeki her karış toprak ondan mahrummuş gibi hissediyordum. Gün geçtikçe, ruhum da kızımla beraber büyüdükçe sevgim ve özlemim artıyordu. İyi bir baba değilim ama Azize varlığıyla bana merhamet etti. Ben avare dolaşırken bu köyde, yokuşun başından diğer çocuklarla birlikte Azize göründüğünde bir bataklığa saplandığımı ve o güne dek hep kızımın elimden tuttuğunu hissediyordum. Anlamak ne zordu, hiç anlayamıyordum. Yanlışlarımı doğru sanıyordum." Uzunca konuştuktan sonra derin bir nefes aldı. "Anlamak ne zordu" dedi yeniden.
***
"Yol, yirmi dakika kadar sürdü. Ama servisle gidersem süre uzayabilir. Babam hızlı kullandı arabayı. Yoldan bakınca okul gözüküyor babaanne. Tıpkı manastıra benziyor."
"Tövbe."
"Tamam, tövbe. Ama çok benziyor. Ağaçların, kayaların arasında bir bina görüyorsun uzaktan bakınca. Yoldan yukarı bir yokuş çıktık. İşlek bir yol. Öğrenciler gelip gidiyor. Endişe ettim önce. Kimseyi tanımıyorum. Okul üniformam bile yok üstelik. Sakin durdum ve arabadan inip okula gittim. Babama gelmemesini söyledim ama okul bahçesinin dışında tüm derslerim bitene kadar beni bekledi. Sınıfım bahçeyi ve tüm manzarayı görüyor. Pencere kenarına oturdum. Üçüncü sıradayım. Öğretmen masasının önündeyim. Ne zaman başımı çevirip baksam, babamı gördüm. Sıkılıp sıkılmadığını düşündüm çoğu zaman... Neyse." Duraksayıp nefes aldı Azize. Babaannesi de anlık dinlenme imkânı buldu. Kapı açık olduğundan mutfaktaki Selvi ve Zeynep kızı duyuyordu. Bu sayede onlar da meraklarını gideriyordu.
"Herkes birbirini tanıyordu sınıfta. Ben de kendimi tanıttım. Dönem ortasında geldiğimden kim olduğumu da merak ediyorlardı zaten. Buralı olduğumu, bir dönem Samsun'da okuduğumu anlattım. Henüz nakil işlemleri tamamlanmadığı için misafir olarak gözüküyorum, listede adım yok ama olsun. Bir hafta içinde halledilebileceğini söyledi müdür. Derslerden sonra babamla müdürün yanına uğradık. Ve geçen dönem ders notlarımın yüksek olması öğretmenlerin hoşuna gitti. Üç kızla tanıştık ve teneffüslerde sohbet ettik. Yasemin gibi değiller ama iyi kızlar. Okulda birbirimize yardım edebilir, sınavlara çalışabiliriz."
"Hangi köydenlermiş?"
"Bir tanesi Sürmene'de oturuyor. Diğer ikisi de bizim köye uzak. Belki ilerde onları davet edebilirim ya da onlar beni davet eder. Birbirlerini ziyaret ettiklerinden bahsettiler. Bana da onlara katılabileceğimi söylediler. Mediha, Ayşe ve Elif isimleri. Mediha çok konuşkan bir kız çok da akıllı, simsiyah uzun saçları var. Sıkıca örmüş. Başının arkasında bir balıkçı halatı varmış gibi gözüküyor. Kaşları da kara. Ayşe kumral, kahverengi saçlı, kısa boylu hafif toplu bir kız. Elif de masmavi gözlü uzun boylu, beyaz tenli bir kız. Bence çok güzel biri, hepsi öyle. Yakından görürsen anlattığımdan daha güzel olduklarını söyleyeceksin zaten."
"Senden güzel değillerdur?"
"Güzeller ve akıllılar. Öğretmenlerle de çok samimiler. Herkes onlara soru soruyor. Derste de söz hakkı alıp cevap veriyorlar."
"Bir alış, sen da yaparsun." Rahime hanım torununu savunup kimseden eksik görmemeye fazlasıyla kararlıydı. Onun aksine Azize kızları gerçekten beğenmişti. Zaten üstünde yeni okula alışma sürecinde olmanın verdiği bir çekimserlik de vardı. Köye döndüğü için mutluydu ama yine ve yeniden eski okuluna da arkadaşlarına da veda etmemişti. Bir gün fırsat bulursa Samsun'a gidebilirdi tabi. O zamana kadar da adresini bildiği bir arkadaşına mektup yazacaktı. Abisinin atari alıp almadığını da soracaktı.
Okulun ilk günü, mesafenin uzaması sebebiyle yorulmuş olan Mustafa eve gelip yattığından ona soru sorma fırsatı bulamadılar. Azize'nin anlattıklarını dinlediler. Bu uzaklık mevzusu da böylece halledilmişti. Hasan bey yeniden kupon veren gazetelerden almaya başlamıştı. Kapıda köpekler havlıyordu. Etrafta gezinen tavukların peşinde koşturuyorlardı. Akşam yemeği için sobanın üstüne konan tencerelerin boyutları büyümüştü. Selvi çarşıdaki eve gitmeyi erteliyordu sürekli. Arif de işten çıkıp köye geliyordu. Uzun bir kış geçiriyorlardı fakat kalpleri ısınıyordu.
Çiçek de nasibini alıyordu birbirini sevenlerden. Uzaktan, bir koltuğun kenarından seyrediyordu. Ona kızmayanlar, yaklaşmıyordu da. Soluk benzi, sıyrılıp giden ruhu Çiçek'i bir hayaletten farksız yapıyordu. Kendi haline kalsa, ki çoğunlukla içinde büyüyen kara bir delikle baş başaydı, epey yalnızdı. Ne postacı geliyordu köye, ne bir asker. Beklediğinden değil de, bazen dere yoluna bakıyordu ziyaretçi var mı diye? Issızdı yollar, haber getiren yoktu. Zaten beklemiyordu. Askerin hikâyesi bitmişti. Kötü bir kadın o kitabı parçalayıp atmıştı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
7.32k Okunma |
739 Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |