38. Bölüm

37- ZAMANIN HİKÂYESİ

Zehra
yesilkutuphane61

Kalemler var oldukça, her uygun zemin sayfa olarak kullanılır. Sayfalar kelimelere açtır. Hikâyeler bitmekle başlamak arasındadır. Azize on kişilik ufak servisinden indiğinde omzuna yük olan çantasının saplarını düzeltti. Yorgun adımlarla köprünün başına doğru ilerledi. Bodur çalıların yanında duran birini gördü. Dimdik ayakta, genç ve dinç sayılacak bir adamdı. Uzun boyluydu. Ayağının dibinde ufacık bir bavul vardı. Kolundaki saate bakıyor, sabırsızca etrafı inceliyordu. Bu genç adamı daha önce görmemişti Azize. Buralı olduğunu zannetmiyordu. Biraz daha yaklaştı yanına.

Traşlı, temiz bir yüzü vardı. Daima sıkılıyormuş gibi duran çene kemikleri güçlü ve belirgindi. Saçları ne uzun ne kısaydı. Arkaya doğru taranmışlar, esmer alnına dağılmamışlardı. Krem rengi bir kaban giyiyordu. Ayakkabıları tertemiz, pantolonu hiç kullanılmamış gibi ütülü ve dümdüzdü. Sırtında en ufak bir kambur emaresi dahi yoktu. Onu gören bu köyden biri olmadığını hemen anlardı. Resmi görevi üzerinde çalışan bir bakana benziyordu.

Artık bu otuzlu yaşlarında gezinen adamın yanına gelmiş ve yüzüne bakma gafletinde bulunmuştu. Göz göze geldiklerinde yabancının gözlerindeki beklentiyi gördü. Bir şey söylemeden önünden geçmek uygunsuz kaçardı. Hem belki bu saatine bakan sabırsız ve ciddi adama bir yardımı dokunurdu. "Merhaba" dedi Azize, biraz çekingen.

"Merhaba..." Pek kalın ve gür olmayan kaşlarını, kızı incelemek için çattı adam. Ela gözleri bu simada tanıdık birkaç ize rastlamış olacaktı ki sorusunu sormaktan çekinmedi. "Ben birini arıyorum. Doğru hatırlıyorsam bu köyde yaşıyor. İsmi Çiçek... Çiçek Seymen. Tanıyor musun? Evi nerede biliyor musun? Yardımcı olursan çok sevinirim." Türkçeyi düzgün ve akıcı konuşan yabancı, okullu kızın ilgisini çekti fazlasıyla. Sorduğu sorunun cevabını da verebilirdi.

"Çiçek, Çiçek benim halam" dedi Azize şaşkınlıkla adamı süzerken. Sırtındaki çantanın ağırlığını da yorgunluğunu da unutmuştu. "Ama soyadı Seymen değil ki. Yoksa... Siz diğer yüzüğün sahibi misiniz? O asker siz misiniz?" Yüzüğün diğer sahibi, ifadesi adamın hoşuna gitti.

"Adım Erdem. Yalnızca asker diye mi bahsedildi benden? Öyleyse evet, o asker benim." Erdem ufak bir tebessümle elini uzattı Azize'ye. Üşümüştü, kızın sıcak elini hızlıca sıkıp etrafa bakındı. "Götürecek misin beni Çiçek'in yanına?" Azize anlayamadı ama sesinde özlem vardı.

"Tabi, eve gidiyorum zaten. Benimle gelin. Bu arada ismim Azize."

"Hm Azize. Evet, hatırlıyorum halanın senden bahsettiğini." Azize gülümseyip yürümeye başladı. O da halasını, Lisette'ye anlatmıştı. Demek insan birini sevince, tanıdıklarına onu anlatmaktan mutluluk duyuyordu. "Küçük bir kız olarak canlandırıyordum seni zihnimde. Karşımda genç bir hanım buldum. Sen demem sorun oluyor mu? Belki siz diye hitap etmem daha uygun olurdu. Normalde böyle kabalık etmem. Fakat çok yorgunum, uzun bir yoldan geldim. Belki beni mazur görürsün."

"Sorun değil. Yol yorgunluğunu bilirim. Kabalık olduğunu düşünmek yerine anlayışla karşılayabilirim. Ben nasıl hitap edeyim size? Abi desem olur mu? Amca diyebilmem için saçınıza ak düşmüş olması gerekirdi. Amca olamayacak kadar gençsiniz." Erdem sağlam adımlarla yürürken Azize'nin söylediğine güldü. Güzel ses tonlamasıyla, akıcı konuşmasıyla Çiçek'in anlattığı gibi zeki bir muhatapla karşı karşıya olduğunu fark etti. "Köprünün başında karşılaşacağımız hiç aklıma gelmezdi. Halam sizden çok kısa bahsetti. Yalnızca asker olduğunuzu biliyordum. Ve sizi hiç göremeyeceğimi zannediyordum. Köye geldiğinize göre, tanışabiliriz. Açıkçası sizi merak ediyordum."

Azize açık sözlü olmaktan çekinmedi. Halasının hayatında olan biteni merak ettiğini hiçbir zaman inkâr etmeyecekti. Detayları bilinmeyen bir İstanbul masalıyla her gece aynı odada uyumak, o askeri hiç tanıyamamak sayısız kitap okusa da tatmin olmayacağı gerçeğini doğuruyordu. Köprü başında, askeri beklerken bulmak bir başlangıç gibi göründü gözüne. Neden ayrılmışlardı? Hatalı kimdi? Hata neydi? Hata var mıydı? Asker iyi birine benziyordu, barışmak için mi dönmüştü? Barışırlarsa Çiçek'in yüzü yeniden güler miydi? Ne de olsa parmağında yüzük vardı hâlâ. Çaktırmadan Erdem'in valiz tutan eline baktı. Onda da yüzük vardı. Fark etmeden kocaman gülümsedi. Kıpır kıpır oldu içi.

"Fazla kalamayabilirim. Ama seninle tanışmayı ben de isterim. Bu soğuk havada, sıcak bir karşılamayla bana yolu gösterdiğin için sana minnettarım." Erdem Azize'yle konuşurken gayet kibardı. İlk kez geldiği bu yerde samimi davranan birini bulmak iyi hissettirmişti. Eve varınca nasıl karşılanacağını bilmiyordu ve bu gerginlik ona yetiyordu. Çiçek nasıldı? Ne tepki verecekti? Ailesiyle barışmış mıydı? Bu aile bir anda ortaya çıkan damadı kabul edecek miydi? Sırt çantasının saplarını sıkıca tutan bu okullu kız, askeri aradığına götürecekti. "Kaçıncı sınıftasın?"

"Dokuz."

"Hangi mesleği seçmeyi planlıyorsun? Hedefin nedir?"

"Hemşire olacağım sanırım."

"Sanırım mı? Pek emin değil gibisin. Başka bir seçeneğin kararsızlığı da denebilir tabi, ses tonundan anladığım kadarıyla."

"Aslında kararsız değilim. Tercihimden memnunum."

"E o zaman? İçine sinmeyen bir şey mi var?"

"Bir konu var aslında. Edebiyatı da severdim, kitap okumaktan keyif alıyorum. Hatta ortaokulda sayısal derslerimin notları daha düşüktü. Sözel bir bölüm tercih ederim diye düşünüyordum. Ama çalıştım ve bu problemi hallettim. Şimdi hemşire olmak, ansiklopediler, biyoloji, insan bedeni gibi terimler çok dikkatimi çekiyor. Yalnız... Eskisi gibi sık kitap okuyamıyorum. Vaktim yetmiyor."

"Anlattıklarında bir problem göremedim. Aslında fazlasıyla kitap okuyormuşsun bölümünle ilgili. İnsan bedeniyle ilgilenmek başlı başına sayfalar başında vakit harcamayı gerektirir zaten. Eğer roman okumayı kastediyorsan da, gerçi benim ilgimi pek çekmez ama siz genç kızlar bundan hoşlanıyorsanız karışmam pek doğru olmaz, tatil günlerini ve boş vakitlerini değerlendirebilirsin."

"Öyle yapmam en doğrusu. Ama kitap rafta dururken boş vakit beklemek çok zor. Sınav varken de okuduğum hikâyelerden keyif alamıyorum. İstediklerimizi aynı anda yapabilsek keşke." Azize bir iç çekip çayevinin önündeki çeşmenin yanında durdu ve ellerini yıkadı. O sıra Erdem acı acı güldü. Keşke o da istediklerini aynı anda yapabilseydi. Karısıyla mutlu olmaya çalışırken annesinin huzursuzluğunu da giderebilseydi. "Mesela" dedi Azize suyu içtikten sonra. Bir yandan da parmağıyla çeşmeyi gösterdi Erdem de içsin diye. "Bu yazın sonunda harika bir kitap okudum. Bazen yeniden okumak istiyorum, öyle güzeldi. Bol bol vaktim varken ve zihnim boşken sayfalar su gibi akıp gitti. Yeniden o günlerin gelmesini bekliyorum. Ama bu süre içinde hikâyeleri kaybetmekten korkuyorum."

"Hikâyeler kaybolmaz Azize. Sadece sen değişirsin. İsteklerin ve zevklerin, rotasını başka limanlara çevirir. Bir kitap rafında durur ama okunmadıkça, küçük bir hanımın dünyasında hiç var olmamış olur. Yani senin zihnin zevkini korudukça, tüm kitapçılar yerinde durdukça hikâyeler kaybolmayacak. Bu arada neydi kitabın ismi?" Azize kitabın ismini söyledi.

"Hm... Bilgisi ve eğitimiyle karakterini güçlendiren bir hanımın hikâyesiydi değil mi?"

"Evet, okudunuz mu yoksa?"

"Bir dönem elime geçmişti. Toplumun fikirlerini ve yaşam tarzını gözlemlerken, yaprak gibi oradan oraya savrulan o kızı okumuştum." Azize merakla ve heyecanla dinliyordu Erdem'i. Okuldaki arkadaşlarıyla bile böyle konuşamamıştı. Oysa kitabı alıp okumalarını çok istemişti. Henüz tanıştığı bu askerden hikâyeye ait fikirleri duymak fazlasıyla keyifliydi. "Cesaretli ve gururlu bir karakterdi fikrimce. Genç hanımlar bu karakteri okuyup içi içine sığmaz bir hayal dünyasının kapısını çalma potansiyeline sahipler. Fakat bir asker olarak uyarmalıyım Azize, evsiz yurtsuz bir seyyah gibi tek başına dolaşmak bırak da o yetim ve öksüz kıza özgü olsun. Dünya tehlikeli bir yer. Mucizevi kurtuluşlar okumak beni tatmin etmez. Bilirsin, gerçeklikten epey uzak..."

"Ama... Dünya yeterince gerçekken kitapların masalsı ve ana karakterin iyiliğine işleyen bir akışla yazılması gerekli olan bir şey değil mi zaten? O hayatının sonuna kadar sıradan bir öğretmen olabilirdi. Hayallerinin peşinden gitmek istedi ve yola düştü. Önüne engeller çıktı. Buldum dediğinde kaybetti. Sonra yine evsiz kaldı. Ölebilirdi bu tamamen gerçek bir hikâye olsaydı. Böylesi elbette daha mantıklı olurdu ama hikâyesi yüz yılı aşmış bir isim olmazdı." Yeniden yürümeye başladılar. Hava kararıyordu. Asker de açtı Azize de. Bir kitap karakterinden bahsederken bitap düşmek istemezdiler.

"Sanırım yeniden az önce bahsettiğim konuya dönmeliyiz. Hikâyeler kaybolmaz, yalnızca biz değişiriz. Kaç yaşındasın? On dört mü? Bu kitabı beş yıl sonra okuduğunda çok farklı düşüneceksin. Bir on yıl sonra başka pencerelerden bakacaksın. Otuz yaşında, büyük ve olgunlaşan bir insanın zihniyle odaklandığında hikâyeyi yeniden okuyor gibi olacaksın."

"Artık sevmeyecek miyim?" Azize öyle bir endişeyle sordu ki bu soruyu, Erdem gülmeden edemedi. Fakat kısacık bir an.

"Aksine, belki daha çok seveceksin. Belki eskiden hata sandığın hareketler doğru gelecek gözüne. İnsanın, gerçekliğin ve duyguların farkına daha çok vardığın için karakterleri de anlayacaksın. Hep böyle olur. Hayat tecrübesi olan insan eleştirmez. Önce durumu analiz eder. Kendini onun yerine koyar. Ama tüm varlığıyla. Bir makine gibi hareket etmektense, iyi kötü, kuvvetli zayıf tüm duygularıyla tavır sergilemeyi dener. O zaman anlar ki, o acı duruma düşenin yaptığını bile yapamayacaktır. Ya da daha iyisini yapacaktır. Tecrübe ve yaşam... Okumak bilgeliğinin yanında fazlasıyla değer verdiğim iki terimdir. Ruhun günden güne değiştiğinde ve şekillendiğinde söylemek istediklerimi daha iyi anlayacaksın. Şimdilik beni, seninle kitap hakkında konuşan bir abi olarak görmen yeterli."

"Acaba yine kitabın sonunu garip bulacak mıyım?"

"Garip mi buldun? Doğru, pek çok açıdan garip gözükebilir. En başta kendin bile böyle bir tercih yapmazdın, yüzüne yerleşen ifadeden anlayabiliyorum. Ben de bir zamanlar bunun masallara özgü bir akış olduğunu düşünürdüm. Ama hayır, birine ait hissedince tüm yollar o ormandaki eski eve çıkıyor. Olaylar bir masalın parçası olabilir, duygular istisnadır." Erdem bu kadarını söylemekle yetindi. Büyük çınar ağacının altından geçtiler. Kurallarla ve disiplinle hayatını geçirmiş bir adamın, günün birinde gururunu hiçe sayıp ait olduğu insanın yanına gelmesi her tecrübeden sonra hikâyelere farklı bir açıdan bakılabileceğinin kanıtı olurdu. Farkında olmadan da kitaptaki gerçekliği kabul ediyordu.

***

Kapıya geldiklerinde önce Azize girdi içeriye. "Misafirimiz var" diye seslendi. Kimse üstü başı dağınık durmazdı da, hanımlar mutfaktaysa toparlanırlardı bu uyarıdan sonra. Erdem biraz daha kapının önünde bekleyecekti. Küçük hanımın daveti gelene dek böylesi daha uygun olurdu. Azize hemen odaya girip halasını buldu gözleriyle. Henüz tanımadığı birinin gelişiyle fazla heyecanlanıyor olsa da bunu önemsemedi. "Misafir var" dedi yeniden.

"Kimmiş? Annem evde değil mi?" Çiçek evden elini eteğini çektiğinden, herhangi bir misafirle de ilgilenmiyordu.

"Önemli biri" diye üsteledi Azize. "Mutlaka görmen lazım! Saçını düzelt. Hadi hala." Kadını kolundan tutup zorla odadan çıkarttı. Çiçek kapının önüne gelip de misafiri görene kadar ne olduğunu anlamadı. Keşke fark edebilseydi önceden. Eşikten adımını atmamış, davet bekleyen adamın karşısına gökten düşmüş gibi çıkmasaydı. Azize'ye kızmaya bile fırsat bulamadı. Erdem'in burada ne işi vardı? Ne zaman gelmişti? Maksadı neydi? Fakat hiçbir şey soramadı. Günlerdir görmediği ve kavuşma umudunu yitirdiği gözlere baktı sadece. Kızgındı ama yasak değildi ya!

Azize geriye çekilip ev halkını, sürüsünü sessizce otlatan bir çoban gibi sobalı odaya soktu. Kapıdaki beyefendinin kim olduğunu anlatacaktı. O sırada da halasının, askeri içeri buyur edeceğini düşünüyordu. Azize gerçeğin içinde büyümüş, öfkeyi de sevgiyi de gerçek anlamda yaşamış bir kızdı. Yine de o an hikâyenin büyüsüne kendini kaptırmış, Çiçek'in Erdem'i duygusal sözlerle karşılamayacağını aklına getirememişti.

"Merhaba Çiçek."

"Ne işin var burada?"

"Konuşmak istedim seninle."

"İstanbul'da fırsatın varken konuşsaydın. Yüzüme çarpılan kapının tekrar açılmasına müsaade etmem ben."

"Eğer beni dinlersen, sakince kendimi anlatmak..."

"Dinlemem Erdem. Daha kulak vermem sözlerine! Şimdi kimse seni görmeden git." Erdem bütün kabahati üstlendiği için gelmemişti köye. Akıllı saydığı büyüklerinin sunduğu çözümleri zihninde tasarlayıp, yeni bir başlangıç yapmak istemişti. Uzun görevlerden döndüğünde Çiçek'in güler yüzle ve özlemle kapıyı açmasını, sıcak evlerinde iki kişilik bir sofraya oturmayı hayal etmişti. Ve bu sefer, Çiçek de kabul ederse hayalini gerçekleştirmek için elinden geleni yapacaktı. Geride tek kalmasından endişe ederken, karısını annesiyle bıraktığı için yuvası dağılmıştı. Bu gün, kimsenin sözüne ve ağlamasına aldırış etmeden yeni bir düzen kurmaya hazırdı.

Açıkça kovuluyordu. Biraz daha direnebilirdi fakat arkasından gelen sesleri duyunca birkaç adım geriye çekildi. Biri yaşlı, diğer ikisi askerden yaşça büyük üç kişi eve yaklaştı. Çiçek bu karşılaşmadan hoşnut değildi belli ki. Telaşından yerinde duramadıysa da Erdem'i saklamayı başaramadı. "Hayırdur, kim bu uşak?" diye sordu hemen Hasan bey. Askeri baştan ayağa sert bakışlarla süzdü. Akşamın bu saatinde kapıya gelmişse, önemli bir mevzu yüzünden olmalıydı. Arif ve Mehmet de gayet ciddiydi.

"Ben Üsteğmen Erdem Seymen." Genç adam elini uzatıp Hasan beyden karşılık bekledi ve tokalaştılar. Hâlâ istenilen cevabı vermediğinin farkındaydı. Hafifçe Çiçek'e baktı. Kaşları çatık, ifadesi telaşlıydı. Niye telaş yapıyordu ki? Yüzünün rengi de solmuştu. Kötü bir söz etmişler miydi ona? Burada mutlu muydu? Çok kızmış, bağırmışlar mıydı? Birinin boğazını temizlediğini duyunca uyarı niteliğinde, kendine geldi. Çiçek’ten çekti gözlerini. Yabancı sandığı adamın bakışlarına müdahale eden Mehmet'ti. Erdem bir hayli sıkıldığını hissetti. Hiçbir adeti yerine getirmeden kızıyla evlendiği adamın karşısında durmak mı zordu, komutanın karşısında durmak mı?

"Bir sorun mu var asker ağa?" Arif'in aklına, Kamil'in başına bir iş açmış olacağı geldi önce. Bir vukuatı vardı belki. Ama üniforma giymiyordu bu asker, uzun namlulu bir tüfek de yoktu omzunda. E niye gelmişti bu adam?

"Hayır, aslında ben... Geliş amacım sizi ziyaret etmekti. Yani... Çiçek hanımı... Çiçek'i görmek için geldim. Biz evliyiz de..." Doğru kelimeleri seçmek için uğraşırken terlediğini fark etmedi. Çiçek de iki abisinin ve babasının karşısında suskun durmaktan alt dudağını ısırıp duruyordu. Hasan bey irkildi. Kızıyla evlenip yalnız başına buralara gönderdi diye içten içe kızdığı damat, bu askerdi demek! Kaşları çatıldı, bıyıkları daha bir gür gözüktü. Sert bir adım attı öne doğru.

"Demek sensin o ha!" Kimse yaşlı adamın ne yapacağını kestiremiyordu. Ortamın epey gergin olduğu söylenebilirdi yalnızca. Çiçek eşikte, dört adam kapının dışındaydı. Müdahale etmek istedi.

"Baba... Gidecekti zaten..."

"Nereye gidecek ki? Niye gelmiş o zaman? Hayır, oturacak karşıma. Boyunun ölçüsünü alacağum! Hesap vermeden şurdan şuraya adım atamaz!" Kaba da olsa bunu bir davet saydı Erdem. Alışkındı bağırıp çağıran anne babaların gölgesinde Çiçek'i sevmeye. Solup giden Çiçek'i... Hesap verme süresi ne kadar uzardı bilemiyordu. Bu zamanı iyi değerlendirip Çiçek'le konuşacağından ve onu ikna etmek için çabalayacağından emindi sadece. Başta gurur ve öfke olmak üzere, buna kendininkiler de dahil, büyük engeller vardı önünde. Aşmak niyetiyle gelmişti, aşabilseydi...

***

Erkekler yemeği ayrı sofrada yediler. Kadınların merakı yine giderilmeyecekti. Gözler Çiçek ve Erdem'in üstünde gidip geliyordu. Asker başını dik tutmaya çalışırken, karısı yalnızca çorbasını içiyordu. Utandığından değil, kendi de dahil kimseye verecek cevabı olmadığından susuyordu. Aslında Erdem'i şöyle güzel bir paylamak geçiyordu içinden. Hem gittiği için, hem geldiği için. Ve yine gideceği için... Ama çok gürültü ederdi. Veya hiç olmadığı kadar içten ve yaralı ağlardı. Bunca insanın yanında en fenası buydu. Onunla aynı odada olmak bile boğazının düğümlenmesi için yeterliydi. İçini gıdıklayan hisleri depreştiriyordu askerin varlığı.

Mustafa yemek boyu soru sordu. Askerlerden, tanklardan, silahlardan bahsetti. Erdem de gergin sessizlik içinde kısa cevaplar vermekle yetindi. Çocuk dertli dertli oturan büyüklerinin halinden habersiz gibiydi. Arif devamlı uyarıyordu oğlunu susması için. O da kızıyordu babasına. Merak edip öğreniyordu işte. Belki o da asker olurdu. Şöyle dimdik dururdu işte. Fena mı? Fakat büyüklerin ciddiyeti bir noktadan sonra hayallerinin önünü kesti. Doyunca Azize'yi de alıp dışarıya çıktı.

Çaylar dağıtılacağı sırada Rahime hanım dayanamadı. Kaçamak bakışlardan, süresi uzayan suskunluktan bunalmıştı. Erdem'in karşısına geçip oturdu. Bunca zaman Çiçek'ten bir şey öğrenememişti. Bir de erkeklerin keyfini bekleyemeyecekti. "Bak bakayım sen bana. Niye benum kızımı yollara koydun yalnuz başına? Şindi pişman mı oldun? Niye geldun? Anlat anlat!"

"Anne!"

"Sen sus Çiçek. Ha bu uşakla konuşacağum!"

"Efendim, biz Çiçek'le... Aramızda hoş olmayan bir tartışma yaşandı. İkimiz de epey sert çıktık." Doğruyu olduğu gibi anlatmakla iyi yapıp yapmadığından emin değildi Erdem. Göz ucuyla Çiçek'e baktı onay bekler gibi. İnatçı bir kaçış içinde duvarları seyrederken buldu onu. Bu odadakiler de elbette kendi kızlarından yana olacaklardı. Zaten yenik başlamıştı, en azından dürüst olarak onurunu koruyacaktı. "Ben göreve gidecektim. Küs ayrılmış bulunduk. Sonra sakinleşince, anladım hatanın büyüklüğünü ama iş işten geçti. Çiçek'e haksızlık yapıldığının farkındayım. Telafi etmek istiyorum."

"O yüzden mi böyle geç geldun?" Rahime hanım odadaki tüm erkeklerden daha sertti. "Niye üzdün kızımı?"

"Görevdeydim efendim. Dönebilme fırsatım olsaydı..." derin bir nefes alıp pencerenin altında bir taburede oturan Çiçek'in gözlerini yakaladı. "Daha önce gelirdim mutlaka. Bizim bir takım problemlerimiz oluyordu ama hep hallettik. Sonuncusu epey büyük ve yıpratıcıydı kabul ediyorum. Ama inanıyorum, yine halledeceğiz."

"Bakacağuz!" Rahime hanım kızını arkasında saklayacak ve damadın canını sıkacak gibi duruyordu. Ona sorsalar niçin kızdığını, böyle sert tepki verdiğini, parmağını kaldırır ta derinlerindeki üzüntüyü gösterirdi. Gencecikti bu çocuklar. Hadi kimseden müsaade almadan yuva kuruyorlardı, sonra niye rüzgârda yaprak gibi savruluyorlardı? Bir de Çiçek'ten kayınvalidesi tarafından hiç sevilmediğini duymuştu ya, o da içinde yaraydı. Rahime hanım gençliğinde çok çekmişti. Saygı demiş, sesini de çıkartmamıştı. Hâlbuki hak aramakla da insan kendine saygı duyardı.

"Efendim ben..." Erdem iki elinin parmak uçlarını birleştirip koltuğun ucuna kaydı. Kendini açıklamak istedi. Yanına gidip dizinin dibine otursa, Çiçek'e dinletemezdi sözünü. Toplum içinde sesini duyururdu ama. "Tartışmaları uzatacak biri değilim. Uzlaşmacı yaklaşma taraftarıyım. Bilerek isteyerek kızınızın kalbini kırmaya niyetlenmedim hiç. Onu yaralı bulduğum ve hastanede gözünü açtığı günden beri..." Tüm güzel duyguları, Çiçek bahçesinde büyütmek istiyorum. Durup boğazını temizledi. "Hayatımda çok fazla insan yok. Arkadaşlarımın sayısı her geçen gün azalıyor. Sevdiklerimin cenaze namazlarını kılıyorum hep. Geride kalan kişi oluyorum. Dünyanın hakikaten kısa olduğunu yaşayarak öğrendim. Ezbere kelimeler sıralamıyorum. Son gelişimde de bir arkadaşım vazifesini tamamladı.

Ben bunları yaşarken, Çiçek'in de evde zor durumda olduğunun farkındayım. Önceleri onun haberi yokken annemden bir sürü şikâyet duyuyordum. Benim için önemli değillerdi, dillendirmiyordum. Çiçek de hiç bahis açmıyordu. İkimiz bir aradayken mutluyduk çünkü. Fakat bir türlü çözemiyordum, evdeki bu huzursuzluk kimin kabahatiydi? Niye bir avuç insan anlaşamıyorduk? Hep birbirimizi suçluyorduk? Oklar bir kişiyi gösteriyordu, konduramıyordum. Hep onun yükselen sesini duyuyordum son günlerde ve dolup taşan kafamda bunu kavga zannediyordum. Yardım istediğini geç fark ettim.

Daha çok düşünmeli, daha hızlı hareket etmeliydim. Çiçek'in hikâyesini biliyorum. Belki siz ona kızıyorsunuz ama hiçbir zaman kendini hor görmesine müsaade etmek istemedim. Benim gözümde iyi yetişmiş, güçlü bir kız. Eve döndüğümde, kapıyı açan güler yüzlü bir kadın görmek beni iyileştirdi. Dürüst, dobra ve ciddiyetimden çekinmeyen halleri her zaman hoşuma gitti. Diğerleri onun bana sığındığını söylediler, tam aksini düşünüyordum. Tüm yaralarımla ben ona sığınıyordum. Kederimden anlıyordu. Bu yüzden hep müteşekkirdim.

Ne kadarını hissettirebildim bilmiyorum. Ama söyleyebildiklerimden daha fazlası var içimde. Uzaktayken çok düşündüm. Ne olmuşsa geçmişte bırakalım dedim. Ama İstanbul'a gittiğimde Çiçek'i bulamadım. Gitti dediler yalnızca. Ve birkaç lüzumsuz şey söylediler. Yine de çıkıp gelecektim. Çünkü biz inanmadığımız için değil, yıprandığımız için ayrı düştük. Kız kardeşim tuttu kolumdan. Bu son tartışmada Çiçek'in suçsuz olduğunu söyledi. Şaşırmadım, üzüldüm. Anneme hesap sordum. Gözyaşları ve baygınlık... En sonunda evlatlıktan reddedildim.

Yani efendim, ben epey yalnız biriyim. Annem reddetti, eşim terk etti. Keşke daha önce bir evimiz olsaydı. Çiçek kalsaydı yanımda. O zaman sizin yanınıza bu şekilde gelmezdi. Gerçi ben ona defalarca buraya bir ziyaret gerçekleştirmesi gerektiğini söyledim. Birini ailesinden mahrum etmek gibi bir hataya düşmem. Pek çekinirim. İnsanın da korktuğu başına gelirmiş ya, ailesiz arkadaşsız kaldım.

Yeni bir başlangıç yapmaya hazırım. Geçmiş üzüntüleri telafi etmek için elimden geleni yaparım. Özür mahiyetinde geldim buraya. Kabul edilirse bir hayat mutluluk verilir bana. Bu kapıdan eli boş çevrilirsem, hayatımı teslim edene dek vazifemin başında olacağım. İki yol da benim için makbuldür. Ben razıyım. Umarım bu uzun konuşmamı bir tanışma sayarsınız. Ben sizi uzun uzun dinledim Çiçek'ten. Yalnızca simalarınızı bilmiyordum. Lezzetli bir akşam yemeğinde öğrendim."

Çiçek hep hayret etmişti Erdem'in bu soğukkanlı duruşuna. Oysa gözleri, kelimeleri çeşitli duyguların hamisiydi. Omuzları dimdik, bakışları keskindi. Sesi nadiren titrerdi. Bu dönemde herkesin içinde böyle konuşmak da cesaret isterdi. Çiçek, ailesine adını bile söylememişti Erdem'in. O ise dakikalar içinde tüm hikâyeyi az çok anlatmıştı. Çekinmeden, cesaretle. Sahiden bir lütuf, bir sığınak mı görüyordu bu evliliği. Zeynep omzunu kapıya yaslamış askeri dinlerken Çiçek'e bakıp gülümsedi imayla. O gün konuştukları geldi aklına.

"Ne önemi var sevmenin? Sevince ne oluyor mesela, anlatsana bana. Sevdim diyelim, hâlâ seviyorum diyelim. Asker görevden döner dönmez bana mı gelecek? Özür mü dileyecek? Annesini aramızdan çıkartıp, yeni bir hayat mı vadedecek bana?" Böyle söylemişti ve cevabını almışa benziyordu. Fakat başını eğip duruyordu. Salondaki herkesi ikna eden adama bakmıyordu bir türlü. Sonra birden ayaklandı. Koşarak odasına gitti. Kimse ne olduğunu anlamadı.

"Müsaadeniz var mı?" diye sordu Erdem. Eğer Hasan bey uygun görürse Çiçek'in arkasından gidecekti. Beklediği onay biraz geç geldi ama önemsemedi. Kalkıp hızlı adımlarla Çiçek'in odasına yürüdü. Nihayet içini dökmüştü ve rahatlamış hissediyordu. Fakat bir yerlerde depreşen bulutlardan haberdardı. Kapıyı açıp içeriye girdi. Yerde otururken buldu Çiçek'i. Sırtını yatağa dayamıştı, arkası dönüktü. Geleni görmedi ama kim olduğunu biliyordu. Yüzünü avuçlarına gömdü. Asker gelip yanına iliştiğinde bile açmadı. "Göremeyecek miyim yüzünü? Sesini de duyamayacağım anlaşılan. Aslında... Çok özledim sana dair her şeyi. Kavga etsek bile mutlu olurum. Çünkü kızdığında, çakır gibi bakıyor gözlerin. İşte diyorum karşımda bir yiğit. Alt etmiş yüreğimi. Yenilmekten zevk aldığımı biliyor muydun?"

"Hayır, asker bilmiyordum. Ama sen bil ki esas yenilen benim. Kırıldım döküldüm ve bitirdim. Gerçeği öğrenmiş olman telafi etmiyor yaşananları. Özür dileyip rahatladıysan... Yalnız kalmak istiyorum." Kucağına çektiği dizlerine alnını yasladığı için ne dediği zor anlaşılıyordu. Erdem her kelimeye kıymet verdiği için kulağını yaklaştırıp dikkatlice dinledi. Her kelime bir yudum zehir oldu.

"Vicdan rahatlatmak için özür dilemedim Çiçek. Bunu bana söyleme. Seninle olmak istedim. Hiçbir şey bilmeseydim de, tüm kabahat sende olsaydı da gelecektim yanına. Yalan söylemiyorum, hayır. Yalnız kalmak isteme, yetmedi mi bunca zaman? Her Allah'ın günü seni düşündüm. Ama bu sefer başka, dönemesem dedim ne olacak bu kız? Zaten küsmüşüz, şu dünyada herkesten kaçmış bir bana gelmiş. Bu sefer başka bir yürek yangını saldın içime. Yeter bu kadar yalnızlık. Özrümü kabul et ya da etme. Beni anla ya da anlama. Yanındayım, gitmeyeceğim."

Çiçek'in duyguları iyiden iyiye içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Ağlamasını durduramıyordu bir türlü. Başını da kaldırmıyordu, askerden yardım da istemiyordu. Takati yetse uzaklaşacaktı, onu da beceremiyordu. Kollarını sardığı dizlerini sıkıp duruyordu yalnızca. "İstemiyorum" diyebildi hıçkırıklarının arasından. Erdem dayanamadı. İki büklüm olmuş Çiçek'i kendine çekip sarmaladı. Bu anı beklemiş onca gözyaşı itişe kakışa akıp durdu.

"Ağlama çiçeğim. Gitmeyeceğim. Güzel günlerimiz olacak, söz."

"Olmayacak... İstemiyorum."

"Üzüldük ama dağılmayacağız. İstemesen yüzük parmağında kalır mıydı bunca zaman?"

"Onu sana vermek için çıkartmamıştım." İki sebepten kendine saklayıp Zeynep’e söylemediği birisi de buydu.

"Karşımda durup yüzüme fırlatacaktın değil mi? Bana versen ne olacaktı? Yine senin parmağındaki yerini alacaktı. Senin olanın bende ne işi var, sevdandan başka? Kal burada, kalkma."

"Olmaz, ikna etmeye çalışıyorsun beni. Barışmam seninle. Ağır laflar ettin bana." Çiçek gözyaşlarını silmemişken geriye çekilmeye kalktı. Asker kuvvetle tuttu onu, gitmesine izin vermedi.

"Sana sunduğum hayatı kaldıramadığını söyledim sana, değil mi? Ne istersen onu yapmanı da... İstediğin, istediğim olacaktır diye mi düşündüm acaba? İstediğin benimle olmaktır... Benimki seninle olmaktır…"

"İsteklerim kimseye bağlı değil asker. Kesip atmasını da bilirim. Dilediğimi yapmasını da bilirim."

"Evet, evet biliyorum. Bağışla o anlamda söylemedim. Birlikte olmayı seviyoruz, beni görünce gözlerinin içi gülüyor ya onu kastettim. Ben koşa koşa geliyorum eve. Biz bize iyiydik. Bu hayatı kaldıramadığını söylerken de haklıydım. Kim ister ki? Kim göğüslenir bunca sıkıntıyı? Yapmak zorunda değildin, katlandın. Düzeliriz sandık, sabretmeye çalıştık. Yıprandık sadece, tutunamadık birbirimize. Artık..." Derin bir nefes aldı Erdem. "Yaralarımız var değil mi?"

"Çok... Sevgiyi bir kenara bırak asker. Bizden olmaz, anladım. Ben döndüm artık, burada kalacağım. Sen de git annenin yanına. Hemen kabul eder seni. Hayatına devam et. Anla işte... Sevgi yetmiyor bazen..."

"Yeter, öyle çok severim ki ikimize de yeter."

"Ne bu? Masal anlatıp avutacağın çocuk muyum ben? Kocaman insanlarız, istemiyorum diyorum. Söyleme böyle şeyler."

"Çiçek ne söylüyorsun sen?" Erdem kendi rızasıyla bıraktı kollarının arasındaki Çiçek'i. Kavga gürültüye alışkındı ama bu yılgınlığı kabullenemiyordu. İlk kez böyle görüyordu sevdiği kadını. Yürek engellerini aşamıyor muydu, yoksa hakikaten yenilmiş miydi? Anlamaya çalıştı. Elini uzatacaktı, yardım edecekti.

"Erdem... Ben kararımı verdim. Uzatmayalım, devam etmeyeceğim seninle. Ne anneni dinleyeceğim, ne bir kötü söze daha kulak vereceğim. O kapıdan çıktım ve bu evlilik bitti. Geldiğin de iyi oldu. Sözümde duracağım" parmağındaki yüzüğü çıkartmaya yeltendi. Asker engel olduğu için durdu. Hayretle baktı elini tutan adama. "Bırak Erdem. Zorla tutacak değilsin ya. Bu noktaya gelmişken bitsin!"

"Zorla tutacağım. Yüzüme bile bakmadan nasıl bitsin dersin? Ne kadar üzüldüğünü anlayabiliyorum, senden farksızım. Ama iyileşmeye çalışıyorum, seni terk etmeye değil. Gel, evimiz olsun sadece ikimize ait. Birlikte düzenleyelim, kimse söz söylemesin. Annemi çıkartacağım aramızdan. Hazırım... Beni kırıp dökmüşlerin eline bırakma Çiçek. Beni onlardan yapma." Askerin sesi yalvarır tonda yumuşadı. Ona arkasını dönmüş kadını ikna etmeye çalışırken kelimelerini seçmekte zorlanıyordu. "Hadi dön bana."

"Hep ben mi olacağım Erdem? Annene babana arkamızı döndük. Kendi evimize çıktık, iyileşmeye çalıştık tamam. Peki sonra?" Anne baba kısmı üzücü olsa da bu söyledikleri zaten askerin hayaliydi. Mutluluk için yeterliydi. Niye böyle umutsuzdu Çiçek? Sevmiyor muydu artık? Yoksa özür kabul etmez, kesip atan bir kalbe mi sahipti hakikaten? Güzel bir yuva hayalinin hatırı yok muydu? Üsküdar sahilde yapılan yürüyüşlerin tatlı hatırası da mı akla gelmezdi? "Bir gün benden... Daha fazlasını isteyeceksin."

"Kastettiğin... Annemi mi kastediyorsun? Beni çok yıprattı. Yalan söyledi. Oysa annelerin dürüst olduğunu zanneder çocuklar. Senden samimi bir dille özür dilemeli. O zamana dek uzak kalacağım. Affedilmek için çabalayana dek onu istemeyeceğim. İkimiz için hayaller kuruyorum. Neden annemi aramıza sokuyorsun yeniden. Bak burada sadece sen ve ben varız. Söz veriyorum, sadece sen ve ben..."

"Annenden bahsetmiyorum Erdem. Anlamıyorsun işte. Yorma beni, git istemiyorum."

"Kim o zaman Çiçek? Açık konuş, ahmak bir adam değilim. Kavga etmeyi özledim dedim ama sebeplerimiz mantıklı olsun lütfen. Düzgünce söyle, kırıldım affetmeyeceğim de! Artık sevmiyorum bu yüzden boşanacağım de. Ama böyle ucu açık, muallakta bırakma cümleleri. Neyi kastediyorsun?" Sesler yükselmeye başladığında ikilinin kavgaları da kıvama geliyordu. Çiçek kaçmaktan, Erdem kovalamaktan yorulur muydu? Bu soru cevapsız kalırdı belki ama şu da gerçekti; ne suskun kalmaya sabırları yeterdi, ne altta kalmaya gururları müsaade ederdi.

"İkisi de, hepsi, her şey! Darlattın beni!"

"Ben mi daralttım? Kapına kadar geldim yüreğim elimde. Özledim diyorum, yeniden başlayalım diyorum. Asla böyle bir tepki beklemiyordum senden. Beni ilk kez gören annen bile oturup dinledi. Sen yüzünü çeviriyorsun! Hep böyle olsan anlarım ama değildin. Sen halimi hatırımı sorardın. Bir tek o gün, kavga etmeden önce nasıl olduğumu sormadın. Arkadaşım ağır yaralanmıştı, ölümle cebelleşiyordu ve eve geldiğimde kavga gürültü duymak istemediğim için sert davrandım. Haksızlık ettiğim için, özür diliyorum senden. Ama bu tavrını hak etmiyorum." Erdem yerinden kalkıp pencerenin yanına gitti bir çırpıda. Perdeyi çekti, simsiyah geceye kaldırdı başını. Yıldızlar sayılamayacak kadar çoktu. Sabah yeşiliyle ruhu canlandıran, akşam siyahıyla yürek sıkıştıran bu memleketin kızına sevdalanmak ne zordu!

"Sen suçlu değilsin" dedi Çiçek cılız bir sesle. O da oturduğu yerde, Erdem'e ulaşamamanın hüznüyle iki büklümdü. "Ben sadece olması gerekeni yapıyorum. Anlayış göster."

"Asla! Olması gereken bu değil. Şaşırmışsın sen! Garip şeyler söyleyip duruyorsun. Daha fazlasını isteyecekmişim. Yanımda bir sen varsın, senin için geride bıraktım her şeyi. Başka ne isteyebilirim ki?"

"Bir çocuk istemez misin?" Çiçek'in verdiği cevapla olduğu yerde kaldı Erdem. Buydu sorun, kavgalardan kırgınlıklardan ve olmazlardan büyük olan buydu. Yutkundu çaresizce. Hiç aklına getirmemişti bu ihtimali. Çiçek'in bu yüzden ayrılmak isteyeceğini düşünmemişti. Kendini toplamaya çalıştı. Tekrar dönüp eski yerine oturdu. Bu sefer Çiçek'in gözlerine bakabileceği bir konumdaydı. "Sevgi bizi buraya kadar getirdi asker. Gerçeklerden konuşmayı göze alamadık biz. Ama öyle ya, aramızda huzursuz bir hayalet dolaşacak. Özlemini çekeceğin bir hayal gezinecek zihninde. Ben kendimi böyle yalnız kabullenebilirim fakat sen mecbur değilsin." Erdem uzanıp avuçlarının arasına iki el aldı. Bırakmak istemez gibi sıktı.

"Tek bir hakikat var. Ya sen, ya hiç! Seninleysem mutlu bir dünyanın kapıları bana açılır. Yoksan hiç... Beni bir hiçe terk etmeyecek kadar seviyorsun çiçeğim. Biliyorum seni. Kucağımıza bir çocuk alamadık diye dağıtma hayallerimizi. Biz bize yeteriz. Dizine yatarım, süt ısıtırsın bana. Pek sevmem ama... Film izleriz, yürüyüş yaparız, kitap okuruz, eleştiririz. Misafirlerimiz gelir. O akıllı yeğenin de gelir, artık tanıştık ne de olsa. Hadi Çiçek, böyle güzel şeyler düşünmek varken üzme kendini."

"Hayal kuruyorsun ne hoş. Ama birimizin gerçekleri düşünmesi gerekiyor. Ben kararlıyım Erdem. Bu noktaya geldiysek bir hikmeti vardı."

"Hiçbir şey gerekmiyor. Dünyanın gerçeği nedir? Bu yolun sonu nedir Çiçek? Ölüm değil mi? Ölümün içindeyim, her an gerçekle uyuyorum gerçeğe uyanıyorum. Hayal kurmayı hak etmiyor muyum?"

"Belki de en çok sen hak ediyorsun asker." Çiçek ıslak gözlerine şefkat koyup baktı ellerini tutan adama. "Üzüntülerimle kırgınlığımla mücadele edebilirdim. Seni bir gün kolayca affedebilirdim. Ama sonrasını düşününce, nefes almak için dizimin dibine oturan adam daha iyisini hak etmez mi diye geçirdim aklımdan. Aramıza bunca mesafe girmişken bitirmek daha uygun olur diye düşündüm."

"Bırak da beni ben düşüneyim. İsteklerine karışılmasından hoşlanmayan biri olarak beni anlaman gerekirdi. Daha fazlasında gözüm yok. Benimle ol yeter. Hayallerimden çıkıp gitme, elimde kara bir toz bulutu kalacak çünkü. Bu noktaya geldik, bir hikmeti vardı. Ben gerçeğe yaklaştım sen de ailene. Benim de ailem oldu, kabul ederler mi bilmiyorum. Ellerini öpeceğim. Beni mahrum edersin sırtını dönüp gidersen. Bu teklifi son kez samimiyetle yapıyorum. Gel yeniden başlayalım. Aramıza bu müşkülü soktuğun için seni affediyorum."

"Biliyor musun asker, insan nefret ettiğiyle sınanırmış. Ben insanların konuşmasından, toplumun bakışlarından nefret ederdim. Kaçmak da fayda vermedi. Sonunda yine bir kuralın, toplumun kucağına düştüm ve direnemedim. Kurallar çoğu zaman gerçeklerden oluşur, komşu kadınlar duymak istemediğimi söyler. İnsan gerçekten kaçar. Ama bir gün yüzleşmek zorunda kalır. Ben yüzleşmeye devam ediyorum, alışıyorum ve kabulleniyorum. Sen ne kadarına katlanabilirsin? Duyuyorum asker, ne söyledilerse ilişiyor kulağıma. Hep de duyacağım..." Erdem ellerini çekti Çiçek'inkilerden. Ve uzanıp kızın kulaklarına kapattı. Yumuşak saçlarına değdi parmak uçları.

"Oldu mu? Olur mu böyle kapatsak?" Görmek istediği teslimiyeti aradı Çiçek'in yüzünde. Bakındı her zerresine. Buldu da, gülümsedi acıyla. Öyle çok birikmişti ki içinde, öyle çok özlemişti ki, çöldeki seyyahın bulduğu bir yudum suya razıydı ruhu. Çiçek başını salladı. O da uzattı ellerini. Askerin kulaklarına değil, yanaklarına. Temiz yüzüne süzülen bir iki damla yaşı sildi. "Gelecek misin benimle? Eve gidecek miyiz?"

"Nerede evimiz?"

"Gözlerini kapatınca göreceksin."

"Gözümü kapatınca seni görüyorum. Açınca da sen varsın."

"O zaman bana gelmelisin."

Bölüm : 26.12.2024 17:37 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...