Akrep ve yelkovan döner, dere akar, yağmur yağar. İnsan olandan bitenden habersiz hayat boyu koşar. Dur ihtarını işitene dek durmadan çabalar. Saatin pili bitmiş, yağmur dinmiştir. Ve yolcu nefes nefeseyken etrafına bakar. "Ne oldu bunca zaman?" diye fısıldar.
Azize elinde yastığıyla merdivenleri çıkarken söyleniyordu. "Odamdan oldum" dedi önce. "Yeni misafirimizin başka yerde uyuması doğru olmazdı gerçi. Ama neden benim odam? Çünkü halamın da odası! Erdem abiden başkası için bunu yapmazdım sanırım. Yani... Belki yapardım ama böyle çabuk kabullenmezdim. Bir de babam o kokan çorbalardan içince odamdan çıkmak zorunda kalıyorum. Neyim ben muhacir mi?" Kapıyı açıp ışığı yanan koridora girdi. Akif henüz ayaktaydı. Kendi kendine oynayıp koşturuyordu. Alt katta uyuyanlar bu minik adımları her gece duyardı zaten. Ablasını görünce yönünü değiştirip kapıya koşturdu.
Herkes bir yana, Azize'yi çok seviyordu. Bunda kızın etkisi büyüktü tabi. Onunla sakince ilgileniyor, bazen hava alması için dolaştırıyor, çarşıya inince minik oyuncaklar alıp getiriyordu. Bebeklerin samimi sevgilerini, yetişkinlerin katık karışmış bakışlarına tercih ederken gözünü kırpmayanlardandı Azize. Yastığı kolunun altına alıp çorabı ayağından çıkmak üzere olan kardeşine gülümsedi. "Niye uyumadın haylaz?" Sonra eğilip, göçebe uykusuna yatmadan evvel biraz eğlenmek istedi. Akif'in yanağını sıktı acıtmadan. Hızlı büyüyordu, dünyayı anlıyor muydu?
"Azize!" Babasının sesini duyunca başını kaldırıp odaların kapılarına göz gezdirdi. Bir gece bile yatmadığı, köydeki her kızın isteyebileceği kadar güzel o odada olmalıydı. Sarı loş ışık koridora taşıyordu. "Geldin değil mi? Odan hazır. Kalın bir yorgan serdim yatağına. Üşümezsin, Akif senin yanında mı?" Azize cevap vermek yerine kalktı. Akif'in kendisini takip edeceğini bilerek yürüdü ağır adımlarla. Babasının canlı davetine karşılık vermedi. Aklı alt kattaydı, ah ne olurdu orada bir boş oda olsaydı?
Mehmet kapıdan başını çıkartıp ses vermeyen çocuklara baktı. Geldiklerini görünce gülümsedi. Erdem'e bir abi mesafesiyle yaklaşmıştı. Kötü davranmadıysa da yüzüne gülmemişti. Akşam boyu ciddiyetini korumuş, meseleyi çözmeye çalışmıştı. Çiçek'i çok üzmüşse kenara çekecekti. Ama asker hızlı davranıp tüm planları alt üst etti. Söz hakkı tanındığı an açıklamasını yaptı. Mehmet'e de yapacak bir şey kalmadı çayını içmekten başka. Yatma vakti gelince ve Azize odasız kalınca keyiflendi. Yastığını alan ve tüm nezaketiyle yerinden ayrılan kızın gidecek tek bir yeri vardı. Mehmet ise yapması gerekeni yapıp, Zeynep'ten bile yardım istemeden odayı hazırladı.
"Gelin bakalım" diyerek çocukları içeri aldı. Akif ablasından önce odaya girip yatağa çıktı. Azize yastığını onun yanına koydu. Göz ucuyla kütüphaneye bakmayı ihmal etmedi. İlk geldiğinde burası güzel görünmüştü gözüne. Ama boştu, kullanılmayı bekleyen eşyalarla doluydu. Sahibi yoktu. Bu akşam bir bebek ve bir de babasıyla ortam daha canlıydı. Işığın sarı rengi ahşabın üzerine yansıyor, sıcak bir tonla yayılıyordu. Soğuk değildi. İnsanı ürkütmüyordu. "Erdem'in gelişiyle bu odada kalacağın hiç aklıma gelmezdi."
"Ne yalan söyleyeyim, ben de akıl edemedim."
"O kadar kötü olmasa gerek burada uyumak. Her şey senin için hazır, sahibi sensin ve biz seni bekliyorduk." Azize dudağını büzüp başını salladı.
"Halamın mutluluğu için farklı bir yerde uyumayı göze alabilirim. Zaten alışkınım, Samsun'da uzun süre kaldım. Artık yerini yadırgayanlardan değilim." Konuşmayı bırakıp pencerenin yanına gitti. Tülü çekti, cılız sokak lambasının aydınlattığı ceviz ağacının yapraklarını seyretti. Paylaşabilmek geldi aklına. Bir zamanlar az cümleyle, fakat samimiyetle konuştuğu bir babası vardı. Aralarındaki bağ öyle zayıflamıştı ki Azize kırgınlıklarını hissetmemenin eşiğinde, hayatı olağan akışında yaşarken Mehmet'in varlığı karşısında ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. Anlatmak istediği her şeyi dinlemiş ve dinleyecek olan adamı bu odada bırakmış, geniş bir çevre sahibi olmuştu. Ruhunu herkesin yanında tatmin edebileceğine inanıyordu gün geçtikçe. Babasının kısıtlı kelimelerinin, eskisinden daha az olduğunun farkında değildi.
"Erdem abinin gelişi hakkında ne düşünüyorsun?" diye sordu birden.
"Düşüncelerimin seyri, zamana bağlı" dedi Mehmet. Ayakta beklemektense yatağın kenarına oturmanın iyi olacağını düşündü. Böylece Akif'i de kontrol edebilirdi. Bebek, tombul olduğu için dengesini sağlamakta zorlanıyor ve sıkça düşüyordu.
"Bence iyi biri, çok bilgili ve aynı zamanda da kibar, giyim tarzından da düzenli olduğu çıkarımını yaptım."
"Henüz bu gün tanıştığımız bir adam. Senin gibi cömert olamayacağım onu övmek konusunda."
"Övmüyorum ki, gördüğümü söylüyorum. İlk izlenim diyelim. Evdeki kimsenin de benden farklı düşüneceğini sanmıyorum." Bunu söyledikten sonra dönüp sırtını duvara yasladı. Babasının yüzüne baktı. İfadesinde gezindi gözleri. Bir cevap aradı.
"İlk izlenim önemlidir ama kesin bir cevap vermez. İyi ya da kötü biri, bilemiyorum. Bu bizden çok halanı ilgilendiriyor gördüğüm kadarıyla. Kendi seçimlerini özgürce yapan bir kardeşim var. Son kararı da yine o verecektir."
"Sence gider mi Erdem abiyle?"
"Olabilir, mümkün."
"Gitmezse ne olur? Erdem abi buradan yalnız ayrılsa mesela?" Mehmet, net bir cevap almak için didinen sorular sebebiyle kızın yüzüne baktı. Tebessüm etti sakince. Ellerini kucağında birleştirdi.
"Her yanımız ihtimallerle çevrili değil mi? Olsa, olmasa... Ama ben yaşamadan bilemiyorum artık, cevaplarım kısıtlı. Beklemeyi tercih ediyorum."
"Bilirdin" dedi Azize. "Önceden ne sorsam cevabını verirdin." İtham yoktu sesinin tınısında. Yaşayan, öğrenen, yaşlanan bir babaya şefkat vardı. O, artık bilmiyordu. Sobadan eli yanmış bir çocuğun çekingenliğiyle yaşıyordu hayatı. Hızlı adımlarının yorgunluğunu atmaya çalışıyordu üstünden. Küçük Azize'nin sığındığı adam değildi belki. Sarı ışığa bakıp gözlerini kısarken her yeni güne yabancıydı kalbi. Elinde kalanlara sığınacağı anı gözetlerken kabul görmeyi bekleyen bir çocuk kadar itaatkârdı. Kızmadı Azize, hayal kırıklığına uğramadı. Babasının bu bilmeyen halinden hoşnut oldu hatta. Parkta kuşlara bakıp nereye uçtuklarını sorduğu günlerin Azize'sine gülümsedi fark etmeden. Baban o gün de bilmiyordu, insan bazen bilmez, bilmemeli. Öğren sen de, gönlün ferah olsun...
***
Sabahın ilk ışıkları odaya süzülürken Erdem uyandı. Valizinden kalın bir hırka çıkartıp üzerine rahat hareket edebileceği şeyler giydi. Dikkatli ve sessiz davrandı ki Çiçek uyanmasın. Odadan çıkmadan yüzüne baktı. İçinden sevmek geldi. Çok sevmek... Gülümsemekle yetindi. Kimse bilmiyordu ama askerin yüreğine bahar gelmişti.
Alışkanlıklarını bozmak istemiyordu. Hareketteki bereketi avcuna almış gibi evden çıktı. Havayı içine çekti. Yokuş aşağı yürümeye başladı. Dün köprüde beklerken derenin iki yanına uzanan yolun nereye vardığını merak etmişti. Bu gün niyeti o yolun sonuna kadar yürümek, sonra eve dönmekti. Hava serindi. Yağmur yoktu ama gri bulutlar kendilerini gösterirken göğüslerini kabartmayı ihmal etmiyorlardı. Seyrettiler, gezdiler, gittiler. Erdem de uzun yürüyüşünü tamamlayıp herkesin uyandığı, kahvaltıyı hazırlamaya başladıkları saatte yokuşun başında göründü.
Hasan bey de dışarıdaydı. Ellerini arkasında bağlamış, kışa dayanamayan sebzelerin boş bıraktığı toprağı seyrediyordu. Topraktan sonrası, aşağıya doğru çaylarla doluydu. Günler önce bembeyaz karla kaplıydılar. Kar erimişti, kafullar olduğu yerdeydi. İnsan kar mıydı şu arzda? Derin bir nefes alıp arkasına döndü. Rahime hanım tembihlemişti dışarıda fazla durmamasını. Rüzgâr esiyordu, göğüs kafesinin içinde acılı sızılar dolaşıyordu sonra. Yanına gelen Erdem'i gördü. Onu odada uyuyor zannediyordu, Çiçek'e de sormamıştı.
"Hayırlı sabahlar efendim."
"Hayırlı sabahlar" diye karşılık verdi askere. "Nereden böyle?"
"Derenin kenarındaki yolda yürüdüm. Yolun sonunu merak ettim, uzun bir süre ilerledim."
"Yolun sonunu buldun mu bari?"
"Bulamadım, yine yola çıktı yolum."
"Gel benumle." Hasan bey dönüp ahıra inen merdivene ilerledi. Hiç acelesi yokmuş gibi ağır adımlarla indi basamakları. Erdem de onu takip etti. Yer yer taşlı beton zemine ayak bastılar. "İşte..." Hasan bey parmağını uzatıp, çağlayan dereyi gösterdi. "Yolu yoldan ayıran ha bu deredir. Kıvrımları, dağları, yolları bölüp gider. Arkasına bakmaz. Yol unutur sonunu, giden olmadıkça."
"Gitmek mi lazım efendim? Bunu mu anlamalıyım söylediklerinizden?"
"Onca yol bir cevap vermedi mi sana? Söylemedi mi gitmeni ya da kalmanı? Bak şu köprüye. O olmasa aynı güzergâhta ayrı düşecek iki yol da. İstikamet aynı, mesafe aynı. Arada dere çağlamasa kavuşacaklar. Bana geliyor ki ne dereye küsmüşler ne birbirlerine. Çetin bir mesafe girmiş aralarına ama birbirlerinin gözüne bakarak süzülüyorlar ağaçların altında. Bu köyde doğdum büyüdüm, kimseye sitem ettiklerini görmedim. Her derenin üstünde yolları kavuşturan bir köprünün olduğunu öğrendim."
"Bunca yol bana yalnızca eve dönmemi söyledi. Hırçın sulara rağmen kavuşmanın bir yolunun bulunabileceğini gösterdi." Erdem'in aldığı ve verdiği cevap Hasan beyi rahatlattı. Henüz bir çocukken burada durup seyrettiği dere hakkında, bir günde tanıdığı damadıyla konuşmak hayatın bambaşka bir cilvesiydi. Aslında ne fenaydı, aslında ne acıydı. Hasan beyin boğazındaki yumrular sessizce can çekişecekti bu saatten sonra. Razı olmaktan başka seçeneği yoktu. Dar vakitlerin telaşı içinde çırpınıyordu yüreği.
"Bundan sonra" dedi kendini toplayarak ve ciddileşerek "tek başına yürümeyeceksin. Eğer benum kızıma birlikte yaşama sözü verdiysen, yolculuklara bir başına çıkmasına da müsaade etmeyeceksin. Bu sana ilk ve tek ihtarım. Ne demek istediğimi anlıyorsundur."
"Anladım efendim." Dün gece Hasan bey Rahime hanımdan epey azar işitmişti. Konuşmakta hızlı davranmayışından, sessiz duruşundan sebep eleştirilmişti. Önceleri böyle olmadığını, yaşlandıkça pasifleştiğini ima eden kadın lafını esirgememişti. Bu ufak ve kuvvetli ihtarın, sabahın güzel saatlerinde yapıldığını görseydi yaşlı adama merhamet ederdi belki.
Erdem müsaade alıp eve çıktı. Üstünü değiştirecekti. Yüzüne bakmayan kayınvalidesine selam verip odaya geçti. Çiçek'i yatakları toplarken buldu. Ona da içten bir "günaydın" dedi.
"Neredeydin?" diye sordu Çiçek. Onu gören telaşlandığını zannederdi. "Sabah uyandım ve bir baktım yoksun." Gelmişken, bana elini uzatmışken sakın böyle habersiz gitme Erdem!
"Korktun mu?"
"Hayır... Hayır neden korkayım? Merak ettim sadece. Hem... Sen bilmezsin buraları. Kaybolsan, ayağın kaysa, düşsen..."
"Ben dağa tepeye alışkınım. Ayağım sağlam basar, korkma düşmem. Yürüyüş yapmak için çıktım. Sen uyuyordun, o yüzden haber vermedim." Çiçek yeni bir şey söylemedi. Yatağı düzeltmeyi tamamladı sessizce. Aslında uzun zaman sonra iyi hissediyordu. Kapı açılınca içeriye giren kişinin Erdem olması, gözlerine ufak yıldızlar yerleşmesine sebep oluyordu. Gelmişti, rüya gibiydi. Af diliyordu, kabul ediyordu, direniyordu ve elini uzatıyordu. Çiçek kendini aciz hissediyordu bu hisler karşısında. Karşı koymak mümkün değildi.
"Üstünü değiştireceksin herhalde. Şu dolaba astım kıyafetlerini. Öğle vakti ev boş olur, o zaman da duş alabilirsin." Erdem keyifle dolabın bir kapağını açtı.
"Elin değmiş, güzelleşmiş yine her şey" diye mırıldandı. Çiçek duydu fakat gülümsemekle yetindi. İşini bitirip odadan çıktı.
***
Şubat ayının son haftası, bir salı gecesi Hasan bey rahatsızlandı. Apar topar hastaneye götürüldü. Yoğun, telaşlı, endişeli ve kederli geçen üç günün sonunda vefat etti. Evlatlarını önce Allah'a sonra da birbirlerine emanet ederek, ardında kocaman özlemle dolu bir aile bırakarak ayrıldı dünyadan. Ona sorsalar, daha dün evin bahçesinde beş taş oynayan çocuk olduğunu söylerdi. Koca bir ömrü nasıl geçirdiğini anlatamazdı.
Ne kadar çabuk derdi. Ayrılık vakti ne kadar çabuk geldi. Oysa ben, böyle kocaman bir adam olmadan evvel annesinin elinden ekmek yiyen bir çocuktum. Rüzgâr samanı, zaman yaşımı silip süpürdü. Ben büyüdüm, önce eş sonra baba oldum. Anamı babamı toprağa yatırdım, üstlerini örttüm. Çalıştım, didindim bir yaşamı devirdim. Koştum durdum, yoruldum. Aynanın karşısına geçtim. Gördüm ki; karlar yağmış saçlarıma. Ömrüme kış gelmiş. Hiç fark etmemişim. İnsanın en büyük kusurunu ben en son yaşımda öğrendim. Bilmemek, zamana cahil kalmak ve görmemekmiş.
Bir rüyadan uyanır gibi nefes nefese karşıladım hakikati. Ayak seslerini duydum. Benim belimi büken yokuşu koşarak çıkan ölümü pencereden seyrettim. Sayılı nefes derlerdi, gülüp geçmedim, inandım. Ecelin adımları sayısındaydı nefeslerim. Telaştan sayamadım, bakakaldım. İş, güç, ev, evlat görmedi gözüm. Bitiyordu günüm. Ne acayip, ne acayip! Nasıl da çabuk! Bu ev benden çok yaşadı, bu dünya epey döndü durdu, neslim nefes almaya devam ediyor. Fakat sadece ben gidiyorum.
Kabullenmem uzun sürmedi. Şaşkınlığımı attım, dedim ki yaşlandım. Öyle olmasa bu yorgunluk nereden çıkar gelirdi? Bu hayat nasıl olur da tadını yitirirdi? Gözlerim, niçin sırtımda çay taşıdığım çaylıkların yeşilini az görürdü. Büyüklerim, kimisi bir fotoğraf bile bırakmadan gittiler. Ben de gidiyorum arkalarından. Haksızlık etmeden, kimseye kötülük dokundurmadan yaşamaya çalıştım. Kim benden ne kadar razı, bilemem ki.
Sorsan kocaman adamım. Sorsana ne kadar yaşadın? Sanki uyanınca bahçeye çıkıp beş taş oynayacağım. Anamı da özlemiştim. Gerçi çok sinirli biriydi. Ama gözlerimi kapatınca pişirdiği ekmeğin kokusu geliyor burnuma. Demek ben epey az yaşamışım. O kokuyu unutmamışım. Kapının önündeki kısacık adımları sayamamışım.
Cuma namazından sonra kılınan cenaze namazında herkes Hasan beye hakkını helal etti. Evlatları da, dostu da, akrabası da ondan razıydı. Cömertliği, dürüstlüğü iyi bir baba oluşu döndü dolaştı dillerde. Tüm kusurları toprağa gizlediler. Toprak örttü, kucakladı, sakladı. Bir gün aynılarını herkese yapacağını açıkça söyledi. Kimisi görmedi, kimisi bildi de kendine konduramadı, kimisi saatlerce tefekkür etti. Öyle ya, köyün Hasan beyini maldan mülkten tecerrütle sinesine saran toprak bu adamın hangi arkadaşına elini sürmeden yağmura karışacaktı?
Rahime hanım hayatında açılan kocaman boşluğa öyle hızlı düştü ki neye uğradığını şaşırdı. Güvendiği, sırtını yasladığı adamın ismini bağırdı durdu. Cevabı toprak verdi. Zahirde suskunluk, batında hakikati gösterdi. Toprak ibretti, gafil olan hüzünle oyalandı. Yol bir, yolcu bir, yolun sonu bir, yolun sahibi bir. Düşen ve insan nazarında kaybolan bir tohumu saklayıp muhafaza eden, baharda filizlendiren rengârenk çiçeklerle süslendiren Allah imtihana muhatap ettiği beşeri de yokluk ve hiçlik karanlığında kayıp halde bırakmayacaktı elbette. Hikmet toprakta saklıydı.
Hasan beyin mezarı tepede, çaylıkların içindeki boş alandaydı. Onu ziyarete gidenler, tüm köyü ve karşıdaki yemyeşil heybetli ağaçları görebileceklerdi. İsterlerse başını kaldırır göğe bakarlardı. Gözleri mezar taşındaki isme, onun hayatına takılı kalmadıkça sessizce oturabilirlerdi. "Senin ne işin var burada?" diye soruyorlardı. "Biz seni evde sanıyoruz. Heybetli adımlarınla içeriye girişini, gazete okuyuşunu görüyoruz hâlâ. Çocuklar sanıyor ki bu evin bir parçası sensin. Bir duvarsın, bir odasın, gidersen eksik kalırız. Kaldık, öyleymişsin. Giderim ben diyordun. Hiç inanmadık sana. Evlatların seni üzdü, çaresiz kaldın da bıktın diye ölümden söz ediyorsun zannettik. Hakikatmiş, kimse inanmadı. Hazırlıksızlığımız da bizim kabahatimiz."
Seneler Hasan beyi özlenen günlerin hatırası yapacakken, taze yokluk günleri gözyaşlarıyla doldu taştı. Rahime hanımın ağıtlarını, kocasının neredeyse her hareketini tekrarlayarak anlatmasını dinledi herkes. Oturduğu koltuktan gezdiği yollara kadar söyledi durdu. Adamı bu kadar çok sevdiğini bilmiyordu kimse. Teselliler yetersiz kaldı. Kırk gün Davut hoca camide Kur'an okudu. Cemaati kalabalık ve sessizdi. Tıpkı evdekiler gibi.
Mustafa her gün iki defa dedesinin yanına gidiyordu. Kimse görmeden uzun uzun ağlıyordu. Torunlarından hiçbir şey esirgemeyen adamla çarşıya gidip köfte yedikleri zevkli günleri hatırladıkça yüzü daha çok ıslanıyordu. Hep odasından çıkacak, tespihini elinde döndürecek zannediyordu. Yanına çağırıp saçını karıştırsa yeniden, camide koşup onun yanında otursa ne güzel olurdu. En az babası, amcaları kadar sarsılmıştı Mustafa. Kamil ve Arif iş güç derken babalarından ayrı geçirdikleri zamanın pişmanlığını uyandırmışlardı. Hasan bey vefat etmeseydi, elbette bu düşünceler hiç ortaya çıkmayacaktı.
İki ay kadar kederle süresi uzayan bir zaman geçti. Gelen giden sayısı azaldı. Kezban hala Samsun'a dönmedi. Erkek kardeşine metanetli ve samimi bir veda etti. Bir arada olmanın faydalı olacağını düşündü. Şu hayatta kan bağı olan insanlar bir bir göçerken ona da sıra geleceğini aklına çokça getirmiş olacak ki evinde tek kalmaktan ürker oldu. Ailenin cimri amcası, bu sefer yanında getirdiği iki oğlu ve karısı on gün kalıp döndü. Kimse bu kısa süre onları kınamadı. Hatta gittikleri için arkalarından hayır duası ettiler.
Erdem bu süreçte şartları zorlayarak köyden ayrılmadı. Herkese yardım etmeye çalıştı. Çiçek'in en büyük destekçisi oldu. Maddi manevi ihtiyaçlarını gidermek için uğraştı. Konuştuğunda dinledi, sustuğunda bekledi, gözündeki yaşı sildi. Herkesin birbirine sığındığı odalarda bir çiçeğin solup gitmesine müsaade etmemek, onu kalpten bir yuvada yaşatıp büyütmek vazifesini layıkıyla yerine getirdi. Ya gelmeseydi, bulamasaydı Çiçek'i? Acı ve yalnızlıkla baş başa kalan birinin yaralarını bir daha nasıl sarma fırsatı bulabilirdi? Dalları kırılmış, bahara küsmüş çiçekleri nasıl geri döndürebilirdi? Hasan beyin kahrından hasta olup dünyadan göçtüğü söylentileri yayılırken süratle ve Çiçek'in yaralarına tuz basarken her kelime, seve seve siper oldu her kedere. Bu zor günleri beraber atlatacaklarına dair teminat verdi.
Bir cumartesi günü, Azize erkenden uyanıp abdestini aldı, başına örtüsünü örttü ve dedesinin yanına doğru yürümeye başladı. Bahar geliyordu dallara. Beyaz çiçekler uyanıyor, meyveler tomurcuklanıyordu. Yollar kuruydu, yağmur gelse de tatlı tatlı yağıp gidiyordu. Güneş sıcak yüzünü gösteriyor, hiçbir bulut önüne geçmiyordu. Azize en çok bu vakitlerde bütün yılın sahiden yorucu geçtiğini hissederdi. Toprak kokusu, dingin yağmurların ardından etrafa yayıldığında gözlerini kapatır, güneşin yüzünde gezinmesine müsaade ederdi. Kapıdaki birkaç komşusuna selam verdi. Yanından geçen umursamaz anne kediye tebessüm etti.
Düz bir yolu, ardından yokuşu geçince çaylığın arasında açılmış patikaya saptı. Lastikleri çamura batmadı toprak kuru olduğundan. Çabucak ve nefes nefese kalmadan dik patikayı çıktı. İnce yapraklı kestane ağacının altında yatan dedesinin yanına gidip, cevap alamayacağını bildiği halde hep yaptığı gibi selam verdi. Burada tek olmaktan korkmuyordu. Emindi, dedesi de korkmazdı. İki ahbabın sohbet edeceği hoş bir bahçedeymiş gibi rahat olurdu. Gelen otursun diye küçük bir iskemle koymuşlardı. Oturdu ve başını mavi gökte gezinen bulut kümelerine kaldırdı.
"Bu gün hava güzel dede, taze bahar kokuları yayılıyor etrafa. Çaylığın kenarına diktiğimiz limon ağacı çiçeklendi. Görebilmeni çok isterdik." Buruk bir gülümsemeyle baktı toprağa. "Yaz geldiğinde yaylaya çıkmayı hayal ediyordum. Dönerken Uzungöl'e giderdik. Hatıra kutuma ekleyeceğim yeni şeyler alırdım. Aynalar, tokalar hediye ederdin bana. Hiçbir şey almasan da olurdu, tesise gidip balık yerdik. Hâlâ hayattayım ve bunları yapabilecek fırsatım var dede. Ama sen yokken tat alamam. Gazetelerden kupon toplayamam. Her hatıramda, kurduğum hayallerimde sen de vardın. Eksik hissediyorum, herkes gibi ben de seni çok özlüyorum." Gözleri doldu. Burnunu çekip yanında getirdiği ufak Kur'an'ı açıp okumaya başladı. Sakince sayfaları çevirdi. Dua etti. Bir süre oturmayı sürdürdü. Başındaki ince örtü rüzgârda salınıp durdu.
"Hatıralar, seni geri getirebilecekmiş gibi itişe kakışa zihnime doluşuyor dede. Karşımda hayalden, heybetli bir adam oturuyor sonra. Düşünceli bakışları uzaklara dalıyor. Onu seyrediyorum. Merak ediyorum, neyi bekliyor? Elim yetişmiyor, uzanayım. Sesim ulaşmıyor, duyurayım. Ah dede, keşke gerçekten burada olsan!
Babam çok yalnız, üzgün... Seneler önce nasıl çatıksa kaşları yine öyle. Onu hep bu fıtratta biri zannederdim. Ben anladım dede, babam üzgün ve eksik hissettiğinde kendi sesine dahi tahammül edemeyen bir adama dönüşüyor. Almanya ona yalnızlık ve keder getirmiş meğer. Buraya geldi diye değiştiğini sanıyordum. Oysa köyde yeniden ailesini bulmuş, mutlu hissedince iyileşmiş, özüne dönmüş. Yalnızca bana değil, kendine de iyilik yapmış. Dikkatli düşününce daha iyi anlayabiliyorum.
Sonra bir anda babasız kaldı. O da bir insan, yaşı kaç olursa olsun size ihtiyacı vardı dede. Daha önce böyle kimsesiz görmemiştim onu. Babam hayalini seyrettiğim boşluğa dalıyor. Önceleri teslim olmadığı yalnızlığın davetine kulak veriyor. Gücüm yetse dede, hani öncesinde yetmemişti ama başkaları onu tutmuştu bu topraklarda, ben tutardım elinden. Bunu başarabileceğime inansaydım babam odasından çıkardı, yanımda yürürdü. Sana gelirdik. Ütülü gömleğinin üstüne giydiğin cepli yeleğini getirirdik gözümüzün önüne. Gülümserdik, dayanamazdık bu gidişine ve seni çok özlerdik dede..."
Azize dedesiyle dertleşmeyi bitirince biraz daha rahatlamış hissetti. Kalktı ve huzurlu uykusunda olan adama veda edip patikadan indi. Yolun karşısındaki iki katlı evin sahiplerinin saldıkları tavukları seyretti. Bu tavuklar köyün genelindeki hayvanlardan daha zayıftı. Yaşlı çiftin elinden geldiğince tavuklarla ilgilendiğini biliyordu ama peşlerinden koşturamadıkları da açıktı. Orada durmayı bırakıp eve doğru yürümeye başladı. Pek çok eksik, yapılması gereken iş görüyordu artık. Elinden gelirse yardım sunuyor, ulaşamazsa dert ediniyordu. Evde pişen aştan komşulara dağıtmak, yardım elini uzatmak bu ailede bir gen gibi gelecek nesillere aktarılıyordu.
Yokuş üstündeki merdivenlerin önüne gelince durdu. Elinde bir tepsiyle Zeynep açtı kapıyı. Tepside kahvaltılıklar, hiç dokunulmamış halde diziliydi. Mehmet aşağıya inmeyince, ki çoğunlukla böyle yapıyordu artık, Zeynep yukarıya çıkmıştı ama beyhude çabaları bir sonuç vermemişti. Adam yememişti. İşe aç gidecekti. Tabi gitmek isterse... "Babana getirmiştim" dedi Zeynep. Sesi kederliydi. Kara gözlerine yakışmayan hüzün ev sahibi gibi davranıyordu.
"Yine yemedi değil mi?" Azize merdivenleri çıkıp kapının önünde durdu. Artık yukarda kalıyordu. Ev kalabalıktı, Erdem hâlâ gitmemişti. Okul devam ediyordu, sınavlardan muaf tutulmamıştı ve ders çalışması gerekiyordu. Aynı zamanda babası bu kadar üzgünken inatçı davranmanın büyük bir kabalık olacağını düşünüyordu. Kezban halanın ağzından bile birlik olunmasına dair sözler dökülüyordu.
"Azize, biliyorum daha önce de yaptın ama... Babanla yeniden konuşsan olmaz mı? Hali iyi değil. Aç yaşamaya çalışıyor, iyice zayıfladı. Hasta olacak diye korkuyorum." Azize neredeyse yalvaran Zeynep'in gözlerine bakmak yerine omzunu sıvazladı. Varlığını büsbütün evine adayan ve yaşamanın tadından el çeken bir adamı kolayca ikna edemiyordu. Mehmet, tıpkı seneler önce karar verdiği gibi sadece ailesi için günlük hayatına devam ediyordu. Ancak, babasının vefatından sonra onu bile yapamaz haldeydi. Azize içeriye geçti. Örtüsünü ve Kur'an'ı odaya bıraktı. Babasını salonda buldu. Koltuğun kenarına başını yaslamış duvarı seyrediyordu Mehmet.
"Bu gün nasılsın baba?" diye sordu. "Dedemin yanından geliyorum" cevap gelmeyince devam etti. "Seni ona şikâyet ettim. Kendini bıraktığını, etrafındakilerle ilgilenmediğini, sorumluluklarını yerine getirmediğini söyledim." Mehmet'in ilgisini çekti bu cümleler. Feri gitmiş yüzüne kan hücum etti.
"Ama... İhtiyaçlarınızı karşılamak için elimden geleni yapıyorum. Çalışıyorum hâlâ. Eksik mi bıraktım sizi?" Bu sözlerde hiç geçmeyen iyi bir baba olamamak korkusu vardı.
"Biz komşu teyzenin tavukları değiliz baba." Azize babasının saf merakına karşın ciddi ve sert biri gibi konuştu bir anda. "Yemek veya elbise bu hayattaki tek eksiklerimiz değil. Hatta bu evde fazlaca var. Bize lazım olan sensin. Babasından ayrılmış biri, babasızlığı anlayabilir diye düşünüyorum. Sürekli ben önemli değilim, sizin için varım diyerek yaşıyorsun. Kendini geri çekiyorsun. Ama bir türlü göremiyorsun bu evdeki herkesin seni sevdiğini. Senin yüzün gülünce, mutlu olunca herkesin mutlu olduğunu. Varlığının bizi dik tuttuğunu. Aynı şey amcam için, halam için de geçerli. Babaannem de yengem de üzülse, senin gibi davransa aynılarını söylerim. Ailenin ne demek olduğunu bu evde öğrendim. Birimiz gidince oluşan kocaman boşluğu gördüm." Derin bir nefes alarak öne doğru eğildi. Babasının dolu gözlerine şefkatle baktı.
"Baba sen çalışmak, didinmek ve yorgun bir hayat geçirmek için bize verilmedin. Senden beklentilerimiz bu kadarla sınırlı değil. Yalnız kalmış annen için, bir hayat boyu mutluluk sözü verdiğin Zeynep abla için, Akif için, kimsesiz kalacak bu ev için... Bu hayata seninle başlamış, aileyi sen bilmiş kızın için ayakta kalmalısın baba. Acını yok saymıyorum. Paylaşalım, iyileşelim, öyle yaşamaya devam edelim diyorum. Sen sorumluluktan kaçan bir adam değilsin."
"Öyleyim..."
"Bunu yapmayı düşünüp, son anda vazgeçtin. Bu kabahatin içimde büyüdü durdu, yine de bu gün konuşulmamalı artık. Bunca yıl, bir adım geri atmadın. Kendini affettirmeye çalıştın. Ama bu günden sonra... Bütün suçlarını üstüne yükleyip boynunu bükmeyi bırakmalısın baba. Geri dön, her neredeysen. Bahar geldi. Kolay değil söylemesi ama dedem öleli iki ay geçti. Yaşadıkça daha fazlasına da şahit olacağız. Peki bu süreçte, ailemizi yalnız mı bırakmalıyız? Eskisi gibi değilsin. Çok değiştin, daha iyi biri oldun, büyüdün. Sende bunu gördüğümü itiraf ediyorum artık."
"Her gidişi kendime bir ceza olarak görmekten vazgeçemiyorum. Kafamdaki sesler susmuyor. Kolay değil. Yaşım geçtikçe çöküyorum." Azize ayağa kalktı. Babasının yanına oturup sırtını sıvazladı. Eline uzanıp omzuna başını yasladı.
"İzin ver de elinden tutalım. Sana yardım edelim. Etrafına gözünü kapatma. Akif'in gülüşü merhem olsun sana. Annenin yalnızlığına arkadaşlık et. Kardeşlerinin dağılmasına izin verme. Dedem dik durmanızı isterdi. Tek başına bunu yapamazsın belki, bizimle yap. Herkes seni çok güçlü, dimdik bir adam zannederdi. Bilgine, cesaretine güvenirlerdi. Bence amcam da senden büyük olmasına rağmen, böyle düşünüyordu. Bu halin hepsini korkutuyor. Dedemi en iyi anlayan, onunla arkadaş gibi bu evi çekip çeviren sendin baba. Herkes gittiğinde yanlarında sen kalmıştın. Boşuna değildi bu tecrüben."
"Benim hakkımda böyle düşündüğünü bilmiyordum."
"Daha fazlasını düşündüğüm zamanlar hatırımda baba."
"Yanımdasın öyle mi?" Mehmet kendini tutamadı. Gözlerinden sırayla yaşlar akıyordu. Zayıflayan ve kemikleri belirginleşen ellerini kızınınkilerden çekmedi yine de.
"Kocaman bir aileyle yanındayız. Sen de bizimle ol. Kaçma kimseden." Mehmet sancılı günlerin ardından bir teselli buldu. Bir zamanlar Azize babasından onay ve övgü bekliyordu. Şimdi Mehmet kızının gözünün içine bakıyordu. Tıpkı Hasan bey gibi, zamanın çabucak geçtiğini düşündü. Sekiz yaşındaki kızı büyümüştü de teselli veriyordu. Hem de hakikatli, güzel sözler söylüyordu. Demek nefret edilen, adı hata ve günahla anılan bir adam değilim artık. Azize'm de ne güzel baba diyor bana. Baba... Yokluğundan, üstüme bıraktığın ağır yükten kaçıyordum baba. Kızım, bana verdiğin nasihatleri hatırlattı. Oğlunum ama ben büyümüşüm baba. Annemi bile teselli edecekmişim. Bu eve sahip çıkacakmışım. Nasıl Azize bana iyi geldiyse, ben de senin emanetlerin için çabalayacakmışım. Senden sonra bile baba olacakmışım.
Dünya üzerinde pek sevgili bir kanundu büyümek; hamken pişmek, ruha olgunluk elbisesi giydirmek. Zira cisim bile aynı libasa büyük gelip üstünden atarken, ruh gibi ulvi bir varlık aynı kararda arzda gezinemez. İnsandan ilim ister, güzellik ister, amaç ve gaye ister. Aksi halde eski ve yırtık elbiselerin isyanını eder. Hikâyesi, gri bulutların tepede toplandığı bir köyde, köprünün başında, hırçın derenin vakur selamıyla başlayan Azize de bu kanuna tabiydi elbette. Cismi büyüdükçe, ruhuna da yeni elbiseler, güzellikler ve hedefler bulacağı seneler vardı önünde. Tecrübenin adım izlerini takip edebilecek kadar çevresinde yaşananların şahidiydi. Bu evdekilere benziyorsa da hepsinden farklıydı. Ve Azize'nin hikâyesi unutulmayacaktı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
7.33k Okunma |
740 Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |