1991
Bir kucak dolusu yayla çiçeği, kokularıyla birlikte onları taşıyan ellere emanetti. Beyaz civanperçemleri, uzun gövdeli pembe çiçekli kurtpençeleri, mor renkli çançiçekleri, yabani papatyalar genç ve canlı bir yüreğe başlarını yaslamışlardı. Sıcak ve nazik parmakların arasında, topraklarından ayrı düştüklerini düşünmeden mest olmuş gibi salınarak yola çıkıyorlardı. Soğuk yayla gecelerinde, hali ve tenha dağlarda bir başlarına vazife gören çiçekler şimdi kalan kısacık yaşantılarının ilk dakikalarındaydılar.
Azize dik yamacı bir çırpıda indi. Öyle aşinasıydı ki her karış toprağın. Ayağı sağlam basıyor, sisten kalan ıslaklığa rağmen çimlerin üzerinde sarsılmadan yürüyordu. Yanaklarında güneş yanığı misafirdi. Sakin bir ruhun huzuru, gülümseme olarak yerleşmişti dudaklarına. Ardında bırakacağı dağlara veda etme vaktiydi. Güzel ve faydalı on günlük yayla tatili sona eriyordu. Her çiçeğin rengini, Hatice teyzenin bulmasını istediği otların kokusunu, aniden bastıran sisi, ineklerin çan seslerini, çam ormanlarından esen rüzgârı çok özleyecekti.
Babası bir bidon yayla suyunu bagaja koyduktan sonra etrafı kontrol etti. Kalan eşya yoktu. Akif'in kolunu arı sokmuştu, Zeynep onun acısıyla ilgileniyordu. Tombul yanaklara akan gözyaşları bir türlü dinmek bilmiyordu. Azize arabanın yanına yürüdü. Ayak bileklerine uzanan çiçek desenli lacivert bir etek giyiyordu. Eteğin diplerine çimlerin ıslaklığı değmişti. Başında kahverengi geniş bir tülbent örtülüydü.
"Tamam mısınız?" diye sordu Mehmet. Sonra azametli dağların yeşil örtüsünün içinde yürüyen kızına baktı. Hep burada kalmayı, onu herkesten saklamayı geçirdi aklından. Kucağındaki çiçeklerden güzel, bahardan taze gülümsemesiyle kıymetli bir hazineye benziyordu. Kız babası olmanın hassasiyetiyle düşündüğünün farkındaydı. Fakat bir babanın mübalağalı bakışı hakikate zıt değildi. Azize görüldüğü kadar güzel, sevildiği kadar sıcak bir genç hanımdı. Daima anlam taşıyan gözleri yaylalar gibi yeşildi. "Çiçekler ne için?"
"Bir kısmı babaanneme, bir kısmını da Hatice teyzeye götüreceğim. Krem yapacağız. Topladığımız yayla çayını aldınız değil mi?" Azize babasından olumlu cevap alınca arka koltuğa çiçekleri koydu. Göz ucuyla Akif'e bakıp gülümsedi. "Çantamda krem olacaktı, koluna sürelim ister misin?" Acı konusunda hassas bir çocuktu. Ailede herkes çocukluğunu ağaç üstünde, kayabaşlarında geçirmişken Akif temkinli davranmayı tercih eden bir fıtrata sahipti. Bir uzvu azıcık acısa oturur onunla ilgilenirdi. Kandan korkardı. Ablası hemşire diye, en çok ona güvenirdi. Onun yaptığı masajı, sürdüğü kremi deva bilirdi. Ev halkı Akif'in bu hassas halini kınamak yerine tatlı tepkilerini şefkatle karşılardı. Büyütülecek bir durum olmadığını güzel bir dille anlatırlardı. İnsanların farklı fıtratlara sahip olduğunun en bariz örneği bu çocuktu. Rahime hanım kendi amcasına benzetiyordu Akif'i. Sonra da onun ne kadar akıllı ve zeki bir adam olduğunu hatırlatıyordu her seferinde.
Akif ablasının teklifini seve seve kabul etti. Zeynep elinde Akif'in gözyaşlarıyla geriye çekilip, oğlunun kızaran ve azıcık şişen koluna müdahale edilmesini seyretti. Birkaç dakika içinde oğlan hiçbir şey olmamış gibi arabanın etrafında dolanmaya başladı. "Cüssesi bana çekti ama huyu kime benzedi bilmiyorum" dedi Mehmet. "Koşma oğlum, yorulursun." Sırıtarak arkasından bağırdı. Terleyip hastalanmasından korkarak Akif'e seslenen Zeynep'in sözleriydi bunlar.
"Alay etmekte hiçbir fırsatı kaçırma Mehmet. Olur mu?"
"Kaçırmam, emrin olur. İyi hayde arabaya binin da gidelim. Uzungöl'de de gezeriz biraz. Karıma kızıma ha bir de tatlı uşağıma baluk yedireyim." Uzungöl hatırası, seneler önce ahirete göçmüş Hasan beyi akıllara getirse de kimse hüzne teslim etmedi kendini. Arabaya bindiler. Yayladaki tek katlı evlerine, zikzak çizen patika yoldan inerek veda ettiler. Önceleri öküz arabalarının tekerlerinin açtığı patika, dağa tırmanan araçların işini kolaylaştırıyor sürücüler dedelerine rahmet okuyordu.
Yolun bir kısmında inekleri gördüler. Akif on gün boyunca her gün kapılarına gelen hayvanlara seslendi camdan. Mehmet de arabayı durdurdu. Senelerdir tanıdığı Cemal ve babasından bu seferki ziyaretlerinde de süt ve peynir almıştı. Köye dönerken selam vermek, helalleşmek istedi. Arabadan inip baba oğulun yanına gitti. Akif de inekleri yakından görmek istediğinden kapısını açtı. Azize yerinde rahattı aslında. Ama Cemal'e teşekkür borçluydu. Yanından geçip gitmenin kabalık olacağını düşündü. Yaylaya ilk gelişinden bu yana, hiç esirgemeden gözü gibi baktığı atına hem Mustafa'nın hem de Azize'nin binmesine müsaade etmişti. Keyifli zamanları ve yeni deneyimleri Cemal sayesinde yaşamışlardı.
Mehmet Cemal'in babasıyla konuşurken Azize yanlarına gitti. "Her şey için teşekkür ederiz Cemal abi. İnşallah bir dahaki gelişimizde yeniden görüşürüz. Nazlı'ya iyi bak." Nazlı Cemal'in atının adıydı.
"Ne yaptuk ki teşekkür ettun bacım? Ha bu ıssız dağlar şenlendi siz geldunuz diye. Yine gelun." Mahcup bir gülümsemeyle ayağındaki kara lastiklere indirdi bakışlarını. "Allah'a emanet olun. Mustafa’ya selam söyle." Arabada bolca yayla yağı ve peyniri olmasına rağmen yeniden hediye etmek istediklerini söylediler. Tek şart Cemal'in eve gidip geleceği süre içinde yolcuların bekleyecek olmasıydı. Mehmet çokça teşekkür etti, bunca ikramın sonucunda yayladan ayrılmak istemeyeceklerine dair latifeler yaptı. Helalleşip ayrıldılar.
Planladıkları gibi Uzungöl'e gittiler. Balık yediler, gezdiler. Hiç sıkılmadan her yıl aynı şeyleri yapabileceğini hissediyordu Azize. Belki ilk gelişinin tadını arıyordu, belki özlem gideriyordu, belki de gerçekten bu toprakları çok seviyordu. Aşağıya indikçe sıcaklık artıyordu. Yaylada giydikleri kalın hırkalara, köye kış gelene dek ihtiyaçları olmayacaktı. Geziyi bitirip yeniden yola koyuldular. Bir yanda ağaçlar, bir yanda akan dere ile yemyeşil bir yolculuk yaptılar. Yoruldukları günün sonunda nihayet köprüyü geçip eve giden yokuşu tırmandılar.
Araba sesini duyunca hemen yerinden kalktı Rahime hanım. Hassas, kırılgan ve kimi zaman da huysuzlaşan bir yaşlı kadındı artık o. Dilinden anlayan oğlu Mehmet ve ilgisini eksik etmeyen Azize'si vardı. Hasan beyin vefatından sonra hep yanında olan baba kıza iyice bağlanmış, onları görmeyince kendini eksik hisseder olmuştu. Arif'ten, Kamil'den evlat ayırdığı imalarını sıkça işitse de bu sözleri duymamış gibi yapıyordu. Aslında her evladını aynı şekilde seviyordu. Fakat yaşlı kalbi sağlam limanlara sığınmak istediğinden, farkında olmadan Hasan beyin yerine geçen Mehmet'in adını söyleyip duruyordu.
Yemeğini pişiren, hizmetini eden ve saygıda kusuru bulunmayan Selvi'yi çok seviyordu. Çocukluğundaki haylazlığı bırakıp, iyi bir memuriyet elde etmeye çalışan Mustafa'yı gördükçe mutlu oluyordu. Akif'i, Hasan'ı seyrederken hayattan lezzet alıyordu. Gülcan'ın diktiği etekleri komşuya gösterirken gururlanıyordu. Fakat gece çöküp herkes bir kenara çekildiğinde, sorularını Mehmet'e soruyor ondan destek bekliyordu. Başı ağrısa bile onunla ilgilenen Azize'yi büyük nimet biliyordu. "Yaşlandum, öyle şeyler deyip da bunaltmayun beni" diyerek kendini geri çekiyordu. Evlatları da şaka yapmayı bırakıp gülüyorlardı. Arif de Kamil de biliyordu ki onlar iş güçle ve kendi evleriyle uğraşırken Mehmet kimsenin ondan beklemediğini yapıyor, bu köy evine babalık ediyordu. Teşekkür etmekten başkası dökülse dillerinden, ayıp olurdu.
Kadın torunlarını kapıda karşıladı. Bagajdaki yükler indirildi. Taze peynirler ve tereyağı mutfağa taşındı. Azize babaannesine sarıldıktan sonra kendi valizini dikkatlice odasına götürdü. İçinde ufak cam şişeler, bezlere sarılmış otlar vardı. Hepsini dikkatlice boş bir rafa yerleştirmek istiyordu. Odası bu iş için uygun değildi. Her yer kitap ve defterlerle doluydu. Katta bulunan ve genelde az kullanılan mutfakta muhafaza edecekti yayladan getirdiklerini. Çantasındaki ufak not kâğıdını hatırladı. Teyzenin istediklerini yazmıştı.
Azize, bir yıl önce hemşirelerle birlikte köylere giderken tanışmıştı Hatice teyzeyle. Ne garip bir gündü! Daima gülümseyerek hatırlayacaktı. Bir yıl önceyi sinema perdesinde izler gibi hayali bir seyre daldı. Yürüme güçlüğü çeken bir hastaya iğne yaptıktan sonra, arkadaşıyla birlikte evden ayrıldılar. Bir müddet yürüyüp yolun sonunda bulunan tek odalı tahta bir kulübenin önünde durdular. İçeride birinin yaşadığına pek ihtimal vermediler. Kulübe eski, camları kirli, bahçesi diz boyu ot içindeydi. Birkaç tavuk dolaşıyordu etrafta. Kullanılmayan arı kovanları üst üste yığılmıştı. Bahçe bir yere kadar düz olsa da sonrası aşağıya doğru uçurumdu. Bu bölgedeki diğer evlerde olduğu gibi.
Azize kovanlardan birini düz çevirip iskemle niyetine kullanarak üstüne oturdu. Bu köy diğerlerine nazaran daha yüksekteydi. Hane sayısı fazlaydı ve yolları genişti. Kayaların altında kalmıyor, gökyüzünü yeşil çaylıklarla aynı anda ne tarafa dönse görebiliyordu. "Yayla gibi" diye mırıldandı. Köyün diğer hanelerine yabancı hissettiğini itiraf edebilirdi ama burası tıpkı bir kartpostal fotoğrafına benziyordu. Kışın bembeyaz karların altında da güzel gözükürdü eski kulübe.
"Akrep falan olur içlerinde, kalk istersen" dedi arkadaşı.
"Kontrol ettim, temiz." Azize güvenle gülümserken, arkasındaki otlardan gelen bir kadın sesiyle irkilerek ayağa kalktı.
"Akrep varsa ilacı da var!" Kadını göremiyordu, sesi ince ve boğuktu. Kelimeleri de o kadar anlaşılmazdı ki Azize ağzında hiç diş taşımadığını zannetti. Nitekim haklı çıktı. Kadın otların arasından eski bir etek ve hırkayla göründü. Kısa boylu, zayıf ve tamamen dişsizdi. Esmer teni lekelerle doluydu. Kemikli, büyük burnu, çatık kaşları ve gençliğin maviliğini yitirmiş gri gözleriyle iki hemşirenin karşısında durdu. "Kimsunuz!"
"Biz..." Azize sert çehreli kadını süzerken afalladı. Ne diyeceğini bilemedi. Arkadaşı her an kaçacak gibi uzakta duruyordu. Oysa o kadına çok yakındı. "Biz sağlık ocağından geliyoruz. Burada bir hasta teyzemiz vardı, iğnesini yaptık. Giderken de burayı gördük, oturmak istedik."
"İzin aldunuz mi? Kovanlarımı da dağıtmışsınız!" Azize şaşkınlıkla üst üste yığılmış kovanlara baktı. Etraf o kadar dağınıktı ki zaten, terk edildiğini zannetmişlerdi.
"Kusura bakmayın, hemen toplarım" dedi. Üstüne oturduğu kovanı kenarlarından tutarak diğerlerinin yanına götürdü. Göz ucuyla kadına baktı. Buruşuk yüzünde memnuniyet ifadesi göremedi. Hemen gitseler iyi olacaktı.
"Oturun da çay vereyim size." Bu teklifi beklemeyen iki hemşire dönüp birbirlerine baktılar. Nerede çay içeceklerdi? Her an başlarına yıkılacakmış gibi duran o kulübede mi? Epey farklı bir deneyim olur herhalde, diye geçirdi aklından Azize. Ne söylediği anlaşılmayan kadının, bükülmüş beline rağmen hızlı ve canlı adımlarla yürümesini seyretti. Arkadaşı kesinlikle razı değildi burada çay içmeye. Gitmeleri gerektiğini söylüyordu imayla. Fakat Azize bu tek odalı kulübenin içini merak ediyordu. En azından beş dakika daha kalmak için ricada bulundu.
Karanlık kulübeye girerken ayakkabılarını çimlerin üstünde çıkarttılar. Azize kaba görülmeyecek bir hızda içeriyi inceledi. Kapının sağ tarafında geniş bir divan, sol tarafında da altında tencereler olan küçük bir mutfak tezgâhı vardı. Tezgâhın üstündeki terekte birkaç tabak ve bardak vardı. Üç raflı, eski ahşap kapaksız bir dolap kavanozlarla doluydu. Tam ortada soba kuruluydu. Sobanın arkasında da yine ahşaptan bir masa ve iki iskemle duruyordu. Azize karanlığın müsaade ettiği kadarıyla, pek de ince işçilikle yapılmamış bir kapı gördü. Kapının arkası tuvalet, banyoya açılıyor olmalıydı. Tek yaşayan biri için bile kullanışsız buldu evi. Temiz değildi, elektrik yoktu. Bu kadın oturduğu yerde mi yatıyordu?
"Çaya gerek yok, çok kalamayacağız zaten." Azize ocak göremedi, soba da yanmıyordu. Çay içecek kadar uzun kalamazlardı. Arkadaşını da zar zor ikna etmişti zaten.
"O zaman ayran vereyim size." Pek munis bir çehresi olmasa da kızların gitmesini istemediği belliydi. Terekten iki bardak indirdi. Hemşirelerin yardım teklifini kesin bir dille reddetti. Sonra bahçeye çıktı, bir anda gözden kayboldu.
"Azize ben korkuyorum gerçekten. Ne işimiz var burada? Başımıza bir iş gelirse ne olacak?" Azize arkadaşını teselli edemedi çünkü o da korktu. Bu güne kadar gittikleri evlerde, köylüler hep ikramda bulunmak istemişlerdi. Börek çörek, yemek koyarlardı sofraya. Kalabalık ve temiz evlerde, aydınlık pencerelerin önünde yenirdi yemekler. Hiç tanımadıkları bu yaşlı kadının farklı tutumu tedirgin olmalarına sebep oluyordu. Yutkundu Azize.
"Sakin ol, teyze gelsin kalkarız birazdan. Yaşlı haliyle ikram etmek istemiş. Kalbini kıracak değiliz."
"Kırmayalım da bize zarar versin diye mi bekleyelim?"
"Ne zarar verebilir Allah aşkına?" Böyle diyordu ama Azize bu soruya cevap olarak onlarcasını sıralayabilirdi.
"Hiç olmadı büyü yapar Azize. Baksana şu kavanozlara, kurbağa bacağı mı o?"
"Abartma, cadının evinde değilsin!"
"Beni buna ikna edemezsin."
"Peki tamam, kalk hadi." Kalktıkları sırada teyze içeriye girdi. Islak ellerinde bir testi tutuyordu. Tezgâhın üzerindeki bardaklara ayran doldurdu sırasıyla. Kızlara ikram etti. Yüzlerindeki tereddüdü hemen gördü. Zekâsından hiçbir şey kaybetmediği aşikârdı. "Ayran buz gibi" dedi Azize. Arkadaşı bile afiyetle içti ayranı. Tedirgindi ama artık yapacak bir şeyi yoktu. Bir bardak ayrana teslim olmuşlardı.
"Evun arkasında oluk var. Testiyi oraya koyuyorum, buz gibi muhafaza ediyor. Yayla suyudur. Siz hangi köydensunuz?" Kızlar sırayla cevap verdiler. "Benum bahçeme çok fazla yabancı uğramaz. Komşularım gelur, ilaç alur gider. Çoluk çocuk da yok. Var da… Yok işte. Bir Hatice neneyim burada. Madem geldunuz, misafirumsunuz." Kadının çocuğu olmadığı üzücü ve bariz görünen bir gerçekti. Elektriği bile olmayan bu kulübede ne yiyip ne içtiğini soran biri olsaydı yaşlı kadın bu dağınık yaşamdan kurtulurdu. Ama Azize'nin dikkatini çeken bir şey vardı.
"İlaç mı dediniz? Ne ilacı alıyorlar ki sizden?" Kadın, elini tezgâhın yanındaki kavanozlarla dolu rafa uzattı.
"Dağdan taştan topladuğum otlarla ilaç, krem hazırlıyorum. Çok şifalidur. Allah'um yaratur da güzel olmaz mi!" Bir an sesi sertleşti. Kızlar aksini savunmadıklarını kanıtlamak ister gibi hızla başlarını salladılar. "İlaç deduğun deva olur. Bir yarayi iyi ederken, başka yerde yara açmaz. Ben dedemden öğrendum. Rahmetli ile dağa ot toplamaya giderduk. Yaylaya çıkarduk. Her çiçeğun ismini, hangi hastalığa şifa olduğunu bilirdi. Bana da öğretti. Okuma yazmam yok ama ne anlattıysa akluma yazdum. Hiçbirini unutmadum."
"Otun içinde de şifa vardır muhakkak. Ama bunca doktor, hekim toplanıp ilaç üretiyorsa kullanmak gerekir. Avrupa'da laboratuvarlarda boşuna çalışmıyorlar değil mi?" Arkadaşı kendinden emin konuşurken Azize bir yandan her an sinirlenecekmiş gibi duran teyzeyi kontrol ediyordu. Aslında anlatacaklarını, bitkilerin dilini öğrenme serüvenini dinlemek istiyordu.
"Sen istersen kullan. Ben içinde ne olduğunu bilmediğim şeyi ağzuma sürmem! Avrupa mi vardı eskiden? Şifa toprakta idi toprakta. İnsanumuz sırt çevirdi ha bu dağlara. Şindi Avrupa'dan şifa beklesun dursunlar. Yedikleri içtikleri zarar. Doğallık bozulmuş, ilaç yapsalar kaç yazar!" Teyze bir anda ellerini beline koydu. Gözlerini kıstı. "Hangi alimden öğrendiler doktorluğu? Biz dönerken onlar yeni yeni emekliyorlardı! Hayde oradan! Hiç mi tarih okumadun kızum!"
Azize'nin Hatice teyzeyle tanışması böyle oldu. Her fikrine katılmasa da kadının kendinden emin, meydan okuyan tavrı çok hoşuna gidiyordu. İlk ziyaretten bir hafta sonra tekrar o köye uğradı. Bu sefer evde pişen yemekten de götürdü. Rahat çiğnesin diye ekmeğin yumuşağından, yoğurdun tazesinden ikram etti. Hatice teyzenin minneti yoktu, Azize bunun farkındaydı. Kadına bir kâse çorbayı kabul ettirene kadar akla karayı seçti. Sonra onunla vakit geçirdi. Kavanozlardaki kremleri incelemeye başladı. Belli bir vaktin ardından bitkilerin isimlerini ve nasıl kullanılacaklarını yazmaya karar verdi. Bir ilme kafa yormaktan ve ulaşabildiği bilgiyi elde etmekten hoşlanıyordu. Hatice teyze ile tanışmak hayatına renk katmıştı.
Dağda bayırda dolaştığını, kendi kendine krem yapmaya çalıştığını öğrenen köylüler gülmeden edemedi. Pek de inanmadılar. Yine de akşamları eve gelip diz ağrılarından, bel fıtıklarından yakındılar. "Hemşirelik neyine yetmiyormuş?" diye sordular. Yaşı ilerlemiş olanlar kıza doğru yolda olduğunu söyleyip destek verdi. Onlar da dedelerinden öyle görmüştü çünkü. Azize'nin keşfettiğini, hayattan zevk aldığını gören Mehmet ise daima kızını destekleyeceğini söyledi. Hatta Hatice teyzeyle tanışmaya gitti. Kapısında odun kırdı, ihtiyaçlarını aldı. Gerçi bunları kabul ettirmeye çalışırken o da epey zorlandı. Ama nihayet, akşam sıcak ve lezzetli birer çorba içtiler.
Hatice teyze, aralarındaki samimiyet arttıkça Azize'ye evde değişiklik yapması hususunda karışamaz oldu. Kız önce evi silip süpürdü. Dağınıklığı topladı. Dışarıyı göstermeyen camları sildi. Örtüleri ve kıyafetleri yıkamak üzere kendi köyüne götürdü. "Elinde yıkasan daha iyiydi. Ama şimdiki gençler kendine zahmet vermeyi sevmiyor. Ne diyebilirim ki?" diye hayıflandı yaşlı kadın.
"İstersen akşama kadar kıyafet yıkayayım da bana otlardan bahsetmeye vaktin kalmasın teyze." Azize muzır bir gülüşle kadını tehdit etti. Hassas noktasını yakalamayı başarıyordu her zaman. Azize aykırı mizaçlı, sert ve huysuz kim varsa buluyor, onunla iyi anlaşıyordu. Gerçi bu kişiler de kibar bir hanımefendi gibi gözüken Azize'nin içindeki aykırı ve haylaz ruhu görecek kadar zekiydiler. İki kelimeyle, sakince tartışmanın zevkini çıkartıyorlardı günlerce. Ayrılma vakti gelince de gülerek, samimiyetle el sıkışıyorlardı.
Kulübenin düzenini tesis etmeyi kendine vazife bilen Azize en çok kavanozları yerleştirmekte zorlandı. Arabanın arkasına keresteleri yerleştirip, kapının önüne kadar getirmiş, çimlerin üstünde güzel bir dolap yapmıştı Mehmet. Almanya'da inşaatta çalıştığı için eli yatkındı böyle işlere. Dolabı yaptı ama içeriye sokamadı. Hatice teyze buna izin vermiyordu. "Ben kurduğum düzenle mutluyum" diyordu. Ama Azize bakliyatın konulacağı bir dolaba daha ihtiyaç olduğunu iddia ediyordu. Bir süre inatlaştılar, en sonunda fikrini kabul ettirdi.
"Ter döktüm" diye fısıldadı Mehmet. Azize babasına hak verdi.
"Kavanozlara dokunmayacağım teyze söz. Ama mutfak malzemelerini düzgünce yerleştireyim. Nerede ne var bil, yerlerini kolayca bul. İlaçla yemek yan yana durmasın." Aslında endişeleniyordu. İçerisi karanlıktı, kadın bal ile kremi karıştırabilirdi. Baharat ile ilacı ayırt edemeyebilirdi. Düzenine karışmak niyetinde değildi. Tıpkı babaannesinin sağlığına ihtimam gösterdiği gibi, Hatice teyzesinin sağlığını da önemsiyordu.
Yere kalın bir kilim serdiler. Kapının arkasına askılık yapıldı. Divanın altında Hatice teyzenin kıyafetlerinin olduğu sele kırıktı, fark ettirmemeye çalışarak onu da yenilediler. Tüm bu tadilat zamana yayıldı. Her gelişinde, çoğu zaman sessiz kalmaya çalışarak bir eksiği aklına yazdı Azize. Kulübe terk edilmiş gibi gözükmesin diye, son olarak bahçedeki diz boyu otları temizledi. Bu iş için Mustafa'dan yardım aldı. Çünkü eğildiğinde yoğunlaşan ot kokusu midesini bulandırıyordu. Güneş altında çalışmak daima başının dönmesine sebep oluyordu.
Hatice teyze bahçenin yeni haline alışamadı. Azize bunu normal karşıladı. Her itiraza alışkındı. Gün sonunda kadının hayır duasını alacağını biliyordu. Çünkü Hatice teyze, artık evin bakımına güç yettiremiyordu. Birinden yarım istemeyecek kadar gururluydu. Ya yardım istediği kişi arkasından konuşsa, çocukları neredeymiş dese? Bu utancı hissetmektense diz boyu otun içinde, kırık bir çamaşır selesiyle yaşayabilirdi. Senelerdir ilaç veren, kendi geçimini sağlayan bir kadındı. Bu kaidesini bozmaya niyetli değildi. Kalan ömrünü de kimseye minnet etmeden geçirmek istiyordu. Yalnızca kendi istediğinde inat eden Azize'ye karşı koyamıyordu. "Ah ben genç olsaydım sana karşı koyardım ama artık eski gücüm yok" diyordu. "Yüzünde bir ışık var, insanı kandırıyor."
Bahçe düzenlenince bir bölümüne maydanoz, kekik, nane, lahana, mısır, fasulye gibi sebzelerin dikilebileceğini anlattı Azize. Birkaç hafta içinde de söylediklerini yaptı. Düzenli, temiz ve kullanışlı bir görünüm oldu kulübenin önünde. Nane ve maydanoz kokuları yayıldı etrafa. Yaza doğru ekilsin diye mısır ve fasulye tohumları getirip kulübeye koydu. Hatice teyzeden bitkilerin dilini öğrenirken, kadına arkadaşlık etti.
Hayali perde kapandı, seyir bitti. Bir küçük çuvala koyduğu yayla çayına bakarken gülümsedi Azize. Yarın Hatice teyzeyi görmeye gidecekti. Çay, bal, yağ, su ve peynir götürecekti. Kadın yaşlı olduğu için yaylaya gidemiyordu ama oraya duyduğu özlem çoktu. "Bakalım yayla kokusunu içine çekmek hoşuna gidecek mi?" Çiçeklere bakarken mırıldandı. Gülümseyip yerinden kalktı ve mutfağa gitti. Kavanozlarla ufak tefek işleri vardı.
***
Kahvaltıyı arka bahçede ediyorlardı. Rahime hanım akşamdan hamuru yoğurmuş, sabah bezeler haline getirmiş ve elinde çevirerek ince daireler halinde tavaya yerleştirip pişirerek kolof yapmıştı. Hakiki tereyağı ve peyniri, koloflar sıcakken hamurların üstünde eritmişti. Ev halkı sofraya nasıl oturduklarını bilemedi. Ailenin son üyesi Akif bile bir oturuşta iki tane yemeden sofradan kalkmazdı.
"Anam ellerune sağluk" dedi Arif, ağzına büyük dilimlenmiş bir salatalık attı. "Ha bu kolofu çok güzel yapıyorsun."
"Anamın tarifini birebir uyguluyorum ama aynısı olmuyor. Hakikaten bu başka güzel" Selvi çayları doldurmaya kalkarken Arif'i destekledi.
"El lezzetini katıyor, dilinden de dua eksik olmuyor. Bence işin sırrı burada abla." Zeynep de övünce, güldü Rahime hanım. Yanakları kızarmıştı hem soba başında beklemekten hem utandığından.
"Aman, hamur işte. Kızlarum da güzel yapayi. Gençsunuz ağzunuzun tadi var. Lezzet alıyorsunuz. Hayde yiyin da soğutmayın. Afiyet olsun." Selvi çay doldururken, Zeynep zeytini alması için uzatırken durdu Rahime hanım. Gülümseme yayıldı yaşlı yüzüne. "Rabbime hamdolsun" dedi. "Rahmetlim gitti ama ben yalnız kalmadım. Çocuklarım, torunlarım çok iyi da Allah bana evlat gibi gelinler verdi." Başını iki yana salladı. "Ben evlat ayırmam, Emine burada olsaydı onu da çağırırdım. İyisiyle kötüsüyle o da benum gelinim. Ama anasına gitti, dönsünler bir daha hamur yoğururum." Akif ve Hasan hariç herkes kendini söylenenlerin duygusallığına kaptırırken sessizce yemeğini yiyen Azize babaannesinin tabağındaki ikinci kolofa baktı belli etmeden.
"Bence yengem gelince hemen kolları sıvayıp da kendini yorma babaanne. Biraz uzak duralım unlu mamullerden." Babası koca bir dilim tereyağını tabağına alıyordu o sıra. "Herkeste belirtilerini gösteren şeker, tansiyon, kolesterol..." Mehmet çatalına taarruz eden bakışları hissetti.
"Azize'm her zaman değil da, bırak da afiyetle yiyelum. Bunu kimse elimden alamaz. Sen de lokmalarımızı sayma. Hayde bitir önündekini." Azize lokmaları saymasa akşama tansiyon ölçüyor, şekeri çıkan babaannesinin başında bekliyor, gün içinde yürüsün diye ona destek oluyordu. Tereyağı ve tuzlu peyniri seviyorlardı ama fazla yediklerinde rahatsız olacaklarını bildikleri halde durmuyorlardı. Sonra kollarını uzatıp "Azize, tansiyonumu ölç kızım" diyorlardı.
"Afiyet olsun baba" dedi uyarı yaptığını ima eden bir bakışla.
"Azize senun arkadaşının adı neydi kızım? Egeli olan."
"Firdevs'i mi diyorsun?" Selvi başını salladı.
"Ona söylesen de memleketten hakiki zeytinyağı yollasa yine bize. Evdeki bitmek üzere. Yemeklere hep ondan kattık. Salataya da ondan koyduk. Lezzeti güzel hem de hafif. Kışın hiç perhiz yapmadan dört kilo verdum. E yazın çay taşıduk, yorulduk. Ayakta duralım diye oturduk sıcak ekmeğin, tereyağın başına. Ama kışın hareket az, yine sebze ağırlıklı besleniriz. İlikli kemik kaynatırız."
"Söylerim yenge. Dediğin gibi kışın hareket az. Hafif ve gıdalı yiyecekler tüketmemiz gerekiyor. Firdevs babasını arar, zeytinyağı gönderirler bize. Babaannem için de en iyisi zeytinyağı. Hem bana da lazım."
"Krem yapmak için, değil mi?" Zeynep araya girdi. Azize'yi seyretme fırsatı bulmuştu birçok kez. Zeytinyağı kullandığını da görmüştü. Heves ve takdirle gülümsedi. "Kolu yanan bir çocuk vardı hatırlıyor musun? O teyzenin öğrettiği gibi bir tarif hazırlayıp yanık yaraya sürmüştün."
"Evet, hatırlıyorum. Allah'ın izniyle çok kısa zamanda iyileşmişti çocuğun yarası. İz bile kalmadı. Zaten o günden sonra Hatice teyzeyi hiç bırakmamam gerektiğine karar verdim. Modern tıp ve alternatif tıbba dair ders notlarım yan yana. Eczacı, kimyager ya da bir hekim olsaydım belki daha fazlasını anlayabilirdim." Güldü sonra babasına bakarak. "Matematiğim bu kadarına yetti."
"Allah nazardan saklasın, Allah ilmini arttırsın" diye dua etti Rahime hanım. Yaşlı kadına zorunlu perhiz yaptırsa da babaannesi bu kızı çok seviyordu.
"Sağlık ocağına ne zaman döneceksin?" On beş gün olmuştu izne ayrılalı. Sabahın karanlığında evden çıkmadığı, namazdan sonra pencereden ağaçları seyrettiği, sıcak odasında kalıp roman okuduğu, gün içinde büyükleriyle vakit geçirdiği, Hatice teyzeyi ziyaret edip güzel havalarda dere kenarına gittiği günleri bir ömür boyu taze bir lezzet olarak yaşamak istiyordu aslında. On beş günlük izin yetmemişti. Bir on beş gün daha, bir daha... Okul bittiğinde evde daha fazla zaman geçirebileceğini düşünmüştü. Yanıldığını anlaması geç olmadı. Staj gördü, civar köylerdeki hastalarla ilgilenmeye gitti. Aslında talep ettiği sürece eğitim hep devam etti. Şikâyetçi değildi. Fakat bazen birinci sınıftaki bir çocuğun evden ayrılmak istemeyen çekingen ruhu baş gösteriyordu içinde. O çocuğu hiç kınamıyor, elini tutup teselli ediyordu.
"Bilmem... Belki birkaç güne başlarım." Az önceki muzip halinin aksine durgun bir cevap vermişti. Mehmet son zamanlarda Azize'yi bu konuda biraz isteksiz gördüğünü düşünüyordu. Birkaç kere sormaya yeltendiyse de geçiştirme yanıtlar almıştı. Ama artık yavaş yavaş emin oluyordu. Azize kendi programını çizdiği nezih hayatı yaşamak istiyordu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
7.35k Okunma |
742 Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |