41. Bölüm

40- DENİZ KABUKLARI

Zehra
yesilkutuphane61

Yağmur geceden beri olanca şiddetiyle yağdığından Azize otobüs yerine arabayla sağlık ocağına gitmeye karar verdi. Virajlı ve dağdan taş düşebilecek yollarda kızını tek bırakmak Mehmet'i tedirgin ediyordu. İyi bir öğretmen olduğunu, Azize'nin de yetenekli bir sürücü olduğunu kabulleniyordu. Fakat tehlikeye karşı yeteneklerin yetersiz kaldığı bir nokta muhakkak vardı.

Azize yavaş ve dikkatli süreceğine dair teminat verdi babasına. Adamı rahatlatmaya çalıştı. Bu yağmurun uzun sürmeyeceğini, yarım saat içinde kesilebileceğini bile söyledi. Karşısındaki ufak bir çocuk olmadığı için yumuşak tonla konuşması faydasız kaldı. En sonunda kolundaki ince kayışlı, ufak kare çerçeveli saati havaya kaldırdı. "Geç kalıyorum" dedi taktik değiştirerek. "Evden erken çıkmazsam daha hızlı sürmem gerekir. Bu gün gitmem gerekiyor, yağmurun altında otobüs bekleyemem."

"Ben bırakayım seni."

"Baba ne gerek var? Bir saat sonra sen de işe gideceksin. Rafet abi seni almaya gelene kadar ancak hazırlanırsın." Mehmet iş arkadaşı Rafet'in arabasıyla işe gidiyordu şu sıralar. Sohbet ediyorlardı yol boyu. Azize ısrarlı adamın bakışlarından kaçmak için çantasını aldı. Tek başına halledebilirdi. Araba kullanmayı öğreneli uzun zaman oluyordu. Bu yokuşlardan, virajlı yollardan geçişi ilk değildi. "Sağ salim gidip gelmem için dua et olur mu?" Uzanıp babasının kolunu sıvazladı. "İyi bir gün geçirmek istiyorum. Ailem de benim kadar mutlu olursa çok sevinirim. Rahatlamaya çalış." Mehmet kelimeleri tükenmiş olarak sonlandırdı bu konuşmayı. Başını salladı yalnızca.

"Bir gün beni anlarsın umarım" dedi sadece. Mehmet bu sefer anlaşılmak isterken çok ciddiydi.

***

Azize yayla günlerinden sonra mermer zeminli, beyaz ışıklı koridorlara kendini yabancı hissetti. İlk birkaç saat ortama adapte olamadı. Keşanı sırtında gelen her teyzeyle güzelce ilgilendi yine de. Memleketten bir parçaydı bu şal. Ve yaylaya da çıksa, çarşıya da inse Of'un kendine has insanıyla yan yanaydı. Kimisi kızgın, kimisi neşeli teyzelerin içinde akrabalar ve komşular da vardı. Civar köylerden gelenler çoktu. Laflamayı seviyorlardı. Aile içinde olanları, gelinleriyle problemlerini, memur damatlarını, çay tarlalarını anlatıyorlardı. O kadar normal bir akışta seyrediyordu ki bu muhabbet, Azize elinde şırınga tutarken hiç tanımadığı bir kadının kardeşleriyle olan husumetini öğreniveriyordu. Bu teyzeler genç hemşireleri kızları gibi görüyor, sağlık ocağına fazla gelip gidiyorlarsa yanlarında hediye patik tülbent de getiriyorlardı.

Tabi bu ziyaretler her zaman masum olmuyordu. Hayırlı işlerin peşinde olan, eli yüzü düzgün ve temiz ahlaklı kızları soruşturmak için gelenler de çoktu. Azize tartıştığı ve huysuzluğuna maruz kaldığı kadınlardan değil, manalı tebessümle yanına gelenlerden korkardı. Tanışma bahanesiyle sorulan sorulara üstü kapalı cevaplar verip anlamamış gibi yapmak konusundaki istidadı gün geçtikçe gelişiyordu. İlk bakışta karşısındaki insanın niyetini anlamak kolaydı zaten. Gerçekten ağrısı sızısı olanın gözü kimseyi görmezdi. Ne hemşireyi merak ederlerdi, ne doktoru. Akılları ilaçlarda olurdu. Ve öyle kişilerle karşılaşınca elinden geleni yapmak için çabalardı.

Bu gün dinmeyen yağmurdan olsa gerek, sağlık ocağı sakindi. Gelen giden az, çarşı boştu. Evde kalmayı tercih edenler büyük çoğunluktaydı. Çay bitiminde, okulların açılmasına da on günden az bir zaman varken dinlenmek herkesin hakkıydı. Saat dörde gelirken Azize çantasını aldı omzuna. Bu günlük işi bitmişti. Pencereden baktığında, yağmurun yağmaya devam ettiğini gördü. Babasının, telaşından hiçbir şey kaybetmediğine emindi. Söz verdiğinin aksine hızlı davranmak geçiyordu aklından. Bir an önce eve gitse de herkese bu günü güzellikle bitirdiğini anlatsa iyi olurdu.

Kapıya çıkınca Firdevs'i sırtını duvara yaslamış buldu. Staj döneminde tanışan iki iyi arkadaştılar. Bir altmış boylarında, kumral tenli, kısa kıvırcık saçlı, kahverengi gözlü tatlı bir kızdı Firdevs. Yüzü güzel, tavırları kendine hastı. Konuşkan ve girişken bir yapısı olduğu için sürekli dikkatler üzerindeydi. "Ben Egeliyim" diyerek bu bölgede alışık olmadığı her olaydan kendini geri çekerdi. Bazen de durduk yere bu cümleyi söylerdi. Buralı değil, kendini yabancı hissettiğinden herhalde, diye düşünürdü Azize.

Teyzelerin gözbebeğiydi. Azize'nin aksine birçoğunun hikâyesini dinlemekten keyif alıyordu. İkram niyetine gelen sarmalardan en çok yiyen de oydu. Biraz yavaş ve rahat fıtrattaydı. Geç kalmak bir hastalık gibi yapışmıştı üzerine. Her ne kadar dost canlısı ve girişken olsa da farklı bir memlekette tek kalmaktan çekiniyordu. Yalnızlığa alışkın değildi. Azize'yle tanışmak bu şehrin ona verdiği en büyük hediyeydi. Kurdukları arkadaşlık, gurbetteki Firdevs'e büyük bir teselliydi.

Akşam yemeğinde Azize'nin misafiri olacaktı. Haftada bir iki defa muhakkak köye gelirdi. Lojmanda yalnız kalmaktan hoşlanmıyordu. Ailesi şen şakrak insanlardı ve burada uzun zamandır onlardan uzaktı. Güvenilir ailelerin yanında bir nebze de olsa özlemini gideriyordu. Selvi yengenin güler yüzlü sevecen tavırlarını, Rahime hanımın yaşlılık hallerini, Mehmet'in ona da bir baba gibi davranmasını, Akif'in ve Hüseyin'in kardeşliğini seviyordu. Hasan beyi tanısaydı, onu da bir dede olarak görürdü.

"Hava çok soğuk" dedi arabaya doğru yürürlerken. "Ben yaz insanıyım Azize. Üşümek bana göre değil. Sıcağı, denizi ve güneşi seviyorum. Kuşlar cıvıl cıvıl olsun, kemiklerim ısınsın istiyorum." Azize arkadaşına bakıp güldü. Bunca zaman geçmesine rağmen, hâlâ yakınıyordu hırçın rüzgârlardan. Oysa daha kış gelmemişti bile.

"Sekiz ay daha bekleyebilirsen sevdiğin her şeyi burada bulabilirsin."

"Sanki yapabileceğim başka bir şey var da..." Hızlı adımlarla arabaya vardılar. Azize'nin şoförlüğünü bir kere bile sorgulamayan Firdevs, gezip görebileceği her yere götürülmeye razıydı. Kapıyı açıp ön koltuğa oturdu. Ellerini birbirine sürttü. Boynundaki kalın atkıya sığındı yanakları.

"Köye gidince sobanın başına oturursun, sıcacık çay demlemişlerdir şimdi." İşten dönme saati belliydi. Evdekiler Azize eve gelmeden yemeği hazır ederlerdi. Hareketleri arkadaşının aksine rahattı. Henüz Karadeniz'e kış gelmediğini, bu yağan yağmurun nisan ayından gönderilmiş kadar hafif olduğunu bilirdi.

"Sen üşümüyor musun? Tabi ya... Alışkınsın buranın havasına. Hırçın Karadeniz kızı seni!" Firdevs kıkırdayıp kemerini taktı. "Buraya geldikten sonra daha çok inandım yaşadığı yerin insan mizacı üzerindeki etkisine. Size bakıyorum, yokuşlu yollarda yürüyorsunuz doğduğunuzdan beri. Farkında mısınız? Mücadele ediyorsunuz aslında. Sırtınızda elli kiloluk bel büken çay sergileriyle dereden tepeden geçiyorsunuz. Denizi hırçın, havası sert. Yüzünüze işlemiş her bir çizgide Karadeniz. Yine de eli çabuk, maharetli, çalışmaktan zevk alan, şaka yapmaktan kaçınmayan neşeli insanlarla dolu bu şehir. Hislerinizde cömertsiniz, sesiniz yüksek. Derenin gürültüsüyle yarışır kimisininki. Müdahale kabul etmeyen, özgür ve güçlü ruhlar taşıyorsunuz. En parlak şimşekleri, yüksek dağları, yıkıcı fırtınaları görmeye alışkınsınız diye herhalde... Korkudan yoksun bir cesaretle atılıyorsunuz her mevzuya."

Azize hafifçe gülümsedi bu sözler karşısında. Arkadaşının birçok tespiti doğruydu. "Aramızda insan sarrafı olmuşsun sen" dedi.

"Ben hep öyleydim canım."

"Tüm denizlerin aynı olduğunu zannedebilirdim seni tanımadan önce. Ama değilmiş. Tatlı ve durgun suları, yazın yakıcı güneşi, mavi pencereli bahçesi çiçekli evleri fotoğraflarda görürdüm. Bir çeşit masal ülkesiydi sanki. Çünkü Karadeniz’de deniz kabukları bile savrulurdu dalgaların arasında. Ama söylediğin gibi, bölgenin insan mizacında epey etkisi olduğunu arkadaşlığımız boyunca daha iyi tecrübe ettim. Aslında çoğu kez farklılığımızdan, senin yumuşak ve dingin fıtratından keyif aldığımı söyleyebilirim."

"Hep çok konuştuğumu söylerler. Yumuşak ve dingin fıtratta olduğumu mu düşünüyorsun?"

"Aklından geçenleri çokça dile döküyor olabilirsin. Ama bunu sakin ve yumuşak bir ses tonuyla yaptığında göze batmıyor. İnsanın fikir danışabileceği, neşeli ve güvenilir biri gibi gözüküyorsun. Bu özelliğin seni zeki ve ilgi çekici gösteriyor. Sağlık ocağındaki teyzelerin özellikle seni seçmesi de bu fikrimi teyit ediyor. Ve onların sevgilerindeki samimiyetten de emin olabilirsin... Tabi bazılarının... Hepsine yaklaşmamanı tavsiye ederim." Ufak uyarısını da yapmayı ihmal etmedi. Fırsat buldukça arkadaşını ikaz etmekten çekinmezdi.

"Hakkımda böyle düşünüyor olman ne güzel." Firdevs elini kalbine götürüp bir iç çekti. "Utandım sanırım."

"Memleketime dair gözlemlerini anlatırken, ciddiyetle dinledim fikirlerini. İnsan, içinde yaşadığı hayatın farkında olamıyor bazen. İyiyi ve kötüyü göremiyor, denizin içindeki balığın sudan bihaber olduğu gibi. Dışarıdan bakan bir gözün yorumlarına ihtiyaç duyuyor. Bu şehri çok seviyorum. Köyüme, yaylalara bağlıyım. Buradan ayrılmayı hayal edemiyorum bazen, ruhum sıkılıyor bu ihtimali dillendirince bile. Ama biliyorum açılmak da lazım, başka denizleri görmek de..." Firdevs arkadaşını onayladı.

"Gezip görmenin, tanışmanın zevkini başka hiçbir şeyde bulamam. Bir şey söyleyeceğim ama boş bir hayale kapıldığımı düşünme. Dört bir yandan güzel insanlar yan yana gelse tanışsalar... Huzur ve neşe içinde yaşasalar dünya ne güzel bir yer olurdu değil mi?" Gülümsediler bu hayale. Azize arkadaşı gibi herkesle tanışmaya hevesli hissetmiyordu şu günlerde. O sebeple mevzu noktalandı. Firdevs ısınmıştı, daha iyi hissediyordu. Ön camdan süzülen yağmur damlalarını seyretti düşünceler eşliğinde. Sonra aklına bir fikir gelince gülümsedi.

"Ben senin memleketini gördüm, sıra sende. Haydi, bir dahaki Muğla'ya gidişimde sen de benimle gel. Sana etrafı gezdiririm, ailemle tanışırsın. Bizde de dağlar yokuşlar var bol bol. Masmavi berrak bir deniz... Sahil boyu yürürüz. Yazın sıcak ve kurak olur ama yemyeşil ormanlarla çevrili evimizin etrafı. Antik kentleri görürsün. Çaylar, şelaleler... Çok keyif alacağına inanıyorum. Tarihi kalıntıların böylesini daha önce görmediğine eminim."

"Güzel fikir" dedi Azize. "Bir sürü şifalı bitki vardır sizin oralarda?" Sağ tarafına dönüp sorgularcasına kaşlarını kaldırdı.

"Bir sürü... Zeytin, incir... Deniz kabukları ve doğal taşlar da var..."

"Anlaştık!"

"Anlaştık!" İki hemşire tarihi belli olmayan bir vakte sözleştiler. Firdevs heyecanla neler yapabileceklerini düşünüyordu. Muğla'nın güzel masmavi denizini, lezzetli dondurmalarını, antik kentlerini ve küçüklüğünde oralarda yaşadığı anılarını anlatıyordu Azize'ye. Yeni yerler görmenin keyifli hayaliyle yol aldılar. Köye giden virajlı yola gelene kadar aynı süratle ilerledi araba. Sonra şoför hızı düşürdü, konuşmayı azalttı ve odaklandı. Babasının nasihatlerini bir bir aklına getirdi. Dilinde bir dua vardı, mırıldanıyordu. Silecekler çiseleyen yağmur damlalarını sağa sola savuruyordu.

"Azize şu tabelanın yanında bekleyen adamı görüyor musun?" Biraz ileride yağmurun altında ıslanmış ve üşümüş, elinde evrak çantası tutan yirmi beş yaşlarında genç bir adam duruyordu. Yanından geçen arabalara binmek için işaret yapıyordu ama araçların çoğu doluydu. Yaklaştıkça yolda kalan birinin huzursuz ifadesi daha belirgin görülüyordu yüzünde.

"İnşallah arabası boş birini bulur" dedi Azize. Doğruca eve gitmeye odaklanmıştı.

"Bizim arabamız boş. Dursana, nereye gideceğini soralım." Firdevs'in bu teklifine şaşkınca baktı Azize. Yabancı bir adamı arabaya almak gibi bir niyeti yoktu. Bu yağmurdan bir an önce kurtulmasını temenni edebilirdi yalnızca. "Azize dursana, niye öyle bakıyorsun? Bak, o da durman için işaret yapıyor zaten."

"Firdevs o adamı tanımıyoruz. Kusura bakma ama bu kadar dost canlısı olamam. Sen de olamazsın." Genç adamın yanından geçtiler. Elindeki evrak çantası, ıslanıp dağılmış saçı, çamura batmış kıyafetleriyle perişan gözüküyordu. Belli ki buranın yabancısıydı. Belki de memurdu. Ama çarşıda olması gerekiyorken, köylerin önünde ne işi vardı?

"Azize bunun dost canlısı olmakla bir ilgisi yok ki. Yolda kalmış birine yardım edeceksin. İnsanlık vazifesi. Sen bir hemşire olarak akşama kadar bunu yapıyorsun zaten. Evine dönerken yükleri elinde teyzeleri köylerine bıraktığına da şahit oldum kaç kere. Bu adama niye yardım etmeyelim? Mesele yabancı olması mı? Onun yerinde senin kirpi saçlı huysuz kuzeninin olduğunu düşünsene. Kimsenin arabasına binemese, perişan olsa üzülmez miydin?"

"Of Firdevs..." Azize en sonunda arabayı kenara çekti. "Mustafa'yla kötü bir tanışma yaşadınız, kabul ediyorum ama tanısan gerçekten iyi biri olduğunu görürsün. Ama mevzumuz bu değil. O adamı, söylediğin gibi sırf insanlık namına arabaya alacağım. Yaptığımızın hiç doğru olmadığından yüzde yüz eminim, bunu da belirtmeliyim. Herhangi bir olumsuzlukta hiç çekinmeden tüm sorumluluğu üstüne yükleyeceğimi de bil." Net uyarıdan sonra Firdevs büyük bir güvenle pencereyi açtı ve adama gelmesi için işaret yaptı. Azize tedirgindi ve ufak dokunuşlarla parmaklarını direksiyona vuruyordu.

Genç adam, birisi yardım elini uzattığı için o kadar mutluydu ki yorgunluğuna aldırmadan koşturup arabaya bindi. Önde oturan iki hanımı görünce duraksadı. Pencereleri buharlanmış araçların içinde kim olduğunu göremiyordu durmalarını isterken. Yine de bulduğu bu fırsatı kaçırmayacaktı. "Öylece geçip gitmediğiniz için teşekkür ederim" diyebildi yalnızca. Konuşmasından İstanbullu olmadığı anlaşılıyordu. Buralı da değildi. Üşüdüğü için sesi titriyordu.

"Nereye gideceksiniz? Yolumuzun üstündeyse bırakabiliriz sizi." Azize'nin sormaya niyeti olmadığını gören Firdevs üstlenmişti sorumluluğu. Birbirlerine alışkın olduklarından fikir ayrılığına düştüklerinde tartışsalar bile gücenmiyorlardı.

"Bir köye gideceğim, iki köprülü. İçinde ilkokul da varmış. Muhtarıyla görüşmem gerekiyordu ama bir türlü gidemedim. Arabam da yok, perişan oldum." Sesi biraz kızgın çıkıyordu. Kendi kendine sızlanıyor gibiydi. Islanmaya ve üşümeye katlanabilirdi ama bir de düşmüştü. Tabi bunu söylemeyecekti. "Umarım bahsettiğim köyü biliyorsunuzdur ve beni oraya kadar götürebilirsiniz. Ücreti neyse vermeye hazırım." Adam biraz soluklandı. Çantasını açtı. Kuru kaldıysa bir mendil çıkartacaktı içinden. Yüzünü silmek istiyordu. O sıra arabanın bir tekeri su dolu çukura girdi. Adam arka koltukta sarsıldı. Çantasını düşürdü. Birkaç kalem ve kitap yere döküldü. "Hay Allah!"

"Ücrete gerek yok" dedi Azize. Köyleri bilmediği için Firdevs tek kelime edemiyor, arkadaşının gözünün içine bakıyordu. "Yolumuzun üstü bahsettiğiniz köy." Hava kadar soğuk konuşabilmeyi nasıl da başarıyordu? Gerçi bunda yanındaki cesur ve girişken kıza kızmış olmanın da etkisi vardı. Adam duydu fakat cevap vermek yerine bozuk yolda ilerlerken sarsılan aracın içine dağılan eşyalarını toplamaya çalıştı. Bir önceki görevinde de bozuk yolların, yağmurun çamurun olduğu bir köydeydi. Halinden hiç memnun değildi. Yüzündeki ıslaklığı silmekten de vazgeçti. Midesi bulanıyordu.

Azize biri asma ve eski, diğeri yeni yapılmış iki köprüden oluşan köyün önünde durdurdu arabayı. "Burası" dedi, ikinci sınıfa başladığı okulu göstererek. Adam kendini toparlamaya ve nazik olmaya çalıştıysa da yorgun ve sert çıkan sesine hâkim olamadan teşekkür etti. Arabadan indi. Dalgın ve dikkatsiz adımlarla yeni yapılan beton köprüde yürümeye başladı.

"Sence öğretmen mi?"

"Bilmem, ona sorsaydın ya."

"Sinirli ve gergin görünüyordu. Kaygan toprağın azizliğine uğramış belli ki" diyerek kıkırdadı. Gökten çamur yağmadığına göre, adamın üstü düştüğü için bu kadar kirlenmiş olmalıydı. "Elektrik ve su tesisatı için kontrole de gelmiş olabilir. Niye cevap vermiyorsun? Bak hiçbir şey olmadı, rahatla biraz." Azize derin bir soluk alıp arkadaşına döndü.

"Erken uyandım, sakin olsa da yorucu bir gündü. Yabancılara karşı tedirgin olmak ve onlardan çekinmek de çoğu zaman faydalıdır, tekrar hatırlatayım. Şimdi... Eve gidelim mi? Güzelce yemeğimizi yiyelim, ısınalım dinlenelim. Olur mu? Bu yolcuyu da unutalım." Firdevs sadece başını salladı ve camdan dışarı baktı. Geriye kalan beş dakikalık yolda iki arkadaş da sessizdi.

***

Yemekte karalahana sarması vardı. Dumanı üstünde tüten ve tencerenin dibine konulan kemikli eti de iki salata tabağının ortasına yerleştirdiler. Yeni mayalanmış yoğurttan yapılan ayranı bardaklara doldurdular. Misafir olduğu için Firdevs'in tabağına biraz daha fazla servis yaptılar. O da öyle tatlı dille övüyordu ki bu hazırlığı, ev sahipleri memnun oluyor durmadan tebessüm ediyorlardı. Azize'yle anlaşmışlardı, yoldaki genç adamdan bahsetmeyecekti. Onun haricinde kendi ailesiyle sohbet eder gibi rahattı tavırları.

"Ben eve dönerken Azize'yi de götürmeye karar verdim" dedi gülerek. Rahime hanım hiç beklemeden itiraz etti. Firdevs tartışmadan, sakince kadını ikna etmeyi başardı. Azize'nin dediği gibi dingin mizacı konuşkanlığıyla birleştiğinde zeki gözüküyor, insanların ona güvenmesini sağlıyordu.

"Hep burada mı çalışacaksın yoksa memlekette de görev yapmayı düşünüyor musun kızım?" Selvi'nin bu sorusunu her gece kendine soruyordu ama şimdilik cevabı belliydi.

"Bir süre daha buradayım Selvi abla."

"İyi da, arkadaşluk edersiniz Azize'yle. Sen de bizim kızımız sayılırsın artık." Firdevs ağzına büyük bir lokma aldığı için konuşamadı ama uzanıp kadının elini sıktı sevecen bir yüz ifadesiyle. "Bizim uşak da imtihanı geçse de atansa" dedi Selvi. "Sizin gibi yeri yurdu, işi belli olur. Dua edin kızlar. Bir ay kaldı, ders çalışıyor sürekli. Sonra gelecek inşallah köye." Herkes duaya amin derken Firdevs sessiz kaldı. Mustafa'dan pek hazzetmiyordu.

Firdevs köpeklerden korkardı, Mustafa da büyüttüğü iki hayvanı tasmasız bırakıyor, zararsız olduklarını bilerek dolaşmalarına izin veriyordu. Tüm köy alışkındı köpeklere. Hatta bir keresinde evlerden birine hırsız girecekti de havlayarak engel olmuşlardı. Ahali arasında sevilen ve kahraman ilan edilen bu sevimli hayvanları görünce kaçan bir kişi vardı. O da Mustafa'nın radarına yakalanmıştı. "Bir şey yok niye korkuyorsun?" diyordu. Firdevs de "bağla şu hayvanları" diye bağırıyordu. Sonra da kavga ediyorlardı. Üç ya da dört kere karşılaşmışlardı. Her seferinde de istisnasız bu tartışmayı yapmışlardı. O sebeple iki genç birbirlerini tanıştıkları en huysuz insanlar olarak nitelendiriyorlardı.

"İmtihanı geçtikten sonra da askere gider" dedi Rahime hanım. "Köyde askerlik yapmayan uşak kalmadı sayılur. Latif da bitirip anasının yanına döner. Ne kadar kaldi dönmesine?" Selvi ve Zeynep'e sordu yaşlı kadın. Ama cevabı dakikalardır yemeğiyle meşgul olan Azize verdi. Konuşmanın akışına kapılmıştı zihni.

"İki ay on altı gün." Hiç düşünmedi. Dikkatleri üzerine çektiğinin farkında değildi henüz. Bardağına ayran doldurdu. Firdevs lokmasını zar zor yuttu sesli gülmeden önce.

"Kaç saat kaldığını da söyle bari."

Öyle hızlı cevap verince gün sayıyor gibi gözüktüğünü anladı hemen. "Ben..." Sofradakiler neyse de Firdevs'in diline düşse kurtulamazdı. "Yasemin'den bir hafta sonra gitmişti ya, oradan aklımda kalmış." Gerçi arkadaşlarına dair ufak detayları hatırlamasında bir problem yoktu. Farklı bir çıkarım yapılmasını istemedi sadece. Büyükler genç kızlarla uğraşıp eğlenmekten keyif alıyorlardı bazen. Hızlıca herkesin yüzüne baktı. Hemşire arkadaşından başka sırıtan yoktu. Rahatlayarak yemek yemeye devam etti. Yanaklarının kızardığının farkında değildi. Ama Azize'yi kızı gibi gören Selvi’nin tek bakışta sezileri harekete geçti. Annelik hisleri depreşiyordu bu kızın yanında. Ve hislerindeki ufak dalgalanmaları gözlemlemek için can atıyordu.

"Zaman ne kadar çabuk geçti değil mi? On sekiz ay geçmez diyorsun, bir bakıyorsun ki iki ay kalmış. Hangi ay gitmişti ki? Bende de kafa kalmadı. Dur hesaplayayım..." Parmaklarını kaldırdı saymak ister gibi.

"Mayıs yenge, mayısın yirmi altısı." Azize cevap verdi ama pişman oldu yine. Niye tutamıyordu dilini? Ona kalmıştı sanki. Bıraksaydı da ayları tek tek saysaydı yengesi. Hem akşam yemeğinde Latif'ten bahis açan kimdi onca konu arasında?

"Maşallah kızım, hafızan da kuvvetli" dedi yengesi. Gerçekten böyle düşündüğü için mi, yoksa bir şey ima ettiği için mi bu övgüyü yaptığını düşünecekti bir süre. Son çare yine Yasemin'den bahis açtı.

"Yasemin de Samsun'a mayısta taşınmıştı ya, ondan hatırlıyorum."

"Öyle öyle..." Selvi tatlı tatlı salladı başını. Firdevs'e hitaben "Yasemin'i çok sever Azize'm. Çocuklukları birlikte geçti. Ayrı düştüler ama yakında kavuşurlar inşallah" dedi.

"Fark ettim Selvi abla. İmrendim vallahi arkadaşlıklarına. Amin diyeyim duana, inşallah yakın zamanda kavuşurlar." Azize dilini tutamadığı için düştüğü sıkıntıdan kurtulamazken Firdevs ve Selvi ikilisinin paslaştığının farkındaydı. Ama bir şey diyemiyordu işte. Çünkü onların güldüğü ve eğlendiği gibi bir durum yoktu ortada. Ne diye savunacaktı kendini? Niye savunacaktı? Çocukluk arkadaşlarına hep kıymet veren biri olduğunu, onlara dair özel günleri hatırlamakta hiçbir beis olmadığını söyleyebilirdi aslında. Fakat niye kendini sıkıntıya düşmüş gibi hissediyordu? Ellerinin titremesinin sebebi neydi?

"Ben su getireyim" dedi ayağa kalkıp.

"Ha burda var ya kızum."

"O... O ısınmıştır babaanne, soğuk su getireyim." Hemen salondan çıktı. Kaşlarının çatıldığının farkında bile değildi. "Ne diye acayip konular açıyorlarsa? Bize ne? Giden gitmiştir, bir gün döner gelir!" Söylene söylene mutfağa gitti. Tekrar sofraya dönene kadar da içerdekilerin mevzuyu değiştirmelerini temenni etti. Bir bardak su içti, sakinleşti. Gözünün önündeki şaşkınlık perdesi kalktı yavaşça. "Ne yapıyorsun Azize? Kendini rezil etmek için bu kadar uğraştığın başka bir gün daha var mıdır acaba? Tarih sordular, sen de söyledin. Başkası bilse başkası söyleyecekti. Kimsenin bir şey düşündüğü, ima ettiği yok. Hem ne ima edebilirler?" Silkindi ana dönmek için. "Lütfen, kendine gel! Manasız hareketlerle de insanların aklını bulandırma."

Kendine telkin verdi ve doğal haline dönerek odaya gitti. Yerine oturdu. Bu yemek de ne kadar uzun sürmüştü böyle! Bitseydi de çay içselerdi. "E hani su?" Babaannesine baktı ne söylediğini anlamadığını belli edercesine.

"Su yanında ya babaanne" dedi. O an kimse tutamadı kendini. Rahime hanım da dâhil herkes gülmeye başladı. Gerçi o kızın şaşkınlığına gülüyordu.

"Soğuk su diyor, hani almaya gittin ya."

"Ben içtim suyu." Bozguna uğramış bir ifadeyle yüzünü eğdi. Aferin, aferin, aferin Azize! Sesi o kadar kısık çıkmıştı ki Zeynep üzüldü haline. "Uğraşmayın kızla" diye fısıldadı Selvi'ye. Aralarındaki bu ufak şakayı kaş göz işaretleriyle sonlandırdılar. Onlar da biliyordu Azize'nin sevdiği kişilere olan hassasiyetini. Mustafa, Yasemin, Latif çocukluğunun en büyük parçasıydı bu kızın. Ekmeğini böldüğü, oyunlarını oynadığı insanlardı. Mustafa sınavı kazansın diye, Yasemin Samsun'a alışsın ve yabancılık çekmesin diye dua eden Azize, elbette Latif'i de düşünürdü. Okumayı, üretmeyi seven, elinde kâğıt kalemle dolaşan kızın bu şaşkın hallerini izlemekten keyif almışlardı yalnızca. Ama daha fazla sürdürmediler.

"Latif, gelince de evlenir artık" dedi Rahime hanım. Büyük gelini, bu akşam kapanmak bilmeyen konu kayınvalidesi tarafından sürdürülünce söylenmeden edemedi.

"Hayde Bismillah!" Zeynep, Selvi ve Firdevs üçlüsü bilerek muzırlık yapmıştı ama Rahime hanım gayet ciddiydi. Azize'nin yuttuğu lokma boğazında kaldı. Öyle anlamsız buldu ki babaannesinin sözlerini, boş boş baktı kadının yüzüne. Latif işe girebilirdi, askere gidebilirdi ama evlenmek de nereden çıkmıştı? Bu hiçbir mesafenin aşılamaması demekti.

Genç kız yavaşça sofraya koydu çatalını. "Ne?" Firdevs, arkadaşının usul ve şaşkın tepkisine gülmedi tıpkı diğer iş birlikçileri gibi. Durumu analiz etmeye çalışırken, mevzunun ciddiyetinin de farkına varıyordu. "Niye öyle dedin ki babaanne?"

"Niyesi mi var?" dedi kadın kaşlarını çatarak. "Büyüdü, mesleği var, askerlik de yapmış. Bulacağuk münasip bir kısmet. Hep anasıyla duramaz ya. O kari da yerumden kalkayım uşağumi evlendireyim demez. Ben kendum halledeceğum o işi."

"İstemez... Yani evlenmek istemezse ne yapacaksın? Senin bulacağın kişiyi de tanımıyor. Belki mutludur annesiyle. Biz niye karışıyoruz ki?" Keskin bir üzüntü duygusu ele geçiriyordu Azize'yi. Günlerce zihnini meşgul edebilecek bir mevzuydu bu. Ve korkuyordu direnemezse diye. Böyle akışına bırakabilir miydi her şeyi? Gelenekleri sessizce seyredebilir miydi? Büyütmemek için çabaladığı gizlerini biraz daha saklayabilir miydi? Kabullenebilir miydi? Peki ya Latif, olması gereken bu, diyerek evlenir miydi? Yapmazdı, yapmaması lazımdı. Çünkü... Yasemin de yapmaz Mustafa da yapmaz. Çünkü... Birini görmek, tanımak ve sevmek gerekir. Latif de diğer arkadaşlarım gibi tanımadığı biriyle sırf büyükler öyle istedi diye yuva kurmaz. Çünkü... Latif o kadar uzağa gitmek istemez.

"Ben münasip kızı buldum mu hayır diyemez. O da sever. Önce istemem diyebilur, bu işin nazı var niyazi var. Ama sonra alışır. Biz dedelerinizi evvelinden tanımayiduk ki." Kendinden öyle emin konuşuyordu ki Azize bir kez daha itiraz etmekten korktu. Doğru... İnsan alışmaya ve sevmeye meyilliydi. Latif de severdi. Zaten sert mizaçlı biri değildi. Muhabbete meyilliydi fıtratı. Eğer arkadaşı güzel bir yuva kuracaksa, ona mutluluklar dilemekten başka ne yapabilirdi Azize? Selvi, Rahime hanımın keyifli halinin aksine durgunlaştı bu sözlerden sonra.

"Nasip kısmet" dedi "bir gelsin de bakarız. Belki Azize'min dediği gibi bekâr kalmak ister. Bu zamanda evlenmek de zor. Herkese güvenemezsin. Dinlensin önce, işine dönsün." Zeynep ve Firdevs'e göz kırptı. Ama Azize'si öyle derin bir düşünce çukuruna düşmüştü ki bir türlü başını kaldırmak bilmiyordu. Yaptıkları şaka gerçeğe yakın şüpheler gibi göründü gözlerine.

"Olmaz öyle bekâr kalmak istemek. Ben bu işi halledeceğum, benden kaçışı yok!" Sofradakilerin içi sıkıldı. Niye bu kadar ısrar ediyordu bu kadın? Daha önce hiç açmazdı bu konuyu hem. "Azize, kızum ha bu soğuk sudan bana da getur da. İçim yandı." Başını sallayarak cevap verdikten sonra kalkan kızı seyretti. Odadan çıkınca da arkasından güldü. Gözlerini kısıp ne olduğunu anlayamayan gelinlerine ve misafire baktı. "Siz giderken ben dönüyordum o yollardan" dedi. "Şaka öyle edilmez böyle edilir. Laf ağızdan öyle alınmaz böyle alınır. Madem oynaysunuz, büyük oynayın. Cevabınızı da alın." Bu sefer şaşkınca bakma sırası sofradakilerdeydi. Yaşlı kadının oyununa geldiklerini anladılar. Bir şey diyemediler. Yine de olan kalbi de kafası gibi karışık masum Azize'ye oldu.

"Uyarayım sizi, böyle mevzular konuşup suyu bulandırmayın." Ciddileşti kadın. Parmağını salladı havada. "Herkesun nasibi kısmeti var, kimi kime yazmış Mevla'm bilemeyiz. İnşallah bütün evlatlar iyi insanlarla karşılaşur. Hayırlı yuvalar kurarlar. Ama işe şaka karıştığında çok canlar yanar." Nasihati üçlü grubu susturdu. Azize elinde bir bardak suyla içeriye girdi. Az önceki gibi toparlanabilmiş değildi. Babaannesine verdi suyu. Kadın gerçekten de içi yanmış gibi kana kana içti. Doyduğunu söyleyerek sofradan kalktı.

Bölüm : 26.12.2024 17:33 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...