Akif okuldaki ilk gününü ve öğretmenini anlatıyordu hiç durmadan. "Öğretmenimin adı Edip. Edebiyatla uğraşan kişi anlamına geliyormuş. O da şiir yazmayı ve kitap okumayı çok seviyormuş. Bir sürü kitabı varmış ama buraya getirememiş, evinde bırakmış. Evi neredeydi? Unuttum o şehrin adını. Yirmi beş yaşındaymış. Görseniz... Uzun boylu, yakışıklı..." Çocuk mest olmuş gibi anlatınca salonda kimse kendini tutamadı. Güldüler ellerini ağızlarına kapatarak.
"Zayıf bir de. Takım giyiyor, bembeyaz gömleği var. Hiç göbeği gözükmüyor." Kendi göbeğine vurdu hayıflanarak. "Ben de onun gibi olmak istiyorum. Top oynamayı seviyormuş. Uslu durursak ve onu üzmezsek bize getirebilirmiş. Gerçi her yer yokuş ve dere kenarı. Burayı da pek beğenmedi sanırım. Bakın, defterimize bir sürü çizgi çizdik." Çantasından defteri çıkartıp herkesin göreceği şekilde havaya kaldırdı.
"Benum uşağum o öğretmenden de yakışıklıdır" dedi Rahime hanım. Her zaman torunlarını öne çıkartmaktan hoşlanan ve onları öven biri olduğu için, herkes bunu söylemesini bekliyordu zaten.
"Babaannem doğru söylüyor Akif. Sen öğretmeninden yakışıklısındır. Kendine has bir sevimli havan var senin." Azize defteri göstermek için yanına gelen kardeşine sarılırken bu övgü dolu sözleri söyledi. Yalancılık edip çocuğu kandırmak değildi niyeti. Biraz tombul olsa da büyüdükçe oturacak yüz hatları gayet hoş ve sevimliydi. Ama Akif samimiyetle ablasına itiraz etti.
"Abla, hayır. Görseydin öğretmenimi sen de beğenirdin."
"Nerde o günler?" diye mırıldandı Rahime hanım. Akif duymadı ama Azize babaannesinin ne demek istediğini anladı. Kadının her şeyden habersiz dizlerini ovalayan masum yaşlı tavırlarına aldanmadı. O zihnin içinden her türlü ima ve bilgelik geçtiğini biliyordu. Güldü yakın zamanda yaşanan olayı aklına getirerek.
Toplum içinde teyzelerden ya da komşulardan, biriyle tanıştırılma teklifi alınca kati bir dille reddediyordu. Başta erken olduğunu söyleyerek türlü bahaneler sıralıyordu. Ona kalsa çok daha uzun süre bekleyebilir, hatta münzevi bekâr yaşayabilirdi. Teyzelerin kültür bilinciyle konuştuklarını ve bu nedenle ısrar ettiklerini bildiği için niyetlerini kötü bulmuyor, kibarca bu işin mümkün olmadığını anlatıyordu.
Son olarak geçen temmuz ayında ailesi yedi kuşak kuyumcu olan bir delikanlıyla tanışması önerilmişti. Hatta biraz ileri gidip delikanlıyı kapının önüne kadar getirmişlerdi. Görünüşte gencin hali vakti yerindeydi. Maddi durumu da iyiydi. Gelini uzaklara götürmeyecekti üstelik. Erkek tarafı bu işe olur gözüyle bakıyordu. Kız da güzeldi, herkes akıllı uslu olduğunu söylüyordu. Ailesi temiz ve nezih insanlardı. Misafirleri olabildiğince iyi ağırlıyorlardı.
Tüm bunlara rağmen Azize o gün ne kadar bunaldığını, kaçmak için türlü delik aradığını en sonunda da babaannesinin odasının penceresinden atladığını hiç unutmayacaktı. Pencere ile yer arasındaki mesafe ne yazık ki uzundu. Ve can yakıcı bir atlayıştı hatırında kalan. Ahırın önüne yaptığı sert inişle tavukları ürkütmüştü, eteğinin ufak bir kısmı yırtılmıştı. Neyse ki çayıra inip, çaylıktan geçerek fındıklığın altına saklanmayı başarmıştı. Misafirlerin gitmesini büyük bir dinginlik içinde orada fındık yerken beklemişti.
Zengini fakiri, güzeli çirkini reddediyordu Azize. Ailesinin de bir itirazı yoktu buna. Gülüp geçiyorlardı yalnızca. İki üç sene daha ısrar etmeden durabileceklerini düşünüyordular. Gelene git denmezdi. Komşuyu, akrabayı ağırlamaya ve bir müddet cevabı belli olan konuları konuşmaya alışkınlardı. Fakat o gün Rahime hanım kızın camdan atlayacağını bilse, misafirleri o kadar uzun süre ağırlar mıydı? Emin değildi. Onlar da oğullarını ev sahibesi hanım kıza göstermeden kalkmak istememişlerdi. Sonuç olarak Azize ortadan kaybolmuş, geriye gülünecek hem acıklı hem de gülünç bir anı kalmıştı. Allah'tan sadece ev halkı biliyordu bu olayı. Köyün diline düşse kurtulamazdı.
Köylü böyle durumlardan bahsetmekten zevk alırdı. Azize'nin nasıl birini seveceği merak konusuydu. Kime evet derdi? Ya da bir gün tüm konforuyla yaşadığı baba evinden ayrılır mıydı? Sekiz yaşında köye gelen, ortama alışmaya çalışan, yeni akrabalar edinen ve kimsenin beklemediği bir sadakatle evine bağlanan bu annesiz kızın alacağı kararlar, bazı geceler komşular arasında konuşulurdu.
Akraba içinde birbirini seven, babaları tanış olduğu için evlenen ya da belli bir yaşa gelince zorunlu olarak dünya evine giren birçok insan vardı etraflarında. Fakat her on yılda bir kültür, gençlerin tercihleriyle değişiyordu. "Hiçbir şey eskisi gibi değil" diyordu herkes. Bu süreçte Azize'nin ne yapacağını kestiremeseler de bir akraba vasıtasıyla tanıştığı kişilere onay vermeyeceğini biliyorlardı. "Zamanın gençleri bizim gibi değil. Kendileri görüp beğeniyorlar. Bu kız kime olur der? Kendi gibisini bulur herhalde. Doktorla evlenirse şaşırmam. Çarşıda gezen bir sürü memur var. Görürler birbirlerini. Okumuş bunlar, tarlaya bağa bahçeye el sürmezler. Öyle iş yapan gelin zor bulunur şimdilerde."
"Tek şartı tarlaya el sürmesi olan kişi, gelin aramıyordur kusura bakma" diye çıkışıyordu bir başka komşu. "Çalış, çalış... Biz çalışıp ot koparmaya, sergi taşımaya mı geldik dünyaya? Tamam, o da şart. Ama senenin dört beş ayı çay kesersin. Sonra... Oy Allah'ım. Ömür gidiyor. Dar yerlerde ne yapacağuk?" Sonra ibadet hususunda yetersiz olduklarını hatırlayıp üzülüyorlardı. Elinde tespih olan hemen oracıkta başlıyordu zikir çekmeye. Safi bir pişmanlıkla dua ediyorlardı.
Bu kısacık anıdan sonra bir süre daha Akif'i dinlediler. Sonra Mehmet girdi içeriye. Elinde ince bir şiir kitabı vardı. Selam verdi, kitabı Azize'ye uzattı. "Hediye mi aldın?" diye soran kız, gülümseyerek pek de yeni olmayan kitabı aldı. Sayfaları çevirdi, şiirlere göz gezdirdi. Bazılarının altı çiziliydi. Not kâğıtları vardı.
"Zaten senin değil mi? Arabada buldum, yerdeydi." Mehmet kafası karışmış halde ayakta bekledi bir süre daha. Azize'den başkası böyle kitaplar okumazdı. Arabayı da baba kız kullanıyorlardı.
"Hayır, benim değil." Azize notları düşürmemeye gayret etti. Babasına baktı. İlk defa görüyordu kitabı. Ona ait değildi. İlk sayfada isim yazıyor olmalıydı. Satırların altını çizen kişi, kitaba kalem değdirmekten çekinmiyor demekti. Karton kapağı açıp ufak ve karmaşık yazılı notların arasında bir ad, soyadı aradı. Nihayet ismi buldu ama sesli okuyamadı. Edip Ateş. Akif'in öğretmeni Edip mi? Kitabının bizim arabada ne işi var? Tabi ya, o gün yolda kalan adam oydu. Bir yabancı, okul olan köye öğretmen olmasa niye gitmek ister ki Azize? Firdevs haklıydı. Of! Kitabı düşmüş, nasıl vereceğim? Gözleri Akif'i buldu önce. Sonra fasulye kıran Zeynep'e kaydı, ardından cevap bekleyen babasına.
"E kimin o zaman kızım? Bizim arabada ne işi var? Emin misin senin olmadığına? Ver bakayım şu kitabı..." Mehmet şiir kitabını almak için bir hamle yapınca Azize ayağa kalktı birden. Yüzünde sahte bir ışıltı oluştu. İçindeki yüksek ses elindeki sırrı saklaması gerektiğini söylüyordu. Büyütülmeden yok etmeliydi.
"Tabi ya... Nasıl da unuttum?" Güldü etrafa bakarak. "Bizim arabadaysa, yabancının değildir değil mi? Geçen gün arka koltuktaki çanta düştü de... Eşyalar döküldü içinden. Bu kitap da o zaman arabada kalmış olacak."
"Dikkat et evladım. Kaybetme eşyalarını. Neyi nereye koyduğunu bil. Bu gün ben buldum. Ama başkası bulsa, sana getiremese sıkıntı olur." Mehmet yorgunluğuna rağmen kısa bir nasihati ihmal etmedi. Düzen ve dikkat hususunda disiplini çocuklarına aşılamaya devam ediyordu. Bir köşeye oturdu. Zeynep'e selam verdi hususi olarak. Hal hatır sordu. Birazdan uyuyacakmış gibi hissediyordu. Bu günlerde işte fazla yoruluyordu. Beden belli bir vakitten sonra ağır işlere dayanamıyordu.
"Oldu o zaman, benim odama çıkmam lazım" dedi Azize.
"Yemek yiyelim de öyle çık Azize."
"Ben sonra yerim Zeynep abla. Biraz işim vardı da." Kitabı bir sır gibi arkasında saklamaya çalıştığının farkında değildi.
***
"Akif'in çantasına koysam, vermesini istesem öğretmen kitabı nereden bulduğunu soracak. Kardeşim benim adımı verecek. Sonra eve gelip herkese söyleyecek çünkü maalesef küçüğüm dilini tutamıyor. Ben gidip kitabı versem..." Derin bir soluk verip odanın içinde yürümeyi bıraktı. Masanın üzerindeki kitaba baktı göz ucuyla. "Sanırım ben versem daha iyi olacak. Arabasına bindiği kişinin, bir öğrencinin yakını olduğunu anlayacak ama sır tutmasını rica edersem ve bir daha karşılaşmazsak bir problem olmaz." Böylesinin daha iyi olduğuna kanaat getirdi. Sandalyesini çekip oturdu. Önünde sokak lambası ve etrafında dönen kelebeklerin manzarası vardı.
"Aslında bunu ailemden biri öğrense de sıkıntı olmaz. Niye kendimi kastım ki bu kadar?" Parmaklarını masaya koydu fısıldarken. "Çünkü onlar da benim gibi düşünür. Yabancı birini arabaya almanın uygun olmadığını söylerler. Zaten doğrusunu bildiğim bir konuda bana yeniden nasihat ederler. Böyle ufacık bir mevzu konuşmaya değmez bile. Arkadaşımın teşvikiyle yaptığım bu küçük iyiliğin dillendirilmesine gerek yok." Edip'i perişan halde bulmuşlardı zaten. Belki de karşılaşsalar birbirlerini hatırlamazlardı.
Azize uzanıp önündeki kitabı aldı. Bir süre şiirlere göz gezdirdi. Severdi şiir okumayı, rafta iki tane kitabı vardı. Altı çizili mısralardaki büyülü kelimelere gülümsedi. Eline not kâğıtları gelene kadar incelemeye devam etti, biraz da el yazılarını okudu. Sonra yanlış yaptığına dair bir his belirdi içinde. Sonuçta yazan kişi herkesin okumasını istemiyor olabilirdi. Bu notların gizli kalmasından hoşnuttu belki de. Kitabı kapattı merak içinde. Yalnızca birkaç el yazısı mısra ile tanışabilmişti.
"Olmaz Azize" ciddi bir uyarı çekti kendine. "Başkasına ait şeylere bu kadar kolayca dokunmamalısın. Yarın Akif'i okula bırakırken, emaneti sahibine teslim et." Derin bir nefes aldı, kitabı masanın ucuna ittirdi. Sonra Zeynep kapıyı tıklattı. Müsaade isteyip içeriye girdi. Yatağın ucuna oturdu. Böylece ona merakla bakan kızın göz hizasında olacaktı.
"Bir şey konuşacaktum da seninle. Yani aslında halini soracaktım. Bu günlerde keyifsiz gibisin. Dalgınsın, düşüncelisin. Aklım, arkadaşın geldiği gün sofrada konuşulanlara takılıyor. Canının sıkıntısı bu yüzden mi?" Azize cevap vermeden önce düşünme ihtiyacı hissetti. O günden sonra düşüncelerinin seyrinin bozulduğu, kendini olur olmadık yerlerde Latif hakkında söylenenleri düşünürken bulduğu doğruydu. Zeynep ablası uzanıp destek vermek için ellerini tuttu. Birinin insanı düşünmesi, halinden anlaması ve onunla ilgilenmesi güzel şeydi. Ki Zeynep sessiz sevdaları ta uzaklardan bile tanırdı.
"O gün ne konuşuldu ki? Unutmuşum, pek önem vermedim herhalde." Düşünür gibi yapıp gözlerini dolaştırdı odada. "Hatırladım, babaannem Latif'ten bahsediyordu. Gelince hayırlı bir kısmet bulacakmış ona. Şaşırdım sadece. Benim bu mevzuya ne kadar uzak baktığımı biliyorsun. Çocukluk arkadaşım da aynılarını düşünüyordur zannıyla hareket ettim. Ama kimseye karışamam değil mi? Herkes mutlu olacağı tercihler yapmalı. Böyle şeyleri kafamda tutup da kendimi üzdüğümü düşünme lütfen." Gayet olgun bir konuşma yaptığını düşündü. Zeynep ablasını ikna etmiş olmalıydı. Birkaç ufak detay daha ekledi cümlelerine.
"Tatilden dönüşte adapte olma süreci biraz zor geçiyor sadece. Yoğunluk ve yorgunluk yüzünden beni öyle görmüşsündür. Aksi halde gayet iyiyim. Çok şükür bir sıkıntım yok." Var, var, var... İçten içe beni kemiren şüphelerim var. Dillendiremiyorum onları. Bir kelimenin elbisesini giymeyecek kadar asiler. Yakalayıp tutamıyorum, elimden kayıp gidiyorlar. Karşıma oturtup tanışamıyorum hiçbiriyle. İsimlerini ya da amaçlarını bilmiyorum. Kalbimi ince ince iğnelerle acıtan ve durduk yere ortaya çıkan huzursuz hislerin kaynağını bulsam bir dakika durmam. Yapışırım yakalarına, hayatım böylesine düzene oturmuşken canımı sıkmalarının hesabını sorarım. Yüzleşebilecek kadar cesurum.
Değilim, belki de değilim. Ve kendime yalan söyleyecek hale gelmem işlediğim yüz kızartıcı suçlardan sayılmalı. Uzun zamandır ne hoş zaman geçiriyordum, kalbimin fısıldamalarına kulak kapatıp ağaçları dinliyordum. Dere aktıkça huzurlu düşlere dalıyordum. Fakat bu günlerde her ne oluyorsa sol yanımın gümbürtüsü dünyayı susturuyor. Bana önemli bir mevzudan bahsetmek istiyor. Anlayamıyorum, ürküyorum... Almancayı unutmadım. Belki birkaç kelime veda etmiştir dağarcığıma. Ama konuşmadıkça kalbimin sesini unutmuşum. Kekeme ve mahcup hallerine anlam vermek için çabalamamışım bile.
"Azize... Duyuyor musun?" Zeynep düşüncelerinin peşinden giden kızın yüzüne baktı dikkatlice. Bu ifadeye, bu muğlak bakışlara sebep yorgunluk değildi. Ama üsteleyip sıkmak istemedi. Yalnızca yanında olduğunu göstermek istiyordu. "Çaresiz dert yoktur. Allah kulunun yüzünü güldürür elbet."
Azize samimiyetine güvendiği Zeynep'e iyi olduğunu göstermek için canlı bir gülümseme kondurdu yüzüne. Omuzlarını dikleştirdi. Derdi olmadığına önce kendisi sonra da diğer herkes inanmalıydı. "Elbette... Tüm sıkıntıların üstesinden bu inançla geldik zaten. Ben de yarın daha canlı ve kendime gelmiş olarak uyanırım inşallah. Böyle giderse herkes mesleğimi sevmediğimi zannedecek." Ölçülü neşesi, gizlemeye çalıştığı kederi kadar samimi değildi.
Zeynep ellerini çekti. Kalkmadan önce, Azize'nin gözlerinin içine baktı şefkatle. "Dünyada herkes bir yana, annem beni anlasun isterdim. Üzülsem bilsun, sevinsem gülsün diye gözünün içine bakardım. Gelip da sorsun, cahili olduğum dünyayı bana öğretsin diye beklerdum. Başka kızların anneleriyle güzel ilişkileri, sırları ve sağlam güvenleri vardı. Benimki de ne yapsın... Dayaktan canını kurtarmaya uğraşırdı." Kara gözleri dolmadan evvel tebessüm etmeye çalıştı. Omuz silkti artık önemli olmadığını göstermek niyetiyle. "Bize hayatı, giyinmeyi, sevmeyi annelerimiz öğretmeliydi. Nasip olmadı, tek başımıza büyüdük. Ben komşuları seyrettim. Onlar ne yaparsa aynısını yapmaya çalıştım. Yemek yemelerini, temizlik yapmalarını taklit ettim. Saç örmeyi başka annelerden öğrendim." Sesi titreyince durdu ve yutkundu.
Azize sandalyesinden kalktı. Zeynep'in yanına oturdu. Omzunu sıvazladı. Seneler önce, küsken de birbirlerini teselli ederlerdi. Belki yok olmazdı acılar ama derin bir soluk alırlardı. Yeniden başlamak için yola koyulurlardı. "Ne yapalım, bizim annelerimiz bizden çok uzak. Onlar da bilmiyor ki öğretilmesi gerekenleri. Komşu anneleri izleyip de biraz merhamet öğrenmek akıllarına gelmemiş. Kızlarına kılavuz olacak kadar becerikli değillermiş. Mahrum olduğumuzu hiç görmemişler." Sona doğru sesi kısıldı. Cahilliklerin insanı sorumluluktan muaf tutmayacağının farkındaydı. Fakat ağlayan birinin yarasını dağlamak ve öfkeli duyguları harlamak istemiyordu bu gün.
"Demiştin ya zaman dursun da biz çocuk kalalım diye. Çocuklar hep yaralı Zeynep abla. Hep gözleri yaşlı. Büyüklerin kavgaları en çok da onların masum yüreklerine yakışmıyor. En iyisi biz büyüyelim. Kendi ayaklarımızın üstünde duralım. Kalbimize, annemiz yokken de bize sahip çıkan yaratıcımızın sevgisini dolduralım. Öyle ya, bizi yaşatan O. Niye uzaklardaki insanlara gelmeleri için yalvaralım ki? Babam... Çok değişti. İyi bir aile babası oldu. Kollarını açıp seni sarmalamak için daima hazırda bekliyor.
Belki geçmişinin eksikliğini gidermez ama sen de annesin artık. Hem öğrenebilir hem öğretebilirsin. Bu çatının altındaki insanların geçmişlerini pişmanlıktan, kalplerini günahlardan temizleyen şeylerden biri de aile kavramı. Öfkeleri kara zindanlara gönderen sevgi ve merhamet. Melek gibi saf, temiz, öfkeden hali değiliz. Kırgınlıklarımız, mesafelerimiz, unutamadıklarımız var. Her halimizle insanız. Bazen kanıyor yaralarımız fakat sarmayı öğrenmemiz lazım. Zaman bize merhemler hediye etti. Ruhumuzu okşadı yalnız rüzgârların esintileriyle. Ve gün sonunda yine aynı sofraya oturduk kırıp döktüklerimizle. Bu yetmez mi?"
***
Bir müphem ateş çemberinde koşturup durduğum doğrudur. Yolumun sonu yok, rotam yok, açık bir kapı yok. Neyin içine düştüm ben? Kaçamıyorum, dudaklarım kurumuş, ciğerim yanıyor. Alevlere odun atan birini görür gibi oluyorum. Arkadaşım değil mi? En yakınlarımdan biri olarak hatırlıyorum munis simasını. Niye ateşi harlıyor? Niye bir bardak su... Niye bana elini uzatmıyor?
Azize, tedirgin kalbi göğüs kafesinin içinde çırpınırken derin bir nefes alarak uyandı. Çığlık da atmış olabilirdi gördüğü kâbusun ardından. Hatırlayamadı. Etrafına bakındı alnına biriken terleri silmeden önce. Yutkunmak istedi. Boğazı kurumuştu susuzluktan. Gözleri doldu. "Neydi bu?" Senelerdir uyuduğu odada korktuğunu hissetti. Dizlerinin üstüne düşen yorganı kendine çekti. Örtülerin altında daha güvende olmalıydı insan.
Perdeye yansıyan sarı ışık odayı aydınlatıyordu. Azize sırtını ahşap yatak başlığına yasladı. Su içmek istiyordu. Odada su yoktu. Yataktan kalkmak zor bir eylem gibi göründü gözüne. Gördüğü rüyayı düşündü. Öyle garip, öyle gerçekçiydi ki sonsuz ve içinden çıkılmaz bir ateşin içine düşmenin korkusuyla irkildi. Etrafta kimse yoktu. Bir Allah'ın kulundan yardım isteyemiyordu.
"Biri vardı" dedi birden. "Yüzünü gördüm ama... Ateşi harlıyordu." Öyle kırgın ve mahzun çıktı ki sesi, kendine üzüldü. Sessizce ağlamaya başladı. Dolmuş gözlerindeki yaşlar harlanan yangını söndürmek için can atıyordu zaten.
***
"Hadi Akif, sen doğru sınıfa git."
"Tamam, teşekkürler getirdiğin için. Akşam da eve götürür müsün arabayla? Ön koltuğa oturacağım." Akif sırtında çantasıyla koşarak okula girdi ablasından onay alınca. Azize de biraz bekledikten sonra içeriye doğru yürüdü. Kardeşinin sorularına maruz kalmamak için ona görünmeden hareket etmek istiyordu. Okula adımını atınca, eski yapının hiç değişmemiş kokusu doldu burnuna. Ufak ve tek taraflı koridorda koşturarak eve gittiği günleri hatırladı. Yasemin'le oynamak için hızlıca teneffüse çıkardı. İkinci sınıftaki hali gelmeden gözünün önüne, hemen toparlandı. Zaten birkaç metre ötesindeki sınıfın dışına çıkmıştı Edip öğretmen.
Akif'in dediği gibi hoş ve düzgün biriydi. Ayakkabıları temiz, gömleği bembeyazdı. Siyah saçları arkaya taranmış, şakaklarındaki açıklığı belirginleştirmişti. Uzun boyluydu ama omuzları düşüktü. Yağmurlu gündeki karşılaşma sayılmazsa, ilk izlenim Azize için olumluydu. Öğretmeni tertipli buldu. Adamın yanına gidip ufak bir selam verdi. Tam da beklediği gibi oldu. Edip Azize'yi tanımadı. Genç kız da bunu fırsat bildi, kendisi hakkında detay vermeden kitabı uzattı. "Bu size ait sanırım?"
Öğretmen şiir kitabına baktı. Bir anda yüzü aydınlandı. Hazine bulmuş kadar sevindi. Kabalık etmemek adına kitabı düzgünce almaya çalıştı ama yine de hızlıydı. "Kaybettiğim için o kadar üzülmüştüm ki. Bu kitap benim için çok kıymetli. Onu nerede buldunuz? Benim olduğunu nasıl anladınız?" Sonra durdu. Bir an önce gitmek isteyen ve adımlarını öğretmenden uzaklaştırmak için fırsat bekleyen Azize'nin yüzüne baktı. Belki bunu daha kibar bir şekilde yapmalıydı. "Siz... O gün beni arabasına alan hanımefendi sizsiniz değil mi? Aracı kullanıyordunuz, öyle olmalı. Çünkü benimle konuşan hanımefendi tülbent takmıyordu. Yüzlerinizi de göremedim telaştan."
"Evet, bizdik. Kitabınız düşmüş. Okulu sormuştunuz, öğretmen olabileceğinizi düşünerek buraya getirdim. Kaybolmamış olmasına sevindim. İyi günler."
"Ah bir dakika! Gitmeyin lütfen. Size bir özür bir de teşekkür borcum var."
"Özür mü? Neden?"
"Beni arabanıza aldınız. Mübalağa ettiğimi sanmayın, hayatımı kurtardınız. Gördünüz ya halimi, perişandım." Heyecanlı bir adamdı. Sesini bastırmaya çalışırken serenat yapıyormuş gibi gözüküyordu. Azize bunu biraz komik buldu. Fakat adamın ses tonu böyleyse ve hislerini derinden yaşıyorsa kınamaya ne hakkı vardı? "Ama ben size kabalık ettim. Düzgünce teşekkürlerimi sunamadan arabadan indim." Kalın ve dağınık kaşlarının ciddiyet kattığı bakışlarını Azize'den ayırmadı. "Sizi bulmuşken teşekkür etmek istiyorum. Buraların yabancısıyım, yardımınız ve kitabı bana ulaştırmanız çok değerliydi."
"Rica ederim. O kadar da mühim değil. Yolumuzun üstüydü gideceğiniz yer. Buranın yağmuru serttir biraz. Alışkın olmayana ağır gelir. Dikkatli olursanız zarar görmezsiniz." Azize artık gitmesi gerektiğini ekledi. Çocuklar geliyordu yavaşça. Akif oturduğu yerden kalkmazdı ama birisi ablasının dışarıda olduğunu söylese sınıftan çıkardı. Hem sağlık ocağına gitmesi gerekiyordu hemşirenin. Kolundaki saate baktı. Biraz daha zamanı vardı.
"Peki... Size borcumu ödeyebilmeyi, en azından bir çay ikram edebilmeyi isterdim. Ama görüyorsunuz ya, dağın taşın içindeyiz. Sobayı bile muhtara yaktırıyorum." Öğretmen bu sözleri biraz hayıflanarak söyledi. Azize ise olmaması gereken bir yerde, çocukların gelip geçtiği koridorda durmanın gerginliğiyle köyün küçümsendiğini zannetti. Kaşlarını çattı.
"Borcunuz yok öğretmen bey!" dedi sertçe. "Bu dağın taşın kıymetini bilin, lafınızı ona göre edin yeter."
"Hayır, yanlış anladınız... Bekleyin bir dakika!" Azize beklemedi. Hızlıca dışarıya çıktı. Gözüne yolun karşısında, haşmetli kaya parçalarının üzerinde duran ağaçlar ilişti. Kurban olsunlar size, diye içinden geçirdi. "Hanımefendi! Adınızı da sormadım, hay Allah!" Öğretmen kapıya kadar yürüdü hızlı adımlarla. O günkü gibi huysuz değilse de ciddiydi. "Sadece size ikram edebileceğim hiçbir şey yoktu elimde. Bir marketten de alamam. Bunu kastettim."
"Sizden bir şey isteyen mi oldu?"
"Hayır, öyle demedim. Yani..."
"Öyle demedim böyle demedim! Bu konuşma burada bitse iyi olacak. Hepimiz işimize dönelim." Sesini kısık tutuyordu Azize. Arkası okul kapısına dönüktü. Çocuklar geçiyordu yanından. Ve maalesef tanınıyordu. Biri kızı ismiyle çağırdı. Öğrencinin başı okşandı, hızlıca sınıfa girmesi tembihlendi.
"Demek adınız Azize. Yanlış anlaşılmalar oldu ama ben tanıştığımıza memnunum hâlâ. O gün yaptığınız iyiliği hiçbir tatsızlık örtemez. Ve kitabım... Beni burayı küçümsemekle itham ettiniz. Oysa ben köy yolculuklarında bir sürü şiir yazma imkânı buldum. Nankör biri değilim, kıymet bilirim. Peki, okudunuz mu yazdıklarımı?" Azize yanlış anlamış olduğunu öğrenince biraz yumuşadı. Bir kaçını okuyup beğendiğini söylese öğretmen ne tepki verirdi acaba?
"Dürüst olayım" dedi saklanma gereği duymadan. "Bir kaçına göz gezdirdim. Sonra bunun yanlış olduğunu fark ettim ve kitabı hemen size getirdim. Şiirleriniz sizinle güvende." Ardından Edip'in cevabını bekledi. Adamın yüzünde öfke emaresi yoktu. Hatta mutlu olmuşa benziyordu.
"Onları okuyan nadir insanlardansınız. İyi ki göz gezdirmişsiniz. Birkaç dergiye göndermiştim daha önce. Editörlerden cevap alamadım. Cesaretim kırıldı ama yine de yazdım. Peki, fikirlerinizi öğrenebilir miyim?"
"Fikir sahibi olacak kadar okumadım şiirlerinizi. Yani hayır. Şimdi gitmeliyim. Size iyi dersler." Azize net bir cevap verip arabaya bindi ve oradan ayrıldı. Bu anlık gidişle Edip boşluğa düştüğünü zannetti. Yüzü güzel, tavrı sert, konuşması düzgün Azize hanımla şiirler hakkında sohbet edebilmeyi ne çok isterdi! Yine yalnızlık, yine şiirler... Ve ders zamanı...
***
Öğlene doğru Azize diğer hemşirelerle çay içmek için bahçede buluştu. Her dükkânda satılan sarı kurabiyelerden yediler. Biraz sohbet edip gülüştüler. O sıra bir çocuk geldi. Kısa, cılız ve kavruk tenliydi. Yemyeşildi gözleri. Kaşında ömür boyu ona arkadaşlık edecek bir yara izi vardı. Örme bir yelek giyiyordu. Kızların önünde durdu. "Azize hanginiz?" diye sordu kabaca. Gülüşen ve çocuğun bu tavrına şaşıran hemşirelerin arasında, Azize elini kaldırdı.
"Benim, niye sordunuz küçük beyefendi?"
"Ben küçük beyefendi değilum!" Öfkesi ona sevimlilik katıyordu.
"Yalnızca beyefendi diyeyim olur mu?" Bu teklifi kısa bir an düşündü. Beğenmedi yine de. Yüzünü buruşturup Azize'ye cebinden çıkardığı kâğıdı uzattı. Genç kız önce şaşırdı. Nereden çıkmıştı bu kâğıt? İçinde ne yazdığını okumak için açacaktı ama meraklı gözler sebebiyle gerildiğini hissetti. Oturduğu banktan kalktı. Herkesi sessiz olması için uyardı. Önce çocuğa birkaç soru sormak istiyordu. "Bu notu neden bana verdin söyler misin? Kim gönderdi seni? İsmini biliyor musun?"
"Ben bilmem, bana vermemi söyledi o kadar. Gideceğum hayde eyvallah!"
"Dur bekle..." Ama çocuk beklemedi. Tıpkı Azize'nin öğretmene yaptığı gibi hızlıca arkasını dönüp gitti. "Hepimiz buralıyız da" diye mırıldandı genç kız. Sonra meraklı arkadaşlarının önünde kâğıdı açtı ama onlara okutmadı. Kelimeleri idrak etmeye çalıştı. Gözlerinin fal taşından ne farkı vardı? Başı döner gibi oldu. Gördüğü rüyanın etkisiyle geceden beri tedirgindi zaten. Elleri titredi. Firdevs, arkadaşının rengini solgun görünce hemen ayağa kalktı ve yanına gitti. Şaşkınlığından istifade ederek omzunun üstünden notu okudu. Bunu yaparken biraz da fısıldıyordu.
"Hayatını tamamen değiştirecek, gizli kalmış bir sırrı öğrenmek istiyorsan sahildeki kafeye gel. İkinci katta seni bekliyor olacağım. Yalnız ol. Baş başa konuşmak istiyorum. Eminim sen de öyle olmasını istersin..." Firdevs geriye çekildi. "Azize kim bu?" diye neredeyse haykırdı. Diğer kızlar her şeyden habersizdi ama meraktan kıvranıyorlardı. Azize kimseyi duymak istemedi. Titreyen ellerini, notla birlikte kabanının cebine koydu.
"Bilmiyorum kim olduğunu. Ama gidip öğreneceğim!"
"Ne, delirdin mi sen? Hiç tanımadığın birinin yanına nasıl gideceksin?"
"Sırrımı bildiğine göre beni tanıyordur" diye cevap verdi diğerlerinin duymaması için. Firdevs de ona ayak uyduruyordu.
"Ama güvenemezsin. Seni tanıyorsa niye buraya gelmedi? Olmaz, hiç güvenmedim, gidemezsin. Hem sen geçen gün arabaya adamı almadın yabancı diye. Şimdi yaptığına bak!"
"O başka, bu başka. Karşımdaki korkak olabilir ama ben değilim. Kimmiş, ne sır verecekmiş merak ettim üstelik." Az önce tedirginlikten rengi benzi atan o değildi sanki. Zihninde kol gezen huzursuz sancı sinir uçlarına dokunuyordu. Ve Firdevs’in ısrarı düşüncelerini tökezletmekten başka bir işe yaramıyordu.
"Ben de geleceğim!" Kaşlarını çatarak baktı arkadaşına.
"Of! Hayır, tek gelmemi istemiş. Hem kafede olacağım, kalabalık bir yer. Şimdi tutma beni de gideyim. Firdevs... Lütfen bir kere de itiraz etme de geçen gün sana yaptığım iyiliği sen de bana yap. Yani kararıma uy!"
"A ne konuşuyorsunuz aranızda? Bize de söyleyin!" Kızlardan biri kalktı. Firdevs kırgın bir şekilde geriye çekildi. Daha fazla ısrar etmeyecekti. Azize bulutlara baktı, işaret parmağını göğe uzattı.
"Kızlar, bakın kuş!" Hepsi bir anlık gafletle başını kaldırınca arkasını dönüp hızlıca sağlık ocağının bahçesinden uzaklaştı. Yakındaki ağaçların arasından geçti. Kızlara çocuk avutur gibi davranmak istemiyordu ama aniden yanlarından ayrılmasa, arka arkaya soru soracaklarını da biliyordu. "Bakalım kimmiş not gönderen? Sırrımızı biliyormuş da hayatım değişecekmiş!" Söylenerek üst geçidin merdivenlerini çıktı. Sahil tarafına geçti. On dakika kadar hiç durmadan yürüdü. Denizin tuzlu kokusu midesini bulandırıyordu. Fazla heyecanlıydı. İyi ki de öyleydi. Yoksa korkacak, kafeye gitmekten vazgeçecekti.
İlk kez böyle bir şey yaşıyordu. Çocukla not gönderilmesi de neyin nesiydi? Akraba mıydı, kadın mıydı, erkek miydi? Ama iyi bir azarı hak ediyordu. Emrivakiydi bu, hatta... Hatta delilikti... Düzene koyduğu bir hayatı, tesis ettiği bir huzuru vardı ve son günlerde zeminde sarsıntılar hissediyordu. Bu iyiye işaret değildi. Öfkeli, asabi biri olmayı istemezdi elbette. Fakat bu hisler sıkça karşısına çıkmaya başlıyordu. Bir yerlerde alevleri harlanan yangının varlığından tedirgin oluyordu.
Nefes nefeseydi kafeye girdiğinde. Kapıyı öyle sert açtı ki kasadaki adam irkildi. Sonra da kaşlarını çattı. Bir problem olup olmadığını, rahatsız eden varsa boyunun ölçüsünü alacaklarını söyledi. Azize sakin olmaya çalışarak hepsine bir sorun olmadığını anlattı ve yukarı çıktı. Pencere kenarındaki bir masa doluydu yalnızca. Yaşlı bir dede ve iki torunu tatlı yiyordu. Bir an her şeyi unuttu. Boğazı düğümlendi bu manzara karşısında. Yanlarına yaklaştı istemsizce. Keşke bizimle olsaydın dede…
O sıra arkasında bir hareketlilik hissetti. Biri kulağına yaklaştı "çok özledim" dedi. Azize yerinde sıçrayarak ve iradesi haricinde ufak bir çığlık atarak tepki verdi bu sözlere. Çocukları da korkuttu. Geriye doğru giderken bir sandalyeye takıldı ayağı. Düşmekten son anda kurtuldu. Onu buraya çağıran kişi ise memnuniyetle gülümseyerek kızın şaşkın hareketlerini seyrediyordu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
7.35k Okunma |
742 Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |