Selam, nasılsınız? Hal hatır sormak istedim. Arada bir hasbihale ihtiyaç duyuyor insan. Eskiden, bölümleri yayınlayıp geçmiyordum. Bir çift selam bırakıyordum buralara. Hatıraları hoş bir hikâye Azize. Bir yerlerde okuyanlar, selam gönderenler var hâlâ. Özledik oraları. Eğer burada yeniden tanışıyorsak hoş geldiniz. Oy sayımız çok olmasa da okunmalara bakınca kapıyı çalanları görebiliyoruz. Umarım herkes keyif alıyordur...
***
Beklenmedik sürprizler beklenmedik anlarda ve beklenmedik kişiler tarafından yapıldığında insana en iyi gelen şey, ona durumu idrak etme fırsatı veren şaşkınlığıdır. Azize bir eliyle sandalyeyi tutuyordu hâlâ. Notu aldığından beri karşısında göreceği kişi hakkında bir tahmin yürütmek yerine onu nasıl azarlayacağını tasarlamıştı zihninde. Kadın, erkek, akraba, arkadaş olması mümkün şahsın karşısına geçip bu gerginliğin hesabını soracaktı. Ama şu an için ne sakin kalmak ne de kızmak mümkündü. Kocaman açıldı gözleri. "Yasemin..." Bu isim bir fısıltı gibi döküldü dudaklarından.
"Azize, beni tanımadın mı kızım? Ne bu hal dakikalardır? Hayde sarılsana!" Azize'ye doğru bir adım attı yüksek sesle konuştuktan sonra. Kolları açıktı ve olabildiğince cömertti gülümsemesi. Gün içinde gergin dakikalar yaşayan ve bu aralar sırlardan pek hoşlanmayan arkadaşına hazırladığı sürprizin büyük bir yıkıma sebep olmayacağını bildiğinden rahattı. Gerçi Yasemin genel olarak rahattı. "Hayalet miyim ben? Öyle korkmuş bakıyorsun! Bir şaka ettuk da, kendine gel."
Bu ihtardan sonra Azize geç de olsa toparlandı. Sandalyeden elini çekip arkadaşının yanına yürüdü ve sarılmak yerine omzunu dürttü. "Hemen hoş geldin diyemeyeceğim! Niye direkt sağlık ocağına gelmedin de beni böyle oyunlarla uğraştırdın?"
"Geçen gün izlediğim filmde gördüm. Adam kızı not yazarak çağırıyordu yanına. Ben de öyle yapsam heyecanlı olur diye düşündüm. Oldu mu?"
"Hem de nasıl!"
"Gerçi başrol adam yerine kısmetine ben düştüm. Bozulmadın inşallah?" Muzır bir gülümsemeyle mahcup olmuş gibi bakışlarını yere indirdi. Başına sardığı lacivert bandananın püskülü saçlarını aşıp alnına düştü. İnce kavisli kaşlarını, gülmemek için verdiği mücadelede çattığından ve elmacık kemiklerini hareketlendirecek büyük ağzına ait dudaklarını bir türlü sabit tutamadığından sahte üzüntüsü komik görünüyordu.
Azize derin bir of çekti. Aslında bir yabancıyla, ona zarar verecek bir sırla karşılaşmadığı için mutlu olduğundan da yapmıştı bunu, Yasemin'in yaramazlığına kızdığından da. Ama daha fazla tutamadı kendini. Aklı film senaryolarında kalan arkadaşının, af bekleyen yalancı boyun eğişine merhamet etti. Yaklaşıp sıkıca sarıldı. "Bozulan tek şey kalbimdeki ritim. İyi ki gelmişsin. Ben de seni özledim" dedi samimi bir sevinçle. Bir müddet sarıldıktan sonra geriye çekildi. Parmağını havaya kaldırıp şart koştu. "Sakın bir daha böyle bir şey yapma ama tamam mı?"
"Söz veremem" derken ayağıyla yere bir daire çizdi Yasemin. Narçiçeği bluz, üstüne de bir bahçıvan pantolon giyiyordu. Saçlarını kıvırcık yapmayı denediği ama beceremediği belli oluyordu. Başına taktığı bandana inatçı ve dağılmaya müsait kahverengiye çalan saçlarının firar etmesini engelleyemiyordu. "Hadi oturalım da, ağaç olduk ayakta."
"Doğru diyorsun. Bir arkadaşım aklımı uçurdu da şaşkınlığımı mazur gör lütfen."
"Arkadaşın senin aklını yer yer..." Kızın yanağından bir makas aldıktan sonra gürültülü bir kahkaha attı. Yasemin'in bu hareketleri kontrolsüzdü ne yazık ki. Çocukluğundan beri içinde gezinen serbest ruha bir had ve kota koymak aklına gelmiyordu. Şehre taşınmıştı, çevresi değişmişti ama kafasına estiği gibi davranmanın zevkinden vazgeçemiyordu. Annesi hayıflanıyordu onun bu haline. Uyarıyor, dürtüyor, akşam karşısına alıp konuşuyordu ama nafile. Yasemin'i gölgesiyle bile kavga edecek, sorumluluk almayan ve evde durmayan kızdan başkasına çeviremiyordu.
"Sessiz ol bakayım, otur şu pencere kenarına." Azize ufak bir çocuğa kızar gibi tatlı sert başını salladı. Sonra arkasını dönüp yaşlı dede ve iki torunundan özür diledi. Zira epey rahatsızlık vermişlerdi. Ardından merdivenlerden çıkmakta olan garsona iki çay, iki tatlı sipariş etti ve arkadaşının karşısındaki sandalyeye oturdu. "Her şey bir yana, seni gördüğüme çok sevindim. Sen yoksun, Mustafa yok... Köy bomboş geliyordu bazen gözüme."
"Bizim ekip dağıldı hakikaten. E Latif de askere gitti. Gerçi normalde de bizimle konuşmayı bırakmıştı o. Arada selam verir geçerdi. Ne kadar namuslu uşak, başı önde yürüyor diye onu överlerdi. Anasının uslu uşağı... Eski günleri ne zaman hatırlasam Latif'in bizi beladan kurtardığı gelir gözümün önüne. Mustafa ve ben onun dengesini bozuyorduk." Yasemin vurdumduymaz bir şekilde güldü. Aslında amacı Azize'nin, arkadaşlarının gittiğine dair kurduğu cümlelere destek vermekti. Hatıralara dalınca fazla konuştu. Kıza unutmaya çalıştığı sızıları hatırlattığını fark etmedi.
"Ne kadar süre daha Samsun'da kalacaksınız?" Azize hızlıca konuyu değiştirdi. Sanki herkes bilerek isteyerek Latif'i katıyordu mevzuların arasına. Belki de o hep vardı, her kelimenin yanında, her anıda adı geçiyordu da Azize değişmenin ve büyümenin ne demek olduğunu öğreniyordu. Zira artık ismi başka manalar anımsatıyordu.
"Bana kalsa ben uzun süre dururum orada. Samsun güzel yer, eğlenceli. Alışveriş yapıyorum, sinemaya gidiyorum. Sahil kenarında dolaşıyorum. Köyü de özlüyorum geceleri ama gündüz o kadar çok eğleniyorum ki dönmek istemek bile aklıma gelmiyor. Hem yengem de bizi seviyor. Daha doğrusu çocuklarına bakan kaynanasını seviyor. Onlar işteyken annem torunlarıyla ilgileniyor. Abim ile yengem bazen bizim evde kalıyor bazen. Curcuna!"
"Tabi bu curcunadan memnunsun. Kimse seni kontrol etmiyor, istediğini yapıyorsun." Bu tespit Yasemin’in gözlerinden parıltılar geçmesine neden oldu. İki işaret parmağını arkadaşını doğrulttu takdir edercesine.
"Beni iyi tanıyorsun. Evet, annem çocuk bakmaya tövbe etmesine rağmen iki yaramazla uğraşıyor. Ben de istediğim gibi geziyorum. Keşke sen de olsan yanımda. Sahil, akşamları o kadar güzel ki..." Yasemin mest olmuş gibi bakarken Azize, yerinde rahat olduğunu düşündü. Samsun'da yaşamayı deneyimlemişti ve kaldığı süre yeterliydi. Aklına bir şey takıldı birden.
"İyi hoş, geziyorsun da senin sınava hazırlanman gerekmiyor muydu? Ne zamandı tarihi? Ders çalışıyor musun?" Yasemin, geldiğinden beri ilk kez gülmeyi bıraktı. Gerçeklerin acı ve ciddi tarafına parmak basan arkadaşının bu soruyu soracağını, köy ziyaretindeki esas amacını muhakkak anlayacağını biliyordu. Garson geldi, kızların çaylarını ve tatlılarını masaya koydu. Yasemin de biraz zaman kazandı. Kaçak cevaplar verecek değildi, hele de en yakın arkadaşına. Hatta son dönemde hiç olmadığı kadar dürüst davranacaktı.
"Mühim bir mesele konuşmam lazım" dedi. Bu sefer sesi normal düzeyde, bakışları tedirgin ve ciddiydi. Azize de anladı bir sıkıntı olduğunu. Tatlı yiyecekleri için şekersiz içeceği çayını önüne aldı, bardağın içindeki ufak kaşığı çıkardı. Arkadaşının konuşacağı mühim mesele için yaptığı hazırlık tamamdı. "Benim sınava girmem gerekiyordu biliyorsun. Sınava da az kaldı. Ama ben sınava giremem. Çünkü kayıt yaptırmadım. İşin kötüsü herkes benim sınava gireceğimi zannediyor. Öyle bakma! Söyleyemedim anneme. Azarından korkmadım tabi... Anla işte ilk kez böyle utandım. Günlerce gezeceğim diye kaydı erteledim, ah bu kafam. Sonra son gün de yetiştiremedim. Gittim elimdeki paranın bir kısmıyla kıyafet aldım, bir kısmıyla da sinemada film seyrettim."
Azize sessiz kaldı. Duydukları onu fazlasıyla şaşırttı. Yasemin'i teselli etmek niyetinde değildi. Üzülüp utandığını görebiliyordu fakat şu an için bu hisler faydasızdı. Nasıl olmuştu da bunca zaman eğlence uğruna insanları kandırmıştı? Veya gezip tomaktan bir saat feragat edip kayıt yaptırmak bu kadar mı zordu? Mustafa bile tüm haylazlığına rağmen bunu yapmazdı.
"Bir şey desene" diye sitem etti Yasemin. "Kızdın, anladım. Ama ne yapayım? Zamanı geriye alamıyorum. Hem beni de düşün Azize. İstemiyorum sınavlara girmeyi. Bir bitmedi şu okul hayatı! Sınav, sınav sınav! Sürekli sınav. Masa başında oturup resmi yazışmaları okuyacağım, evraklar içinde boğulacağım diye gençliğimin en güzel yıllarını heba edeceğim. Sonra da ömür boyu monoton bir hayat yaşayacağım. Yok, hayır! Bunu kabul etmemi herkes istese de sen isteme."
"Senden istemediğin bir şeyi yapmanı talep eden kimse yok Yasemin. Yalnızca dürüst olman gerekiyor. Annen baban sınava gireceğini zannediyor. En başından söyleseydin istemediğini, seni kayıt yapmak için zorlamazlardı. Biz kendi seçtiğimiz okulları tercih edecek kadar özgür yetiştirildik. Aynı şekilde kariyer seçimi yapmakta da özgürdük ve hâlâ öyleyiz."
"Tamam, ben hata ettim ama senin dediğin gibi olacağını da sanmıyorum. Başarımı kanıtlamamı, diploma almamı, yemek yapmamı, güzel konuşmamı, herhangi bir şeyi becermemi istiyorlar işte."
"Sevdiği, ilgilendiği bir konuda insanı başarıya teşvik etmekten daha güzeli yok ki. Kendi ağzınla söyledin, herhangi bir şey... Sen bir şeyi sev ve iste, ailenin desteği arkanda olacak. Her aile gibi onların da senden beklentileri var. Hayatın boyunca gezemezsin, sıkılırsın. Hiçbir şey yapmadan, sınanmadan boş boş yaşanmaz ki. Ama öğrendiğin bir bilgi, zaman ayırdığın, emek harcadığın bir sanat hep seninle olur. Yaşın ilerledikçe üstüne bilgi ve tecrübe katarak ilerlersin." Yasemin omuzlarını düşürdü bu sözlerden sonra.
"Ne yapacağımı bilmiyorum" dedi. "Neyi seviyorum? Hangi konuda yetenekliyim bilmiyorum. Sen hemşiresin, Mustafa ziraat ve tarım hususunda çalışacak, Gülcan tam bir terzi, Latif usta bir marangoz. Ben... Gerçekten bilmiyorum Azize. Ne yapmalıyım? Ya da gerçekten bir şey yapmam şart mı? Hayatı olduğu gibi yaşasam, bir gün sorumluluklarım artana kadar bana verilen imkânları kullansam olmaz mı?"
"Öncelikle sevgili arkadaşım" Azize sözünü kesip Yasemin'e şefkatle gülümsedi. Onun ne kadar iyi ve merhametli, sadık bir dost olduğunu biliyordu. İçindeki temiz ruh biraz hırçındı ama dürüsttü. "Yapman gereken bir iş, seveceğin bir konu muhakkak karşına çıkacaktır. Belki de maddi gelir elde etmek zorunda olmadığın, el yatkınlığı istemeyen ama ruhundaki incelikleri kullanmanı gerektirecek bir şeydir seni bekleyen. Hem sen zeki ve çabuk kavrayan bir kızsın. Anlatılanı anlarsın ama istemediğin için kaçtığın da bir gerçek. Problem değil, tekrar söylüyorum. Yaşamın boyunca mutlaka bir şeyi çok severek yapacaksın.
Bahsettiğin türden şeyler yapmanın şart olup olmadığı konusuna gelirsek, bence şart değil. Memur olmak, harıl harıl okumak ve sınavlara girmek herkes için şart değil. Herkesin farklı bir meziyeti var. Bu hayatta başka bir rolü var. Ama dürüst olmak, kendini yetiştirmek ve ruhunu doyurmak, yaşadığımız çevreyi ve bizden sonra gelecek nesilleri güzelleştirmek için elzem. Kimliğini bulmak, kâinatı ve insanı tanımak herkesten önce seni yaratana olan borcun. Hiçbir tahsilin olmasa da bunları aleminde oturtursan mutlu olursun. En azından yarını kocaman karanlık bir boşluk olarak görmezsin. Bir baharla yetinirsin, bahçenden topladığın sebzeyi gönül rahatlığıyla yersin."
Yasemin elini çenesine dayamış Azize'yi dinliyordu. Bu kız nereden buluyor bu sözleri, diye geçiriyordu aklından. Takdir ediyordu, dinledikçe rahatlıyordu. Şimdilerde okul, sınav ve iş konusunu konuşmak istemiyordu. Azize'nin sözleri ilaç gibi geldi kulağına. Ve ruhundaki cılız, aç boşluğa dokundu. "Deneyeceğim" dedi hayatına çeki düzen vermek isteyerek. Hayatta adının yanına hiçbir vasıf konulmasa bile, ailesinin ahlaklı ve doğru sözlü kızı olarak anıldıkça mutlu olduğunu hissederdi. Fakat yaptığı sorumsuzlukla onu en çok seven iki insanın güvenine zarar verecekti, kalplerini kıracaktı. Doğru, sınavlara girmek istemiyorum. Belki de tembelliğimi bahanelerle örtüyorum. Ama deniz kenarında oturup dondurma yemenin keyfini hiçbir ders kitabında bulamam ki! Aklından bu düşünceler geçerken omuz silkecekti ki birden tereddütle gülümsedi.
"Biliyor musun Azize? Çok güzel kamyon sürerim." Azize ağzına aldığı bir lokma tatlıyı zor yuttu. Yasemin'in düşünceli sessizliğinin bu sözlerle bozulacağını tahmin etmemişti. "Sence bu bir yetenek sayılır mı?"
"Bence bu epey heyecanlı ve eğlenceli bir yetenek! Gerçekten sürebiliyor musun yoksa bu bir şaka mı?"
"A hayır, şaka değil. Gerçekten sürüyorum. Samsun'da öğrendim. Alt kat komşumuz Ziya amcanın kamyonu var. Şehirden biraz uzaktaki tarlasına giderdi her gün. Bazen biz de onunla birlikte oraya piknik yapmaya giderdik. Orada öğrendim. Küçük de değil ha, kocaman kasası var."
"Zeki ve akıllı olduğunu söylemiştim değil mi? Elinin yatkın olduğu bir iş var muhakkak. Yalnızca öğretmenlerine kavga etmemeli ve yaptığın işi sevmelisin. O zaman kocaman bir kamyonu bile kullanabilirsin."
"Direksiyonsuz da kullanabilir miyim acaba?" Yasemin övgüleri dikkate almadı ve geçmişteki bir anıya ithafta bulundu. Azize arkadaşının imasını anlayınca sesli gülmemek için elini ağzına bastırdı. Yaylaya çıkan virajlı, bir tarafı uçuruma bakan taşlı yollarda kasasında on tane koyun olan bir kamyona binmişlerdi. Kamyon Yasemin'in amcasına aitti. Kızlar hava alsın diye onları da yanında götürmeyi teklif etmişti. Yükseklik arttıkça düşen hava sıcaklığı, dümdüz çayırlara giden mesafenin azaldığının habercisiydi. Kızlar pencereyi açıp temiz havanın tadına varıyorlardı. Keyifli bir gündü, iki en yakın arkadaş bir aradaydı. Yanlarındaki bez torbada kendi elleriyle hazırladıkları yiyecekler vardı.
Sonra bir anda Yasemin'in amcasının ağzından argo sözler çıktığını duydu Azize. Cam kenarında oturan oydu. Dönüp baktı ne olduğunu görmek için. Direksiyon adamın elindeydi ama yerinden çıkmıştı. Adam kamyonu tam vaktinde durdurduğunda ön cama yapışmaktan son anda kurtuldular. Arkadaki koyunların sesleri ilişiyordu hepsinin kulaklarına. Bir süre endişe etti ama usta sürücünün çabucak rahatlayan yüz hatları ve Yasemin'in heyecanlı tavırları kıza güven verdi. Sanki her gün kamyonun direksiyonu yerinden çıkıyordu da fren kullanarak dura kalka yol alıyordular. Zaten kısa sürede de direksiyonu yerine taktılar.
"Hayatımda yaptığım en değişik yolculuklardan biriydi" dedi Azize. "Eğer sen de sürücülük konusunda amcana benzemişsen kamyonuna gözüm kapalı binerim."
"Muhtemelen bir daha da açamazsın." İkisi birlikte kahkaha attılar. Çaylar soğumuştu ama muhabbetin sıcak noktasına vardıkları için bunu önemseyecek halde değildiler. Zaman durmuş, sorumluluklar unutulmuş gibi konuşmaya devam ettiler. Azize çocukluğunun tüm keyifli anılarını hatırlamak ister gibi zihnini zorluyordu. O sıra endişe içinde beklemeyi reddeden Firdevs'in kafeye gelip ortamdaki neşeyi gördüğünü ve öğle arasının bittiğini fark etmemiş, Akif'i okuldan alma sözünü de unutmuştu.
***
Yasemin üç gün Azize'yle kaldıktan sonra annesinin yanına döndü. Tüm cesaretini toplayacak, gerçekleri olduğu gibi anlatacak ve özür dileyecekti. Eğlenmek için kendine vakit ayırsa da esas sorumluluklarını da yerine getirecekti. İşte böyle söz vermişti arkadaşına. Güzel ve tatlı bir vedanın ardından, yeniden görüşmek üzere ayrıldılar.
Hayat Azize için kaldığı yerden devam edecekti. Çocukluğuna da böyle uzaktan el sallamamış mıydı? Günlere ayak uyduruyor ve büyüyordu. Bir gün yeniden ağaçlara tırmanamayacağını, dere kenarında bir dilim tereyağlı ekmekle piknik yapmanın zevkini bulamayacağını, olmayan hazineleri çıkartmak için arkadaşlarıyla beraber toprağı kazamayacağını bilmeden hepsini son kez yapmıştı. Tüm bu anılardan razıydı.
Sağlık ocağına gittiği sabah Firdevs'in biraz soğuk davrandığını fark edince ona olanı biteni anlattı. Dönüp haber vermenin aklına gelmediğini söyledi. Aynı şekilde Akif'in de gönlünü almıştı. Yoğun ve karmaşık bir hayatı yoktu. Verdiği sözleri unutmayacak kadar dinçti zihni. Yasemin öyle bir oyuna kalkışmasaydı ne Firdevs'i telaş içinde bırakırdı, ne de Akif'i okul bahçesinde. Küçük beyi her sabah ön koltuğa oturtarak okula götürme sözü verince, aralarında hiç dargınlık kalmadı.
Yine Hatice teyzenin yanına gitti. Köylerdeki hastaların ilaçlarını götürdü. Babaannesiyle ilgilendi, hava güzelse yürüyüş yaptı. Bazen Gülcan gelip gitti, Emine yengesine uzaktan selam verdi. Kadının zayıflayan ve gün geçtikçe gülmez olan yüzüne bakmak kasvet bulutlarını anımsattığından gerekmedikçe aynı yerde oturmazlardı. Onlar gelince Azize bahçeye çıkar, nane, kekik toplardı. Mandalinalar on gün içinde yeşil renge veda edip tatlı bir sarıya bürünecekti. Sepetini doldurmak için gün sayıyordu. Biraz Hatice teyzeye götürecekti. Çoğunu da akşam sobanın başında otururken yiyecekti. Kabuklarını da sobanın üstüne koyup odaya yayılan mis kokunun keyfini sürecekti.
Okulun ikinci haftası bir perşembe günüydü. Akşam Akif ablasının odasına geldi. Elinde üç tane defter kâğıdı vardı. "Abla bak, bu gün resim çizdik" dedi. "Öğretmenimiz bize aile üyelerimizi tanıtmamızı söyledi. Sıra bana gelince de herkesi anlattım. Seni de söyledim tabi. Arabayla gelen kişi senin ablan mı, diye sordu öğretmen. Evet dedim. Sonra teneffüse çıktık. Biraz oyun oynadık ve derse döndük. Aslında sayı saymayı öğrenecektik ama öğretmen resim yapacağımızı söyledi. Resim defterimiz yoktu, yazma defterimize yaptık. Herkes annesini, babasını, bir de kardeşlerinin resmini çizecekti. Çizdik ve sırayla öğretmene gösterdik. Çok beğendi. İmza attı ve kâğıtların arkasını çevirip canım annem, canım babam, canım kardeşim yazdı. Biz yazamıyorduk ya o yüzden. Hepimizinkiyle uğraştı tek tek. Çok iyi bir adam, ben de onun gibi olacağım. Bak bu sensin, ben çizdim. Bunu sana hediye ediyorum. Gerçi senin kâğıdının arkasına biraz da uzun yazı yazmış ama... Ne yazmış ki abla?"
Azize çocuğun çizdiği resme değil, kâğıdın arkasındaki yazıya odaklandı. Bu üç kıtalık bir şiirdi, karışık yazısıyla Edip öğretmenin kaleminden çıktığı kesindi. Son satıra da kısa bir not iliştirmişti. Kibar kelimelerle şiirin güzel olup olmadığını soruyor, bir dergi editöründen önce Azize'den yorum yapmasını istiyordu. "Bu ne cüret?" diye fısıldadı genç kız. İki kere gördüğü bir adamın, evine kadar not göndermesi ürpermesine neden oldu. Yüzünün renginin beyaza döndüğüne emindi. Evime kadar not göndermiş, bir de utanmadan çocukları oyununa alet etmiş. Nereden alıyor bu cesareti?
"Ne dedin abla? Beğenmedin mi?"
"Beğendim... Beğendim Akif. Ama bir şey soracağım sana. Bunu başkasına gösterdin mi? Resimlerini birisi gördü mü?"
"Yok... Önce sana getirdim. Babama işten dönünce, anneme de aşağıya inince vereceğim."
"Tamam, hadi götür ver resimleri. Çok güzel olmuş, annen de görsün." Çocuğun yüzünü güldürerek aşağıya yolladı ama içinde öyle bir öfke birikmişti ki haykırmak istiyordu. Hışımla kalktı yerinden.
"Hadsiz adam! Evime kadar şiir yollamış utanmadan!" Elindeki kâğıdı parçalamak niyetiyle sıkıyordu. Şakaklarındaki damarların hareketlendiğini hissedebiliyordu. Pencereyi açmak istedi, aşağıya ses gider diye vazgeçti. Yatağın üstüne fırlattı kâğıdı. "Nasıl yapar bunu? Hiç tanımadığı bir insanın evine, yorumlaması için şiir göndermek de nesi? Elimizi uzattık yardım ettik, başımıza iş açacak! Çocukları pis oyununa alet etmek yakışıyor mu kocaman insana? Neymiş, Cumartesi bir dergiye gönderecekmiş de şiiri, bence güzel miymiş? Berbat! Basit ve kötü..." Hışımla yatağa oturup şiiri aldı tekrar. Üstünkörü göz gezdirdi. Bir nebze azalma olmamıştı öfkesinde.
"Şu kelimelere bak! Yürek, kasvet, acı..." Midesi bulanır gibi yüzünü buruşturdu. Sağlıklı ve sakin düşünemediğinin farkına varması uzun sürdü. Sakinleşmek için kendine zaman vermiyordu. Çünkü yardım etmek için arabasına aldığı birinin günler sonra bu hadsizliği yapması o kadar acayipti ki kötü ve anlamsız bir rüyanın içine düşmüş gibi hissediyordu. "Ben bunun hesabını soracağım senden öğretmen bey! Çocuğu kandırıp evime şiir göndermek ne demekmiş göreceksin!"
***
Azize sabah daha sakin uyandı. Zihnini meşgul eden şiir meselesini halledecek kadar dinç ve kararlıydı da aynı zamanda. Elini yüzünü yıkadı, odasını topladı. Buruşturarak bir kenara attığı kâğıdı alıp kabanının cebine koydu. İçine taş koyup öğretmenin penceresine atmak geçse de aklından bunun fazla aykırı bir davranış olacağını düşündü. Edip'e net bir dille uzak durması gerektiğini ihtar edecekti. Dolabından eteğini çıkardı, siyah düz bir kazak seçti. Sonra da çantasını alıp aşağıya indi. Akif'ten erken kalkardı genelde. Mutfakta zaman geçirir, kahvaltı hazırlardı. Babaannesinin sobayı çoktan yaktığını bilirdi.
Aşağıda günlük işleri halletti. Çayı demledi, sofrayı hazırladı. O sırada da herkes uyandı. Kahvaltı faslı bitince aceleyle kalktı. Bu gün üstündeki gerginlik ve telaş bariz okunuyordu yüzünden. Mehmet bir iki kez ne olduğunu sordu ısrarla ama cevap alamadı. Azize kardeşiyle birlikte evden çıktı. Okula gelene kadar çok az konuştu. Akif söylemese arabayı hızlı sürdüğünü bile fark etmeyecekti. Hava hafiften kapalıydı. Kalın montunun içinde zorla hareket eden kardeşinden önce indi arabadan. Çocuğun kapısını açtı. O inene kadar da çantasını aldı. Eline verdi.
"Hadi bakalım, iyi dersler sana. Sen yine çocuklarla dön, ben yetişemem seni almaya."
"Olur, bana çikolata getirir misin?" Azize Akif'in başını okşadı. Sorusuna olumlu cevap verdi. Gözü okulun kapısındaydı. Normalde bu kadar çabuk kabul etmezdi çikolata almayı. Akif de şaşırdı ama sevindi. Koşarak sınıfına girdi. Azize birkaç dakika daha bekledi. Kandırmaktan çekinmediği öğrencisini gören Edip birazdan dışarıya çıkardı. Nitekim öyle de oldu. Öğretmen koşar adımlarla koridordan geçti. Azize'yi görme umuduyla acele etti. Kızın ruhunda esen fırtınalardan haberi olsa, böyle hevesli davranır mıydı?
"Azize hanım... Hoş geldiniz... Yani, burada olduğunuza göre... Tahmin ettiğim şey için beni bekliyor olmalısınız."
"Öyle" dedi Azize. Elini kabanının cebine atıp, gözlerindeki tehlikeli ifadeyle öğretmene baktı. "Karalama yapacak kâğıt bulamamış olacaksınız ki kardeşimin çizdiği resmi mahvetmekten çekinmemişsiniz." Edip, şiiri için kullanılan bu öfkeli kelimeden hoşlanmadı. Karalama yapmıyordu, yazdıklarını eleştiriye sunmuştu ve Azize'ye ulaşmak için böyle bir yol kullanmıştı. Ama bu kız buruşturup çöp haline getirdiği kâğıdı uzatırken, yüzünde iğrenmiş bir ifade vardı. Edip tek kelime duymasa da sadece bu hareketle bile başına hakaretler yağdığını hissederdi. "Bu sizin öğretmen bey. Şiirlerinizi kaybetmeyi bırakın artık. Aksi halde bir daha size ulaşmazlar. Sobanın ateşine atıp küle dönüşmelerini izlemekten çekinmem." Tehditkârdı, netti ve öğretmenin zihnindeki kelimelere paçavra kadar değer vermediği açıktı.
"Böyle bir tavır sergileyeceğiniz aklımın ucundan geçmezdi" diyebildi Edip. Fazlasıyla sarsılmıştı. Birkaç kelimeyle yorumlanmasını istediği şiirin yazıldığı kâğıda eli gitmiyordu bile. Çocukların buruşturup top niyetiyle üstüne bastıkları değersiz bir çöptü artık o. "Sadece fikirlerinizi öğrenmek istemiştim. Beğendiğinizi veya beğenmediğinizi söylemeniz yeterliydi."
"Nasıl oluyor da kendinizde bu hakkı görüyorsunuz? Bu ne küstahlık!" Azize dün uyku sebebiyle üstünden attığı sinirini bir hırka gibi giydi yeniden. Bu adamdan özür bekliyordu, geri adım atmasını ve pişman olduğunu görmek istiyordu. Öyle olsun ki burada görev yaptığı süre boyunca tatsızlıklar yaşanmasın. "Kimsiniz ki evime kadar şiir gönderip bir emrivakiyle onu yorumlamamı istiyorsunuz? Düşüncesiz ve hadsizsiniz!"
"Bu kadar hakaret yeterli! Sözlerinize dikkat edin lütfen!"
"Niye, yeni şiirler gönderesiniz diye mi?"
"Bu derece sinirleneceğinizi tahmin etmedim. Burada..." Elini kaldırıp çevreyi gösterdi Edip. "Bir tane muhatabım yok. Konuşacağım kimse yok. Danışıp bilgi alacağım, oturup istişare edeceğim kimse yok ve aklıma siz geldiniz. Hepsi bu. Şiir güzel mi değil mi diye sordum. İlan-ı aşk etmişim gibi davranıyorsunuz!"
"Alçaltın sesinizi... Hem ne haddinize!" Azize istemsizce geri çekildi. Öğretmenin savunmasına değer vermiyordu ama böyle kelimeleri çocukların gelip geçtikleri yerde kullanmak çok yanlıştı. Ah bir laf söz olacaktı, o zaman çıkamayacaktı işin içinden. "Bakın, ilk ve son uyarım. Bir daha asla böyle bir hata yapmaya kalkmayın. Kâğıdı gönderdiğiniz kişinin genç bir hanım olduğunu, şiir başkasının eline geçse meydana gelebilecek olumsuzlukları düşünün hiç olmazsa. Maruz kalacağım sorular geçsin aklınızdan. Bu kadarını yapabilirsiniz bence. Bunu bir yalvarış olarak algılamayın üstelik. Net ve kati bir ret cevabı bu. Bir daha çocukları da kandırmayın."
"Daha kibar olabileceğinizi düşünmüştüm."
"Ben de sizi düşünceli davranabilecek bir beyefendi zannetmiştim."
"Hata ettim, kabul ediyorum. Siz de hadsiz ve küstah olduğuma dair sözlerinizi geri alın lütfen."
"A hayır, asla! Bu konuşmayı burada bitiriyorum. Bir daha yapmayacağım, bir daha karşılaşmayalım ve bir daha sınırlarınızı aşmayın!"
"Merak etmeyin, inceliklerden anlamayan birinin eline şiirlerimi teslim etmem artık."
"İncelikler mi?" Azize alayla güldü. "Daha önce bu kadar kaba ve üstünkörü yazılmış bir kelime bütünü okumamıştım."
"Kelime bütünü mü? Şiirimi kast ettiniz herhalde?"
"Artık, bana her ne ulaştırmaya çalıştıysanız onu..." Edip derin bir nefes aldı. Ciddi anlamda yorulduğunu, kırıldığını ve yıprandığını hissediyordu. Yazı yazmak başlı başına zordu, hislerini düzgünce aktarmak ve okuyan kişiye yansıtmak uzun ve çaba gerektiren bir süreçti. Şiirleri ehline teslim etmek ise nasipti. Ve öğretmen bey bir adım bile ileriye gidemediğine inandı.
"O kadar kötü olduğunu fark etmemiştim" dedi omuzları düşmüş halde. Şahsına yapılan hakaretleri dert etmiyordu bile o an. Fakat Azize zihninde tasarladığından daha fazla can yaktığını göremeden intikam alır gibi, buz kesmiş sesiyle saldırmaya devam etti.
"Basit, eline kalemi alan herkesin yazacağı türden bir şeydi. Gönderdiğiniz dergi editörünün göz gezdirmeden elinin tersiyle iteceğinden emin olabilirsiniz öğretmen bey." Genç kız elindeki buruşmuş kâğıdı, öğretmenin almaya cesaret edemeyeceğini anlayınca öylece yere bıraktı. Karşısındaki adamın bembeyaz olmuş yüzünü, düşmüş omuzlarını, büyük bir düş kırıklığının işaretleri olarak görmedi. Pişman olduğunu, utandığını, daha bir iki kez gördüğü genç bir kıza pervasızca not göndermenin yanlışlığını fark ettiğini düşündü. "Umarım bu vesileyle de şiirinizi yorumlamışımdır" dedi. Beklediği gibi sessizliğe gömülmüştü Edip. Bir daha böyle bir davranışta bulunmak bir yana, Azize'nin adını anmak istemezdi. Sağlık ocağı, hemşiresini bekliyordu. Ders saati de gelmişti. Okul bahçesi sert bir tartışmanın ardından eski sessizliğine bürünecekti.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
7.35k Okunma |
742 Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |