Oturduğu büyük ve geniş taştan kalktı Firdevs. Olayları anlatıp bitiren arkadaşına iki çift lafı vardı. Onun kadar sert olamazdı ama uyarı yapma gereği duydu. "Ne oluyor sana Azize? Kafan çok dağınık bu günlerde, oturup bir çay dahi içemiyoruz. Dalgınsın, telaşlısın. Okulda, işte arkadaşım olarak tanıdığım kız gibi davranmıyorsun. Sen bu değilsin. Böyle öfkeli, hemen kızan ve çok az tanıdığı bir adama hakaretler yağdıracak birine ne zaman dönüştün? Seni çok uzun zamandır tanıyorum. Sabrına ve dik duruşuna hayranım. Belki biraz mesafeli, yabancılara karşı soğuk, kendiyle mutlu olan biriydin. Ama anlattığın hikâyedeki öfke kusan kişi sana hiç benzemiyor.
Bir sebebi mi var? Canını sıkan, seni tahammülsüz yapan her neyse söyle. Yok deme, saklayamıyorsun çünkü. Bana değilse de ailene söyle. Babanı gördüm, senin için her şeyi yapacak bir adam. Onun yanında rahat hisset bari. Herkesin problemlerini dinliyorsun, insanların sağlığıyla ilgileniyorsun ama sıra kendinden bahsetmeye gelince sır küpü oluyorsun. Ben... Kabul ediyorum meraklı bir insanım. Yine de samimiyetle söylüyorum ki iyi olacaksan, sana dert olanı ben bilmesem de olur. Kimin yanında iyi hissediyorsan ona git. Aksi halde...
Evine şiir gönderdi ve hoşnut olmadın öyle mi? Tamam, kabul ediyorum yaptığı doğru değil. Rahatsız edici bir şekilde fazla cesur davranmış. Ben de kızdım. Zor durumda kalmana neden olabilirdi. Ama senin sarf ettiğin sözler de doğru değil. Öğretmenin düşüncesiz teklifini reddetmenin birçok yolu vardı. Bağırıp çağırmak da bunlardan biri olabilirdi, her ne kadar kulağa hoş gelmese de bu yolu seçtin. Peki sence... Adamın yazdığı şiiri buruşturup yere atmak etik bir davranış mı? Bence senin önünde sus pus olması yaptığı davranıştan utandığı değil, hislerini ezip geçtiğin için kırıldığı anlamına geliyor. İnsanlar birbirlerini tanımasalar da kırılabilirler Azize. Ve sen adamı epey hırpalamışsın.
Belki bilerek yaptın, canını acıttın. Eline ne geçti? Gönlünün rahat olduğunu, intikam aldığın için huzura kavuştuğunu sanmıyorum. Tatsızlıktan zevk alan biri değilsin. Düşündükçe neden yaptığını sorgulayacaksın belki de. Keşke ileri gitmeseydim diyeceksin. Bu kısmı vicdanına bırakıyorum. Ben, sende gördüğüm huzursuzluktan söz edeceğim artık. Kendine baksana bir, diken üstündesin sanki." Derin bir nefes alıp elini kalbine götürdü. "Şurana batan bir şey var senin. Ve sen sustukça, kendini inkâr ettikçe farkında olmasan da öfkene yeniliyorsun. Biriyle tanışmaktan, anlaşılmaktan, yeni bir yakınlıktan... Azize sanki sen sevilmekten korkuyorsun."
***
Ekim 18
Ben henüz küçük ve yalnız bir kız çocuğuyken babam sayesinde elime aldım kalemi. Yazmakla tanıştım, kendime kelimelerden sırdaş buldum. Defterlerden duvarlar ördüm. Sayfalara sığındım. Ben henüz küçükken, çokça üzüldüğümü hatırlarım. Bir başıma kalmakta çok erkenci davrandığımı söyler her satır. Beni hatalarımla birlikte usulca sinesine sarar. Anne hayalinden önce yazmışım babamın elini tutmaktan aldığım hazzı. Ve dün gibi hatırımda niyetiyle beni yalnız bırakışı.
Beni tanımayan bir defter, anlattığım seneleri uzunca dinler. Fakat ben aştığım, geride bıraktığım kötü anıları yeniden zikretmeyeceğim. Oturup içimi dökmeyeli seneler olmuş. Ne zaman kalemi bırakmışım? Hayatıma başka bir sürü şey girmiş olsa gerek. İlaçlar, otlar, kremler... Beden şifası için koşturmak hazzının tadı damağımda. Ama dilinden zehir akanın elindeki şifaya kim itibar eder? İçinde ayrık otları büyüyen birinin diğer mis kokulu çiçekleri ölmez mi?
Oysa ben çok güzel insanlarla tanışmıştım. İyi biri olacaktım. Davut hocanın gür sesinden nasihat dinlerken kendimi nasıl da huzurlu hissederdim. Dedemin yanında gazete okumayı özledim. Mustafa ve Yasemin'le dolaşmayı, Latif'e güvenerek yola çıkmayı özledim. Hepsi gitti... Geçmişim bir mezarlığa, anılarım tazelenmesi mümkün olmayan hikâyelere dönüştü. İçimde korku bıraktılar. Babam beni bir köprüde bıraktı.
Babaannem dedemin yanına geç gitsin diye dikkatli davranıyorum bu yüzden. Vakti gelen ecele müdahale etmek değil bu, önlem almak. Elimden geldikçe yengemin yükünü hafifletmeye çalışıyorum. Yüzündeki çizgiler belirginleşiyor, benimle bir anne gibi ilgilendiği yılların hatırına kalbimde ona ayırdığım yer çok büyük. Babam uyandığı her güne, zihnimden silmeye çalıştığım geçmişimin yüküyle başlıyor. Benden sessizce özür diliyor. Hiç vazgeçmedi. Ona kızmayı bıraktığımı belki de anlayamadı. O babasız kaldığında, biz yeniden arkadaş olduk. Unutuyor sürekli.
Ve Latif... Zaten uzağımda. O, Yasemin ve Mustafa gibi değil. Sanki o benim en sevdiğim ama benim en uzağım, hiç ulaşamayacağım... Aylardır yok. Şu köyün yokuşlu sokaklarında karşılaşma ihtimalimiz bile güldürürdü yüzümü. Araya aşılmaz mesafeler gireceği aklıma gelmezdi. Latif'in bir gün başkasını sevmesi muhtemelmiş meğer. Koruyup kolladığı kızı çocukluğunda bırakması, yeni bir hayata başlaması canımı kasıp kavuran bir gerçekmiş. Nasıl olmuş da benim çocukluk arkadaşlığım, masum sevgim sızılı bir özleme dönüşmüş?
Kaybetmek ve korkmak. Bu yaşımda hâlâ bu iki vehmi içimde büyüttüğümü fark edeli çok olmadı. Hakikatli bir arkadaşım, lafını esirgemedi ve beni hatalı davranışlarım sebebiyle uyardı. Sabırlı, dayanıklı kişiliğimi hatırlattı. Ben direnmeyi bilirdim. Belki öğrendim, belki bu fıtratta yaratıldım. Seneler öncesinde olgun bir kız olmam gerektiğine dair pek çok nasihat dinledim. Ve böyle yaşamayı sevdim. Bir gün dalıp uzaklara, kendimi unutacağım hiç aklıma gelmedi.
Ana yolu çaylıklardan ayıran derenin köy tarafında, sekiz yaşımdan sonra bulduğum ailemle uzunca yaşayacağımı zannederken bavullarını topladıklarını gördüm. Her vedada, alıştığımı sandım. Sessizdim, dikti omuzlarım. Meğer ben ne çok üzülmüşüm. Hep istemişim ki; kimse gitmese, babam, babaannem, yengem yine köyde kalsalar. Akif'i okula götürüp getirsem, Mustafa sınavını bitirse atışıp dursak... Latif benimle karşılaşınca, hiç söyleyemeyeceğim şeyleri bakışlarımda görse. Başını eğip, yanımdan geçip gitmese... Ne çok hayalimi yazdım! Soğuk buldukları kalbimin de sevdikleri varmış.
Yazmak ruhuma ayna tutuyor. Bunu görmezden gelmişim. Çalışmakla kandırmışım, çiçeklerle okşamışım, birkaç yaşlı dostla tanıştırmışım ruhumu. Ama görüyorum ki yetmemiş. Mutfaktaki kavanozların içinde bulunan ilaçlara burun kıvırması bundandı. Ne yapsam memnun edemediğim bir tarafı vardı. Ondan bahsetmemi istiyordu. Susturulmaktan bunalmıştı. Babam beni nereye götürse gidiyordum, ne dese yapıyordum ya... Ruhumu da öyle sözüme boyun eğdiririm zannettim.
Birkaç satırda ona kendi yansımasını gösterdim. Ya da ona yaptıklarımı yazdım. Burukça gülümsetiyor beni, masum ve çocuksu bir yanı var. Öfkesini tanırım, gelir gider, uzunca terk etmez yerini. Fakat birini hor görmekten, hislerini çöp gibi yere atmaktan utanır. Babasının evleneceği kıza bağırdı diye, babasından hatıra kalan tek çikolatayı ona vermişti. Özürdü bu ve kabul edilmişti.
Peki, öğretmen bey? Ona hangi çikolatayı verse kırılmış hevesini yerine getirebilir? Ruhumun çocuk yanının cevap bulamayacağı kadar ağır bir soru bu. Bir kelimenin Türkçesini hatırlayamadığında utanırdı yalnızca. Kelimelere dökülmüş hislerin yakılmakla tehdit edilmesinin derin sarsıntısını bilemez. Bunu ben düşünmeliyim. Haklılığımı savunabilirim. Edip beyi kendimden uzaklaştırmak, onu bir sır olarak geçmişte bırakmak en doğrusu biliyorum. Üstelik onunla konuşmam hiçbir koşulda uygun değil, dinen doğru değil. Davut hoca olsa "namahreme yaklaşmayın, ateştir" derdi. Hocam yok ama sözleri kulağımda çınlıyor. Latif de bu sebeple başını eğmiyor mu yanımızdan geçerken? Fakat rafımda duran şiir kitaplarına gözüm çarptıkça o gün söylediklerimin ağırlığı gözümde büyüyor. Bir kere yanlışın sökük ipini doladım parmağıma. Kaçmaya çalıştıkça dağıttım.
Yabancı zihnini evime sızdırmasına öfkelendim. Özür dilemek ve yaptığının yanlış olduğunu söylemek yerine her şey normalmiş, biz senelerdir tanışıyormuşuz gibi bir tavır takınmasını uygunsuz buldum. Uzak dursam da yakınıma gelecekti, durmayacaktı. Belki o bir akrabamız olsa "okumayı seviyorsan benim yazdıklarıma da bakabilirsin" dese her şey daha normal görünürdü. Ama habersiz olduğum bu hamle, ağır geldi. Hayatıma giren insanlar, şakalar, notlar, değişmeye başlayan düzen ve babaannemin o gün sofrada söyledikleri içimde karmakarışık bir öfkenin barutunu ateşledi.
Öğretmen beyin yüzüne onunla bir daha görüşmek istemediğimi haykırırken, babaanneme bu köye yabancı bir sevda getirmemesini mi söylemeye çalışıyordum? Ah benim sızısını duyup da yarasını sarmadığım ruhum! İyi kötü, her duyduğumu içimin bahçesine tohum niyetine ekip de viranelere zemin hazırladığım için önce senden özür dilemeliyim. Büsbütün kötü değilim. Sen bilirsin, ben gülümsemeyi de severim. Yakışırmış da, çocukken öyle duymuştum birinden.
Firdevs'e tek kelime edemedim o gün. Düşünmeye ihtiyacım vardı. Haklı mıydı yoksa içindeki yumuşak kız mı konuşuyordu? Anlamam lazımdı. Ona kalsa yoldaki bir eşkıyayı da arabasına alabilirdi çünkü. Kıyaslarımız farklı bizim. Bu sebeple ben de kendimi, cevaplarımla birlikte yeniden bir defterin başında buldum. Görmezden gelmek bazı yaraları sarmıyor ve o bazı yaralar ruhumda açılmış. Hangi merhem iyi gelir? Pek bilemiyorum...
Öfkemin ve tahammülsüzlüğümün tek sebebi evime gönderilen şiir değildi. Bunu kabul etmeye başladığımı yazmalıyım. Bazı korkularımı uyandırdılar. Dudaklarını dişleyen tedirgin bir kız haline gelmiş buldum kendimi. Fakat... Öğretmen de bütünüyle masum değildi.
***
24 Ekim
Bu gün Akif çantasından bir dergi çıkardı. Nereden aldığını sordu babam. Fotoğraflara bakması için öğretmen vermiş. Diğer çocuklara da birer gece incelemeleri için verecekmiş. Akif halının üstüne açtı dergiyi, fotoğraflara baktı biraz. Siyah beyaz gün batımından, sayfanın kenarına iliştirilmiş çiçek deseninden zevk almadı. Yazıları okuyamadı, sıkıldı. Güldüm onun haline. Yaşından büyüktü bu dergi. Ve aslında ona verilmemişti.
Biraz sabredip, dergiyi bana vermesini rica ettim. Hemen yerinden kalkıp dergiyi uzattı. Sayfaları çevirdim, tanıdık bir isim gözüme çarpana kadar durmadım. Sonra bir şiir gördüm, Edip öğretmene aitti bu. Göndermiş editöre ve yayınlamışlar. Elimdeki sayfaları yüzüme çarpan bir cevap olarak görmedim o an. Sakindim, hatta nasıl olduysa sevindim.
Çabalayıp, çöpe attığım şiirden daha güzelini yazmakla bana büyük bir iyilik yapmıştı. Hayatına kaldığı yerden devam etmesi, onu kırmaktan çekinmeyen birine başarısını cevap olarak göndermesi güçlendiğinin işaretiydi. Yarın gidip kendi ellerimle teslim edeceğim dergiyi. Ödeştiğimizi söyleyeceğim. Bu mesele artık son bulmalı. Öyle olsun Allah'ım. Edip beyle karşılaşmak istemiyorum bir daha.
***
Kollarını göğsünde bağlamış Edip'in yanına, ağır adımlarla yürüdü Azize. Adamın bakışları yerdeydi. Üstünde kalın bir mont vardı. Köylere soğuk düşeli çok oluyordu. Öğretmen içeride sıcak sobanın başında ısınmak yerine, derenin gürültüsünü dinlemeyi tercih etmişti bu gün de. Artık dillendirmese de kabullendiği bir gerçek vardı. Azize'yi bekliyordu. Ve kız son gördüğünden daha sakin yaklaşıyordu yanına. Boğazını temizlediğini işitti.
"Hayırlı sabahlar." Kızın sesindeki yumuşaklık ölçüsü duymak istediği kıvamdaydı. Elinde dergi tutan Azize'ye baktı zafer kazanmış bir asker edasıyla.
"Hayırlı sabahlar Azize hanım. Bu sefer kaybetmemiştim ama elinizde şiirimi tuttuğunuzu görüyorum. Üstelik kafama atmak üzere, değersiz bir çöp gibi buruşturmamışsınız. Evinize dergi gönderdiğim için de kızmış gözükmüyorsunuz."
"Yine aynı davranışta bulunduğunuzu kabul ediyorsunuz yani?"
"Bu sefer yapmak zorundaydım. Aksi halde başardığımı, ünlü bir dergiden kabul gördüğümü öğrenemezdiniz." Öğretmen özgüvenle konuşuyordu. Bu kızın ona sarf ettiği her kelime aklındaydı. Günlerce zihnini meşgul etmişti. Bazen bir hançer gibi saplanmıştı yüreğine, bazen inatçı intikamların ateşini körüklemişti. Ve nihayet, başarının gücüyle bağırıp çağırmadan ona hakaret edeni susturmuştu. Utanç emareleri geziniyor mu diye karşısındakinin yüzünü izleme sırası öğretmendeydi. Aradığını bulamadıysa da zaferinin tadını çıkartmaya devam etti.
"Tebrik ederim. Başarmanıza sevindim. Bu vesileyle de sizinle yeniden konuşabilme fırsatı buldum."
"Yüzümü görmek istemediğinizi zannediyordum."
"Öyleydi fakat düşünme fırsatı bulunca bazı cümlelerimin ağır olduğunu fark ettim. İyi niyetli olduğunuzu iddia etseniz de kabahatiniz büyüktü. Yine de yazılarınızı aşağılamak bana düşmezdi."
"Şunu mu anlamalıyım? Şiir gönderdiğim için kızgınsınız, kâğıdı buruşturup ayağıma attığınız için üzgünsünüz."
"Kısmen..." Öğretmen, Azize'nin özür dilemeyi bilmediğini düşündü. Kusurunu tamamen kabullenmiyor, kabahatleri taksim ediyordu. Gerçi bu da bir başlangıç sayılırdı ama insana zaferin hazzını tam anlamıyla yaşatmıyordu. Mağrur duruşunda soğuk, rakibini ezen bir taraf vardı. Bir yandan da iyi biri olmaya çalışıyordu. Duvarların ardındaki çekimser ruhu, ipleri elden bırakıp teslim olamayacak kadar stratejik davranıyordu.
"Peki, ben de kısmen sizi bağışlayabilirim o zaman. Hâlâ hatırımda beni hadsizlik ve küstahlıkla itham edişiniz. Ve gördüğüm kadarıyla bu sözleriniz için de pişman değilsiniz."
"Belki düşüncesiz demekle yetinebilirdim. Her neyse... Siz de kabahatsiz ve masum değilsiniz. Fakat konuştukça uzayacak bir mevzu bu. Kısmen yanlış yaptığımı kabul edebilirim ancak. Dergiyi alın lütfen. Bu sefer tüm iyi niyetimle emeğinizi size teslim ediyorum." Azize dergiyi uzattı. Gözleriyle Edip'in ellerini kolluyordu. Yavaşça havaya kalkmalarını ve başarıyı sahiplenmelerini seyretti. "Güzeldi" dedi "bu sefer yazdıklarınızı beğendim. Yorucu kafiyeler değil de içten ifadeler dikkatimi çeker. Şiiriniz veda etmek zorunda kalmış bir adamın özlemini, güneşli gün batımlarındaki hüznü hissettirdi."
Edip duyduğu kısacık iltifatı, günlerdir susuz kalmış bir adamın iştahıyla dinledi. Hissettiğini, tam olarak aktarmak istediğini bir cümleyle özetleyen kızın eline şiir emanet edilesi biri olduğuna dair şüpheleri yitip gitti. Heyecanla söze girdi. "Geçen günkü konuşmamızdan sonra size çok kızdım. Kırmadığınız dalım kalmamıştı sanki. Ümitsiz hissettim, hayallerimi buruşturup bir kâğıt parçası gibi etrafa savurdum. Eve gidince tüm defterlerimi şiirlerimi yakmak istedim. En çok beğendiğim yazılarımdan nefret ettim.
Belki de henüz tanımadığım birinin lafıyla bu denli üzülmemi mantıksız bulacaksınız. Fakat ben çok düşünürüm. Yorulduğumu, çaresiz hissettiğimi, başarıya ulaşamadığımı, istediklerimi yapamadığımı kendime söyler dururum. O gün bu gerçeği bir başkasının ağzından tüm gerçekliğiyle duydum ya... İçimde birikmiş tüm çaresizliklerim çökertti omuzlarımı. Editörlerin, gıyabımda benimle alay ettiklerini gördüm kâbuslarımda. Ağaçların yolumu kestiğini, ormanda kaybolduğumu, kelimelerin silinip gittiğini hayal ettim. Siz içimdeki patlama noktasına gelen o dürtüyü harekete geçirdiniz."
Azize anladı Edip'i. O da böyle bir öfkeyle, boğulmuş ve çaresiz hissederek çıkmamış mıydı yola? Gizlenmiş tüm öfkeleri müsait bir durakta indirmemiş miydi? Bilerek ya da bilmeyerek birini kırmanın, üstüne gitmenin telafi edilmez hatalara sebep olacağını öğrenmiş oldu böylece. Edip öğretmen yaşadığı talihsizlikleri, başarıya ulaşma serüvenini Azize'nin yok ettiğini ima ederek tüm zevklerinden el çekmiş olsaydı henüz tanımadığı ve tanışma hususunda iyi bir başlangıç yapmadığı bu adam için çok üzülürdü. Bir gün birine bahsetse bu mevzudan, senin ne suçun var deseler, vicdanı susmaz cevap verirdi. İyi insanlar yükselmekte olan ateşe bir parça odun atmış olsalar, yangını kendileri çıkarmış kadar suçlu hissedebilirlerdi.
"Ama o bitkinliğin içinde bana tarif edemediğim şeyler oldu. Yeni bir sayfa açıldı hayatımda. Eski yazılarımın yüklerinden, beni bağlayan kelime ve kurallardan kurtulmuş gibi hissettim. Belki de şairlerin, hüzünden en çok istifade ettikleri kıvamına ulaştım. Hayali ölümler, yalancı vedalar ve kafiye olsun diye bulduğum sözcükleri unuttum. Gözlerimi kapattım. Dışarıda yağmur yağıyordu, köy sessizdi. Penceremi sallayan rüzgârı dinledim. Gözümün önünde bir suret belirdi. Ve kalemimden yeni bir şiir döküldü. Aslında sizi temin ederim, diğer yazılarımdan daha yalın... Basit gördüğünüz şiirimden daha basit bir şiir dergideki."
"Fakat dürüst" diye araya girdi Azize. Edip coşkulu bir tebessüm kondurdu dudaklarına. Bakışlarını etrafta dolaştıran, az konuşan, gitmek için telaşlı adımlarını hazırlayan bu kızı incelikten anlamamakla mı suçlamıştı? Dilini ısırdı.
"Dürüsttüm" dedi. "Ve bence..." Ders saati yaklaşıyordu. Artık susmalıydı. Zaferini elinde tutmakla, Azize'den kısmen de olsa hatalı olduğunu duymakla yetinmeliydi. Fakat açtı ruhu. Köyün kızının kaygılarını ve yabancılığını elinden geldiğince görmezden gelmek istiyordu. "Bence siz bu şiiri beğendiniz çünkü içindeydiniz."
"Nasıl yani?" Azize rahatsızca kıpırdandı yerinde. Adamın ne demek istediğini anlamadı ama başka birinin şiirinde olmak istemediğinden emindi.
"Sizin elinizle değişen bir zihnin ürünüdür kelimelerim. Yağmurlu bir günde koyu yeşil yaprakların arasında, şehrin güneşli sokaklarını hayal edebildim. Çarşılarda gezindi zihnim. Beni kırdınız ama karşılaştığımız günden beri anlaşılacağıma, yeni biriyle tanışacağıma dair taze bir heyecan saldınız yüreğime. Öfkeli sözlerinizi, kızgın bakışlarınızı hatırladım hep. Size cevap vermek için uğraşırken, nasıl olduysa iyi niyetli bir hüznün içinde buldum kendimi." Öğretmen, kaygısızca sıraladı iyi niyetli cümlelerini. Geçirdiği buhranı unutmuş, başarıdan sarhoş olmuşa benziyordu ama Azize söylenenleri kabullenmedi. Hatta fazlasıyla ürktü.
"Size katılmıyorum öğretmen bey" dedi konuşmayı sonlandırmak isteyen bir tonda. "Vazgeçebilirdiniz ama yapmadınız. Kim ne derse desin içinizdeki cevhere inandınız ve diğerlerinden basit olduğunu düşünseniz bile şiirinizi editöre gönderdiniz. Bu sizin başarınız. Belli ki kin tutan biri değilsiniz. Bana olan kızgınlığınız uzun sürmedi. Ama ben hâlâ iki yabancı olduğumuz ve aramızda veli öğretmen ilişkisi dışında bir mevzunun konuşulmaması gerektiği kanaatindeyim. Heyecanlı hamlelerinizi düşüncesiz buluyorum üstelik. Umarım ne demek istediğimi anlatabiliyorumdur."
"Evet, anlıyorum. Siz böyle sakin ve ılımlı konuşunca daha iyi anlıyorum ve hak veriyorum. Sizi temin ederim öyle olacak. Talep etmedikçe şiirlerden veya şahsi meselelerden bahis açmayacağım size. Fıtratımda kin tutmak yok, bu doğru. Ama size iltimas geçtiğim de bir hakikat. Çünkü daha önce söylemiştim, o gün bana yaptığınız iyiliği hiçbir kusurunuz örtmeyecek." Azize kendini ifade etmenin ve anlaşılmanın rahatlığıyla ufacık gülümsedi. Günlerce içinde büyüyen bu mevzuyu hallettiği için rahattı. Ve bu huzursuzluğun tekrarlanmayacağını, bir daha böylesine öfkeli davranmayacağını düşünmek iyi hissettiriyordu.
"Sevindim" dedi Edip'in hatasını kabul edip sınırları aşmama sözü vermesine. "O zaman size iyi dersler dilerim."
"Teşekkür ederim." Öğretmen verdiği sözün arkasında duracaktı. Ağzının payını, ilhamın tadını almıştı. Üç kereden fazla konuşmadığı bu kızın, hayatına öyle bir dokunuşu vardı ki artık şiirlerini inandırıcı hislerle süsleyecek gücü buluyordu kendinde. Anladı beni, diye düşündü. Yazmak istediğimi, kelimelerle çizdiğim resmi gördü.
***
Geçen bir ayda Azize toparlandı. İçine düştüğü telaştan, ruhunu bunaltan sıkıntılardan, aklını karıştıran düşüncelerden yüz çevirdi. Onları benliğinin uzağına sürdü. Sağlık ocağında, Hatice teyzenin yanında, aile fertlerinin arasında ruhunu güzel ve sıcak hislerle bezedi. Mustafa da sınav telaşından kurtulup köye döndü. Sonuçlar açıklanana kadar dinlenecekti. Firdevs o günkü konuşmasından sonra, arkadaşının ani bir değişimle iyileştiğini gördü. Bu kadar hızlı olmasına şaşırdı ama Azize yeniden kibar ve zihni berrak biri olunca sorgulamadı. Bir iki haftalık sıkıcı kafa karışıklığı yeteri kadar bunaltıcıydı zaten. Firdevs gibi kanı kaynayan neşeli insanlar, arkadaşlarını öyle görmeye tahammül etmekte zorlanırlardı.
Öğretmen söz verdiği gibi bir daha hatalı bir davranışta bulunmadı. Her gün, her an yazdı ama Azize'ye okutmadı. Bazen dışarıda karşılaştılar, sessizce uzaklaştılar. Veli öğretmen ilişkisi bile yoktu aralarında. Bazen kızı sınıf penceresinden seyretti. Kardeşine sarılmasını, aracın kapısını açmasını izledi. Aklına yeni şiirler geldi ve gülümsedi. Hiçbir editöre okutmayacağı, defterinde saklayacağı mısraları mırıldanıp durdu. Uzun zaman içindeki paylaşma dürtüsüne gem vurdu. Bir kere düşmüştü düşüncesizlik hatasına. Azize de verdiği sert tepkiyle haddini bildirmişti adama.
Fakat düzenin bozulacağı, şiirlerin meydana çıkacağı günler kapıdaydı. Öğretmenin şevki artacaktı, yüreği coşacaktı. Azize ise sevdiği, emek verdiği mesleğinden korkacaktı. Çok kısa zamanda toparladığı zihnini, sağlam bir yıkıma uğratmak isteyen bir fırtınaya teslim olacaktı. Azize'ye sorulsa cevap veremeyecekti. Nasıl korktuğunu, elini eteğini çekmek istediğini kelimelere sığdıramayacaktı.
***
Akif üç gündür hastaydı. Okula gitmiyordu, evde muayenesi yapılmıştı. İlaçlarını kullanıyor, toparlanmaya başlıyordu. Azize, tadı biraz acı ama faydalı bir macun hazırlamıştı, çocuğa yediriyordu. Ne zaman soğuk algınlığı, nezle şikâyetiyle birisi gelse kapıya ona da hazırlardı. Macunu deva niyetine kim tüketse, hemşire kıza dua ederdi. Hatice teyzenin en pratik ve meşhur tarifiydi bu. Azize'ye de önce bu macunu yapmayı öğretmişti.
Akif hastalığının üçüncü günü daha iyiydi. Ayağa kalkmış, evde dolaşmış, hatta ahıra bile inmişti. İlaçlarını aldıktan birkaç saat sonra ablasının yanına geldi. Macun istedi. Yanakları kızarmıştı biraz. Azize çocuğun ateşini kontrol etti, göğsünü dinledi. "Turp gibisin aslan parçası" diyerek başını okşadı. Kalkıp bir tatlı kaşığına azıcık macun koydu. Akif daha iyi olduğu için ilacı tadımlık vermek istedi. Daha sonra hiç vermemiş olmayı dileyeceği için, bu miktar bile gözünde büyüyecekti.
Bir saat geçmedi, Akif yatağa düştü. Hali iyi değildi, karın ağrısı ve mide bulantısı şikâyetleri başlamıştı. Zeynep korkuyordu artık. Normal bir soğuk algınlığı olmadığını söylüyordu. Köyde çocuklar hasta olur, iyileşirlerdi. Bütün yıl burnu akan çocuklar bile vardı. Büyüklerin telaş etmeyişi bundandı. Fakat Akif istifra etmeye başlayınca işin rengi değişti. Önce Azize kalktı yerinden. Üstünde ne olduğunu umursamadan siyah, geniş bir örtü taktı. Kalın kabanını giydi. Zeynep de ondan farksızdı. Bir yandan ağlamamak için dişlerini sıkıyor, bir yandan da baygınlık geçirmeden önce feryat figan bağıran oğlunu sakinleştirmeye çalışıyordu.
Çocuğu iki kişi tutup arabaya bindirdiler. Rahime hanım öne oturdu, Zeynep arkada çocuğun başını kucağına yatırdı. Üstünü ufak bir şalla örttü. "Ateşi yükseliyor" diye mırıldanıyordu alnını kontrol ederken. Oğlunun titreyen omuzlarını sıvazlıyordu çaresizce. "Oy nenesi kurban olsun uşağuma, ne oldi yavrum? He evladum, de bakayım nenene!" Rahime hanım da arkasını dönüp teselli veriyordu daima. Akif söylenenlerin tamamını duymuyordu.
Azize köprüye ne zaman vardığını, yola ne zaman çıktığını hatırlamıyordu. Hatta gelen bir araba var mı diye kontrol etmek de aklına gelmemişti. Kontrolsüzce geçmişti kendi şeridine. Tek hedefi çabucak hastaneye varmaktı. Babaannesinin dualarına emanetlerdi. "İyileşiyordu" dedi birden. "Bir problem yoktu. Bu halde olmasının nedeni ne? Aklıma hiçbir şey gelmiyor." Öyle şaşkındı ki iki elini birden direksiyondan çekti.
"Dur kızum, telaş etme. Dikkatli sür hastaneye. Doktor muayene etsun, ilaç versun kendine gelir Akif'um. Zeynep, sen da ağlama kızum. Ben dört tane büyüttüm. Bak, hepsi da sağlam. Ama çocukken hastaluk olur, çocuk da bunlar. Arif çok ateşlenurdi. Çok güzel, gürbüz bir bebekti. Nazar değerdi yavruma. Bir karı vardı, seveceğum diye gelurdi. O gittikten sonra hastaluk başlardi. Ha böyle gözleri dönerdi Arif'umun. Ben derdum, gitti çocuk. Kucağıma bayılırdı."
"Babaanne" diye duyardı Azize. Aynadan arka koltuğa bakınca, bu teselli amaçlı kurulan cümlelerin aksi tesir gösterdiği bariz belli oluyordu. "Tamam, az kaldı Zeynep abla. Geldik Sürmene'ye." Azize çalıştığı sağlık ocağına değil, en yakınındaki devlet hastanesine getirdi kardeşini. Çocuğun hali bir ilaçla, serumla düzelecek gibi değildi. Kimseyi korkutmak istemedi yine de. Doktorlar gerekli tetkikleri yaptıktan sonra bilgi verirlerdi ne de olsa.
Hastanenin önünde sert bir frenle durdu. Akif'i kaldırdılar, Azize'nin koşup getirdiği tekerlekli sandalyeye oturttular. Sonrası doktorlara emanetti. Beklemeleri gerekiyordu. Azize telaşlı Zeynep'i koridorda bir sandalyeye oturttu. Babaannesini de sakin olmasını tembihleyerek yanında bıraktı. Babasını arayacaktı. Kantine inip jeton aldı. Hastanenin girişindeki telefonun başına geçti. O kadar hızlı hareket ediyordu ki nefes nefese kalmıştı. Elleri titriyordu iş yerinin numarasını tuşlarken.
"Alo..."
"Alo, kimsiniz?"
"Abi, Rafet abi sen misin? Azize ben, Mehmet'in kızı. Acilen babamı telefona çağırabilir misin abi?"
"Tamam kızım, tamam da ne bu telaş? Kötü bir şey mi var?"
"Hastanedeyiz abi, Akif iyi değil. Ağırlaştı birden. Babamı çağırır mısın?"
"Dur, sakin ol. Mehmet! Mehmet, bak buraya! Senin oğlan hastalanmış, kızın aradı. Durumu kötüleşmiş, hastanedeymiş. Ne bileyim, gel de konuş." Mehmet'in soruları duyuluyordu. Telaşlı sesi, telefonun diğer ucundaki kızına ulaşıyordu. "Oğlum o yük asansörünün yanında ne işin var? Kapattık ya onu! Çekil oradan." Azize titreyen elleriyle ahizeyi tutarken babasını bekliyordu. Rafet, Mehmet'i çağırırken bağırdığında alt dudağını ısırdığının farkında değildi. "Birden bırakma, telaşlanma düşer!" Rafet'in sesi fazla yükseldi.
"Abi... Abi ne oldu? Babam iyi mi?" Azize şiddetli bir gürültü duydu. Bir metal yığını yüksek mesafeden yere çakılmıştı. Sonra Rafet, Mehmet'e seslendi. Genç kız, dili tutulmuş ve olduğu yere çakılmış halde telefonun karşısında duruyordu. Jetonun süresi ancak sorusuna cevap alabileceği kadar yeterliydi. Hiç de iyi şeyler olmamıştı. Babası iyi değildi. Titreyen elleri girdi görüş alanına, ardından etraf bulanıklaştı. Nefesi düzensizleşti, ahize parmaklarının arasından kaydı. Yukarıda kardeşi yatıyordu. Bozuk asansör telaşa kapılan babasına zarar vermişti. Diğer hastaların sesi kulaklarında bir uğultuya dönüştü. Zar zor ayakta kaldı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
7.47k Okunma |
751 Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |